Hac ve Umre’deki Hikmetler

Hac ve umre için ihrâma girmek istediğin zaman Allah Teâlâ’nın “İnşaallah Mescid-i Harâm’a gireceksiniz!”[1] âyet-i kerimesindeki istisnâyı söyleyerek, yani “inşallah” diyerek Allah’ın kitabına tâbî ol!

Hac, Allah Teâlâ’nın yeryüzüne koyduğu alâmetlerini (şeâir) tazim için konulmuştur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmakta­dır:

“Yeryüzünde insanlık için konulmuş ilk ev, hiç şüphesiz ki Mekke’deki (Ka’be)dir.” (Âl-i İmrân, 96)

“Safa ve Merve şüphesiz Allah’ın şiârlarındandır.” (el-Bakara, 158)

 

Şeâire Tâzim

“Her kim, Allah’ın şeâirine tâzim gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.” (el-Hac, 32)

İlâhî şeriatlar, Allah’ın nişanelerine tâzim ve onlarla Al­lah Teâlâ’ya yaklaşma esası üzerine kurulmuştur. Bu, Allah’ın insanlar için belirlediği bir yoldur. Allah Teâlâ, soyut kavram­ları, kolay kavranabilmesi için müşahhas şeylere benzetmek yo­luyla insanların anlayışlarına indirgemektedir.

“Şeâir”den maksat, kendisiyle Allah Teâlâ’ya ibadet edilen zâhir ve hissedilir şeylerdir. Bunlar sadece Allah’a has kılınmış ve neticede onlara gösterilen tâzim, Allah Teâlâ’ya tâzim; onlara karşı gösterilen kusur da yine Al­lah Teâlâ’ya karşı gösterilen bir kusur kabul edilmiş ve bu insanların kalbinde hiç çıkmayacak şekilde böylece yer etmiştir.

Allah Teâlâ, kendisine yönelik bir fayda getir­mesi için kullarına herhangi bir şey vacip kılmış değildir; O, böyle bir durumdan münezzehtir. Aksine O’nun vacip kıldığı bütün teklifler, sonuç itibariyle kulların kendi menfaatlerine yöne­liktir. Bu durumda insanların mükemmellikleri, ancak en üst düzeyde tâzim göstermeleriyle mümkün olacaktır.

  

Allah’ın En Büyük Nişaneleri:

1. Kur’ân-ı Kerîm:

Öteden beri insanlar arasında teamül şudur: Hükümdarlar, tebaalarına fermanlar gönderirler. Hükümdâra göster­dikleri tâzim, onun gönderdiği fermana da tâzimde bulunmaya sevkeder. Pey­gamberlere ait sahifeler, çeşitli müelliflere ait eserler yaygın ola­rak bulunur. İnsanların, peygamberlerin yollarından yürümeleri, onların getirdiği kitaplara tâzimde bulunmaya ve onları okumaya sevkeder. Asırlar boyu okunan ve rivayet olunan bir kitap olmaksızın ilimlerin kabul ve nesilden nesile aktarılması ilk bakışta mu­hal gibi görülür. İşte insanların bu durumu, Allah Teâlâ’nın son­suz rahmetinin, âlemlerin Rabbinden inen bir kitap sûretinde te­cellî etmesini gerekli kıldı ve ona tâzim gösterilmesi vacip oldu.

Kur’ân’a gösterilmesi gereken saygı şekillerini şu şekilde sıralayabiliriz:

a) Onu dinlemek ve okunduğu zaman susmak.

b) Emirlerine anında icabet etmek. Emrettiği zaman hemen tilâvet secdesi yapmak ve tesbih etmek gibi.

c) Mushaf’a abdestsiz dokunmamak.

2. Kâbe:

Allah’ın evine tâzim, Allah’a tâzim mânâsına gelir.

Ka’be’ye gösteril­ecek tâzim şekillerinin bir kısmı şunlardır:

a) Tavaf esnasında mutlaka temiz (abdestli) olmak,

b) Namaz kılarken oraya doğru yönelmek (kıble edinmek),

c) Abdest bozarken, ön ya da arkayı Kâʻbe’ye doğru çevirme­mek.

d) Çıplak tavâf etmemek.

3. Peygamber:

Rasullere itaatin vacipliği, onlara gösterilen say­gının, onları gönderene saygı kabul edilmesinden doğmaktadır. Peygamberlere gösterilmesi istenen tâzim şekillerinden bazıları şunlardır:

a) İtaatlerinin vacip olması,

b) İsimleri anıldığında salât u selâm getirilmesi,

c) Huzurlarında yüksek sesle konuşulmaması.

4. Namaz:

Namaz ile, insanların hükümdarın huzurunda el-pençe divan durması, O’na yalvarması ve boyun eğmesi gibi hallerine benzemek kastedilmiştir. Bunun içindir ki, namazda, duadan önce hamd ü senâda bulunulur, kul hareketlerine çeki düzen verip ellerini bağlar, sağa sola bakınmaz ve dikkatini teksif eder.

Şu hadis işte bu manayı ifade etmektedir:

“Sizden biri namaza durduğu zaman, hiç şüphesiz Allah Teâlâ onun önünde olur.” (Buhârî, Edeb, 75)

Namaz Allah’ı zikretmek, O’na niyazda bulunmak için emredilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Benim zikrim için namaz kıl!” (Tâ-hâ, 14)

Keza namaz, Allah Teâlâ’nın âhiretteki rü’yet ve müşâhedesine bir hazırlık ve prova olması için emredilmiştir. Bir gün Allah Rasûlü (s.a.v), dolunaya bakarak şunları söyledi:

“–Şu dolunayı birbirinizi itip kakmadan rahatça nasıl görüyorsanız, (aynı şekilde) Rabbinizi de (cennette) öyle rahatça göreceksiniz. Artık güneşin doğmasından ve batmasından önceki bütün namazları kılabilmek için elinizden gelen gayreti gösteriniz!” (Buhârî, Mevâkît 16, 26; Tefsîr, 50/1; Tevhîd, 24; Müslim, Mesâcid, 211)

 5. Kurbanlar

 

 

HACCIN SIRLARI

Haccın Mâhiyeti:

Aslında hac, sâlihlerden oluşan büyük bir kalabalığın, Allah’ın inʻâmda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehitler ve sâlihlerin hâlini hatırlatan bir zamanda ve apaçık âyetlerin olduğu bir mekânda toplanmasıdır. Dinde imam olan büyük âlimlerden oluşan nice cemaatler, Allah’ın şeâirine tâzim ederek, tazarrû ve niyazda bulunarak, Allah Teâlâ’dan hayırlar umarak ve günahlarının affını ümid ederek oraya gitmişlerdir.

Himmetler, bu keyfiyette bir araya gelirse, ilâhî rahmet ve mağfiretin oraya inmesi gecikmez. Nitekim şu ha­dis bu manayı ifade eder:

“Şeytan, hiçbir günde, arefe gününde olduğundan daha küçük, daha zelil, daha hakir ve daha öfkeli bir halde görülmemiştir. Bunun sebebi de rahmetin indirilişini, Allah’ın büyük günahları affedişini görmesidir. Ancak Bedir Günü gördüğü manzara karşısındaki hâli hâriç!»

Bunun üzerine:

“‒Bedir Günü’de şeytan ne gördü ya Rasûlallah?” diye sorulunca Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular:

“‒Cebrail (a.s)’ın meleklerin önünde durup onların saflarını tanzim ettiğini görmüştü.” (Muvatta’, Hacc, 235)


Hacedilmeye En Lâyık Yer Allah’ın Evi Ka’be’dir

Hac ibadeti, esasen her ümmette mevcuttur. Her dinde mut­laka, Allah’ın âyetlerinin zuhur edişini görmeleri sebebiyle kutsal kabul edilen ve feyz alındığına inanılan bir hac yeri vardır. Yine her dinde, seleflerinden tevarüs edilegelen, kurban takdimi ve benzeri daha başka davranışlar bulunur. Çünkü bunlar, mukarrabîni (Allah’a yakın kulları) ve onların içinde bulundukları halleri hatırlatır.

Hacc için en lâyık yer Allah’ın evidir; çünkü orada apaçık âyetler bulunmaktadır, orasını Allah’ın emriyle, hemen her üm­mette hayır ile yad edilen Hz. İbrahim peygamber, ıssız ve ulaşılması zor çöl bir yerde bina etmiştir. Hac için makam kabul edilen hiçbir yer, bu özelliği taşımaz; onlarda ya şirk kokusu vardır, ya da asılsız uydurmalar bulunur.


Hac, Nefsî Bir Arınmadır

Nefsi arındırmanın yollarından biri de, sâlih insanların tâzimde bulunduğu, kendilerinin de içinde olduğu ve Allah’ı zikrederek mânen îmâr ettiği yerlere gitmektir. Çünkü bu durum, yeryüzünü tedvirle vazîfeli meleklerin himmetleri nâil olmayı sağlar. Mele-i aʻlâ sâkinlerinin ehl-i hayır için yapmış ol­duğu küllî dua, oraya giden kişiyi de içine alır. Kişi bu rûhânî havâya girdiğinde, meleklerin boyası nefsine galebe çalmaya başlar. Böylece nefsi arınır ve melekî vasıflar kazanır. Bu hâli gözleriyle gören Hak dostları vardır.

Allah Teâlâ’yı zikretmenin bir yolu da, O’nun şeâirini görmek ve onlara tâzimde bulunmaktır. Çünkü onlar görüldüğünde hemen Allah hatıra gelir. Bilhassa da ihrâm, telbiye, kurban gibi nefsi güçlü bir şekilde uyaracak tâzim hallerine ve bir takım kayıt ve sınırla­ra riâyet edildiğinde…

Bazen insan, Rabbine karşı aşırı bir şevk ve arzu duyar. Bu şevk ve hasretini giderecek bir şeye ihtiyaç duyar. İşte bunun için hacdan daha güzel bir şey bulamaz.

 

Hac, İhlâslı Kulları Münâfıklardan Ayıran Bir İmtihandır

Nasıl ki devlet, samîmî olanla hilekârları, itaatkâr ile isyankârları ayırmak için tebaasını belli zamanlarda imtihan etmeye ihtiyaç duyar… Bunu da şan ve şöh­retinin yükselmesi, birlik ve kuvvetinin artması ve halkının birbirini tanıması için yapar. Aynı şekilde din de, hakîkî mü’minlerini, münafık olanlardan ayırmak, insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiğini göstermek ve mensuplarının birbirleriyle görüşmesini temin etmek için hac ibadeti­ne ihtiyaç duyar. Orada insanlar birbirlerinden istifade ederler. Zira insanda güzel şeylere olan arzu ve rağ­betler, ancak beraber olma ve birbirlerinden görme netîcesinde meydana gelir.

Hac yaygınlaştırılırsa, insanlar arasında bulunan bir takım âdetlerin zararlarına karşı son derece faydalı olur. Din büyüklerinin yaşadığı mânevî hâli hatırlatma ve onu elde etmeye teşvik husûsunda hac gibisi yoktur.

Hac, uzun bir yolculuk ve zor bir iştir. Bu sebeple ancak büyük meşakkatlere katlanarak îfâ edilebilir. Bu yüzden sırf Allah için yapılan bir hac, aynen îmân etmek gibi, hatâları siler ve daha evvel yapılan bütün günâhları tertemiz yapar. Kişi anasından doğduğu günkü gibi tertemiz bir hâlde evine döner.

– Hac, yıllık kongredir. Uzaktan yakından gelen mü’minler birbirlerini tanır, tecrübelerinden istifâde eder, kuvvetlerini artırır, dinlerini yüceltir ve düşmanlarına karşı gövde gösterisinde bulunurlar.

– Hac, hanif İslâm dîninin imamları olan İbrahim ve İsmâil (a.s)’dan mîrâs kalan fıtrî hasletleri, vecîbeleri ve hâtıraları muhâfaza etmektir.

– Hac, tevhîd ve şükür ifâde eden fiillerden oluşur. Hac yapan kişinin tevhid ehli ve Hakk’a bağlı olduğu, hanif İslâm dini üzere bulunduğu anlaşılır. Bu dînin ilk müntesiplerine lûtfedilen ilâhî nimetlere şükredilmiş olur. Meselâ Safâ ve Merve arasındaki saʻy, kurbân ve şeytan taşlama böyledir.

– Hac, İslâm’ı yüceltmektir.

– Hac, nefsi Allah için zelil etmek, ezmektir.

– Hacc-ı mebrûr, hac ile umreyi birleştirmek ve çokça umre yapmak, kişiyi Allah’ın rahmetine mazhar kılar. Ancak kötü söz ve fiillerden geri durmayan kimselere rahmet kapıları açılmaz, bu sebeple de beklenilen neticeyi elde edemezler.

 

UMRE

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Umre ibadeti, önceki umre ile aralarında işlenen (küçük) günahlara keffâret olur. Mebrûr haccın karşılığı ise, ancak cennettir.” (Buhârî, Umre, 1)

“Hacla umrenin arasını birleştirin! Zira bunlar, tıpkı körüğün demir, altın ve gümüşteki pası temizlediği gibi fakirliği ve günahları giderir.” (Tirmizî, Hac, 2/810; Nesâî, Menâsık, 6/2629; İbn-i Mâce, Menâsık, 3)

Hazret-i Âişe (r.a):

“–Yâ Rasûlallâh! İnsanlar hac ve umre ibadetlerinin ikisini de yapmış olarak dönüyorlar; ben ise sadece hac ibadetiyle dönüyorum!” dedi.

Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) ona:

“–Bekle, temizlendiğin zaman (kardeşin Abdurrahman ile birlikte) Tenʻim’e kadar çıkın, oradan umre niyetiyle ihrama girip telbiye getirin! (Umrenizi tamamladıktan sonra) filan yere bizim yanımıza gelin! Lâkin şunu bil ki, yapacağın umrenin sevâbı, senin bu uğurda yapacağın harcamalar veya katlanacağın zorluk ve meşakkatler nisbetindedir.buyurdular. (Buhârî, Umre, 8)

Rasûlullah (s.a.v), Yüce Rabbinden şöyle nakleder:

“Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Ben bir kuluma sıhhat ve âfiyet ihsân edip rızkını da bol verdiğim hâlde, o her dört senede (diğer rivâyete göre beş senede) bir bana gelmezse (yani hac veya umre ziyâretinde bulunmazsa), o kimse gerçekten mahrum biridir.” (Heysemî, III, 206)

 

Ramazan’da Umre Yapmak

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Ramazan ayında yapılan umre, tam bir hac sayılır veya benimle birlikte yapılmış bir haccın yerini tutar.” (Buhârî, Umre, 4; Müslim, Hac, 221)

Zîrâ Ramazan’da insanlar Allah’ın şeâirine tâzim gösterirler ve Allah’ın rahmetinin inmesi için bir araya toplanırlar.

Bir de Ramazan, ihsân mertebesindeki müslümanların nurlarının birbirlerine yansıdığı ve rûhâniyetin inip yeryüzüne yayıldığı bir vakittir.

 

İhrâm

Abdullah bin Ömer (r.a) şöyle buyurur:

“Bir kişi Mescid’de ayağa kalkıp:

«‒Yâ Rasûlallâh, nerede ihrâma girip telbiye getirmeye başlayalım?» diye sordu.

Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v):

«‒Medîne ahâlîsi Zü’l-huleyfe’den, Şam ahâlîsi Cuhfe’den, Necid ahâlisi Karn’dan (îtibâren) ihrâma girip telbiye getirsin!» buyurdular.”

Abdullâh bin Ömer (r.a); “Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in:

«Yemen ahâlîsi Yelemlem’den (îtibâren) ihrâma girip telbiye getirsin!» buyurduklarını da söylüyorlar.” dedi.

Yine İbn-i Ömer (r.a):

“Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in bu son cümlesini (işittim ama) anlayamadım!” derdi. (Buhârî, İlim, 52)

Ulemâ ihtilâf etmiş olmakla birlikte cumhura göre Efendimiz (s.a.v), Irak tarafından gelenler için de Zâtü’l-Irk’ı mîkât yeri tâyin etmişlerdir.

Hanefîlere göre mîkâta ulaşan kişi, Mekke’ye girmek istiyorsa; ister hac veya umre, ister savaş, isterse ticâret maksadıyla girecek olsun, mîkâtı ihramsız geçme hakkı yoktur. Zîrâ Cenâb-ı Hak Mekke-i Mükerreme’yi harem kılmıştır. Harem’e hürmet ise oraya ihrâmlı olarak girmekle gösterilir. Mekke-i Mükerreme’ye ihramla girmek, aynı zamanda oranın şerefli bir yer olduğunu ortaya koymak içindir.

Dışardan gelip de Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in tâyin ettiği bu mîkat sınırlarını ihramsız geçen kimse, geri dönüp mîkâtta ihrâma girmelidir. Böyle yapmazsa, ihrâma girmeyi asıl yerinden sonraya ertelediği için cezâ olarak kurban kesmesi gerekir.

Mîkât sınırlarıyla Mekke-i Mükerreme arasında oturan kişi ise ihtiyaç için Mekke’ye ihramsız girebilir.

*

Abdullah bin Ömer (r.a) şöyle buyurur:

“Bir kişi Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’den:

«‒İhrâma giren (kimse) ne giyer?» diye sordu.

Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurdular:

«‒Gömlek giymez, sarık sarmaz; don ve burnus giymez; vers veya zaʻferânla boyanmış bir elbise de giymez. Naʻleyn (terlik) bulamadığı takdîrde mest giysin ve mestleri topuklara varıncaya kadar kessin!».” (Buhârî, İlim, 53)

Şerh:

Burnus: Başlığı kendisine yapışık elbise, kapşonlu elbise.

Vers: Cehrî, Yemen Zaʻferânı. Kendisiyle elbise boyanan sarı bir bitki.

Zaʻferân: Kendisiyle elbise boyanan bir bitki.

*

Hac ve umre yapmak isteyen kişiye Mekke’ye girdiği esnâda ihramlı olmasının vacip kılınması, bu yerin şerefli olduğunu ortaya koymak içindir. Harem’e saygı, oraya ihramlı girmekle gösterilir. Hangi maksatla olursa olsun Mekke’ye girmek isteyen kişinin mîkâtı ihramsız geçme hakkı yoktur.

Cenâb-ı Hakk’a tâzim açısından ihrâmın yeni olması daha iyidir.

İhrâma girerken yıkanıp iki rekât namaz kılmak, Allah’ın nişanelerine saygı göstermeyi daha açık bir şekilde ifade eder. İhrâma girmek, niyetin ihlâslı, sırf Allah için olduğunu, Allah’a tâate îtinâ gösterildiği­ni açık bir fiille munzabıt hâle sokmak demektir. Keza bu şekilde elbisenin değiştirilmesi nefsi uyarır ve Allah Teâlâ için tevâzu hâ­line bürünmesini sağlar.

*

Telbiye veya telbiye yerine geçecek bir dua okunmadıkça, sadece niyet etmekle ihrâma girilmiş olmaz.

Telbiye ancak ihrâm namazının kılındığı yerde vâciptir.

Her namazın ardından, herhangi bir grupla karşılaştığında, herhangi bir tepeye çıktığında, herhangi bir vâdiye indiğinde ve seher vakitlerinde bol bol telbiye getir.

Namaz kılan kişi bir rükünden diğerine geçerken tekbir getirdiği gibi ihramlı da bir hâlden diğerine geçerken telbiye getirir.

Cibril (a.s), ihram ve telbiyede hacıların seslerini yükseltme­lerini işaret etmiştir. Ancak kadınlar seslerini yükseltmez, remel yapmaz, kapalılığa riâyet eder ve erkeklerin arasına karışmamaya dikkat ederler.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Bir Müslüman telbiye getirdiğinde, mutlaka sağından ve solundan yeryüzünün sonuna kadar bütün taşlar, ağaçlar ve topraklar da onunla birlikte telbiye getirirler!” (Tirmizî, Hac, 14/828; İbn-i Mâce, Menâsik, 15)

Mü’min Allah’ın zikrini yükselterek bütün yeryüzünün Dâru’l-İslâm olmasına gayret ettiği için oralardaki bütün varlıkların zikirlerinin sevâbını da alır.

Telbiye dâvete îcâbettir ve şu mânâlara gelir:

– Yâ Rabbî! Ben Sen’in emrini yerine getirmek üzere burada bulunuyorum!

– Yâ Rabbî! Yönelişim Sana’dır!

– Yâ Rabbî! Muhabbetim Sana’dır!

Umre yapan kişi tavafın ilk şavtında Hacer-i Esved’i istilâm ettiğinde telbiyeyi keser.

*

İhramlı kişi, İbrâhim ve İsmâil (a.s) gibi dua eder:

رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّاۜ اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ

*

Hac ve umre için ihrama girmek, namaza nisbetle tek­bir almak gibidir. İhram, ihlâs ve tâzimin duyularla algılanabilir bir sûrete bürünmesi ve haccetme azminin, açık bir fiille zabt u rapt altına alın­masıdır. Nefsin, her türlü lezzetleri, rahatını, konforunu, alışık ol­duğu âdetlerini, güzelleşmek için yapılan işleri terketmek sûretiy­le Allah’a boyun eğdiğini ve O’ndan korktuğunu sembolize eder. Allah için, yorgunlu­ğa katlanma, saçı başı dağıtma ve toza toprağa bulanma mâ­nâsını gerçekleştirir.

İhrama giren kişinin sözü edilen şeyleri terketmesinin şerʻan istenmesi, nefsi zelil kılma, süslenmeyi terketme ve pej­mürde bir hal alma mânâlarını gerçekleştirmek, Allah korkusunu ve O’na tâzimi şuur hâline yükseltmek ve nefsi, arzu ve isteklerinin peşinde koşmaması için hesâba çekmek içindir.

Av avlamak, bir tür eğlence ve aşırılıktır. Av peşinde koşan kimse, hevâ ve heveslerinin peşinden koşmuş olur. Avlanmak câiz olduğu hâlde, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ve bü­yük sahâbîlerin avla uğraştıkları asla sabit değildir.

Cinsî münâsebet, hayvânî şehvete dalmaktır. Buna rağ­men bu kapının tümden kapatılması caiz değildir; çünkü bu, şerʻî kânunlara ters düşer. Ama en azından ih­ram, itikâf, oruç gibi bazı hallerde ve mescid gibi bazı mekânlarda yasaklanmalıdır.

Dikişli elbise ile, ihram için alınacak kumaş parçası arasın­daki fark şudur: Dikişli elbise, hem bir ihtiyaç, hem de zînet ve güzelleşme vâsıtasıdır, insanlar onu giymek­ten hoşlanır. İkincisi ise, sadece avret yerini örtmek içindir. Birin­cinin terkedilmesi Allah için tevâzu mânâsına gelir. İkincinin terki ise, edepsizlik olur.

İhrâma girdikten sonra koku sürünmeyin ve yağlanmayın!

Başınızı kaşıdığınız zaman saç dökülmemesi için yumuşak bir şekilde kaşıyın!

İhramlı kendi kendini tıraş ettiğinde suçu tam olup cezâ kurbanı gerekir. Başkasını tıraş ettiği vakit ise suç tam anlamıyla gerçekleşmez, sâdece sadaka yeterli olur.

İhramlı kişi bıyığından veya saçından bir kıl koparsa, ya da sakalını sıvazlayınca ondan bir kıl kopsa; bütün bu hususlarda bedeninden giderdiği bu kıl sebebiyle suçun aslı bulunduğu için kendisine sadaka cezâsı gerekir.

*

Mîkât yerlerinde ihrâma girilir. Zîrâ Mekke’ye, toz toprak içinde, pejmürde bir vaziyette, nefsi kır­mış olarak girmek şerʻan istenilen bir şeydir. En uzak mîkât yeri Medinelilerkidir; çünkü Me­dine vahyin indiği, imanın kök saldığı yerdir. Hic­ret yurdudur, Allah’a ve Rasûlü’ne iman etmiş ilk şehirdir. Bu itibarla Medîne ahâlisinin, Allah’ın dinini yüceltmede daha açık bir rol üstlen­meleri, Allah’a tâatte diğerlerine nisbetle daha fazla gayret göster­meleri uygun olurdu. Hem orası, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) zamanında iman etmiş ve imanlarında da samimi olmuş en yakın bölgedir.

*

Mekke ve Medine’nin birer haremi olmasının sırrı şudur: Her şey için bir saygı şekli vardır. Mekânlara gösterilecek saygı da, orada kötü bir şey yapmaya girişmemektir.

 

Mekke-i Mükerreme’nin Hürmeti

Ebû Şurayh (r.a) şöyle buyurur:

“Mekke fethinin ertesi günü Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’den bir söz işittim ki, onu söylerken şu kulaklarım duydu, kalbim belledi, söyliyeni de gözlerim o anda gördü. Efendimiz (s.a.v) Allâh’a hamd ü senâ ettikden sonra şöyle buyurdular:

«Mekke’yi (tâ evvelden beri) harâm kılan Allâh Teâlâ’dır. Onu haram bölge îlân eden insanlar değildir. Bundan dolayı Allâh’a ve Âhiret gününe îmân eden kimse için Mekke’de ne kan dökmek, ne de bir ağaca balta vurmak helâl olmaz. Şâyed “Rasûlullâh (s.a.v) burada mukâtele etti” diye ruhsat tarafına kaçan biri bulunursa ona: “Allâh Teâlâ yalnız Rasûlü’ne izin vermiştir. Size izin vermemiştir!” deyiniz. Bana da yalnız bir günün bir saâti içinde izin verdi. Ondan sonra bu günkü hürmeti dünkü hürmeti derecesine döndü. (Bu dediklerimi, burada) hâzır olanlar, olmayanlara teblîğ etsin!».” (Buhârî, İlim, 37)

*

Ebû Hüreyre (r.a)’den rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Muhterem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Allâh Teâlâ, Ashâb-ı Fîl’i veya katli Mekke’ye girmekten men etmiştir. Ancak Rasûlullâh (s.a.v) ile mü’minlere (bir defâya mahsus olmak üzere) Mekke ahâlîsi ile savaşmaya izin verilmiştir. Haberiniz olsun, (Mekke) benden evvel hiçbir kimse için helâl olmadığı gibi, benden sonra da hiçbir kimse için helâl olmayacaktır. Biliniz ki o (yalnız) bir günün bir sâatinde (yalnız) benim için helâl olmuştur. Mâlûmunuz olsun ki işte şu sâatte benim için bile harâmdır. (Mekke’nin) dikeni (bile) kesilmez. Ağacına balta değdirilemez. Yitiğini kimse (elini uzatıp) alamaz. Meğerki (sâhibini) aramak için ola! O hâlde her kimin bir akrabâsı katlolunursa, o, iki şeyden hangisi hayırlı ise onu isteyebilir: Ya diyet verilir, ya maktûlün ehli kısâs ister.”

Bunun üzerine Yemen ahâlîsinden biri gelip:

“‒Yâ Rasûlâllâh, şu buyurduklarınızı benim için yazdırabilir misiniz!” dedi.

Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v):

“‒Ebû Şâh için yazınız!” buyurdular.

Derken Kureyş’ten bir zât (Hz. Abbâs [r.a]):

“‒Yâ Rasûlâllâh, izhır otu istisnâ edilse olur mu! Zîrâ biz onu evlerimizin inşâsında ve kabirlerimizde kullanıyoruz.” dedi.

Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) de:

“‒İzhır otu hâriç!” buyurdular.” (Buhârî, İlim, 39)

*

Ebû Bekre (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) (Haccetü’l-Vedâ’da) devesinin üzerine oturdular. Devenin dizginini bir kişi tutuyordu.

«‒Bu gün hangi gündür?» diye sual ettiler.

Sükût ettik, o derecede ki o günü başka bir isimle isimlendirecek zannettik.

«‒Kurban günü değil mi?» buyurdular.

«‒Evet!» dedik. Sonra:

«‒Bu ay hangi aydır?» diye sordular.

Yine sükût ettik, o derecede ki o ayı başka bir isimle tesmiye edecek zannettik.

«‒Zilhicce değil mi?» buyurdular.

«‒Evet!» dedik. Sonra:

«‒Bu hangi şehirdir?» diye sordular.

Yine sustuk, o derecede ki şehre başka bir isim verecek zannettik.

«‒Mekke değil mi?» buyurdular.

«‒Evet!» dedik.

Bunun üzerine şöyle buyurdular:

«‒Kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız bu şehir içinde, bu ayda bu günün hürmeti kadar birbirinize haramdır. Burada bulunan, burada olmayana (bunu) teblîğ etsin! Olabilir ki sözü bizzat dinleyip (ilmi öğrenen) kişi, bunu daha iyi anlayacak birine teblîğ eder».” (Buhârî, İlim, 9)

*

Abdullah bin Mesʻûd (r.a) şöyle anlatır:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bir defâsında Beyt-i Muazzam’ın yanında namaz kılıyordu. Ebû Cehil ile bâzı arkadaşları da oturuyorlardı. Derken biri, diğerlerine:

«‒Falancalarda (yeni boğazlanan) devenin döl eşini hanginiz (muhteviyâtiyle berâber) getirip secdeye vardığında Muhammed’in sırtına kor?» dedi. Oradakilerin en şakîsi seğirdip getirdi. Bekledi, Nebiyy-i Muhterem (s.a.v) secdeye varınca iki omuzu arasına mübârek sırtının üzerine koydu. Ben ise hiçbir şey yapamıyor, sadece bakıyordum. (Ah, ne olurdu o zaman) elimde kuvvet olaydı. Herifler gülmeye ve (eğlenmek için bu işi) birbirine isnâd etmeye başladılar. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ise secdeden başını kaldırmıyordu. Nihâyet Fâtıma (r.a) gelip onu sırtından attı. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) başını kaldırdı. (Namazı tamamladıktan) sonra üç kere:

«‒İlâhî, Kureyşi sana havâle ederim!» diye duâ buyurdu. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in aleyhlerinde böyle duâ buyurması onlara pek girân geldi. Zîrâ o makamda duânın müstecâb olduğuna inanıyorlardı. Ondan sonra Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) birer birer isim sayarak:

«‒İlâhî, Ebû Cehl’i sana havâle ederim, Utbe bin Rebîa’yı, Şeybe bin Rebîa’yı, Velîd bin Utbe’yi, Ümeyye bin Halef’i, Ukbe bin Ebî Muayt’ı sana havâle ederim!» buyurdu.”

Yedinciyi de saydıysa da ismini râvî unutmuştur. İbn-i Mesʻûd (r.a) şöyle buyurur:

“Nefsim, kabza-i kudretinde olan Allâh’a kasem ederim ki Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in bu saydıklar(ının ekser)ını Kalîb’de yâni Bedir çukurunda serilmiş gördüm.” (Buhârî, Vudû’, 69)

Şerh:

Kâfirler bile Mekke-i Mükerreme’nin hürmetini, fazîletini ve orada yapılan duâların müstecâb olduğunu kabul etmişlerdir. Müslümanlar nazarında ise Mekke-i Mükerreme ve orada yapılan ibadetler daha fazla tâzime lâyıktır. Onlar dâimâ “Allah’ım! Beyt-i Muazzamının izzet ve şerefini daha da artır!” diye duâ ederler.

 

Tavaf

أَعُوذُ بِرَبِّ الْبَيْتِ مِنَ الدَّيْنِ وَالْفَقْرِ وَمِنْ ضِيْقِ الصَّدْرِ وَعَذَابِ الْقَبْرِ

Borçtan, fakirlikten, gönül darlığından ve kabir azâbından Beyt’in Rabbi’ne sığınırım!

Kaʻbe’yi görünce yapılacak en mühim duâ; Allah Teâlâ’dan, hiç hesâba çekilmeden Cennet’e girmeyi istemektir.

Hacer-i Esved, Kaʻbe’nin en mukaddes parçasıdır; çünkü Cennet’ten inmiştir.

Remel ve ıztıbâ’nın hikmetleri:

1. Müşriklerin kalbine korku salmak ve müslümanların güç ve kuvvetlerini göstermek. Mekkeliler, “Yesrib humması müslümanları zayıf düşür­müş” diyordu. Bu durumda remel, bir tür cihâd olur.

2. Allah’a tâat yolunda arzulu olunduğunu, uzun yolun ve aşırı yorgunluğun azmini köreltmediği­ni ve şevkini kırmadığını, bilâk isiştiyâkını artırdığını gösterir. Nitekim bu manada şair şöyle de­miştir:

“Deve, yol yorgunluğundan şikâyet ettiği zaman,

Binici ona vus­latın rahatlığını vaad eder de, o hemen canlanıverir.”

Şâh Veliyyullâh ed-Dehlevî (r.a) şöyle buyurur:

“Biz apaçık şekilde müşahede etmişizdir ki, Beytullah, melekî bir kuvvetle doludur. Bunun içindir ki, misâl âleminde ona, iki göz ve dil gibi dirilere has vasıfların verilmesi vacip olmuştur.” (Huccetullâhi’l-bâliğa, II, 172)

Mü’minlerin imanına, ehl-i tazimin tazimine şâhitlik eder.

Rasûlullah (s.a.), “Sakın son varacağı yer Beyt-i Şerif olma­dıkça hiç kimse bir yere ayrılmasın!”[2] buyurmuş ve hayızlılar için ruhsat getirmiştir.

Bunun sırrı şudur: İlk gelişte de en son ayrılırken de Allah’ın evine tâzimde bulunarak bu yolculuktan maksadın sadece bu mukaddes evi ziyaret olduğu sembolize edilsin ve hükümdarı ziyare­te gelen heyetin ayrılmadan önce tekrar onun huzuruna çıkıp izin almasına benzesin.

 

Saʻy

Safâ’da Allah Teâlâ’ya hamd ü senâ ederek, tekbir ve tehlil getirerek, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e salât ederek ve Cenâb-ı Hakk’a ihtiyâcını arzedip dua ederek kıbleye karşı ayakta dur! Merve’de de aynısını yap!

Üç defâ:

لَا إِلَهَ إِلَّا اللهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ، لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ، لَا إِلَهَ إِلَّا اللهُ وَحْدَهُ، أَنْجَزَ وَعْدَهُ، وَنَصَرَ عَبْدَهُ، وَهَزَمَ الْأَحْزَابَ وَحْدَهُ

Hz. İsmail’in annesi Hâcer, suları tükenip de zor durumda kalınca bu iki tepe arasında su bulabilme ümidiyle yorgun ve bitkin bir vaziyette koşmuş, yavrusuna bir şey olur korkusuyla dönmüş ve böylece yedi defa gi­dip gelmişti. Allah Teâlâ, onun çaresizliğini ve sıkıntısını, Zemzem’i çıkararak ve insanların kalplerine oraya yerleşmelerini ilham ederek gidermişti. Dolayısıyla onun evlatlarına ve tâbilerine bu nimetten dolayı şükretmeleri vacip olmuştur.

Bu mucizeyi hatırlamak, insanın hayvanı gücünü hayret ve dehşete düşürüp mağlûb eder ve onu Allah’a yaklaştırır. Kalbin; açık, somut, munzabıt ve insanların alışageldikleri şeylere muhalif bir fiil olan saʻy ile bu iki duyguyu kuvvetlendirmesinden daha faydalı bir şey olamaz.

Mekke’ye, nefsin zelil kılın­ması mânâsı taşıyan bir fiil (ihrâm) ile girilmesi, onların sıkıntı ve zorluklarla dolu hallerine benzemeye çalışmak içindir. Fiil ve hâl ile benzemek, dil ile yâdetmekten çok daha tesirlidir.

Umre’de esas, Allah’ın evine tâzimde bulunmak ve Allah’ın ni­metine karşı şükretmektir.

İnsanlar bu mukaddes mekânda toplanıp, hep birden Al­lah’a tazarrûda bulununca, üzerle­rine rahmetin inmesini ve aralarında rûhâniyetin yayılması gecikmez.

 

Arafat

Müslümanların aynı zaman ve mekânda, Allah’ın rahmetini arzulayarak, samimiyetle dua ve niyaz ederek, yalvarıp yakararak bir araya gelip toplanmalarının, bereketlerin inmesi, rûhâniyetin yayılması konusunda büyük tesiri olur. Bunun içindir ki, şeytan o gün, son derece hor, hakir ve pe­rişan olur.

Sonra müslümanların tek bir vücut halinde bu mübârek mekânda toplanmaları bir tür gövde gösterisi mâhiyetindedir.

Bu gün ve mekânın seçilmesi, haberlerde rivayet edildiğine göre tâ Hz. Âdem’den başlayarak devam eden peygamberlerin tabikatından tevarüs edilmiştir. İbadetlerin zaman ve mekânını tâyin ederken selef-i sâlihinin sünnetini takip etmek, en esaslı ilkedir.

 

Tıraş

İhramdan çıkış, vakâra ters düşmeyen bir fiille olmalıdır. Eğer bu şeriat tarafından belirlenmemiş olsa ve insanların kendi görüşlerine bırakılsaydı, o zaman herkes bir yol tutar ve ihramdan böylece çıkmaya çalışırdı.

Hem bunda, pejmürdeliğin artık son bulduğunun en kâmil anlamda bir ifadesi vardır. İhramdan tıraşla çıkmak, namazdan selâmla çıkmaya benzer. İfâda tavafından önce yapılması ise, hükümdarın huzûruna girmek isteyen kimsenin, girmeden önce kendisine çeki düzen verdiği gibi, Allah’ın evine zi­yaret için girecek kimsenin de kendisine çeki düzen vermesi gerek­tiği anlamını taşır.

*

İmâm Muhammed (r.a) şöyle buyurur:

“Hacının Vedâ Tavâfı’ndan sonra Beytullah’ın kapısına gelip eşiğini öpmesi, Mültezem’e gidip ağlayarak bir müddet kalması, Kâʻbe’nin örtüsünden tutması, mümkünse vücûdunu Kâʻbe duvarına yapıştırması, sonra Zemzem’e giderek Zemzem suyundan içmesi ve başından aşağı bütün bedenine dökmesi, sonra da Beytullah’tan ayrıldığı için içi yanık bir şekilde ağlamaya çalışarak Mescid-i Harâm’dan çıkıncaya kadar yüzü Beytullâh’a dönük olarak geri geri yürümesi müstehaptır.” (Serahsî, Mebsût, IV, 49)

 

Mescid-i Şecere

Peygamber Efendimiz, müşrikler kendisini yalanladığı için, eskiden Hacûn diye anılan, bugün Cennetü’l-Muallâ diye bilinen Mekke mezarlığında pek mahzûn bir hâlde oturuyordu. O sırada:

“Yâ Rabbi! Bana bir mûcize göster de, ondan sonra beni kimlerin yalanladığına aldırış etmeyeyim.” buyurdu.

Kendisine vahyedilmesi üzerine seslendiği ağaç yeri yara yara huzûruna gelip durdu ve selâm verdi. Peygamber aleyhisselâm emredince de tekrar yerine döndü. Bunun üzerine Allah’ın Elçisi:

 “Artık bundan sonra beni kavminden kimin yalanladığına aldırış etmem.” buyurdu. (M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf Şerhi, II, 53)

 Tebe-i tabiîn âlimlerinden Abdullah ibni Vehb’in (v. 197/813) rivayet ettiğine göre Harem-i Şerifteki güvercinler, Mekke’nin fethedildiği gün, kanatlarını açarak Peygamber Efendimiz’i gölgelendirdiler, O da onların çoğalıp bereketlenmeleri için dua etti. (Süyûtî, Menâhilü’s-safâ, s. 131, nr. 617; M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf Şerhi, II, 74)

 

 

MEDÎNE-İ MÜNEVVERE

İbn-i Ömer (r.a) hac veya umre için Mekke-i Mükerreme’ye giderken devesi hızlandığında gemini çeker ve:

“‒Acele etme! Belki ayağın, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in devesinin ayağını bastığı yere isabet eder de ben de saâdete ererim sen de saâdete erersin!” buyururdu. (Hâtem Ömer Tâhâ, el-Kevkebü’d-dürrî, el-Medînetü’l-Münvvere 1426, s. 202)

Kâdî Iyâz şöyle der:

“Mekke ve Medine toprakları ilâhî vahyin ve Kur’an-ı Kerim’in indiği, Cebrail ve Mikail’in durmadan gelip gittiği, meleklerin ve peygamber ruhlarının inip çıktığı bir mübarek yerdir. O mekanlar, Allah’ı takdis ve tesbih ile inleyip durur. Oranın burcu burcu kokan toprağı, insanoğlunun efendisini sinesinde barındırır. Allah’ın dini ve Rasûlullah (s.a.v)’in sünneti dünyaya oradan yayılmıştır. Oralar Kur’ân âyetlerinin okunup okutulduğu, ibadetlerin ve duaların yapıldığı, faziletlerin ve hayırların gözle görüldüğü, Rasûlullah (s.a.v)’in peygamber olduğunu isbat eden delillerin ve onun mucizelerinin ortaya çıktığı, hac ile alâkalı vazifelerin yapıldığı ve bazı ibadetlerin simgeleri olan yerlerin ve Peygamberler Sultanı’nın doğup büyüdüğü mevkilerin bulunduğu, peygamberlik nurunun ilk defa fışkırdığı, risalet pınarının kaynayıp coştuğu, toprağı, Mustafa (s.a.v)’in bedenini ilk defa kucaklayıp öptüğü emsalsiz mekânlardır. O yerler; sayılıp sevilmeye, burcu burcu kokusu ciğerlere çekilmeye, taşı toprağı doyasıya öpülmeye layık yerlerdir.

Ey peygamberlerin en hayırlısının mübarek diyarı! Ve bütün âlemin kendisi ve mucizeleri sayesinde doğru yolu bulduğu yüce insanın yurdu!

Gönlümde muhabbetin alev alev, yüreğim ise aşkınla kavruldu.

Ahdim olsun, eğer gözlerimin senin yurdunun taşına, toprağına doya doya bakması nasip olursa; ben de senin ayak bastığın toprakları doya doya öpeceğim ve şu bembeyaz sakalımla o yerleri süpüreceğim. (M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf Şerhi, II, 406-407)

*

Yezîd bin Şerîk bin Târık şöyle der:

Hz. Ali -radıyallahu anh-’ı minberde konuşurken gördüm ve:

“Hayır, iddialar doğru değildir. Vallahi bizim yanımızda Kur’ân-ı Kerîm’den ve şu sahîfeden başka okuduğumuz bir yazı yoktur.” buyurduğunu duydum.

Bundan sonra o sahîfeyi açtı. Orada develerin yaşları ve yaralamayla ilgili hükümler vardı. Yine bu sahîfede Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyorlardı:

“Ayr (Âir) dağından Sevr[3] dağına kadar olan yerler Medine’nin haremidir. Her kim orada Kitap ve Sünnet’e aykırı bir iş yapar veya bid’at çıkaran birini korursa, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun. Allah Teâlâ kıyamet gününde o kimsenin ibadetlerini ve tevbesini kabul etmeyecektir. Müslümanlardan birinin verdiği bir söz ve güvence, yaptığı bir antlaşma hepsini bağlar. Her kim bir müslümanın verdiği söz ve himayeyi dikkate almazsa, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun. Allah Teâlâ kıyamet gününde o kimsenin tevbesini ve ibadetlerini kabul etmeyecektir. Her kim kendi babası olmadığını kesinlikle bildiği birinin soyundan geldiğini ileri sürerse veya kendi efendisi olmayan birini efendi olarak kabul etmeye kalkarsa, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun. Allah Teâlâ kıyamet gününde o kimsenin tevbesini ve ibadetlerini kabul etmeyecektir.” (Buhârî, Fedâilü’l-Medîne 1, Cizye 10, 17, Ferâiz 21, İ’tisâm 5; Müslim, Hac 467, 468)

Ebu Dâvud’da şu ziyade vardır:

“Otu yolunmaz, av hayvanı ürkütülmez, yitik malını ancak onu ilan edecek olan alabilir. Hiç kimseye kıtal maksadıyla orada silah taşımak caiz olmaz. Oradan ağaç kesilmez. Kişi devesini otlatabilir.” (Ebû Dâvûd, Menâsik 95-96)

*

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Medîne’deki kalelerin yıkılmasını yasaklamış ve şöyle buyurmuşlardır:

“‒Kaleleri yıkmayınız, zira onlar Medîne’nin zînetidir.” (Tahâvî, Meâni’l-âsâr, IV, 194)

  

Peygamberlerin Berzah Hayatı

Peygamberlerin berzah hayatı, diğer insanlarda olmayan bir takım üstün husûsiyetlere sahiptir.

Peygamberlerin berzah hayatı hakîkî bir hayattır. Bilhassa Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in berzah hayatı hakîkî ve üstün bir hayattır. Onlar, berzah hayatında -câhil ve ahmakların zannettiği gibi- yiyip içmeye, tuvalete muhtaç değildir. Yine zikir ve Kur’ân meclislerine katılmak, ümmetin üzüntülü ve sıkıntılı anlarında ve bayramlarda onlarla beraber olmak için kabirlerinden çıkıyor, sonra tekrar toprağın altındaki dar çukura yani kabre dönüyor, üzerlerinde toprak bulunuyor değildir.

Böyle bir berzah hayatında en ufak bir üstünlük ve güzellik yoktur. Böyle bir hayat, insanın en basit hizmetçisine dahi layık görmeyeceği bir aşağılamadır.

Hakîkî berzah hayatı tam anlamıyla bir şuur, kâmil bir idrak ve doğru bilgi ve mârifet hâlidir. Bu hayat çok hoş ve güzel bir hayattır. Duadır, tesbihtir, tehlildir, hamddir ve namazdır.

Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Nebîler, kabirlerinde canlıdırlar, orada namaz kılmaktadırlar.” (Heysemî, VIII, 211)

“İsrâ gecesi kızıl kum tepesinin yanında bulunan Hz. Musa’ya uğradım. O, kabrinde kalkmış namaz kılıyordu.” (Müslim, Fedâil, 164)

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, İsrâ ve Mîrâc esnâsında Hz. Mûsâ (a.s.), Hz. Îsâ (a.s.) ve Hz. İbrahim (a.s.)’ı namaz kılarken gördüğünü, namaz vakti gelince kendisinin peygamberlerden müteşekkil bir cemaate imam olup namaz kıldırdığını beyân buyurur. (Müslim, İman, 278)

Muhtelif hadislerde bildirildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) bazı peygamberlerin telbiye getirerek hacca geldiğini, Kâbe’yi tavaf ettiğini görmüştür. (Buhârî, Libâs, 68; Müslim, İman, 268; Ahmed, I, 232; Hâkim, II, 638/4123)

Peygamberlerin bedenleri ölümden sonra çürümez.

  

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Berzah Hayatı

Ebu’d-Derdâ (r.a) anlatıyor:

Bir gün Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

“‒Cuma günü bana çok salevât getirin! Zira o gün, meleklerin hazır ve şâhid olduğu bir gündür.[4] O gün bir kişi bana salât ettiğinde onun salâtı mutlakâ bana arz edilir. Salevât getirmeyi bırakıncaya kadar bu durum böyle devam eder.” buyurdular. Ben:

“‒Vefâtınızdan sonra da mı?” diye sordum.

Efendimiz (s.a.v):

“‒Evet, vefâtımdan sonra da! Allah Teâlâ peygamberlerin vücutlarını yemeyi yeryüzüne haram kılmıştır. Allâh’ın Nebîsi hayattadır ve dâimâ rızıklandırılır. buyurdular. (İbn-i Mâce, Cenâiz, 65. Bkz. Ebû Dâvûd, Salât 201/1047, Vitir 26)

*

Allah Rasûlü (s.a.v) kendisine “Yâ Muhammed!” diye nidâ eden kişiye cevap verir.

Rasûlullah (s.a.v) Hz. İsa’nın nüzûlünden bahsettiği hadîsinde şöyle buyurur:

“…Eğer kabrimin başında durup «Ey Muhammed!» derse ben ona icabet ederim.” (Heysemî, VIII, 211)

İbrahim bin Beşşâr anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v)’in kabrine varıp selam verdim. Hücre-i Şerife’nin içinden «Ve aleyke’s-selâm» sesini işittim.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, no: 3255)

*

Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ’nın bir meleği vardır. Ona bütün insanların seslerini işittirir. Ben vefat ettiğimde o melek kabrimin başında durur ve biri bana salâvat getirdiğinde hemen onun ismini ve babasının ismini söyleyerek; «Ey Muhammed! Filan kişi sana salâvat getirdi. Cenâb-ı Hak da onun her salâvatına karşılık on defa salât etti (rahmet ve mağfirette bulundu)» der.” (Heysemî, X, 162)

*

Harre Vakʻası’nın olduğu günlerde Rasûlullah (s.a.v)’in mescidinde üç (gün) ezan okunamadı, kamet getirilip (namaz kılınamadı). Saîd bin Müseyyeb (r.a) Mescid’den ayrılmadı. Bu esnâda namaz vakitlerini Peygamber Efendimiz’in kabrinden duyduğu (ezan) sesinden anlıyordu. (Dârimî, Mukaddime, 15)

*

Allah Teâlâ Ku’ran’da, Efendimiz’in ümmetine şahit olduğunu haber vermektedir. Bu şâhitlik, ümmetin amellerinin Efendimiz’e arzedilmesini îcâb ettirmektedir. Zira insan ancak gördüğüne ve bildiğine şâhitlik edebilir.

Tâbiînin büyük imamlarından Said bin Müseyyeb’den şöyle nakledilmiştir:

“‒Ümmet-i Muhammed, her gün sabah akşam Peygamber Efendimiz’e arz edilir. O, bütün ümmetini isimleri ve amelleriyle bilir. Bu sebeple onlar hakkında şâhitlik yapabilir. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

«Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak!» (Nisâ, 41)” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, [Nisâ, 41])

İmam Mâlik, muhabbet ve tâzîmi sebebiyle:

“‒Rasûlullah (s.a.v)’in kabrini ziyaret ettim” denmesini hoş görmezdi. O herkesin:

“‒Rasûlullah (s.a.v)’i ziyaret ettim” demesini isterdi. Zira “kabir” terk edilmiş, harap yerdir. Nitekim Efendimiz:

“(Nâfile) namazlarınızın bir kısmını evlerinizde kılın! Oraları kabir hâline getirmeyin!” buyurmuştur. (Buhârî, Salât, 52)

İmam Mâlik’in böyle demesinin sebebi şudur:

Efendimiz’i ziyaret eden kişi, kendisini işiten, gören, hisseden, tanıyan, selamına karşılık veren bir zâtı ziyaret etmektedir. Mesele sırf bir kabir ziyareti meselesi değildir. Mesele bundan daha büyük, daha kıymetli ve daha yücedir. Efendimiz’in kabrine, içindeki zâta bakmadan sırf kabir yönüyle baksak bile, orayı temiz ruhların her taraftan kuşattığını, Mele-i Aʻlâ’dan Muhammed (s.a.v)’in kabrine dek aralıksız uzanan melekten bir köprünün olduğunu ve sayılarını Allah Teâlâ’dan başka kimsenin bilemeyeceği kadar melekler kâfilesinin onu ziyaret ettiğini görürüz.

 

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e Selâm Göndermek

Yezid bin Ebû Saîd el-Mührî şöyle anlatır:

Ömer bin Abdülaziz (r.a) Şam’da halife iken yanına varmıştım. Oradan ayrılacağım vakit kendisine vedâ ederken bana şöyle dedi:

“‒Senden bir ricâm var. Medîne’ye vardığında Nebî (s.a.v)’in kabrini göreceksin. Efendimiz’e benden selâm söyle!”

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-, Allah Rasûlü (s.a.v)’e selam götürmesi için Şam’dan Medine’ye posta gönderirdi.” (Beyhakî, Şuab, III, 492/4167)

*

Hafâcî şöyle der: “Allah Rasûlü (s.a.v)’e selam göndermek, selefin âdetlerindendi. İbn-i Ömer de bunu yapar ve Rasûlullah (s.a.v)’e, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’e selam gönderirdi. Allah Rasûlü (s.a.v)’e uzaktan selam gönderilse bile kendisine ulaştırılmaktadır. Ancak böyle selâm göndermekte, Efendimiz’in yanında durup ona bizzat hitap etme ve onun da bizzat cevap vermesi gibi üstünlükler vardır.” (Hafâcî, Nesîmü’r-riyâz, III, 516)

 

Mescid-i Nebevî

Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Kim benim Mescidim’de kırk vakit namaz kılar ve hiçbir vakti kaçırmazsa, ona Cehennem’den uzaklaşma ve azabdan kurtuluş beraati yazılır ve o kişi nifaktan uzak olur.” (Ahmed, Müsned, III, 155; Taberânî, Evsat, V, 325/5444; Heysemî, IV, 8)

“Benim bu mescidimde kılınan bir namaz, diğer mescidlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir, Mescid-i Harâm hâriç. Benim bu mescidimde kılınan bir cuma, diğer mescidlerde kılınan bin cumadan daha faziletlidir, Mescid-i Harâm hâriç. Benim bu mescidimde geçirilen bir Ramazan ayı, diğer mescidlerde geçirilen bin Ramazan’dan daha faziletlidir, Mescid-i Harâm hâriç.” (Beyhakî, Şuab, VI, 43/3851)

“Kim benim bu Mescidim’e bir ilim öğrenmek veya öğretmek için gelirse o Allah yolunda cihâd eden kişi mesâbesindedir. Kim de bunun dışında bir maksatla gelirse o da başkasının malına bakan kimse gibidir.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 17; Ahmed, II, 418; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, II, 148/7517)

*

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Eğer ümmetimden bir kimse, Medine’nin sıkıntısına katla­nırsa, kıyamet gününde ben ona şefaatçi olurum.” (Müslim, Hac, 477)

Bunun sırrı şudur: Medine’nin imarı, dinin nişanelerinin yü­celtilmesi demektir. Bu, dinin güçlendirilmesine yönelik bir fayda­dır. Öbür taraftan Medine’ye gitmek, İslâm’ın teşekkül devrindeki hâdiselerin yaşandığı yerleri görmek, Mescid-i Nebevî’ye girmek… Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ve ashabının yaşadığı hayatı hatırlatır, on­ların hâtıralarının yâdedilmesini sağlar. Bu ise, bizzat mükellefin kendisine yönelik bir faydadır.

*

Medîne halkı arasında öyle meşhurdur ki; “Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) istisnâsız olarak beş vakit namazda cemaatte hazır bulunur.” diye ulemâ ittifak etmektedir. Zira “Biz îmân ediyoruz ki Peygamber Efendimiz (s.a.v) kabrinde hayattadır” derler.[5]

Öyle bir cemaat ki safın başında on sekiz bin âlemin fahr-i ebedîsi Muhammed Mustafa Efendimiz (s.a.v) vardır. Öyle bir yerde secde edeceksin ki orası Cennet bahçelerinden bir bahçedir. (Peşkârî, Tayyibetü’l-ezkâr, s. 32)

Bir kere düşün! Bir bayram ki onda Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ile bayramlaşma yapılmaktadır. Böyle bir bayram çifte bayram ve çifte saâdet değil midir?! Böyle bir devlet ile şereflenmek için mal değil can bile fedâ edilir. (Peşkârî, Tayyibetü’l-ezkâr, s. 50)

*

Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar:

 “Kim kabrimi ziyaret ederse, ona şefaatim vâcip olur.” (Dârakutnî, Sünen, II, 278/194; Beyhakî, Şuab, III, 490/4159; Heysemî, IV, 2)

İbn-i Allân şöyle der:

“Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) kendisini ziyaret edene şefaatinin vacip olduğunu bildirmektedir. Şefaat ancak iman ehline nasip olur. Öyleyse bu hadis, Efendimiz (s.a.v)’i ziyaret eden kişinin iman üzere öleceğini müjdelemektedir.” (İbn-i Allân, el-Fütühâtü’r-Rabbâniye ale’l-Ezkâri’n-Neveviyye, V, 31)

*

Allah’a yemin ederim ki her kim hâlis bir niyetle oraya yönelirse; fakir ise zengin olur, hasta ise şifâ bulur, suçlu ise affolunur, güç işleri kolaylaşır, zelil ise azîz olur, her arzusu hâsıl olur… (Peşkârî, Tayyibetü’l-ezkâr, s. 33)

(Osmanlı devrinde) Zilkâde ayının 17. gecesi akşam ile yatsı namazı arasında bütün Medîne halkı Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in saâdetli huzûruna borcunu arzedip:

“‒Yâ Rasûlallâh, şu kadar borcum var, şefaat eyle!” diye salât u selâm ederek Şebeke’den içeriye bir miktar buğday bırakırlar. Ağalar orada biriken buğdayları alıp ekmek yapar ve bazı kimselere hediye ederler.

Tecrübe edilmiştir ki o sene hacılar gelip gittikten sonra bir kimsenin dünyada hiçbir tanıdığı olmasa bile, borcu kadar bir para veya mal kendisine nasîb olur. Hattâ bu satırları yazan bîçâre kardeşiniz o gece şöyle düşündüm:

“Borcum yok, böyle bir devletten mahrum kalmayayım, benim de Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in defterine ismim kaydolsun…” dedim ve bir miktar buğday alıp:

“‒Yâ Rasûlallâh! Bu bîçâre Derviş Ahmed’i ihsân hediyenle sevindir!” deyip salât ü selâm ederek bıraktım.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in yüzü suyu hürmetine o sene bu fakire o buğdaylar adedince altın nasîb oldu. (Peşkârî, Tayyibetü’l-ezkâr, s. 52-53)

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), ehl-i beldeyi kimseye muhtâc etmez… (Peşkârî, Tayyibetü’l-ezkâr, s. 55)

Cennetü’l-Bakîʻde teaffün (kokuşma) olmaz. Yarın mahşer günü hesapsız ve azapsız gül sepeti silkeler gibi Bakîʻ Kabristanı’nda yatan mü’minleri Cennet’e silkeleseler gerektir. (Peşkârî, Tayyibetü’l-ezkâr, s. 63)

Bereketi yüze bölmüşler, doksan dokuzu Medîne’ye, biri bütün dünyaya taksim olunmuştur. (Peşkârî, Tayyibetü’l-ezkâr, s. 76)

  

Kuba Mescidi

İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor:

“Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- her cumartesi günü Kuba mescidini binekli ve yaya olarak ziyaret ederdi ve içinde iki rekât namaz kılardı.” (Buhârî, Fadlu’s-Salât 3, 4, İ’tisam 16; Müslim, Hacc 516; Muvatta, Salat fi’s-Sefer 71; Nesâî, Mesacid 9)

*

Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:

“Kim evinden çıkıp Kuba mescidine gelir ve orada iki rek’at namaz kılarsa bu ona bir umreye bedel olur.” (Nesâî, Mesâcid 9)

 

Uhud

İblis, “Muhammed öldürüldü!” diye yüksek sesle bağırınca müslümanlar dağılmaya başladı. Kimisi Medine’ye kadar geldi. Kadınları onları ayıplayarak:

“–Rasûlullah’ın yanından mı kaçıyorsunuz?!” dediler.

Abdullah İbn-i Ümm-i Mektûm:

“–Rasûlullah’ın yanından mı kaçıyorsunuz?!” diye öfkelendi ve onları şiddetle azarlamaya başladı. Rasûlullah (s.a.v) kendisini Medine’de bırakmış, insanlara namaz kıldırmasını istemişti. Bu âmâ sahâbî:

“–Bana yolu gösterin!” dedi.

Kendisine Uhud’un yolunu gösterdiler. Yol boyunca her karşılaştığı kişiden haber soruyordu. Bu şekilde Uhud’a kadar vardı. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in selâmette olduğunu öğrenip vazifesine geri döndü. (Vâkıdî, Meğâzî, I, 277)

*

Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in şehîd olan saâdetli dişleri Uhud şehidliğinde medfûndur.

Perşembe günü Uhud şehidlerini, Cuma günü Cennetü’l-Bakîʻi, Cumartesi günü de Kuba’yı ziyaret etmek sünnettir. Zira kabirdekiler, Cuma günü ile bir gün öncesi ve bir gün sonrasında kendilerini ziyaret edenleri daha iyi tanırlar.

Allah Rasûlü (s.a.v) Bakî Kabristanı’ndaki ashâbını ve Uhud şehidlerini sık sık ziyaret ederdi. Hazret-i Âişe vâlidemizin ifâdesine göre, Efendimiz (s.a.v) kendisinin yanında kaldığı her gecenin son kısmında Bakî Kabristanıʼna gider, oradakilere selâm verip duâ ederdi.[6]

Hattâ bir gece Cebrâil (a.s) Peygamber Efendimiz’e gelip:

“‒Rabbin Bakî ehline gidip onlar için istiğfâr etmeni emrediyor!” buyurmuştur. Efendimiz (s.a.v) de hemen bu emre icâbet edip Cennetü’l-Bakî’yi ziyaret etmiştir. (Müslim, Cenâiz, 103)

*

Rasûlullah (s.a.v) birgün Uhud şehîdlerine uğrayıp:

“–Onların (îman ve sadâkatlerine) şehâdet ederim.” buyurdular.

Hazret-i Ebû Bekir (r.a):

“–Ey Allah’ın Rasûlü, biz onların kardeşleri değil miyiz? Onlar nasıl müslüman oldularsa biz de öyle müslüman olduk, onların cihâd ettiği gibi biz de cihâd ettik!” dedi.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz şu cevâbı verdiler:

“–Evet (söylediğiniz husûslar doğru), ancak benden sonra ne gibi bid’atler çıkaracağınızı bilemiyorum.”

Hazret-i Ebû Bekir (r.a) ağladı, ağladı ve:

“–Yani biz Siz’den sonraya mı kalacağız yâ Rasûlallah?” (diye kederlendi). (Muvatta’, Cihâd, 32)

*

Abdullah bin Ebî Ferve (r.a) şöyle anlatır:

“Nebî (s.a.v) Uhud’daki şehidlerin kabirlerini ziyaret etti ve şöyle buyurdu:

«Allâh’ım! Kulun ve Peygamberin, bunların hakîkî şehîd olduğuna şâhitlik eder. Ve kıyâmete kadar kim bu şehidleri ziyaret eder de selâm verirse onlar da o ziyaretçinin selâmına karşılık verirler.»

Bu hadîsin râvîlerinden Attâf şöyle anlatır:

Teyzem şehidlerin kabirlerini ziyaret etmiş. Bu esnâda başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlattı:

“‒Yanımda bineğimi muhafaza eden iki hizmetçiden başka kimse yoktu. Şehidlere selâm verdim, o an selâmıma karşılık verdiklerini işittim. «Vallâhi bir birbirimizi tanıdığımız gibi sizi de tanıyoruz!» dediler. Birden tüylerim diken diken oldu ve hemen:

«‒Oğlum, katırımı getir!» deyip hayvanıma bindim.” (Hâkim, III, 31/4320)

 

Hendek

Hendek savaşı ile alâkalı nâzil olan âyetlerden biri şöyledir:

“Allah, o inkâr edenleri hiçbir fayda elde edemeden öfkeleri ile geri çevirdi. Allah, savaş husûsunda müminlere kâfîdir. Allah güçlüdür, mutlak gâliptir.” (el-Ahzâb, 25)

 Bu sebeple Hendek’te mü’minlerin savaşmasına hâcet kalmadan düşman hezimete uğradı ve bundan sonra Mekke’li müşrikler bir daha mü’minlere saldıramadılar. Bu âyet, Mekke’lilerle Müslümanlar arasındaki savaşın bittiğine işâret ediyordu. Nitekim bir sene geçmeden Hudeybiye Sulhu yapıldı, bundan iki sene sonra da Mekke-i Mükerreme savaşsız bir şekilde fethedildi. (Halil bin İbrahim Mollâhâtır, Delâilü’n-Nübüvve fî Ğazveti’l-Handek, Cidde 1431, s. 64-65, 67)

*

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini zikredin; hani size ordular saldırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi.” (el-Ahzâb, 9)

 Bu sebeple Allah Rasûlü Efendimiz (s.a.v) gazvelerden, hacdan ve umreden dönerken Cenâb-ı Hakk’ın bu nimetlerini hep zikretmiş ve:

لاَ إِلهَ إِلاَّ اللهُ وَحْدَه أَنْجَزَ وَعْدَه وَنَصَرَ عَبْدَه وَاَعَزَّ جُنْدَه وَهَزَمَ اْلأَحْزَابَ وَحْدَه

“−Allâh’tan başka hiçbir ilâh ve mâbud yoktur, yalnız O vardır. Vaadini gerçekleştiren O’dur. Bu kuluna yardım eden O’dur. Askerlerini güçlendiren O’dur. Toplanmış olan kabîleleri bozguna uğratan da yalnız O’dur!” buyurmuştur. (Mollâhâtır, Delâilü’n-Nübüvve fî Ğazveti’l-Handek, s. 54)

Fetih Mescidi’nde Duâ

Câbir bin Abdullâh (r.anhumâ) şöyle demiştir:

“Rasûlullâh (s.a.v) Hendek Harbi’nin yapıldığı yerdeki Fetih Mescidi’nde üç defa dua etti. Pazartesi, Salı ve Çarşamba günleri… Çarşamba günü iki namaz arasında duâsına icâbet edildi. Hissettiği sevinç yüzünden anlaşılıyordu.

Ben de ne zaman mühim ve zor bir işle karşılaşsam Efendimiz’in dua ettiği o vakti gözlerim. O vakitte dua eder ve duâma icâbet edildiğini görürüm.” (Ahmed, III, 332; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 704; Beyhakî, Şuab, III, 397)

 

Kıbleteyn

Berâ (r.a)’den rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Medîne’ye ilk teşrîfinde Ensâr’dan olan ecdâdı (veya diğer lafza göre dayıları)na misâfir oldu. On altı veya on yedi ay Beytü’l-Makdis’e doğru namaz kıldı. Hâlbuki kıblesinin Beytü’l-Harâm’a doğru olmasını arzu ediyordu. (Kâʻbe’ye yönelerek kıldığı) ilk namaz ikindi namazı olmuştu. Bir cemaat de O’nunla birlikte kıldılar. Efendimiz (s.a.v) ile namaz kılan bir sahâbî Mescid’den çıktı. Yolu bir mescide uğradı. Cemaat rükû hâlindeydi. Onlara:

«‒Allah için şehâdet ederim ki Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte Mekke’ye doğru namaz kıldım!» dedi.

Onlar da oldukları yerde Beytullâh’a doğru döndüler.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Beytü’l-Makdis’e doğru namaz kılması yahûdilerin ve diğer ehl-i kitâbın hoşuna giderdi. Beyt-i Şerîf’e doğru yüzünü döndürünce bu fiilini beğenmediler.

İlk kıbleye doğru namaz kılan ve kıble değiştirilmeden evvel vefât eden veya şehîd edilen sahâbîler de vardı. Onlar hakkında nasıl bir hüküm vereceğimizi bilemedik. O zaman Allah Teâlâ Hazretleri:

«Allah Teâlâ îmânınızı (ibadetlerinizi) zâyî edecek (hiçe sayacak, boşa giderecek) değildir.»[7] âyet-i kerîmesini inzâl buyurdu.” (Buhârî, Îmân, 30)

 Şerh:

Efendimiz (s.a.v)’in muhterem dedeleri Abdülmuttalib’in annesi, Hazreclilerden ve Benû Adiyy bin Neccâr’dan Selmâ bint-i Amr’dır. Böylece Allah Rasûlü (s.a.v) hicret ettiğinde, akrabalarına misâfir olmuş oldu.

Namaz esnâsında kıblelerini değiştirenler Benû Hârise Mescid’inin cemaatidir. Bugün oraya Mescidü’l-Kıbleteyn denilir. Daha sonra zikredileceği üzere kıblenin değiştiğini Kuba Mescid’ine haber verecek olan zât bir başka sahâbîdir.

Ashâb-ı kirâm, dîni en güzel şekilde yaşama husûsunda çok hırslı idiler. Aynı zamanda din kardeşlerine karşı engin bir şefkat ve merhamet hissiyâtı ile dolu idiler. Bu sebeple onların da dinlerini en güzel şekilde yaşayarak ebedî saâdete nâil olmaları için gayret ediyorlardı.

*

Allah’ın Sevgili Rasûlü (s.a.v), ashâbıyla şakalaşır, onların arasına karışır, kendileriyle sohbet eder, çocuklarına takılır, onları kucağına alıp sever, hür, köle, câriye, fakir ayrımı yapmadan dâvetlerini kabul eder, Medîne’nin en uzak yerinde oturan hastaları bile ziyaret eder, herhangi bir konuda mâzeret ileri sürenlerin özrünü kabul ederdi. (Kâdî Iyâz, Şifâ, I, 264)

*

Ömer bin Hattâb (r.a) şöyle anlatır:

“Ensâr’dan bir komşum ile berâber Benî Ümeyye bin Zeyd yurdunda oturuyordum. Burası, Medîne’nin Avâlî denilen üst taraflardaki semtindeydi. (Bir şey öğrenmek ümîdiyle) Rasûlullâh (s.a.v)’in nezdine nöbetleşe inerdik. Bir gün o iner, bir gün ben inerdim. Ben indiğim zaman o gün vahiy ve sâireye dâir ne duyarsam haberini komşuma getirirdim. O da indiği zaman böyle yapardı. Ensârî arkadaşım bir nöbet gününde indi. Dönüşünde kapımı pek şiddetli çalarak:

«‒Burada mısın?» diye seslendi. Fenâ hâlde korkup endişelendim. Yanına çıktım.

«‒Büyük bir hâdise oldu. (Rasûlullâh (s.a.v) hanımlarını boşadı.)» dedi.

(Ben zâten böyle bir şey olacağını tahmin ediyordum. Sabah namazını kılınca giyinip kuşandım. Sonra Medîne’ye inip) kızım Hafsa’nın yanına girdim. Baktım ki ağlıyor.

«‒Rasûlullâh (s.a.v) sizi boşadı mı?» diye sordum.

«‒Bilmiyorum.» dedi.

Ondan sonra Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine vardım. Ayaküstü durduğum yerden:

«‒(Yâ Rasûlâllâh,) zevcelerinizi boşadınız mı?» diye sordum.

«‒Hayır.» buyurdular.

Bunun üzerine ben de «Allâhu Ekber!» demişim.” (Buhârî, İlim, 27)

*

Abdullah bin Mesʻûd (r.a) şöyle buyurmuştur:

“Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) ile birlikte (bir gün) Medîne harâbelerinde yürüyorduk. Efendimiz (s.a.v) hurma dalından bir değneğe dayanıyordu. Derken bir kaç yahûdîye tesâdüf etti. Bir kısmı, diğerlerine:

«‒Ona rûhu sorun!» dedi. Bir kısmı da:

«‒Ona bir şey sormayın, belki o hususta hoşlanmayacağınız bir şey söyler.» dedi.

Bâzıları ise:

«‒Mutlaka soracağız.» dediler. Derken biri kalkıp:

«‒Yâ Ebe’l-Kâsım, rûh nedir?» diye sordu.

Rasûlullâh (s.a.v) sükût buyurdu. Kendi kendime: «Ona şüphesiz vahiy geliyor.» diyerek (yanından) kalktım. Vahiy hâli geçince:

«Sana rûh nedir diye soruyorlar. Onlara de ki: Ruh Rabbimin emri cümlesindendir. Onlara ancak pek az ilim verilmiştir.» (el-İsrâ, 85) âyet-i kerimesini tilâvet buyurdular. (Buhârî, İlim, 47)

*

 Enes bin Mâlik (r.a) şöyle buyurur:

“Ben Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i şu hâlde gördüm: İkindi namazı yaklaşmıştı. İnsanlar abdest almak için su aradılar, fakat bulamadılar. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e (bir kab içinde tek kişiye yetecek kadar) abdest suyu getirildi. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), su kabının içine mübarek elini koydu ve insanlara ondan abdest almalarını söyledi. Oradaki sahâbîlerin en sonuncusuna kadar hepsi abdest alıncaya kadar Efendimiz (s.a.v)’in parmaklarının altından su kaynadığını gördüm.” (Buhârî, Vudû’, 32)

Bu hâdise, Medîne’nin pazar yeri olan Zevrâ’da vâkiʻ olmuştur. Orada bulunan ashâb-ı kirâm 300 kişi kadardı. (Müslim, Fedâil, 6)

*

Abdullah bin Abbâs (r.a) şöyle buyurmuştur:

“(Bir defâsında) Nebiyy-i Mükerrem Efendimiz (s.a.v) Medîne veya Mekke bahçelerinden birinin yanından geçiyorlardı. Kabirlerinde azab gören iki insanın sesini duydular. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v):

«‒Bunlar azab görüyorlar. Hem de azab görmeleri (zâhiren) büyük bir şey için değildir.» buyurduktan sonra (yine devâm ederek):

«‒Evet (günâhları büyüktür) biri, bevlinden istibrâ etmez yâni sakınmazdı, diğeri de kovuculuk ederdi.» buyurdular.

Ondan sonra yaprakları soyulmuş tâze bir hurma dalı istediler. Dalı iki parça edip her birinin kabri üzerine birer parça diktiler. Ashâb-ı kirâm:

«‒Yâ Rasûlâllâh, bunu niçin yaptınız!» diye sordular.

Efendimiz (s.a.v):

«‒Bunlar tâze kaldıkca belki (azapları) hafifler.» cevâbını verdiler. (Buhârî, Vudû’, 55)


[1] el-Feth, 27.

[2] Müslim, Hacc, 379.

[3] Rasûl-i Ekrem Efendimiz tıpkı Mekke gibi Medine’nin de bir harem bölgesi bulunduğunu söylemiş ve bu bölgenin Zülhuleyfe yakınlarındaki Ayr (veya Âir) dağıyla, Uhud dağının kuzeyindeki küçük Sevr dağı arasındaki bölge olduğunu söylemiştir.

[4] Şârihler, meleklerin cuma gününe şâhit olmasını şöyle îzah ederler: Cuma günü melekler gelir, mescidlerin kapılarında durur ve gelenleri öncelik sırasına göre yazarlar. Namaz kılanlarla musâfaha eder ve onlar için istiğfarda bulunurlar. Mü’minlerin diğer amellerine de şâhitlik ederler.

[5] Derviş Ahmed Peşkârî, Tayyibetü’l-ezkâr, İstanbul 1429, s. 30-31.

[6] Müslim, Cenâiz, 102.

[7] el-Bakara, 143.

%d bloggers like this: