Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’e, Kâfirler Gibi Bakmamalıdır

Rasûlullâh (s.a.v)’i ve diğer peygamberleri, üstün vasıflarını dikkate almadan normal insanlarmış gibi değerlendirmek, câhiliye ve şirk ehlinin tavrıdır. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’de birçok delil mevcuttur. Bunlardan biri, kavminin Nuh (a.s.) hakkındaki şu sözleridir:

“Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: «Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana tâbî olduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancı olduğunuzu düşünüyoruz».” (Hûd, 27)

Hz. Musa ve Hz. Harun hakkında kavimleri şöyle demişti:

“«Kavimleri bize kölelik ederken, bizim gibi olan bu iki kişiye inanır mıyız hiç?» dediler.” (Mü’minûn, 47)

Bu hususta ayrıca şu âyet-i kerimelere bakılabilir: Şuarâ, 154, 175-176.

Müşriklerin Peygamber Efendimiz’i normal bir insan gibi görerek sarfettikleri sözler de aynı kabildendir:

“Onlar şöyle dediler: «Bu ne biçim peygamber; (bizler gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor!»” (Furkân, 7)

 

 Hâlık İle Mahlûkun Makâmı Arasındaki Müşterek Hususlar Tenzihe Aykırı Değildir

Cenâb-ı Hak, kendisine âit bazı vasıfları kullarına da nisbet etmiştir. Zira Allah Teâlâ, hiçbir zorlayıcı sebep olmaksızın dilediğine dilediği şeyi dilediği gibi ikrâm eder. İstediğine ikrâmını bolca verip makâmını yükseltir, diğer mahlûkâtına üstün kılar. Bu durum, O’nun kullarına ulûhiyet sıfatları verdiği mânâsına gelmez.

Allah Teâlâ’ya âit bir vasfı, bir insanda gördüğümüzde, bu vasfın onda beşeriyet sınırlarına münasip bir şekilde bulunduğunu bilmeliyiz. Bu, kulun kendi kuvvetiyle değil, Allah’ın lûtfuyla olmuştur. Her şey gibi o da dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın irade ve iznine bağlıdır.

1. Meselâ âyet-i kerimede buyrulduğu üzere şefaat Allah’a aittir:

“De ki: Şefaat Allah’a âittir.” (Zümer, 44)

Ama aynı zamanda Allah’ın izniyle Rasûlullah (s.a.v)’e ve diğer bazı insanlara da şefaat hakkı verilmiştir.

Rasûlullâh (s.a.v) hadislerinde büyük günah işleyenler de dahil, mü’minlere şefâat edeceğini ifade buyurmuştur. (Buhârî, Rikak, 51; Ebû Dâvûd, Sünnet, 20; Tirmizî, II, 66)

Peygamberler içinde ilk defa şefâat edecek ve şefâatı kabul olunacak peygamber, Hz. Muhammed (s.a.v)’dir. (Müslim, Fadâil, 3)

Âyrıca bkz. Buhârî, Enbiyâ 3, 9, Tefsîr, 17/5; Müslim, Îmân, 302, 327, 328; Tirmizî, Kıyâmet, 10.

2. Gayb bilgisi de bu ortak vasıflardan biridir. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“De ki: Göklerde ve yerde, Allah’tan başka kimse gaybı bilemez. Ve onlar ne zaman diriltileceklerini de bilemezler.” (Neml 65)

Fakat yine âyet-i kerimeyle sâbittir ki Allah (C.C.) bir takım gaybî bilgileri Peygamberi’ne haber vermiştir:

“Allah, müminleri (şu) bulunduğunuz durumda bırakacak değildir; sonunda murdarı temizden ayıracaktır. Bununla beraber Allah, size gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğini seçer (gaybdan dilediği şeyleri ona bildirir). O halde Allah’a ve peygamberlerine iman edin! Eğer iman eder, takvâ sahibi olursanız sizin için de çok büyük bir ecir vardır.” (Âl-i İmrân, 179)

“O bütün gaybı bilir, fakat gaybına kimseyi apaçık muttalî kılmaz. Ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır…” (Cin 26-7)

3. Hidayet etmek de Allah’a ait olan vasıflardandır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Muhakkak ki sen istediğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet eder.” (Kasas 56)

Fakat diğer bir âyette Peygamber Efendimiz’e de bu vasıftan verildiği ifade buyruluyor:

“Elbette ve muhakkak ki sen sırat-ı müstakîme yani dosdoğru yola hidayet edersin.” (Şûrâ, 52)

İlk âyetteki hidayet, ikincisinden farklıdır. Yaratıcı ile kulları arasındaki farkı bilen aklı başında mü’minler bunu birbirinden ayırırlar. Eğer bu fark, mü’minler tarafından anlaşılamıyor olsaydı, âyet-i kerime; “Sen doğru yolu anlatarak hidayet edersin” ya da “Sen, bizim hidayetimizden başka bir hidayet ile hidayet edersin” şeklinde açıklamalı bir şekilde gelirdi.

4. Kur’ân’da Peygamber Efendimiz’in Raûf ve Rahîm sıfatlarıyla muttasıf olduğunu bildiren âyet-i kerime de ancak bu şekilde anlaşılabilir:

بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَحِيمٌ

“O (peygamber), mü’minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 127)

Allah (c.c.) birçok yerde kendisini bu sıfatlarla vasfetmiştir. Hemen on âyet üsteki Tevbe 117 bunlardan biridir.

Bir mü’min, bu sıfatların Allah’a nisbet edildiğinde farklı, Peygamber Efendimiz’e nisbet edildiğinde farklı bir mânâ ifade ettiğini bilir. Zira o, Hâlık ile mahlûk arasındaki farkı çok iyi bilmektedir. Bu sebeple ayrıca bir açıklamaya ihtiyaç duyulmamıştır.

 

Mecâz-ı Aklî

Mecâz-i aklî, Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde yaygın olarak kullanılmaktadır. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Allah’ın âyetleri kendilerine okunduğunda bu onların imanını artırır.” (Enfâl, 2)

Burada artırma fiilinin “âyetler”e isnat edilmesi mecâz-i aklîdir. Çünkü âyetler sadece artmanın sebebidir. Hakikatte imanı artıran Allah Teâlâ’dır.

Ğâfir, 36; Müzzemmil, 17; Nûh, 17-18 âyetlerinde de mecâz-i aklî kullanılmıştır.

Ehlinin bileceği üzere mecâz-i aklî ihtiva eden pekçok hadis-i şerif mevcuttur. Hakîkî isnat ile mecâzî isnat arasındaki farkı bilenler için misalleri çoğaltmaya ihtiyaç yoktur.

İslam âlimleri şöyle demişlerdir:

“Mecâzî isnâdın, tevhid ehli bir müslümandan sâdır olması, o sözü mecâz-i aklî kabul etmek için kâfî bir delildir. Zira sahih îtikada göre kulları da onların fiillerini de yaratan sadece Allah Teâlâ’dır.”

Ancak, insanın, kesbederek yapılan işlerde bir tesir sahibi olması, tüm yapılanların Allah’ın yaratmasıyla olmasına mânî değildir. Şu âyet-i kerîmede buna işaret edilmektedir:

لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ

“Herkesin kazandığı kendi lehine yüklendiği vebali (iktisap) de kendi aleyhinedir” (Bakara, 286)

O hâlde, bir fiilin hem Allah’a hem de kullarına nispet edilmesinden ne anlamalıyız?

Kulların fiillerinin kendilerine nisbet edilmesi “kesb: kazanma” mânâsınadır, “yaratmak” mânâsına değildir. Yaratan Allah Teâlâ’dır. Kullarının hayrı kesbetmesinden râzı olur, şerri kesbetmesinden râzı olmaz. Ancak imtihan îcâbı şerri de yaratır.

Fiillerin insana nisbeti, sebebe ve vâsıtaya nisbeti gibidir.

Diğer taraftan bir fiil, birbiriyle çelişmeyen farklı mânâlarda kullanılabilir.

Allah (c.c.) âyet-i kerimelerde fiilleri bazen meleklerine, bazen diğer kullarına, bazen bizzat kendisine nispet etmektedir:

“De ki: Size vekil kılınan (bu işle vazîfelendirilen) ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.” (Secde, 11)

“Allah, ölüm anı gelince canları alır…” (Zümer, 42)

“Ektiğiniz tohumu gördünüz mü?” (Vâkıa, 63)

Allah (c.c.) yapılan fiilleri bazen de hem kendine hem de Rasûlü’ne nispet etmiştir:

“Eğer onlar Allah ve Rasûlü’nün kendilerine verdiğine râzı olup, «Allah bize yeter, yakında bize Allah da lütfundan verecek, Rasûlü de. Biz yalnız Allah’a rağbet edenleriz» deselerdi (daha iyi olurdu).” (Tevbe, 59)

İslâm, fiillerin bazen asıl fâiline değil de, aradaki vâsıta olan insanlara nispet edilmesini mendup görmüştür. Nitekim Rasûlullâh (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“…Kim size bir iyilik yaparsa karşılıkta bulunun, şayet verecek bir şey bulamazsanız, ona karşılığını verdiğinize kanaat getirinceye kadar dua edin!” (Ebû Dâvûd, Zekât, 38/1672; Nesâî, Zekât, 72)

“İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmiş olmaz.” (Tirmizî, Birr, 35/1955)

Allah (c.c.), iradeyi veren ve yapma kudretini yaratan olduğu halde, birçok mahalde insanları yaptıkları işlerden dolayı medhetmiş ve onlara sevap verdiğini bildirmiştir:

“O ne güzel kuldu, Doğrusu o, daima Allah’a yönelirdi.” (Sâd, 30)

 “Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır…” (Yûnus, 26)

“Nefsini tezkiye eden muhakkak ki felaha ermiştir.” (Şems, 9)

Şunu unutmamalıdır ki “Mânâlar lafızlardan, sadırlar da telif edilen kitaplardan daha geniştir.” Eğer ki lafızlarda hakîkî mânâsından başka mecâzî bir anlatım olmadığını iddia etmeye kalkarsak âyet ve hadislerde mevcut olan zâhirî ihtilafları cem etme ve neyin caiz olup olmadığını anlama imkânımız ortadan kalkar.

Hâsılı, bir kişi, gerçek fâil ve yaratıcının Allah (c.c.) olduğunun farkında olarak, fiili vâsıtaya nispet ederse, bu inanç onu kâfir yapmaz. Hatta sebep olarak gördüğü o şey gerçek sebep olmasa bile kişinin küfrünü gerektirmez. Zira o kişi, her şeyin yaratıcısı olan Allah (c.c.) hakkında değil sadece aradaki vasıta olan sebep hakkında hatâya düşmüştür. Bu da onu kâfir yapmaz.

%d bloggers like this: