Sahâbe ve Gençlik

Gençlik, Allah Teâlâ’nın kullarına lûtfettiği en büyük nimetlerden biridir. Gençlik devrinde insanın akıl, zekâ, kalb, beden gibi bütün uzuvları en kuvvetli hâlindedir. Bu sebeple dürüst bir şekilde çalışan genç adam, Allah Teâlâ’nın izniyle dâimâ başarılı olur.

En hayâtî kararlar gençlikte alınır. Zira genç bir insan, farklılıklara ve yeni gelişmelere yaşlı birinden daha çabuk intibak eder. Bu sebeple İslâm’ın ilk günlerinden îtibâren gençler, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e daha çabuk tâbî oldular. Buna mukâbil Ebû Leheb, Ebû Cehil, Ümeyye bin Halef, Velid bin Muğîre ve As bin Vâil gibi kalpleri zindana dönmüş olan sabit fikirli bâzı yaşlılar, İslâm’a şiddetle karşı çıktılar, bir türlü teslim olamadılar. Medîne-i Münevvere’de ise Buâs Harbi’nde yaşlılar ve kabile reisleri öldüğü için genç liderler İslâm’ı daha kolay benimsediler. Çünkü onlar, reislik için uzun seneler harcamamış, mal ve makâm sevdâsı henüz gönüllerini sarmamıştı.

O hâlde genlik devrinin kıymetini bilmek îcâb eder. Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) bir kişiye nasihat ederek şöyle buyurmuşlardır:

“Beş şey gelmeden evvel beş şeyi ganimet bil:

– İhtiyarlığından evvel gençliğini,

– Hastalığından evvel sıhhatini,

– Fakirliğe düşmeden evvel zenginliğini,

– Meşgûliyetinden evvel boş vaktini ve

– Ölümünden evvel hayatını!” (Hâkim, el-Müstedrek, IV, 341/7846. Krş. Buhârî, Rikak, 3; Tirmizî, Zühd, 25)

Şunu da unutmamak lâzımdır ki çocuklar gençlerden daha çok âhirete gider, gençler de ihtiyarlardan çok âhirete gider. O hâlde sıhhat ve tâzeliğe güvenilmez. Ölüm ise habersiz gelir. (Birgivî Vasiyetnâmesi Kadızâde Şerhi, s. 186)

Gençliğini ganimet bilip en güzel şekilde değerlendiren, gençliği âhiret sermayesi yapan kullarını Cenâb-ı Hak daha fazla sevmektedir:

Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Eğer huşû sahibi gençler, çok çok rükû eden (namaz kılan) ihtiyarlar, süt emen bebekler ve merâda otlayan hayvanlar olmasaydı, üzerinize azap yağdıkça yağar ve sizi ezip un ufak ederdi.” (Heysemî, X, 227)

Mübârek dinimiz, gençlerin gönül iklîminde inkişâf etmiştir. Çoğu, çocuk denecek kadar genç yaşta Müslüman olan ashâb-ı kirâm, küçük yaşlarda dinleri uğrunda nice meşakkatlere katlanmışlardır. Onların aşk ve fedâkârlıkla îfâ ettiği hizmetler sâyesinde, nice beldeler hidâyetle nurlanmış ve İslâm ahlâkıyla huzura kavuşmuştur. Mekkeli gençler bu hususta emsalsiz bir destân yazmışlardır.

Medîneli gençler de öyledir. Nitekim Hz. Abbas (r.a), İkinci Akabe Bey’atı’na gelen Medîneli hey’etin yüzlerine bakınca onların hiç tanımadığı insanlar olduğunu görmüş ve endişeyle şöyle demiştir:

“‒Ey kardeşimin oğlu! Sana gelen şu insanlar kimdir bilmiyorum! Hâlbuki ben Yesrib ehlini tanırım… Bunlar benim tanımadığım insanlar, bunlar hep genç!” (Ahmed, III, 339)

Hicret esnâsında Rasûlullah (s.a.v) ile Ebû Bekir (r.a) Sevr Dağı’ndaki bir mağaraya çıkıp orada üç gece gizlenmişlerdi. Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdullah (r.a), karanlık basınca gelir ve geceyi onların yanında geçirirdi. (Sabaha yakın ortalık aydınlanmadan Mekke’ye dönerdi.) Abdullah mahâretli, çabuk kavrayan, akıllı bir gençti. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45)

Peygamber Efendimiz’e hizmet eden Enes (r.a) şöyle buyurur:

“Allah Rasûlü (s.a.v) Medîne’ye geldi. Oʼnun ashâbı içinde Hazret-i Ebû Bekir’den baş­ka saç ve sakalında beyazlıklar olan kimse yoktu. Hazret-i Ebû Bekir de saç ve sakalını kına ve ketem bitkisiyle boyamıştı.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45)

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz Medîne’ye geldi. Ebû Bekir (r.a), hicret eden sahâbîlerinin en yaşlısı idi…” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45)

Rasûlullah (s.a.v) Medîne’ye hicret ettiğinde, Zeyd bin Sâbit (r.a) 11 yaşında bir yetimdi. Kendisi şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) Medîne’ye geldiğinde beni huzûruna götürdüler. Rasûlullah (s.a.v) beni sevdi ve beğendi. Oradakiler:

«–Yâ Rasûlallah! Bu Neccâroğulları’ndan bir gençtir. Allah’ın sana inzâl buyurduğu sûrelerden on yedi tanesini ezbere biliyor» dediler.

Bu durum Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in çok hoşuna gitti. Bana:

«–Zeyd, benim için yahûdilerin diliyle yazmayı öğreniver. Vallahi ben yazı husûsunda yahûdilere güvenmiyorum» buyurdu.

On beş gün geçmeden onların yazısını öğrendim, hattâ bu konuda epeyce mahâret kazandım. Artık yahûdiler Rasûlullah (s.a.v)’e mektup yazdıklarında onu kendisine okuyuveriyordum. Efendimiz (s.a.v) bu mektuplara cevap yazdırmak istediğinde de onun adına yazıveriyordum.” (Ahmed, V, 186. Bkz. Buhârî, Ahkâm, 40; Ebû Dâvûd, İlim, 3/3645; Tirmizî, İstizan, 22/2715)

Allah Rasûlü (s.a.v) -kendisi hayattayken bile- Hazret-i Ali, Abdurrahman bin Avf, Abdullah bin Mes’ud, Zeyd bin Sâbit gibi genç sahâbîlere, fetvâ verme salâhiyeti tanımıştır. Vahiy kâtiplerini umûmiyetle gençlerden seçmiştir. İslâm’a davet mektuplarını gençlere yazdırmış ve onlarla göndermiştir.

Meselâ Rasûlullah (s.a.v) yaptığı antlaşmaları umûmiyetle Hazret-i Ali’ye yazdırırdı. O ayrı­ca, şahıslarla ilgili yazıları ve mülk fermanlarını da yazardı.[1]

Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in bereketli ilim meclislerinde gençlere çok değer verilir ve oradan pek kıymetli gençler yetişirdi. Nitekim bir gün Rasûlullah (s.a.v):

“Onlar Kur’ân üzerinde tefekkür etmiyorlar mı? Hayır, bilâkis kalplerinin üzerinde üst üste kilitler var.”[2] âyet-i kerîmesini tilâvet etmişlerdi.

Yemen ehlinden bir genç:

“‒Bilâkis, kalpler üzerinde kilitler var, tâ ki Allah Teâlâ onları açıncaya veya kalpleri onlardan kurtarıncaya kadar!” dedi.

Efendimiz (s.a.v):

“‒Doğru söyledin!” buyurdular.

O genç Hz. Ömer’in aklından hiç çıkmadı. Halife olunca onu bulup kendisinden istifâde etti (ona idarî bir vazife verdi). (Taberî, Tefsîr, c. 22, s. 180)

Enes bin Mâlik (r.a) şöyle buyurur:

“Ensâr’dan 70 genç vardı, Kurrâ diye isimlendirilirlerdi. Mescid’de bulunurlardı, akşam olup hava karardığında Medîne-i Münevvere’nin kenârında tâyin ettikleri bir yere çekilirler, orada sabaha kadar Kur’ân-ı Kerîm dersi yapar, onun mânâlarını anlamak için uzun uzun müzâkerelerde bulunurlar ve uzun uzun namaz kılarlardı. Âileleri onların Mescid’de olduğunu, Mescid’deki Ehl-i Suffe de gençlerin evlerine gittiğini zannederlerdi. Sabah olduğunda gücü olan gençler civardaki kuyulardan Mescid’e tatlı su getirir, dağdan odun getirip bunları Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in odasının duvarına dayarlardı. (Efendimiz [s.a.v]’in ihtiyacı dışındaki odunları satıp Ehl-i Suffe’ye yiyecek alırlardı.) Mâlî imkânı yerinde olan gençler de toplanıp bir koyun satın alır, onu hazırlayıp pişirir ve yine Efendimiz (s.a.v)’in odasının duvarına asarlardı. (Bu şekilde imkânları nisbetinde infâk eder ve muhtaç mü’minlere ikramlarda bulunurlardı.)

Nebî (s.a.v) onların hepsini muallim olarak Arap kabîlelerine gönderdi. Onlar Bi’r-i Maûne’de ihânete uğradılar. Hâinlerle çarpışarak şehîd oldular. Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in onlara üzüldüğü kadar hiçbir şeye üzüldüğünü görmedim. Bu hâdise Efendimiz (s.a.v)’e o kadar ağır geldi ki Kurrâ’nın kâtillerine (bir ay boyunca) sabah namazından sonra bedduâ ettiler.”[3]

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanında Ensâr’dan yirmi kadar genç bulunurdu. (Bir ihtiyacı olursa hemen koşmak için hazır beklerlerdi.) Ureyneli kâtiller cinâyet işleyip kaçtıklarında, onları yakalamak için bu gençleri göndermişti. (Müslim, Kasâme, 13)

Abdurrahman bin Avf (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah (s.a.v)’in ashabından dördümüz veya beşimiz, herhangi bir ihtiyacı olabilir diye, gece-gündüz nöbetleşe onun yanında kalırdık.” (Ebû Yaʻlâ, Müsned, II, 164/858; M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf Şerhi, II, 448)

Şu hâdise buna güzel bir misâldir:

Câbir (r.a) şöyle anlatır:

“…Bir defasında Rasûlullah (s.a.v) şu mescidimize bizi ziyârete gelmişlerdi. Mescidin kıble tarafında bir tükrük gördüler ve onu elindeki dal ile sildiler… Sonra bize dönerek:

«–Bana bir zâferan verin!» buyurdular. Mahalleden bir genç kalkarak bütün hızıyla evine koştu ve avucunda zâferanlı bir koku getirdi. Rasûlullah (s.a.v) onu alarak elindeki dalın ucuna sürdüler. Sonra onunla tükrüğün izini sildiler. İşte mescidlerinize zâferanlı koku sürmeniz buradan kalmadır…” (Müslim, Zühd, 74; Mesâcid, 52; Beyhakî, Kübrâ, I, 255)

Allâh Rasûlü (s.a.v) bir gün, yanında Muhâcirlerden ve Ensâr’dan bâzı kişilerle Kureyş ve Kureyş dışındaki gençlerden bâzıları bulunduğu hâlde Muâz bin Cebel’i Yemen’e vâli olarak uğurlamaya çıkmıştı. Muâz bin Cebel hayvan üzerinde gidiyor Rasûl-i Ekrem Efendimiz ise yanı sıra yaya yürüyor ve kendisine bazı tavsiyelerde bulunuyordu. Muâz (r.a):

“–Yâ Rasûlallâh! Ben binitliyim, sen ise yaya yürüyorsun! Ben de inip Seninle ve Senin ashâbınla birlikte yürüsem olmaz mı?” dedi. Efendimiz:

“–Ey Muâz! Allâh yolunda attığım şu adımlarım için sevap umuyorum.” buyurdu. (Diyârbekrî, Hamîs, II, 142)

 

Diğer Peygamberlerin Yardımcıları da Gençlerdi

Rasûlullâh (s.a.v) Mûsâ (a.s) ile Hızır (a.s) kıssasını anlatırken şöyle buyurmuştur:

“Mûsâ (a.s) bir balık aldı ve onu bir zenbîl içine koydu. Bundan sonra Mûsâ (a.s) hizmetçi genci Yûşâ bin Nûn ile birlikte gitti. Nihayet o kaya­nın yanına varınca başlarını yere koydular. Akabinde Mûsâ (a.s) uyudu. Bu arada balık debelendi ve zenbîlden çıkıp denize düştü. Deniz içinde kendine şaşılacak bir sûrette yol açtı, su künkü gibi (bir boşluk bırakarak) gitti. Allah Teâlâ, suyun akışını tuttu da su, tâk gibi oldu. Şöyle kemer tâkı gibi bir hâl aldı. Hz. Musa ile genci, uyandıktan sonra o ge­cenin kalanı ile diğer günün tamamında yürüdüler. Nihayet sabah olunca Mûsâ (a.s) yanında hizmet eden gence:

«−Kuşluk yemeğimizi getir, yemin olsun bize bu seferimizde garîb bir yorgunluk isabet etti!» dedi.

Hâlbuki Mûsâ (a.s), Allah’ın emrettiği yeri geçinceye kadar hiç yor­gunluk hissetmemişti…” (Buhârî, Enbiyâ, 27)

 

Genç Sahâbîler İbadete Düşkündü

Peygamber Efendimiz’in terbiyesinde yetişen örnek nesil sahâbî gençler, ibadete düşkün idiler. Meselâ otuz yaşında Medîne’ye hicret eden Abdullah bin Mahreme, kırk bir yaşında Yemâme savaşına katıldığında oruçlu idi. Savaş meydanında can verirken Abdullah bin Ömer’e iftar vaktinin girip girmediğini sormuş ve orucunu açmak için su istemişti. İbn-i Ömer su getirinceye kadar da şehâdet şerbetini içmişti. (Kemal Sandıkçı, DİA, I, 114)

On iki yaşında Beyʻatü’r-Rıdvân’a katılan Abdullah bin Yezîd el-Hatmî, çok ibadet etmekle tanınmış bir sahabiydi. (İsmail Çakan, DİA, I, 143)

Çocuk yaştaki Abdullah bin Ömer, hayatını Peygamber Efendimiz’in hayatına endekslemişti. (Yaşar Kandemir, DİA, I, 127)

Uhud Harbi’ne katılmak istediğinde on üç yaşında olan Ebû Saîd el-Hudrî, dinin hükümlerini titizlikle tatbik eden bir gençti. (Raşit Küçük, DİA, X, 223)

İlk müslümanlardan Cennetle müjdelenen on kişinin tamamı genç idi.

.

Gençler, Hassâsiyetle Korunması Gereken Elmaslar Gibidir

Gençlik çok değerli bir hazine ve çok kıymetli bir cevher olduğu için o nisbette büyük bir titizlik ve hassâsiyetle muhâfaza edilmelidir. Aksi takdirde insan ve cin şeytanları bu hazineyi çalar ve menfûr emelleri istikâmetinde çarçur ederler.

Gençler, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine lûtfettiği bu büyük nimeti zâyî etmemek, yanlış yolda kullanarak büyük vebâller altına girmemek için çok dikkatli olmak zorundadırlar. Bilhassa da şu mevzularda daha hassas davranmalıdırlar:

 

İffet ve Hayâ

Rasûlullah (s.a.v), Hz. Ali’ye hitaben şöyle buyurdu:

“Ey Ali, âniden bir haramı gördüğünde dönüp tekrar bakma! Zira ilk bakış senin (için affedilmiş)tir, ancak ikinci bakış aleyhinedir (günahtır).” (Ebû Davud, Nikâh, 42-43/2149; Tirmizî, Edeb, 28/2777; Heysemî, VIII, 63)

Cerîr (r.a) şöyle der:

Peygamber Efendimiz’e ansızın görmenin hükmünü sordum.

“–Hemen gözünü başka tarafa çevir!” buyurdu. (Müslim, Âdâb 45. Ayrıca bkz. Ebû Davûd, Nikâh, 43; Tirmizî, Edeb, 28)

Ömer bin Hattâb (r.a), bir gencin:

“Allâh’ım! Sen, kişi ile kalbi arasına girersin. Benimle günahlar arasına gir de hiçbir günah işlemeyeyim!” diye dua ettiğini işitti.”

Bu dua Hz. Ömer’in çok hoşuna gitti, “Allah sana rahmet eylesin!” diye başlayarak gence hayır dualarda bulundu. (İbn-i Batta, el-İbânetü’l-kübrâ, IV, 132; Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, IV, 45 [el-Enfâl, 9])

.

İhtilat: Nâmahrem Erkeklerle Kadınların Birbirine Karışması

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar:

“Her göz (harama bakmakla) zina eder. Kadın koku sürünüp (erkeklerin bulunduğu) bir meclisten geçtiği zaman, o da zâniyedir/zina etmiş sayılır.”[4] (Tirmizî, Edeb, 35/2786; Ebû Dâvud, Tereccül, 7/4173; Nesâî, Zînet, 35)

“Bir kadın koku süründüyse, yatsı namazında bizimle birlikte bulunmasın!” (Müslim, Salât, 143; Ebû Dâvûd, Tereccül, 7; Nesâî, Zînet, 37, 38)

“Âilesinden başkaları (mahremi olmayanlar) arasında süslenip salınarak yürüyen kadının misali, kıyamet günü karanlığın misalidir. Onun için nûr ve aydınlık yoktur.” (Tirmizî, Radâ‘, 13/1167)

“Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iffet ve nâmusunu koruma sözü verirse, ben de ona cennet sözü veririm.” (Buhârî, Rikâk, 23)

“Üç kişi vardır ki onların gözleri cehennemi görmez: Allah yolunda nöbet tutan, Allah korkusuyla ağlayan ve Allah’ın haramlarından sakınan kişilerin gözleri…” (Heysemî, V, 288)

.

Halvet: Nâmahrem Erkekle Kadının Baş başa Kalması

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar:

“Birinizin başına demirden bir iğnenin saplanması, onun için, kendisine helal olmayan bir kadına dokunmasından daha hayırlıdır.” (Heysemî, IV, 326)

“(Mahremin olmayan) kadınlarla baş başa kalmaktan sakın! Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bir adam bir kadınla baş başa kaldığında şeytan muhakkak aralarına girer. Bir adamın çamura ve balçığa bulanmış bir domuza sürtünmesi, omzunu kendisine helal olmayan bir kadının omzuna sürtmesinden daha hayırlıdır.” (Heysemî, IV, 326. Krş. Beyhakî, Şuab, IV, 368)

.

Gençlik Maddî-Mânevî Kazanç Mevsimidir

Ubeydullah Ahrâr (r.a) şöyle buyurur:

“Eğer, kalp huzuru, insanda sıhhatli ve genç iken meleke hâline gelmezse, ihtiyarlıkta dimağ ve beden zaafiyetinin ortaya çıkması sebebiyle bunun kazanılması daha da zorlaşır.”[5]

İmâm-ı Rabbânî (r.a) şöyle buyurur:

“En güzel amel işleme zamanı, şüphesiz ki gençlik devridir. Akıllı kişi, hayatının bu dönemini zâyî etmeyip fırsatı değerlendirir. Çünkü insanın ihtiyarlık çağına ulaşacağı kesin değildir. Ulaşsa bile acziyetin ve ihtiyarlığın pençesine düştüğünde, amel-i sâlihleri lâyıkıyla yerine getirmesi çok zordur. Ama gençlikte cem’iyyet hâli (kalbi Allâh’a verebilmek) daha kolay elde edilir… Zaman, fırsatları değerlendirme zamanıdır, güç ve iktidar devridir. O hâlde bugünün işini yarına bırakmanın ve «sonra yaparım» düşüncesine kapılmanın ne mâzereti olabilir ki? Hangi özür bu ihmâli meşrûlaştırabilir?”[6]

Muhammed Mâsûm (r.a) şöyle buyurur:

“İlâhî mârifet, keşif ve kerâmetlerden daha üstündür. Zira mârifet, ilâhî esrârı keşfetmektir; hârikulâde hâller ve kerâmetler ise yaratılmış varlıkların hâllerini keşfetmektir. O hâlde ilâhî mârifet ile kerâmetler arasındaki fark, Hâlık ile mahlûkun farkı gibidir. Sahih mârifet, îmânı kemâle erdirmeye ve terakkî ettirmeye yardımcı olur. Kerametler ise böyle değildir, insanın kemâle ermesi ona bağlı değildir… Keşif ve kerâmete tâlip olan kişi, küçük şeylere tâlip ve esir olmuştur. O, Cenâb-ı Hakk’a yakınlıktan ve O’nu kalben tanıyabilmekten nasipsizdir… Kişi kerâmet göstermek sûretiyle kendisini diğer insanlardan farklı görmeye başlarsa, kibir ve ucba sürüklenerek ibadet ve seyr u sülûkün faydasından mahrum kalır ve mârifet yolunu kendisine kapatmış olur.”[7]

Hayatın gençlik devresi, bu ulvî gâyeye vâsıl olmanın en güzel zamanıdır. Hazret bu hususta da şöyle buyurur:

“Yavrum! Ömrün en kıymetli zamanı, gençlik günleridir. İnsanın güçlü-kuvvetli, âzâlarının sağlam olduğu bu günler geçer ve ömrün en zayıf vakti gelip çatar. Ne yazıktır ki insanlar, en şerefli kazanç olan mârifetullâh’ı, gelip gelmeyeceği belli olmayan ihtiyarlık vaktine havâle ederler. Ömrün en şerefli vakitlerini, en rezil şey olan hevâ ve hevese sarf ederler. Unutma ki; «Yarın yaparım diyenler helâk oldu!»[8]

Gençliğinde büyük bir mânevî servet kazanan Allah dostlarından iki misâl verelim:

İmâm Âlûsî, Nüzhetü’l-Elbâb isimli eserinde hocası Hâlid-i Bağdâdî (r.a) hakkında şöyle der:

“…Fazîletlerle dolu bir gençlik yaşamış ve İslâm’ın güzelliklerini etrâfına tevzî etmiştir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat yolunda yürüme hususunda gâyet azimlidir. Bir ânını bile boş geçirmez, ya ilmî bir meseleyi halletmekle veya ibadetle meşgul olur. Zâhiri, davranışları ve ahlâkı çok güzeldir. Kalbi feyizli, gönül âlemi nurludur…

Sözün kısası, asrımızda hiç kimse onun kadar, bütün fazîletleri kendinde toplayamamıştır. Ben onun benzerini görmedim…”[9]

Es’ad Efendi Hazretleri’nin Mahmûd Sâmî Efendi (k.s) için yazdığı icâzetnâmenin sâdeleştirilmiş hâli şöyledir:

“Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla! Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a mahsustur. Salât ve selâm, Efendimiz Hazret-i Muhammed’e, bütün âline ve ashâbına olsun!

Bundan sonra: Din kardeşlerime, sadâkat ve kuvvetli îman sahibi kişilere arz ve ifâde olunur ki: Bu dervişâne icâzetnâmemizi taşıyan Sâmi Efendi evlâdımız, gençlik günlerini nezih dînimizin kurtarıcı dâiresi içerisinde geçirmiş, yüce Nakşibendiyye yoluna hizmet etmiş, bu hususta bütün gayretini sarf etmiş ve bu yoldaki ciddiyetini açıkca ortaya koymuştur. Bunun yanında usûlüne uygun olarak ve Hacegân Hazarâtı’nın usullerini tatbik ederek letâifini tasfiye ve tezkiyeye gayret etmiştir…”[10]

Ebedî olan gerçek hayat, yani âhiret hayatı yanında insanın dünyada kaldığı müddet çok kısadır. Hemen geçip gitmekte, bugün dünyada olan insan yarın başka bir âleme geçivermekte, kendini, daha evvel hiç görmediği, tanımadığı ve bilmediği bir ortamda buluvermektedir. Ve o hayat artık hiç bitmeyecek bir hayattır, sonsuzdur. O hâlde akıllı insan, o hayatta lâzım olan şeyleri biriktirmeye gayret eder. Her şeyden evvel, orada nelerin lâzım olduğunu ve nasıl elde edileceğini öğrenir, sonra da onları elde edip çoğaltmaya çalışır. Şunu iyice bilelim ki Âhiret hayatı bir hayâl değildir, herkesin kısa bir müddet sonra karşı karşıya kalacağı en büyük hakikattir. Bunun üzerinde ciddî olarak düşünmek îcâb etmektedir…


[1] İbn-i Sa’d, I, 267, 268, 272, 274, 285; İbn-i Abdilberr, İstiâb, I, 69, İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 62.

[2] Muhammed, 24.

[3] Bkz. Ahmed, III, 235, 137; Buhârî, Cenâiz, 41, Cihâd 9, Vitr 7, Meğâzî 28; Müslim, İmâre, 147.

[4] Kadınlar, erkekleri tahrîk edecek şekilde yürümek, koku sürünmek ve konuşmaktan sakınmalıdırlar. Ayakkabılarını yere vurmak sûretiyle ökçelerin çıkardığı sesle erkeklerin dikkatini çekmemelidirler. Allah Teâlâ bu tür davranışları haram kılarak şöyle buyurur:

(Kadınlar) gizlemekte oldukları zînetleri (ayak bileklerine takılan ve Halhal adı verilen bilezikleri) fark edilsin diye ayaklarını yere vurmasınlar.” (Nûr 24/31)

“…Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümîde kapılır. Güzel söz söyleyin. Evlerinizde oturun, eski câhiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin…” (Ahzâb 33/32-33)

[5] Reşahât, s. 156.

[6] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 307, no: 73.

[7] Muhammed Ma‘sûm, Mektûbât, I, 52, no: 50.

[8] Muhammed Ma‘sûm, Mektûbât, I, 63, no: 65.

[9] Es‘ad Sâhib, Buğyetü’l-vâcid, s. 296.

[10] M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 161-162, no: 134.

%d bloggers like this: