Âhiret Endişesi

İnsanların kalbinde âhiret endişesi hiçbir zaman eksik olmamalıdır. Kalpten âhiret hesabının çıkması ve sadece dünya hesaplarının düşünülür olması büyük bir kalp hastalığı olarak vasfedilmiştir. Bu tür kalbî hastalıklar tedâvi edilmedikçe insanın felâha ermesi mümkün görünmüyor.

Allah Teâlâ bir kulun kalbinde iki korku ve iki emniyeti bir arada bulundurmaz. Dünyada yanlış sürurlar içinde olanlar âhirette gerçek korku ve üzüntülerle kıvranırlar. Dünyada doğru korku ve endişeler taşıyan mü’minler ise âhirette gerçek sürûr, saâdet ve emniyete kavuşurlar.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“O vakit kitabı sağ eline verilen kişi, kolay bir hesab ile muhâsebe olunur ve mesrûr olarak ehline gider. Kitabı arkasından verilen ise, derhal yok olmayı arzu eder ve alevli ateşe girer. Zira o, (dünyada) âilesi içinde (nefsânî arzularıyla) mesrûr idi. Hiçbir zaman Rabbine dönmeyeceğini sanmıştı.” (el-İnşikâk, 7-14)

(Müttakîler Cennet’te birbirlerine): «Evet biz bundan evvel âilemiz arasında korkular içinde idik. Allah bize lütfetti de bizi vücûdun içine işleyen azaptan korudu. Gerçekten biz bundan evvel O’na duâ ediyor, (bizi korumasını istiyorduk). Şüphesiz O çok keremkâr ve pek merhametlidir.» derler.” (et-Tûr, 26-27)

Dünya hayatında âhiret endişesini canlı tutmanın pek güzel misalleri bize diğer ashâb-ı kirâm ile birlikte bilhassa Hz. Ömer (r.a)’in hayatından nakledilmiştir. Onlardan bir nebze takdim ederek kendi hâlimizi mukâyese edelim:

Ebû Bekir el-Absî şöyle anlatır:

“Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r.a) ile birlikte zekât develerinin olduğu yere girdim. Hz. Osman (r.a) gölgeye oturdu ve yazmaya başladı. Hz. Ali (r.a) onun başında durmuş Hz. Ömer’in dediklerini imlâ ettiriyordu. Hz. Ömer (r.a) da sıcağın çok şiddetli olduğu bu günde güneşin altında ayakta zekât develerini teftîş ediyordu. Üzerinde iki siyah bürde vardı. Birini alt tarafına sarmış, diğerini başının üzerine koymuş, develeri sayıyor, renklerini ve dişlerini yazdırıyordu.

Ali (r.a), Hz. Osman’a şöyle dedi:

«‒Allah’ın kitâbında Şuayb (a.s)’ın kızının şu sözünü işitmedin mi? “Babacığım! Onu ücretle (çoban) tut! Çünkü ücretle istihdam edeceğin insanların en hayırlısı kuvvetli ve emîn olan kişidir.” (el-Kasas, 26)»

Sonra da Hz. Ömer’e işâret ederek sözlerini şöyle tamamladı:

«‒İşte şu zât kuvvetli ve emîn bir kişidir!».”[1]

Buna benzer bir hâdiseyi Hz. Osman’ın hizmetçisi anlatır:

“Osman (r.a) ile birlikte sıcak bir yaz günü onun Avâli bölgesindeki evindeydik. O esnâda Hz. Osman iki genç deveyi çekip götüren birini gördü. Yerin üstü, şiddetli sıcak sebebiyle dalga dalga görünüyordu. Osman (r.a):

«‒Şu zâtın neyi var acaba! Keşke Medîne’de bekleseydi de hava biraz serinleyince yola çıksaydı?!» buyurdu. Adam bize yaklaşınca:

«‒Bak bakalım kimmiş!» dedi. Baktım ve: «‒Ridâsını başına sarmış, iki genç deve götüren bir kişi görüyorum.» dedim. O zât biraz daha yaklaşınca Hz. Osman:

«‒Bir daha bak!» dedi. Baktım, bir de ne göreyim: Ömer (r.a)! Hemen:

«‒Bu gelen kişi Mü’minlerin Emîri!» dedim. Osman (r.a) kalkıp başını kapıdan dışarı çıkardı. Dışarda esen sıcak hava kendisini rahatsız edince hemen başını içeri çekip bekledi. Ömer (r.a) evin dengine gelince:

«‒Bu saatte seni dışarı çıkaran nedir?» diye sordu. Hz. Ömer:

«‒Zekât mallarından iki genç deve geride kalmışlar. Diğer zekât develeri yerlerine götürüldü. Bunları da koruluğa götürüp onlara katmak istedim. Zâyî olmalarından ve Allah Teâlâ’nın onları benden sormasından korktum!» buyurdu. Hz. Osman:

«‒Buraya gelin ey Mü’minlerin Emîri! Biraz su için, gölgede dinlenin! Biz onları yerine ulaştırırız.» dedi. Ömer (r.a):

«‒Sen gölgene dön!» buyurdu. Ben:

«‒Yanımızda o işi yapacak hizmetçiler var!» dedim. Hz. Ömer:

«‒Sen gölgene dön!» buyurdu ve yoluna devam etti. Osman (r.a):

«‒Kim son derece kuvvetli ve emîn bir kişiye bakmak isterse şu zâta baksın!» buyurdu ve yanımıza döndü.”[2]

Bir defâsında Ömer (r.a) bir kişi hakkında:

“‒Ben falancaya kızıyorum!” demişti. O kişiye:

“‒Ömer sana niçin kızıyor?” dediler. İnsanlar bunu çokça sorunca adam Hz. Ömer’e geldi ve:

‒Ey Ömer! İslâm’da herhangi bir ayrılık mı çıkardım?

‒Hayır!

‒Bir günah mı işledim?

‒Hayır!

‒Bir bidʻat mı çıkardım?

‒Hayır!

“‒O hâlde bana niçin kızıyorsun? Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: «Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.»[3] Sen bana eziyet ettin, Allah senin bu günahını affetmesin!” dedi. Hz. Ömer:

“‒Vallâhi doğru söyledi. Herhangi bir ayrılık çıkarmadı, ne onu yaptı ne de bunu! Ey kardeşim, benim bu hatâmı affet ve benim için istiğfar et!” dedi.

Ömer (r.a) kendini affettirinceye kadar o kişiye yalvardı. Nihâyet o da affetti ve istiğfarda bulundu. (Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, VI, 658)

Tâbiînin büyük âlimlerinden Katâde (r.a) şöyle der:

“Mü’minlere eziyet vermekten sakının! Zira Cenâb-ı Hak onları korur ve onlara ezâ edenlere gazaplanır. Nakledildiğine göre Hz. Ömer (r.a) yukarıdaki âyet-i kerîmeyi okumuştu. Dehşete düştü ve hemen Übey bin Kaʻb (r.a)’ın yanına gidip:

«‒Ey Ebü’l-Münzir! Ben Allah’ın kitabından bir âyet okudum, her tarafım titredi. Vallâhi ben onları cezâlandırıyor, bazen de dövüyorum?!» dedi. Übey (r.a):

«‒Sen bu âyet-i kerîmede bahsedilen kimselerden değilsin. Sen ancak bir muallimsin (insanları terbiye için böyle yapıyorsun.)» dedi.” (İbn-i Ebî Hâtim, Tefsîr, X, 3153)

İyâs bin Seleme (r.a), babasından şöyle nakleder:

Hz. Ömer (r.a) çarşıya uğradı. Elinde bir kamçı vardı. Kamçıyı bana doğru sallayarak «Ortada durma, yolu aç!» dedi. Kamçı elbisemin ucuna geldi. Bir sonraki sene tekrar karşılaşınca bana:

«‒Seleme, hacca gidecek misin?» diye sordu. «Evet» deyince elimden tutup beni evine götürdü. Bana 600 dirhem verdi ve:

«‒Bunları hac yolunda kullanırsın. Şunu bil ki bunlar, sana salladığım kamçıya karşılıktır!» dedi. Ben:

«‒Ey Mü’minlerin Emîri, bahsettiğin kamçı meselesini hatırlayamadım?» dedim. O da:

«‒Ben de hiç unutamadım!» dedi. (Taberî, Târîh, IV, 224)

Hafsa (r.a), babası Hz. Ömer’e:

“Ey Mü’minlerin Emîri! Bu elbiselerinden daha yumuşak elbiseler giysen, şu yemeğinden daha hoş yemekler yesen ne olur! Allah sana pek çok yerleri fethetmeyi nasib etmiş ve rızkı sana bollaştırmıştır!” dedi. Ömer (r.a):

“‒Şimdi sana karşı kendi yaşadığın halleri delil olarak getireceğim. Sen Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in hayatta nasıl sıkıntılarla karşılaştığını bilmiyor musun…” diye söze başlayıp Rasûlullah (s.a.v)’in çektiği yokluk ve zorlukların bir kısmını hatırlattı.

Hz. Hafsa (r.a) bunları duyunca ağlamaya başladı. Hz. Ömer sözlerine şöyle devam etti:

“‒Sana şunu söyleyeyim ki; benim iki arkadaşım, bir yoldan gittiler. Şimdi ben onların gittiği yoldan başkasına girerse onların vardığı menzilden farklı bir yere ulaşırım. Vallâhi şimdi ben onların yaşadığı sıkıntılı hayata ortak olacağım ki inşaallah sonunda onların vâsıl olduğu rahat hayâta da onlarla birlikte kavuşabileyim!” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 79/34334; Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 389/11806)



[1] Taberî, Târîh, IV, 201; İbn-i Asâkir, Târîhu Dımeşk, c. 44, s. 274-275; Dehlevî, İzâletü’l-hafâ, II, 558.

[2] İmâm Şâfiî, Müsned, s. 390; İbn-i Asâkir, Târîhu Dımeşk, c. 44, s. 274.

[3] el-Ahzâb, 58.

%d bloggers like this: