Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in Bazı Mûcizeleri

Enes bin Mâlik (radıyallâhu anh) şöyle buyurur:

“Ben Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i şu hâlde gördüm: İkindi namazı yaklaşmıştı. İnsanlar abdest almak için su aradılar, fakat bulamadılar. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e (bir kab içinde tek kişiye yetecek kadar) abdest suyu getirildi. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), su kabının içine mübarek elini koydu ve insanlara ondan abdest almalarını söyledi. Oradaki sahâbîlerin en sonuncusuna kadar hepsi abdest alıncaya kadar Efendimiz (s.a.v)’in parmaklarının altından su kaynadığını gördüm.” (Buhârî, Vudû’, 32, Menâkıb, 25)

Bu hâdise, Medîne’nin pazar yeri olan Zevrâ’da vâki’ olmuştur. Orada bulunan ashâb-ı kirâm 300 kişi kadardı. (Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Fedâil, 6)

*

Enes bin Mâlik (r.a) şöyle buyurmuştu:

“‒Bir defasında namaz vakti girmişti. Mescide yakın olanlar evlerine abdest almaya gittiler. (Abdesti olmayan) bir takım insanlar da Efendimiz (s.a.v)’in yanında kaldılar. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v)’e içinde pek az su bulunan bir taş tekne getirdiler. Bu tekne, Efendimiz’in, içinde avucunu genişçe açamayacağı kadar küçük idi. Oradakilerin hepsi o teknedeki sudan abdest aldılar.”

Enes (r.a) bunu nakledince kendisine:

“‒Kaç kişiydiniz?” diye soruldu. O da:

“‒Seksen, belki de daha ziyâde idik.” cevabını verdi. (Buhârî, Vudû’, 45, Menâkıb, 25)

*

İmrân bin Husayn (r.a) şöyle buyurur:

“Bir defâsında Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’le birlikte yolculuk yapıyorduk. Gece gittik. Gecenin sonuna vardığımızda öyle bir uykuya daldık ki, bir yolcu için bundan daha tatlısı olamaz. Ancak güneşin sıcağıyla uyanabildik. İlk uyanan falanca, sonra falanca, daha sonra da falanca oldu.[1] Sonra Ömer bin el-Hattâb (r.a) dördüncü olarak uyandı.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) uyuduğu vakit kendiliğinden uyanıncaya kadar uyandırılmazdı. Zîrâ biz, uykusu esnâsında O’na ne olduğunu (vahiy mi geliyor yoksa başka bir hal mi ârız oluyor) bilemezdik.

Ömer (r.a) celâdetli bir zât idi, uyanıp da herkesin başına geleni görünce yüksek sesle tekbîr almaya başladı. Devamlı tekbir getiriyor ve sesini yükseltiyordu. Nihâyet Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) onun sesinden uyandı. Efendimiz (s.a.v) uyanınca, ashâb-ı kirâm başlarına geleni arzederek şikâyetlendiler. Efendimiz (s.a.v):

«‒Zararı yok (veya) bir şey olmaz, haydi yürüyün!» buyurdular.

Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) yola çıktılar. Biraz gittikten sonra konakladılar. Abdest suyu istediler. Abdest aldılar. Namaz için nidâ edildi (yâni ezan okundu). Efendimiz (s.a.v) insanlara namazı kıldırdılar. Namazı bitirip mübarek yüzlerini dönünce baktılar ki, biri kenara çekilmiş, cemâatle birlikte namazını kılmamış.

«‒Ey fülân, herkesle birlikte namaz kılmana mâni ne idi?» diye sordular. O da:

«‒Bana cünüplük ârız oldu, su da yok!» dedi.

Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v):

«‒O zaman şu yeryüzündeki temiz toprağı kullan, o sana yeter!» buyurdular.

Ondan sonra Nebiyy-i Muhterem (s.a.v) Hazretleri yola revân oldular. Lâkin bu defâ da insanlar susuzluktan şikâyet ettiler. Efendimiz (s.a.v) konakladılar ve bir sahâbî[2] ile Alî -kerremallâhu vecheh- Hazretleri’ni çağırıp:

«‒Haydi, gidin, su arayın!» emrini verdiler.

Onlar da gittiler ve devesi üstünde iki büyük kırba arasına oturmuş bir kadına rast geldiler. Kadına:

«‒Su nerede?» diye sordular. Kadın:

«‒Dün bu saatte suyun başında idim. Adamlarımız (hâlâ orada su almak için) duruyorlar.» cevâbını verdi.

«‒Öyleyse yürü!» dediler.

«‒Nereye?» diye sordu.

«‒Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in huzûruna!» dediler.

«‒Şu sâbi’ dedikleri adamın yanına mı?» diye sordu.

«‒İşte o senin kasteddiğin zâtın yanına. Haydi, yürü!» dediler.

Kadını Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in huzûruna getirip aralarında geçen mâcerâyı anlattılar.

Ashâb-ı kirâm kadına devesinden inmesini söylediler. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bir kap istediler. Her iki kırbanın ağızlarından bu kaba biraz su boşaltıp ağızlarını bağladılar. Kırbaların alt taraflarındaki (musluk gibi olan) ağızlarını açtılar. İnsanlara:

«‒Gelin hayvanlarınızı suvarın, kendiniz için su alın!» diye nidâ edildi. İsteyen hayvanı için, isteyen kendisi için su aldı. En sonunda da Efendimiz (s.a.v), gusül abdesti alması gereken sahâbîye bir kap su verip:

«‒Haydi, git, guslet!» buyurdular.

O kadın ayakta, şaşkın şaşkın suyuna neler yapıldığına bakıyordu. Allâh’a yeminler ederim ki, herkes su ihtiyâcını karşılayıp çekildiği hâlde kırbalar bize ilk hâlinden daha dolu görünüyordu.

Peygamber Efendimiz (s.a.v):

«‒Kadın için birşeyler toplayın!» buyurdular.

Onun için Acve hurma­sı, un, sevîk, buğday gibi şeylerden bir mikrat azık toplayıp bir çıkına koy­dular. Kadını devesine bindirip, çıkını da önüne yerleştirdiler. Ra­sûlullah Efendimiz (s.a.v) kadına:

«‒Görüyorsun ki, senin suyundan hiçbirşey eksiltmedik, lâkin bize su verip suya kandıran Allah Teâlâ’dır!» buyurdular.

Kadın, gecikmeli olarak kabilesine vardı. Onlar:

«‒Ey fulâne, seni yolundan alıkoyan nedir?» diye sor­dular. Kadın:

«‒Şaşılacak şey! Yolda iki kişi rastlayıp beni sâbi’ denilen şu zâtın yanına götürdüler. O da şöyle etti, böyle etti. Al­lah’a yemîn ederim ki bu zât (orta ve şahadet parmaklarını havaya kaldırıp, biriyle semâya, diğeriyle arza işaret ederek) ya şununla bunun arasındaki insanların en sihirbazıdır veya Allah’ın hak Rasûlü’dür!» dedi.

Bundan sonra müslümânlar o kadının bulunduğu yerin etrafın­daki müşrikler üzerine baskın yaptıkları vakitlerde, onun mensûb ol­duğu kabileye dokunmazlardı. Bir gün kadın kendi kabilesine:

«‒Zannediyorum ki, bu insanlar size bilerek dokunmuyorlar. İslâm’a girmek ister misiniz?» dedi. Kavmi kadına itaat edip hep birlikte İslâm’a girdiler.” (Buhârî, Teyemmüm, 6, Menâkıb, 25)

*

Enes (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah (s.a.v) zamanında Medîne ahâlîsine bir kıtlık isabet etti. Bir Cuma günü Efendimiz (s.a.v) hutbe îrâd ederlerken bir kişi ayağa kalktı ve:

«‒Yâ Rasûlallah! At sürüleri helak oldu, koyun sürüleri mah­voldu. Allah Teâlâ’ya duâ etseniz de bize yağmur ihsân eylese!» dedi.

Rasûlullah (s.a.v) hemen ellerini kaldırıp dua ettiler.

Gökyüzü ayna gibi parlak iken bir rüzgâr esti, bu­lutlar meydana geldi. Sonra bulut toplandı ve gökyüzü kırbalarının ağzını açtı, bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Mescid’den çıktık, sulara batarak evlerimize geldik. Öbür Cuma’ya kadar yağmur hep yağıp durdu. Cu­ma vakti yine o kişi veya bir başkası Rasûlullah (s.a.v)’in huzûrunda ayağa kalkıp:

«‒Yâ Rasûlallah! Evler yıkıldı, Allah Teâlâ’ya duâ etseniz de yağmuru durdursa!» dedi.

Rasûlullah (s.a.v) tebessüm ettiler, sonra da:

«(Allâh’ım!) Etrafımıza yağdır, üzerimize değil!» diye duâ ettiler.

Bulutlara baktım, açılıverdiler ve Medîne’nin etrâfında tâc gibi bir şekil oluşturdular.” (Buhârî, Menâkıb, 25)

*

Câbir bin Abdillah (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Cuma günleri bir ağaca veya bir hurma kütüğüne yaslanarak hutbe okurlardı. Ensâr’dan bir kadın veya bir adam:

«‒Yâ Rasûlallah, Size bir minber yapalım mı?» dedi. Rasûlullah (s.a.v):

«‒İsterseniz yapın!» buyurdular.

Efendimiz (s.a.v) için bir minber yaptılar. Cuma günü olup da Efendimiz (s.a.v)’i min­bere çıkardıklarında hurma kütüğü çocuk gibi feryâd etmeye başladı.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) aşağıya inip onu kucakladılar. Hurma kütüğü, sâkinleştirilmeye çalışılan çocuk gi­bi içini çekiyor, inliyordu.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

«‒O, yanında yapılan zikirden uzak kaldığı için ağladı!» bu­yurdular.” (Buhârî, Menâkıb, 25; Ahmed, III, 300)

*

Hazret-i Câbir (r.a) anlatıyor:

“Hudeybiye günü insanlar susadı ve Efendimiz’e geldiler. Rasûlullâh (s.a.v)’in önünde deriden îmâl edilmiş bir su kabı vardı. Efendimiz abdest aldı. Halk ona doğru sokuldu. Bunun üzerine:

«−Neyiniz var?» diye sordu.

«−Abdest almak ve içmek için önünüzdekinden başka suyumuz kalmadı.» dediler.

Allâh Rasûlü (s.a.v) derhâl ellerini kaba koydu. Derken parmaklarının arasından su kaynamaya başladı, tıpkı pınarların kaynaması gibiydi. Hepimiz ondan içtik ve abdest aldık.”

Hz. Câbir’e:

“−O gün kaç kişiydiniz?” diye soruldu:

“−Eğer yüz bin kişi de olsak su yetecekti, fakat biz, bin beş yüz kişi idik!” cevâbını verdi. (Buhârî, Menâkıb, 25)

*

Berâ (r.a) şöyle buyurur:

“Biz Hudeybiye günü bin dört yüz kişi idik. Hudeybiye bir kuyudur. Biz oraya varınca kuyu­nun suyunu tamamen çekmiştik de içinde bir damla su bırakmamıştık. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) kuyunun kenarına oturdular. Akabinde biraz su istediler. Getirilen su ile mübârek ağızlarını çalkaladılar ve suyu kuyunun içi­ne püskürttüler. Az bir şey bekledikten sonra su çekmeye başladık. Hepimiz suya kandık, develerimiz de suya kanıp yerlerine döndüler. (Buhârî, Menâkıb, 25)

Hudeybiye’ye giderken orduya yolda katılan yeni insanlar olduğu için rivâyetlerde asker sayısı farklı verilmiştir.

*

Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdurrahman (r.a) şöyle anlatıyor:

Biz bir seferde Peygamber Efendimiz’in yanında yüz otuz kişi idik. Rasûlullah (s.a.v):

“–Yanında yiyecek bir şeyleri olan var mı?” diye sordu. Hemen araştırdık, bir kişinin yanında bir sâ‘ veya ona yakın miktarda yiyecek bulduk. Ondan un öğütüp hamur yaptık. Sonra saç­ları çok uzamış ve bakımsız olan uzun boylu bir müşrik, koyun sürüsüyle üzerimize çıkageldi. Allah Rasûlü (s.a.v) ona:

“–Koyunları satıyor musun, yoksa atıyye veya hediye ola­rak mı getirdin?” diye sordu. Müşrik:

“–Hayır, satılıktır” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) o müşrikten bir koyun satın aldı. Koyun kesildi. Peygam­ber Efendimiz evvelâ koyunun karaciğerini kızartmamızı emretti. Allah’a yemin ederim ki Rasûlullah (s.a.v) yüz otuz kişinin hepsine de bu ciğerden bir parça kesip verdi. Orada bulunmayanların hisselerini de saklayıp geldiklerinde verdi. Sonra Peygamber Efendimiz koyunu iki kap içine koyup pişirdi. Seferdeki insanların hepsi ondan yiyip doydukları hâlde yemek artmıştı. Biz de bu yemeği deveye yükleyip beraberimizde götürdük. (Buhârî, Hibe, 28; Buhârî, Büyû, 99)

*

Esmâ (r.a) şöyle anlatır:

“(Küsûf yani Güneş tutulması esnâsında) Âişe (r.a) namaz kılarken yanına gittim.

«‒Bu insanlara ne oluyor, neden korkuyorlar?» dedim.

(Küsûf vukûa geldiğini anlatmak için) gökyüzüne doğru (başı ile) işâret etti. Meğer hep namaza durmuşlarmış. Âişe (r.a): «Sübhânallâh!» dedi. Ben:

«‒Bu mühim bir hâdise, azâb alâmeti veya Kıyâmet’in yaklaştığına işâret olan hususlardan mı?» diye sordum.

Başıyla «Evet» diye işâret etti. Bunun üzerine ben de namaza durdum. Rasûlullah (s.a.v) kıraati pek ziyâde uzattığı için üzerime baygınlık geldi. (Yanımdaki kırbadan) başıma su dökmeğe başladım.

(Namazdan sonra) Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Allâh’a hamd ü senâ edip şöyle buyurdular:

«‒Şimdiye kadar bana gösterilmeyen şeylerin tamamı şu namaz kıldığım esnâda bana arzedildi. Tâ insanlar Cennet ve Cehennem’e girinceye kadar meydana gelecek bütün hâdiseler bana gösterildi. Bana vahyolundu ki, siz kabirlerinizde Mesîh-i Deccâl (yüzünden çekilecek) imtihanlara benzer, yâhud ona yakın bir imtihân geçireceksiniz. (Kabre girmiş kimseye):

“‒Bu adam (Yâni Rasûlullâh (s.a.v)) hakkındaki ilmin nedir?” diye sorulacak. Mü’min, yâhud yakîn sâhibi olan kimse:

“‒O (Zât-ı Şerîf) Muhammed’dir. O (Zât-ı Şerîf) Allâh’ın Rasûlüdür. Bize apaçık deliller ve hidâyet getirdi. Biz de O’nun dâvetine icâbet ettik ve izinden yürüdük. O (Zât-ı Şerîf) Muhammed (s.a.v)’dir!” diyecek ve bu sözünü üç kere tekrâr edecek. Ondan sonra kendisine:

“‒O hâlde yat da rahâtına bak! Güzel bir şekilde uyu! O (Zât-ı Şerîf’in nübüvvetine) yakînin olduğunda şüphe kalmadı.” denilecek.

(Yok, eğer) münâfık ise veyâhud kalbinde şek varsa (o suâle karşı):

“‒Ben ne bileyim? İşittim, öteki beriki bir şeyler söylüyordu, ben de onlar gibi söyledim.” cevâbını verecek».” (Buhârî, İlim, 24)

*

Câbir bin Abdillah (r.a), babasının, üzerinde borç ol­duğu hâlde vefat ettiğini söyleyip şöyle demiştir:

“Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in huzûr-u âlîlerine varıp:

«‒Babam arkasında bir borç bıraktı. Benim yanımda da onun hurmalığından çıkacak mahsûlden başka bir şey yok. O hurmalı­ğın vereceği birkaç senelik mahsûl de babamın üzerindeki borcu ödemeye yetmez. Onun için benimle birlikte gelseniz de alacaklılar bana çir­kin söz söylemese, baskı yapmasalar!» dedim.

Rasûlullah (s.a.v) topladığım hurma yığınlarından birinin etrafında dolaştı ve duâ ettiler. Sonra diğer bir yığının et­rafında dolaşıp duâ ettiler. Sonra hurma harmanının başına oturup:

«‒Alacaklıların hurmalarını bu yığınlardan alıp ödeyiniz!» buyurdular.

Câbir (r.a) alacaklıların haklarını tamamen ödedi ve onlara ver­diği kadar hurma da arttı.” (Buhârî, Menâkıb 25)

*

Enes bin Mâlik (r.a) şöyle anlatır:

“(Üvey babam) Ebû Talha, (annem) Ümmü Süleym’e:

«–Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in sesi kulağıma pek zayıf geldi; aç olduğu anlaşılıyor. Yanında yiyecek bir şey var mı?» dedi. Ümmü Süleym (r.a):

«–Evet, var!» dedi ve arpa ekmeğinden yapılmış bir kaç çörek çıkardı. Sonra kendisine ait bir başörtüsü aldı; onun bir tarafına çörekleri sarıp dürdü ve koltuğumun altına yerleştirdi. Örtünün bir kısmını da (sıcaktan korunmam için) başıma sardı, sonra beni Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gönderdi. Ben ekmeği götürdüm. Rasûlullah (s.a.v)’i Mescid’de, cemaatle birlikte otururken buldum. Ben de yanlarında ayakta durdum. Rasûlullah (s.a.v):

«‒Seni Ebû Talha mı gönderdi?» buyurdular. Ben:

«–Evet» dedim.

«‒Yemekle mi?» buyurdular.

«–Evet» diye cevap verdim. Rasûlullah (s.a.v) yanında bulunanlara:

«‒Kalkınız!» buyurdular ve yürüdüler, ben önlerinden yürüdüm. Ebû Talha’ya gelerek durumu bildirdim. Bunun üzerine Ebû Talha (r.a):

«–Ey Ümmü Süleym! Rasûlullah (s.a.v) yanındaki insanlarla birlikte geldi, hâlbuki bizim yanımızda onları doyuracak bir şey yok?» dedi. Ümmü Süleym (r.a):

«–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir» dedi.

Ebû Talha (r.a) hemen gidip Rasûlullah (s.a.v)’i karşıladı. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), Ebû Talha ile birlikte geldiler. Rasûlullah (s.a.v):

«‒Ey Ümmü Süleym! Yanında olanları getir» buyurdular. O da bu ekmeği getirdi. Rasûlullah (s.a.v) emredip ekmekleri parçalattı. Ümmü Süleym, yağ tulumunu sıkarak o ekmek parçaları üzerine yağ sürdü. Sonra, Rasûlullah (s.a.v) yemek için Allah’ın dilediği bir duayı okudular. Bundan sonra:

«‒On kişiye izin ver!» buyurdular. Ebû Talha (r.a) on kişiye izin verdi, onlar doyuncaya kadar yediler, sonra çıktılar. Rasûl-i Ekrem (s.a.v):

«‒On kişiye daha izin ver!» buyurdular. Ebû Talha (r.a) onlara da izin verdi, onlar da yiyip çıktılar. Hz. Peygamber (s.a.v):

«‒Bir on kişiye daha izin ver!» buyurdular. Onlara da izin verdi, onlar da yiyip çıktılar.

Rasûl-i Ekrem (s.a.v):

«‒On kişiye daha izin ver!» buyurdular. Bu şekilde cemaatin hepsi doyuncaya kadar yediler. Bu cemaat yetmiş veya seksen kişi idi.” (Buhârî, Menâkıb 25; Müslim, Eşribe 142)

Efendimiz (s.a.v) girenlere:

“‒Yiyin, besmele çekin!” buyuruyorlardı. Seksen kişiye böyle yaptılar. Sonra Nebî (s.a.v) ile ev sahipleri yediler. Yine de artanını bıraktılar.” (Müslim, Eşribe 143)

Bir rivayette şöyledir:

“On kişi durmadan giriyor, on kişi de çıkıyordu. Neticede onlardan içeri girip karnını doyurmayan hiç kimse kalmadı. Sonra Ebû Talha sofrayı yeniden düzenledi. Bir de ne görsün, yemekler sanki cemaatin yemeğe başladığı andaki gibi duruyordu.” (Müslim, Eşribe 143)

Başka bir rivayet şöyledir:

“Sonra komşularına yetecek kadarını artırdılar.” (Müslim, Eşribe 143)

*

Hz. Ömer (r.a) şöyle anlatır:

“Pey­gamber Efendimiz (s.a.v) içimizde ayağa kalkıp minbere çıktı ve yaratılışın başlangıcından Cennet ehli menzillerine, Cehennem ehli de menzillerine girinceye kadar her şeyi bizlere ha­ber verdi. Bu anlatılanları ezberleyen ezberledi, unutan da unuttu.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 1. Bkz. Buhârî, İlim, 24)[3]

*

Huzeyfe (r.a) şöyle der:

“Rasûlullah (s.a.v) bir hutbe îrâd ederek o günden kıyâmete kadar olacak her şeyden bahsetti. Onu belleyen belledi, unutan da unuttu. Allah Rasûlü’nün haber verdiği ve fakat unutmuş olduğum o şeylerden biri vukûa gelince, öylesine canlı hatırlıyorum ki tıpkı, kişinin gördüğü bir şahsın yüzünü, o şahıs yokken hatırlamadığı hâlde bilâhare karşılaşınca hemen tanıyıvermesi gibi.” (Buhârî, Kader, 4; Müslim, Fiten, 23; Ebû Dâvûd, Fiten, 1/4240)

*

Bir gün Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman (r.a) ile birlikte Uhud Dağı’na çıkmıştı. O sırada dağ sarsılmaya başladı. Âlemlerin Efendisi ayağıyla yere vurup şöyle buyurdular:

“–Sâkin ol ey Uhud! Senin üzerinde bir peygamber, bir sıddîk ve iki şehîd vardır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 6; Tirmizî, Menâkıb, 18/3703; Nesâî, Ahbâs, 4)

Gerçekten de Hz. Ebû Bekir (r.a) yatağında vefât etmiş, diğer iki halîfe de şehîd edilmişlerdir.

*

Ebû Bekre (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullâh (s.a.v)’i minberde gördüm, yanında Hz. Hasan (r.a) vardı. Bazen halka yöneliyor, bazen Hasan’a yöneliyor ve:

«Benim bu oğlum seyyiddir (efendidir)! Ümîd ediyorum ki Allâh Teâlâ, bununla müslümanlardan iki muazzam topluluğun arasını ıslâh edecektir!» buyuruyorlardı.” (Buhârî, Sulh, 9, Menâkıb, 25; Fedâilu’l-Ashâb, 22; Ahmed, V, 44)

Hicrî 40 senesi Ramazan ayında 5. Râşid Halîfe olarak Hz. Hasan’a bey’at edildi. Bu esnâda Muâviye de halîfelik için mücâdele ediyordu. Hz. Hasan 6 ay 3 gün halifelik yaptıktan sonra H. 41 senesinde Hz. Hasan’ın kumandasındaki kırk-elli bin asker ile Muâviye’ye tâbi çok sayıdaki asker arasında muhârebe vukûuna ramak kalmış iken, Allah’ın rızâsını kazanmak ve Ümmet-i Muhammed’in kanını muhafaza etmek maksadıyla halifeliği Muaviye’ye bıraktı ve büyük bir fitneye mânî oldu. Böylece insanlar barış ve huzûra kavuştular. Bu fedâkârlık senesine “Âmu’l-Cemâa: Birlik yılı” adı verildi. Bu hareketiyle Hz. Hasan (r.a) müslümanlar arasında kan dökülmesine mânî olmuş, insanların barış ve huzur içinde yaşamalarına vesile olmuştur.[4]

*

Adiyy bin Hâtim (r.a) şöyle anlatır:

“Ben Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in yanındayken bir kişi O’na gelip fakirlikten şikâyet etti. Sonra başka biri gelip eşkiyâların yol kesmesinden şikâyet etti. Peygamber Efendimiz (s.a.v):

«‒Ey Adiyy! Sen Hîre şehrini gördün mü?» buyurdular. Ben:

«‒Görmedim, sadece hakkında bazı bilgiler işittim» dedim.

Peygamber Efendimiz (s.a.v):

«‒Ömrün uzun olursa eğer, devesinin üzerindeki hevdeci içinde yolculuk yapan bir kadının, Allah’tan başka kimseden korkmadan tâ Hîre’den gelip Kâ’be’yi tavaf ettiğini göreceksin!» buyurdular.

Ben buna taaccüb ederek kendi kendime: «Her tarafta fitne ve fesâd ateşini tutuşturan o Tayy kabilesinin yol kesicileri ne olacak!» dedim.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) devam edip:

«‒Ömrün yeterse eğer Kisrâ’nın hazînelerinin fethedildiğini mutlakâ görürsün!» buyurdular. Ben:

«‒(Dünyanın en güçlü devlet başkanı) Kisrâ bin Hürmüz’ün hazîneleri mi?» dedim.

Allah Rasûlü (s.a.v):

«‒Evet, Kisrâ bin Hürmüz’ün!» buyurduktan sonra şöyle devam ettiler:

«‒Ömrün yeterse eğer mutlakâ bir kişinin avuç dolusu altın veya gümüşü çıkarıp bunu sadaka olarak alacak birini aradığını fakat bu malı kabul edecek kimse bulamadığını görürsün!

Şu muhakkak ki sizden biri Allah’ın huzuruna çıktığı gün, Allah ile arasında sözlerini tercüme edecek bir tercüman bulunmayacak. Allah Teâlâ ona:

“‒Ben sana, emirlerimi tebliğ eden bir Rasûl göndermedim mi?” diye soracak. O da:

“‒Evet, gönderdin yâ Rabb!” diyecek. Bu sefer Allah Teâlâ:

“‒Ben sana mal vermedim mi, o vesîleyle sana pek çok ihsanlarda bulunmadım mı?” diye soracak. Kul:

“‒Evet, verdin ve ihsanlarda bulundun yâ Rabbî!” diyecek.

Bu hâlde o kişi sağına bakar Cehennem’den başka bir şey göremez. Soluna bakar yine Cehennem’den başka bir şey göremez!»

Ben, Nebî (s.a.v)’in şöyle buyurduklarını işittim:

«Bir hurmanın yarısı ile de olsa Cehennem’den korunun! Bir hurmanın yarısını da bulamayan, güzel ve hoş bir sözle korunsun!»

Ben, Hîre’den hevdeci içinde yolculuğa çıkıp, Allah’tan başka hiç kimseden korkmadan Kâ’be’ye gelip tavaf eden kadını gördüm.

Kisrâ bin Hürmüz’ün hazînelerini fethedenlerin arasında ben de vardım.

Eğer ömrünüz yeterse, Nebî Ebü’l-Kâsım (s.a.v)’in söylediği o avuç dolusu altını sadaka olarak çıkaracak kimseleri de mutlakâ göreceksiniz!” (Buhârî, Menâkıb, 25. Bkz. Ahmed, IV, 257, 377-379)

*

Hz. Ömer (r.a) der ki:

“Rasûlullâh (s.a.v) Bedir’de akşamleyin:

«–Şurası inşâallâh yarın filanın vurulup düşeceği yerdir!» diye müşriklerden ileri gelenlerin öldürülecekleri mekânları tek tek gösterdi. O’nu hak peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, onlardan hiçbiri Allâh Rasûlü’nün gösterdiği sınırları aşamadı. Sonra da bir kuyuya üst üste atıldılar.” (Müslim, Cennet, 76, Cihâd, 83)

*

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Mu’te’ye bir ordu hazırlayıp gönde­rirken, bu orduya Zeyd bin Hârise’yi başkumandan tâyîn etmiş ve Zeyd şehîd düşerse yerine Câfer bin Ebî Tâlib geçsin; o da şehîd düşerse Abdullah bin Revâha kumandayı ele alsın; o da şehîd düşerse ordu münâsib gör­düğü birini kendine kumandan seçsin buyurmuştu.

Mu’te’de iki ordu karşı karşıya gelince, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Medîne’de minberi üze­rine oturmuş ve Medine ile Şâm arası mesafe kendisine açılmış, askerin muha­rebesini açıktan görerek üç kumandanın arka arkaya şehîd düştüklerini ve en sonunda Hâlid’in kendiliğinden kumandayı ele alıp zafere ulaştığını sahâbîlerine haber vermiştir.

Enes bin Mâlik (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bir hutbe îrâd ettiler ve şöyle buyurdular:

«Şu anda İslâm sancağını Zeyd (r.a) eline aldı ve vuruldu. Son­ra sancağı Caʻfer (r.a) aldı ve o da vuruldu. Sonra sancağı Abdullah bin Revâha (r.a) aldı, o da şehîd edildi. Sonra sancağı emîr tâyîn edilmeksi­zin Hâlid bin Velîd (r.a) aldı ve ona fetih müyesser kılındı. Onların bizim yanı­mızda olması, beni (veya) onları sevindirmezdi! (Zira onlar şu anda şehidlere lûtfedilen nimetlerin hayal ötesi ihtişâmını gördüler.)»

Bu esnâda Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in mübârek gözlerinden yaşlar boşanıyordu.” (Buhârî, Cihâd, 183)

*

Ümmü Mâlik (r.a) Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e bir tulumunun içinde yağ hediye ederdi. Az sonra oğulları gelir, ondan katık isterlerdi. O esnâda evlerinde hiçbir şey bulunmazdı. Buna rağmen Ümmü Mâlik, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e yağ hediye ettiği tuluma bakar onun içinde yağ bulurdu. Böylece o tulum, evlerinin katığını idare eder dururdu. Nihayet birgün Ümmü Mâlik (r.a) tulumu iyice sıkarak içindeki bütün yağı aldı. Ondan sonra bir daha tulumda yağ bulamadı. Ne olduğunu sormak üzere Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e geldi. Efendimiz (s.a.v):

“‒Tulumu sıktın mı?” diye sordu. Ümmü Mâlik (r.a):

“‒Evet!” dedi.

Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v):

“‒Eğer onu sıkmasaydın, evinizin katığını temin etmeye devam ederdi!” buyurdular. (Müslim, Fedâil, 8)

*

Câbir bin Abdullah (r.a) anlatıyor:

“…Bir gün Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ile birlikte yürüyorduk. Nihayet geniş bir vâdiye indik. Rasûlullah (s.a.v) tuvalet ihtiyacını gidermek için gitti. Ben de bir su kabı ile kendisini takip ettim. Rasûlullah (s.a.v) bakındı, fakat arkasına gizlenebileceği bir şey bulamadı. Vâdinin kenarında iki ağaç gözüne ilişti. Birinin yanına giderek dalından tuttu ve:

«–Allah’ın izniyle bana boyun eğ!» buyurdu. Ağaç, burnu gemli deve gibi Efendimiz’e râm olup eğildi. Öteki ağaca da gidip dalından tutarak:

«–Allah’ın izniyle bana râm ol!» buyurdu. O da ötekisi gibi eğildi. İkisinin ortasına varınca aralarını birleştirdi ve:

«–Allah’ın izniyle benim üzerime kapanın!» dedi. Hemen üzerine kapandılar.

Rasûlullah (s.a.v) benim yakında olduğumu hissederse daha ileriye gider diye korkarak hızla koşup oradan uzaklaştım. Bir yere oturup kendi kendime düşünmeye başladım. Gözüm hafifçe yana kayınca birden Peygamber Efendimiz’in geldiğini gördüm. O iki ağaç da birbirinden ayrılmış ve her biri gövdesinin üzerine doğrulmuştu. Peygamber Efendimiz’in bir an durakladığını gördüm. Başıyla sağa ve sola işaret etti. Sonra bana doğru yürüdü, yanıma gelince:

«–Ey Câbir! Durduğum yeri gördün mü?» diye sordu.

«–Evet, yâ Rasûlallah!» dedim.

«–Öyleyse şu iki ağaca git de, her birinden birer dal kesip getir. Durakladığım yere geldiğinde, bir dalı sağ, diğerini de sol tarafına dik!» buyurdu. Hemen arzusunu yerine getirip yanına vardım ve:

«–Söylediklerinizi yerine getirdim ey Allah’ın Rasûlü, ancak bunu niçin yaptık?» diye sordum. Rasûlallah (s.a.v):

«–Azap gören iki kabrin yanından geçtim de, bu dallar yaş olarak kaldığı müddetçe şefaatim sayesinde azaplarının hafifletilmesini arzu ettim» buyurdu.

Sonra kâfilenin konakladığı yere geldik. Rasûlullah (s.a.v):

«–Câbir, abdest suyu var mı, insanlara bir sesleniver!» buyurdu. Ben de; «Yanında abdest suyu olan var mı?» diye birkaç defa nidâ ettim. Sonra:

«–Yâ Rasûlallah! Kâfile içinde bir damla su bulamadım» dedim. Ensâr’dan bir zât Rasûlullah r için eski bir tulumda su soğutur ve onu hurma dalına asardı. Rasûlullah (s.a.v) beni ona gönderdi. Yanında, tulumun ağzında kalmış bir damladan başka bir şey yoktu. O azıcık suyu boşaltacak olsam, tulumun kuru tarafında kaybolup gider, yere bir damla düşmezdi. Hemen Peygamber Efendimiz’e gelerek durumu arzettim.

«–Git, onu bana getir!» buyurdu. Tulumu derhal kendisine getirdim. Onu eline aldı ve ne olduğunu anlayamadığım bir şeyler okudu. Bir taraftan da iki eliyle onu sıkıyordu. Sonra tulumu bana verdi ve:

«–Ey Câbir! Büyük bir çanak var mı, bir sesleniver!» buyurdu. Hemen bir çanak bulup getirdim. Rasûlullah (s.a.v) parmaklarını açarak elini çanağın dibine koyup:

«–Ey Câbir! Tulumu al da elimin üstüne dök ve bismillah de buyurdu. Ben hemen suyu elinin üzerine döktüm ve bismillah dedim. Peygamber Efendimiz’in parmakları arasından su kaynıyordu. Su çanağın içinde dönüyordu, nihayet ağzına kadar doldu. Rasûlullah (s.a.v):

«–Câbir! Suya ihtiyacı olanlara seslen!» buyurdu. İnsanlar gelip kana kana su içtiler:

«–Suya ihtiyacı olan kimse kaldı mı?» diye seslendim, kimse çıkmadı. Artık Rasûlullah r elini kaldırdı, çanak ağzına kadar dopdolu duruyordu.

Bir müddet sonra insanlar açlıktan şikâyet ettiler. Rasûlullah (s.a.v):

«–İnşaallah, Allah sizi doyuracak!» buyurdu. Derken Sîfü’l-Bahr’a (deniz sahiline) geldik. Deniz dalgalandı ve sahile bir hayvan attı. Biz bu hayvanın yanına ateş yaktık, etinden pişirdik, kızartma yaptık ve doyuncaya kadar yedik, ancak yarısını bitirebildik…” (Müslim, Zühd, 74)

*

Abdullah bin Mes’ûd (r.a) şöyle anlatır:

Saʻd bin Muâz (r.a) umre yapmak için Mekke’ye gitmişti. Mek­ke’ye vardığında Ümeyye bin Halef’in evine misafir oldu. Ümeyye de ticâret için Şam’a giderken Medîne’ye uğrar, Saʻd bin Muâz’a misafir olurdu. (İkisi arasında bir dost­luk vardı.) Ümeyye, Saʻd’a:

«−Biraz bekle! Öğle sıcağı bastırıp insanlar çekilince gider tavaf edersin!» dedi.

Saʻd (r.a) tavaf ederken Ebû Cehil çıkageldi ve:

«−Kâʻbe’yi tavaf eden şu zât da kimdir?» diye sordu. Saʻd (r.a):

«−Ben Saʻd bin Muâz’ım» dedi. Ebû Cehil:

«−Kâʻbe’yi böyle emniyetle tavaf ediyorsun ama siz Muhammed ile ashâbını himâye ettiniz?!» dedi.

Saʻd (r.a):

«−Evet öyledir» dedi ve aralarında bir münakaşa başladı. Bunun üzerine Ümeyye, Saʻd’a:

«−Ebü’l-Hakem’e karşı sesini yükseltme! O bu vâdî halkının önde gelenidir» dedi.

Saʻd (r.a) Ebû Cehil’e:

«−Eğer Kâ’be’yi tavaf etmekten beni men edersen, vallahi ben de senin Şam ticâret yolunu ke­serim!» dedi.

Ümeyye, Saʻd (r.a)’a:

«−Sesini yükseltme!» demeye ve onu tutmaya başladı. Bunun üzerine Saʻd (r.a), öfkelenerek:

«−Bizi kendi hâlimize bırak! Ben Muhammed (s.a.v)’den işittim, seni öldüreceğini söylüyordu» dedi.

Ümeyye:

«−Beni mi?» diye sordu. Saʻd (r.a):

«−Evet seni» dedi. Bunun üzerine Ümeyye bin Halef:

«−Vallahi Muhammed bir şey söylediği zaman aslâ yalan konuşmaz!» dedi ve korku içinde karısının yanına gitti:

«−Yesribli kardeşim bana ne dedi, bi­liyor musun?» dedi. Karısı:

«−Ne dedi?» diye sordu. Ümeyye:

«−Muhammed’i beni öldüreceğini söylerken işitmiş» dedi.

Hanımı:

«−Allah’a yemîn ederim ki Muhammed aslâ yalan söylemez!» diye Saʻd’ın haberini teyîd etti.

Bir müddet sonra müşrikler Bedir’e giderken bir münâdî Ümeyye’yi de çağırdı. Karısı, Ümeyye’ye:

«−Yesribli kardeşinin sana ne dediğini unuttun mu?» dedi.

Ümeyye Bedir’e gitmek istemedi. Ancak Ebû Cehil gelip:

«−Sen bu vâdînin eşrâfındansın, geri kalırsan olmaz. Hiç değilse bir iki gün herkesle beraber yürü, ondan sonra dön!» deyip kandırdı.

Ümeyye de onlarla iki gün yürüdü, ancak geri dönemedi. Neticede Allah Teâlâ onu öldür­dü. (Buhârî, Menâkıb, 25, IV, 184-185)

*

Esmâ bint-i Ebî Bekir (r.a) Haccâc-ı Zâlim’e şöyle hitâb etmiştir:

“Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bize Sakîf kabîlesinden iki kişinin çıkacağını, birinin çok yalancı, diğerinin de çok helâk edici bir zâlim olacağını haber verdiler. Çok yalan söyleyen (Muhtar es-Sakafî’yi) gördük. Zâlim de öyle zannediyorum ki senden başkası değil!” (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 229)

*

Huzeyfe (r.a) anlatıyor:

Hz. Ömer’in yanında oturuyorduk. Bize:

«–Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in fitne hakkındaki hadîs-i şerîfini kim hafızasında tutuyor?» dedi. Ben atılıp:

«–Ben biliyorum! Hem de nasıl söylediyse öylece!» dedim.

«–Sen O’na yani Efendimiz (s.a.v)’den hadis nakletmeye (veya) buna yani bu hususta söz söylemeye karşı çok cür’etkârsın! Söyle bakalım!» dedi.

Ben:

«–Hz. Peygamber’i işittim, demişti ki: “Kişinin fitnesi ehlinde, malında, evlâdında ve komşusunda olur. Namaz, oruç, sadaka, emr bi’l-maruf ve nehy ani’l-münker bu fitneye (bu sebeplerle girdiği günahlara) keffaret olur!”.»

Ömer (r.a):

«–Ben bu fitneyi kastetmemiştim. Ben denizin dalgaları gibi dalgalanacak (bütün cemiyeti sarsacak) fitneyi kastetmiştim!» dedi. Bunun üzerine ben:

«–Ey Mü’minlerin Emîri! O fitneden size bir zarar dokunmayacak. Çünkü sizinle onun arasında kapalı bir kapı mevcut!» dedim.

«–Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?» dedi.

«–Kırılacak!» dedim. Hz. Ömer (hayıflanarak):

«–(Eyvah!) Öyleyse bir daha ebediyyen kilitlenmeyecek!» buyurdu.”

Râvî diyor ki:

Huzeyfe (r.a)’e:

“–Ömer (r.a) bu kapının kim olduğunu biliyor muydu?” diye sorduk.

Hz. Huzeyfe (r.a):

“–Evet, yarından evvel bu gecenin geleceğini bildiği gibi onu biliyordu. Ben ona hadis-i şerîf naklettim; kendimden boş ve yanıltıcı sözler söylemedim!” cevabını verdi.

Huzeyfe (r.a)’e kendimiz sormaya cesâret edemedik de Mesrûk’a o kapının kim olduğunu sordurduk. Huzeyfe (r.a):

“–Kapı, Hz. Ömer’in kendisidir!” cevâbını verdi. (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât 4, Zekât 23, Savm 3, Menâkıb 25, Fiten 17; Müslim, Fiten 17)

*

Saʻd bin Ebî Vakkâs (r.a) Vedâ Haccı’nda Mekke’de şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Efendimiz (s.a.v)’e:

“‒Yâ Rasûlallah! Arkadaşlarım gidip de ben kalacak mıyım? (Burada ölecek miyim?)” diye sordu.

Allah Rasûlü (s.a.v):

“Hayır, sen burada kalmayacaksın. Allah rızâsı için güzel işler yaparak yükseleceksin. Allah’tan öyle umuyorum ki, daha nice yıllar yaşayarak kimi insanlar (mü’minler) senden fayda, kimileri de (kâfirler) zarar görecektir.” buyurdular. (Buhârî, Cenâiz 36, Vesâyâ 2, Nefekât 1, Merdâ 16, Daavât 43, Ferâiz 6; Müslim, Vasıyyet 5)

Hakîkaten Saʻd (r.a) uzun seneler hayatta kaldı, pek çok hayırlı işler yaptı Irak’ın fethi onun eliyle gerçekleşti ve oraya vâli oldu.

*

Enes bin Mâlik (r.a) şöyle anlatır:

“(Neccâr Oğulları’ndan) hristiyan bir adam vardı. Sonra müslüman oldu, Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini okudu (ezberledi). Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e vahiy kâtibliği de yapıyordu. Bu adam daha sonra Hristiyanlığa geri döndü. Bu mürted:

«−Muhammed bir şey bilmez, yalnız benim kendisine yazdığım şeyleri bilir» diye yalanlar uydurmaya başladı.

Bunun üzerine Allah onu helâk etti. Hristiyanlar cenazeyi defnettiler. Fakat sabah olunca yerin onu dışarı attığını gördüler:

«−Bu, Muhammed ve ashâbının işidir. Onların arasından çıkıp kaçtığı için bu dîn kardeşimizin ölüsünden kefenini soydular ve onu meydana attılar» diye iftira ettiler.

Onun için biraz daha derin bir çukur kazıp içine bıraktılar. Fakat sabah olunca yer onu yine dışına attı. Hristiyanlar yine:

«−Bu, Muhammed ve ashâbının işidir. Onların arasından çıkıp kaçtığı için bu dîn kardeşimizin ölüsünden kefenini soydular ve onu meydana attılar» dediler.

Bir çukur daha kazdılar ve güçleri yettiği kadar derinleştirdiler. Fakat sabah olunca yerin onu yine yüzüstü dışarı atmış olduğunu gördüler. Bunun üzerine anladılar ki bu insanlar tarafından yapılan bir iş değildir. Sonra onu açığa terkedip gittiler.” (Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Münâfıkîn, 14)

Ahmed bin Hanbel’in rivâyetinde şu ziyâde vardır:

“Adam öldüğünde Rasûlullâh (s.a.v):

«−Yer onu kabûl etmez!” buyurdular.

Üvey babam Ebû Talha (r.a) adamın öldüğü yere gitti. Onun ortalığa atılmış olduğunu gördü.

«−Bu adamın durumu nedir?» diye sorunca:

«−Kendisini defâlarca gömdük ancak yer onu kabul etmedi» dediler.” (Ahmed, III, 120)

*

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), Şam ile Yemen’i, daha oralar fethedilmeden kendisine izâfe ederek:

“‒Allâh’ım! Şâm’ımıza bereket ihsân eyle! Allâh’ım! Yemen’imize bereket ihsân eyle!” diye dua buyurmuşlardır. (Bkz. Buhârî, Fiten, 16)

Aynı şekilde Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), henüz müslüman olmadan evvel Şâm, Yemen, Irâk ve Necd ehli için mîkât yeri tayin etmiştir. O zaman Yemen ve Necd’den müslüman olan insanlar bulunuyorsa da Şâm ve Irâk ehli henüz müslüman olmamıştı. Ancak Cenâb-ı Hak, Efendimiz (s.a.v)’e Hendek kazarken bu bölgelerin anahtarlarını ihsân eylemişti. Allah Rasûlü (s.a.v) de bunu ümmetine müjdelemişti. Âdetâ O, hendek kazarken, aslında İslâm dünyasının temellerini atıyordu.

*

Yezîd bin Ebî Ubeyd (r.a) şöyle anlatır:

Seleme bin Ekvâ (r.a)’in bacağında bir darbe izi gördüm ve:

“‒Ey Ebû Müslim, bu darbe de nedir?” diye sordum. Seleme (r.a) şu cevâbı verdi:

“–Bu bana Hayber günü isabet eden bir darbedir. O zaman insanlar:

«–Seleme vuruldu» dediler. Hemen Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in yanına vardım. Yaraya üç defâ nefes ettiler, üflediler. O andan şu vakte kadar buramda hiç rahatsızlık hissetmedim.” (Buhârî, Meğâzî, 38; Ebû Dâvûd, Tıb, 19/3894)

*

Cuayd bin Abdurrahmân şöyle anlatır:

“Ben Sâib bin Yezîd’i doksan dört yaşında iken gördüm, gâyet sağlam ve dengeli bir bünyeye sahipti. Bana şöyle dedi:

«−Pekiyi biliyorum ki, şu ya­şımda kulağımın, gözümün çok sağlam olması, ancak Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in duası bereketi iledir. Çocukluğumda teyzem beni Rasûlullah’ın huzûruna götürdü ve:

“−Yâ Rasûlallah, kızkardeşimin oğlu rahatsızdır, onun için Al­lah’a dua ediverseniz!” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) başımı sıvazladılar ve her hususta bereket görmem için dua ettiler…».” (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 21-22)

*

Rasûlullah (s.a.v) Huneyn ganimetini dağıttığı sırada Beni Temimlerden Zülhuvaysıra isimli biri gelip Peygamber Efendimiz’in başucuna dikilmiş ve:

“–Yâ Muhammed! Ben bugün yaptığın şeyi gördüm!” demişti. Rasûlullah (s.a.v):

“–Ne gördün?” diye sorduklarında Zülhuvaysıra:

“–Senin adâlet yapmadığını gördüm! Âdil davran ey Allah’ın Rasûlü!” dedi. Rasûlullah (s.a.v) gazaplandılar. Ona:

“–Yazıklar olsun sana! Ben âdil olmazsa kim adâlete riâyet eder?! Ben adâletle davranmış olmasaydım, umduğuma eremezdim; sen de, bana tâbi olduğun için ziyan etmiş, eli boşa çıkmış olurdun!” buyurdular.

Hz. Ömer (r.a):

“–Yâ Rasûlallah! İzin ver! Onun boynunu vurayım!” dedi.

Rasûlullah (s.a.v):

“–Hayır, bırak onu! Onun birtakım taraftarları olacaktır ki, kendilerini iyice dine vermiş görünecekler. Herhangi biriniz, onların namazı yanında kendi namazını, onların oruçları yanında kendi orucunu küçümseyecek!

Onlar Kur’ân da okuyacaklar! Fakat okudukları Kur’ân köprücük kemiklerinden ileri geçmeyecek! Onlar, okun yaydan çıktığı gibi, dinden, İslâm’dan fırlayıp çıkacaklar! Öyle ki, çıkan okun demirine bakılır, onda hiçbir şey, hiçbir iz bulunmaz! Sonra okun yaya giriş yerine bakılır, orada da hiçbir şey bulunmaz! Sonra okun ağaç kısmına bakılır, orada da hiçbir şey bulunmaz! Sonra okun yelesine bakılır, orada da hiçbir şey bulunmaz! Hâlbuki ok atılanın bağrını delip geçmiş, fakat oka bir şey bulaşmamıştır! Onlar, müslümanlar tefrikaya düştüğü zaman ortaya çıkacaklardır!

Bir adam görürsün ki onun pazularından birinde kadın memesine yahut sallanan bir et parçasına benzeyen bir fazlalık vardır!” buyurdular.

Hadîsin râvîsi Ebû Saîdi’l-Hudrî (r.a) şöyle der:

“Ben bunu Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den işittiğime şehadet ederim. Yine şehadet ederim ki Ali bin Ebû Tâlib (r.a) onlarla çarpışmıştır. O esnâda ben de yanındaydım. Bu adamın aranmasını emretti. Adam bulunup getirildi. Baktım, aynen Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in tarif ettiği gibiydi!”[5]

*

Ebû Osman şöyle anlatır:

“Bana şöyle haber verildi: Bir gün Cibrîl (a.s) Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Bu esnâda Efendimiz’in yanında hanımı Ümmü Seleme (r.a) vardı. Cebrâîl (a.s) Allah Rasûlü (s.a.v) ile biraz konuştuktan sonra kalkıp gitti. Nebiyyullâh (s.a.v) Ümmü Seleme’ye:

«−Bu kimdir?» diye sordu veya buna benzer bir şey söyledi. Ümmü Seleme (r.a):

«−Bu, Dıhye’dir» dedi.

Daha sonra Ümmü Seleme (r.a):

«−Allah’a yemin ederim ki, Peygamber Efendimiz’in hutbede Cibrîl (a.s) ile aralarındaki konuşmadan bahsettiğini işitinceye kadar hâlâ o gelen kişinin Dıhye olduğunu zannediyordum.» dedi. Böyle veya buna benzer bir söz söyle­di.”

Süleyman bin Tarhân der ki: “Ebû Osman’a:

«−Sen bu hadîsi kimden işittin?» diye sordum.

«−Üsâme bin Zeyd’den işittim» dedi.” (Buhârî, Menâkıb, 25, IV, 185)

*

Ebû Mûsâ (r.a) sözlerine şöyle devâm eder:

“Bu esnâda biri gelip kapıyı itti.

«–Kim o?» diye sordum.

«–Osman b. Affân» dedi.

«–Biraz bekle» diyerek Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yanına gittim ve onun geldiğini haber verdim.

«–İzin ver ve başına gelecek belâ ile birlikte onu cennetle müjdele!» buyurdu.

Geri döndüm ve:

«–İçeri gir, Rasûlullah (s.a.v) başına gelecek belâ ile birlikte seni cennetle müjdeliyor» dedim.

Osman (r.a) müjdeyi duyunca Allah’a hamd etti, sonra da: «Allah yardımcım olsun» dedi. İçeri girdi. Kuyu bileziğinde oturacak yer kalmadığını görünce, onların karşılarında bir başka yere oturdu.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 5, 6, Edeb 119, Fiten 17, Ahbâru’l-Âhâd 3; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 29; Tirmizî, Menâkıb 18)

*

Receb ayı içinde iken, Habeş Necâşîsi vefât etti. Allâh Rasûlü (s.a.v), arada deniz bulunduğu ve karadan da günlerce gidilecek mesâfe olduğu hâlde Necâşî’nin vefâtını hemen o gün ashâbına haber verdi ve:

“–Uzak bir beldede ölen kardeşinizin cenâze namazını kılınız!” buyurdu.

Sahâbîler:

“−Yâ Rasûlallâh! Kimdir o?” diye sorduklarında, Fahr-i Kâinât (s.a.v):

“–Necâşî Ashama’dır! Bugün Allâh’ın sâlih kulu Ashama öldü! Kardeşiniz için Allâh’tan mağfiret dileyiniz!” buyurdu ve gıyâbî cenâze namazı kıldırdı. (Müslim, Cenâiz, 62-68; Ahmed, III, 319; IV, 7)

Sonradan Necâşî’nin gerçekten tam da Allâh Rasûlü’nün haber verdiği gün vefât ettiği öğrenildi.

*

Mekke fethine hazırlık yapılırken bütün ashâb-ı kirâm hazarâtı gizliliğe riâyet ederken, Bedir gâzîlerinden Hâtıb bin Ebî Beltaa, Mekke’ye durumu bildiren bir mektup yazmış ve bir kadınla da gönder­mişti. Bundan Allâh Rasûlü (s.a.v)’in vahiyle haberi oldu ve kadının yerini söyleyerek Hz. Ali, Zübeyr ve Mikdâd -radıyallâhu anhüm ecmaîn-’i, o kadını yakalayıp getirmekle vazîfelendirdi. Kadın, Rasûlullâh (s.a.v)’in işâret buyurduğu yerde yaka­landı. Üzerindeki mektup alınıp Rasûlullâh’a getirildi. (Buhârî, Meğâzî, 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 161)

*

Tebük seferinde Hicr mevkiinde bulundukları bir gece Rasûl-i Ekrem (s.a.v):

“Bu gece pek şiddetli bir fırtına çıkacak. Herkes devesini sıkı bağlasın ve bulunduğu yerde otursun, ayağa kalkmasın!” buyurdu.

Hakîkaten o gece çok şiddetli bir kasırga çıktı; abdest almak için ayağa kalkan birini kasırga yere çarptı, devesini aramaya giden bir başkasını da Tay Dağı’na fırlatıp attı. (Buhârî, Zekât, 54; Müslim, Fedâil, 11)

*

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar:

“Mekke-i Mükerreme’de bir taş vardır. Peygamber olarak gönderildiğim günlerde bana selâm verirdi. Ben şu an da onun hangi taş olduğunu biliyorum.” (Tirmizî, Menâkıb, 5/3624. Krş. Müslim, Fedâil, 2; Dârimî, Mukaddime, 4/20; Ahmed, V, 89, 95)

Tâhiru’l-Mevlevî (rahmetullâhi aleyh) şöyle buyurur:

“Hz. Ebû Bekir’in evi hicrî 623 tarihinde, Yemen Meliki Nureddin bin Ömer bin Ali el-Mesʻûdî tarafından mescide çevrilmiştir ve hâlen Mekke’de kuyumcular çarşısında (bugün Hilton otelinin bulunduğu yerde) mâmur olup ziyâret edilmektedir. Bu evin sırasında Hacer-i Mütekellim, karşısında da Hacer-i Mütteke’ nâmıyla iki taş vardır ki birincisinin Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e selâm verdiği, ikincisine de Efendimiz (s.a.v)’in dayandığı rivâyet edilir.”[6]

*

Ebü’l-Alâ (r.a) anlatır:

“(Sahâbî) Semüre bin Cündeb (radıyallâhu anh):

«‒Biz (kalabalık bir sahâbî topluluğu), Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanında, tek bir kaptan karnımızı doyururduk. Gruplar hâlinde sırayla sabahtan geceye kadar yemek yenirdi; sofradan on kişi kalkar, onların yerine diğer on kişi otururdu.» buyurdu.

Biz hayretle:

«‒Yemeği takviye eden neydi?» diye sorduk.

Semüre (r.a):

«‒Neden taaccüp ediyorsun! O ancak şuradan artırılıyordu!» diye eliyle semâya işâret etti.” (Tirmizî, Menâkıb, 5/3625)

*

İbn-i Abbâs (radıyallâhu anhümâ) şöyle buyurur:

“Bir bedevî Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gelerek:

«–Senin Nebî olduğunu nereden anlayabilirim?» dedi.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

«–Hurma ağacından şu salkımı çağırdığımda yanıma gelirse benim Allâh’ın Rasûlü olduğuma şehâdet eder misin?» buyurdular.

Rasulullah (s.a.v) o salkımı çağırdılar. Salkım hurma ağacından aşağıya inmeye başladı ve Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in yanına düştü.

Sonra Efendimiz (s.a.v) ona:

«‒Dön!» buyurdular, o da yerine döndü. Bunun üzerine bedevî İslâm’a girdi. (Tirmizî, Menâkıb, 6/3628)

*

Bir kimse Osman bin Affân (r.a)’ın yanına bir ihtiyacı için sık sık gidiyor ancak Osman (r.a) ona iltifat etmiyor, ihtiyacını görmüyordu. Bu kimse Osman bin Huneyf (r.a) ile karşılaştı ve durumu ona şikâyet etti. Osman bin Huneyf (r.a) ona şöyle dedi:

“–Su kabını getirip abdest al, sonra da mescide giderek iki rekât namaz kıl! Namazın sonunda:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ وَأَتَوَجَّهُ إِلَيْكَ بِنَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ. يَا مُحَمَّدُ إِنِّي تَوَجَّهْتُ بِكَ إِلَى رَبِّي فِي حَاجَتِي هذِهِ لِتُقْضَى لِيَ. اَللّٰهُمَّ فَشَفِّعْهُ فِيَّ

«Allah’ım, Rahmet peygamberi olan Nebiyy-i Ekrem’in Muhammed (r.a) hürmetine Sen’den istiyor ve Sana yöneliyorum. Ey Muhammed! Şu ihtiyacımın karşılanması için, Sen’i vesîle edinerek Rabbime yöneliyorum. Allah’ım, O’nu benim için şefaatçi kıl!» de ve peşinde ihtiyacını söyle.”

O kimse gitti kendisine söylenenleri yaptı ve Osman bin Affan’ın kapısına geldi. Kapıcı onun elinden tuttu, Hz. Osman’ın yanına götürüp oradaki mindere oturttu. Hz. Osman (r.a):

“–İhtiyâcın nedir?” diye sordu. O da söyledi. Osman (r.a) isteğini derhal yerine getirdi ve:

“–Şimdiye kadar bir ihtiyacının olabileceği hiç hatırıma gelmemişti. Bundan sonra bir ihtiyacın olursa hemen bize gel!” dedi.

Adam onun yanından çıktıktan sonra doğruca Osman bin Huneyf’e giderek:

“–Allah seni hayırla mükâfatlandırsın, sen benim için Halife ile konuşuncaya kadar ihtiyacımı görmüyor ve bana iltifat etmiyordu” dedi. Bunun üzerine Osman bin Huneyf (r.a) şöyle dedi:

“–Vallahi ben Halife ile konuşmadım. Lâkin şöyle bir hâdiseye şâhit olmuştum. Bir âmâ Ra­sû­lullah (s.a.v)’e ge­le­rek:

«–Yâ Râ­sû­lallah! Allah’a yal­var da gö­züm­de­ki has­ta­lı­ğı gi­der­sin! Gö­zü­mün kör ol­ma­sı ba­na çok zor ge­li­yor!» de­di.

Efen­di­miz (s.a.v):

«–Di­ler­sen sab­ret, bu se­nin için da­ha ha­yır­lı­dır.» bu­yur­du.

Âmâ ise:

«–Yâ Ra­sû­lallah! Be­ni elim­den tu­tup gö­tü­re­cek kim­sem yok. Bu hâl ba­na çok me­şak­kat ve­ri­yor. Lüt­fen göz­le­ri­min açıl­ma­sı için duâ edi­niz!» de­yin­ce Pey­gam­ber Efen­di­miz:

«–Su kabını getir ve ab­dest al! Son­ra iki rekât na­maz kıl! Ar­dın­dan da:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ وَأَتَوَجَّهُ إِلَيْكَ بِنَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ. يَا مُحَمَّدُ إِنِّي تَوَجَّهْتُ بِكَ إِلَى رَبِّي فِي حَاجَتِي هذِهِ لِتُقْضَى لِيَ. اَللّٰهُمَّ فَشَفِّعْهُ فِيَّ

 “Allah’ım! Rah­met pey­gam­be­ri olan Ne­bin Mu­ham­med’le (O’nun hür­me­ti­ne) Sen’in zâ­tın­dan di­li­yor ve Sa­na yö­ne­li­yo­rum… Yâ Mu­ham­med! İh­ti­yâ­cı­mın ve­ril­me­si için se­nin­le Rab­bi­me yö­ne­li­yo­rum!.. Allah’ım! O’nu ba­na, şe­fa­at­çı kıl!..” diye duâ et!» buyurdu.

Vallâhi biz henüz ayrılmamıştık, aramızdaki konuşma uzamıştı. Derken o âmâ zât Efendimiz’in yanına geldi. Sanki onda daha önce hiçbir rahatsızlık olmamış gibiydi, tamamen iyileşmişti.”[7]

*

Ebû Hüreyre (r.a) anlatıyor:

Birgün Rasûlullâh (s.a.v)’e bir miktar hurma getirdim.

“–Yâ Rasûlallâh! Bunlara dua ediverin de bereketlensin!” dedim. Rasûlullâh (s.a.v) hurmaları bir araya getirdiler, sonra bereketlenmesi için dua ettiler ve bana şöyle buyurdular:

“–Onları al ve şu çıkınına koy (veya) şu çıkına koy! Almak istediğin zaman elini içine sok ve al. Ancak çıkını silkeleme!”

O hurmalardan şu kadar şu kadar vesk Allâh yolunda infak ettim. Ondan yiyorduk ve yediriyorduk. Çıkın kemerimden hiç ayrılmıyordu. Hz. Osman’ın şehid edildiği gün o da koptu ve düştü. (Tirmizî, Menâkıb, 46/3839)

*

Ebû Hü­rey­re (r.a) şöyle anlatır: Fahr-i Kâ­inât (s.a.v) Efen­di­miz’e:

“–Yâ Ra­sû­lal­lâh! Siz­den pek çok ha­dîs işi­ti­yo­rum fa­kat on­la­rın bir­ kısmını hâ­fı­zam­da tu­ta­mı­yo­rum.” dedim.

Bu­nun üze­ri­ne Pey­gam­ber Efen­di­miz (s.a.v):

“–Ridânı (elbiseni) ye­re ser!” bu­yur­dular. Ben de ser­dim.

Ra­sû­lul­lâh (s.a.v) mü­bâ­rek el­le­riy­le bir şey avuç­la­yıp ri­dâ­nın içi­ne atı­yor gi­bi yap­tılar. Ar­dın­dan:

“–Ri­dâ­nı top­la!” bu­yur­dular.

Topladım ve ondan sonra hiç­bir şe­yi unut­ma­dım. (Buhârî, İlim, 42, İʻtisâm, 22; Tir­mi­zî, Me­nâ­kıb, 46/3835)

*

Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in amcası Abbas (r.a), Bedir esirleri arasında Medine’ye getirilince Efendimiz (s.a.v) ona:

“–Ey Abbas! Kendin, kardeşinin oğlu Akîl, Nevfel bin Hâris ve anlaşmalın Utbe bin Cahdem için fidye öde!” buyurdular.

Abbas (r.a) fidyeleri ödemek istemedi ve:

“–Ben bundan evvel Müslümandım, savaşa çıkmak için beni zorladılar!” dedi.

Rasûlullâh (s.a.v):

“–Senin hâlini en iyi Allâh Teâlâ bilir. Dediğin doğru ise Allâh Teâlâ elbette ecrini verir. Lâkin senin durumun görünüşte bizim aleyhimize idi. Dolayısıyla fidyeni öde!” buyurdular ve onun yanında bulunan 20 ukiyye altına da harp ganimeti olarak el koydular. Abbas:

“–Yâ Rasûlallâh! Hiç olmazsa bunu fidye yerine say!” dedi.

Rasûlullâh (s.a.v):

“–Hayır! Bu Allâh Teâlâ’nın senden bize nasip ettiği ganimettir.” buyurdular. Abbas (r.a):

“–Bundan başka malım yok!” dedi.

Bunun üzerine Allâh Rasûlü (s.a.v):

“–Yola çıkarken Mekke’de hanımın Ümmü’l-Fadl’a bıraktığın mallar nerede? Yanınızda ikinizden başka kimse yoktu. Sen:

«‒Bu seferimde eğer öldürülürsem Fadl’a şu kadar, Kusem’e şu kadar, Abdullah’a şu kadar ver!» demiştin!” buyurdular.

Bu sözler üzerine hayrette kalan Abbas (r.a):

“–Seni hak ile gönderen Allâh’a yemin ederim ki bunu benden ve Ümmü Fadl’dan başka hiç kimse bilmiyordu. Şunu kesinlikle biliyorum ki Sen Allâh’ın Rasûlü’sün!” dedi. (Ahmed, I, 353; İbn-i Sa’d, IV, 13-15. Krş. Buhârî, Cihâd, 172)

*

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle anlatmaktadır:

“Biz Rasûlullâh (s.a.v) ile beraber bir seferde idik. Derken bir ara askerlerin azığı tükendi. Bineklerinden bazısını kesmek istediler.

Hz. Ömer (r.a):

«−Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben cemaatin geri kalan yiyeceklerini toplasam da Siz onlar üzerine -bereketlenmeleri için- duâ ediverseniz daha iyi olmaz mı?» dedi.

Efendimiz de öyle yaptılar. Buğdayı olan buğdayını, hurması olan hurmasını, (hurma) çekirdeği olan da çekirdeğini getirdi.”

Orada bulunanlar Ebû Hüreyre Hazretleri’ne büyük bir hayretle:

“−Çekirdekle ne yapıyorlardı?” diye sordular. O mübârek sahâbî:

“−İnsanlar onu emiyor, üzerine de su içiyordu.” dedi ve hâdisenin devâmını şöyle anlattı:

“Rasûlullâh (s.a.v) duâ buyurdular. Yiyecekler öylesine bereketlendi ki herkes azık kaplarını doldurdu. Fahr-i Kâinât (s.a.v) bu ilahî ikram karşısında:

«Şehadet ederim ki Allâh’tan başka ilâh yoktur ve ben O’nun Rasûlü’yüm. Bu iki hususta şüpheye düşmeden Allâh’a kavuşan kimse Cennet’e gidecektir.» buyurdular.” (Müslim, İman, 44)

*

Ebû Hüreyre Hazretleri şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte yatsı namazı kılıyorduk. Efendimiz (s.a.v) secdeye varınca Hasan ile Hüseyin (r.a) sıçrayıp sırtına bindiler. Başını kaldırdığında onları arkasından rıfkla yumuşak bir şekilde alıp yere koydular. Secdeye vardığında tekrar bindiler. Namaz bitinceye kadar böyle devam etti. Efendimiz (s.a.v) namazı bitirdikten sonra onları dizine oturttular. Yanlarına vardım ve:

«−Yâ Rasûlallah! İsterseniz onları evlerine götüreyim!» dedim.

O esnâda (mucizevî olarak) bir şimşek çaktı. Efendimiz (s.a.v) onlara:

«−Haydi, annenize gidin!» buyurdular.

Çocuklar eve girinceye kadar şimşeğin ışığı parlamaya devam etti. (Ahmed, II, 513; Hâkim, III, 183/4482)

*

Ebû Hüreyre (r.a) bir hatırasını şöyle anlatır:

Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki, ben bazen açlıktan karnımı yere dayar, bazen de mideme taş bağlardım. Bir gün sahâbîlerin geçtikleri yol üzerine oturmuştum… Rasûlullah (s.a.v) benim yanımdan geçti ve beni görünce gülümsedi. Kalbimden geçeni yüzümden anladı ve:

“−Ebû Hüreyre!” dedi. Ben:

“–Buyurunuz, yâ Rasûlallah!” dedim. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

“−Beni takip et” buyurdu ve yoluna devam etti.

Ben de peşinden yürüdüm. Hz. Peygamber evine girdi, ben de girmek için izin istedim, izin verdi, içeri girdim. Bir kap içinde süt buldu ve:

“−Bu süt nereden geldi?” diye sordu.

“–Falan erkek veya falan kadın onu size hediye etti” dediler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

“− Ebû Hüreyre!” diye seslendi. Ben:

“–Buyurunuz, yâ Rasûlallah!” dedim.

“−Suffe ehline git, onları bana çağır” buyurdu.

Ebû Hüreyre der ki:

Suffe ehli İslâm’ın misafirleriydi. Onların ne sığınacak aileleri, ne malları, ne de bir kimseleri vardı. Peygamber’e bir sadaka geldiğinde onlara gönderir, kendisi ondan hiçbir şey almazdı. Şayet bir hediye gelmişse ondan bir parça alır, kalanını onlara gönderir, böylece gelen hediyeyi onlarla paylaşmış olurdu. Hz. Peygamber’in Suffe ehlini davet etmesi hoşuma gitmedi. Kendi kendime:

“−Bu süt, Suffe ehli arasında kime yetecek ki! O sütü içmek sûretiyle kuvvetlenmeye ben daha çok hak sahibiyim. Hâlbuki onlar geldiğinde Rasûlullah bana emreder, ben de onlara veririm; belki de o sütten bana kalmaz. Fakat Allah’ın ve Rasûlü’nün emrine itaat etmemek de olmaz” dedim.

Neticede gittim ve kendilerini davet ettim. Onlar bu daveti kabul ettiler ve girmek için izin istediler. İzin verildi, içeri girip oturdular. Peygamber Efendimiz (s.a.v):

“− Ebû Hüreyre!” diye seslendi. Ben:

“–Buyurunuz, yâ Rasûlallah!” dedim.

“−Al, onlara ver!” buyurdu.

Ben de süt kabını aldım ve sırayla vermeye başladım. Kabı alan kanıncaya kadar içiyor, sonra geri veriyor, ben bir başkasına veriyordum; o da kanıncaya kadar içiyor sonra geri veriyordu. En sonunda kabı Nebî (s.a.v)’e verdim. Topluluğun hepsi süte kanmışlardı. Rasûlullah kabı alıp elinde tuttu ve bana bakıp gülümsedi. Sonra:

“−Ebû Hüreyre!” dedi.

“–Buyurunuz, yâ Rasûlallah!” dedim.

“−Bir ben kaldım, bir de sen” buyurdu.

“–Doğru söylediniz, yâ Rasûlallah” dedim.

“−Otur da iç” buyurdular. Ben de oturdum ve içtim. Sonra yine:

“−İç, iç” buyurdu. Yine oturdum ve içtim. Rasûl-i Ekrem durmadan:

“−İç, iç” buyuruyordu. Sonunda ben:

“–Hayır. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, artık içecek yerim kalmadı” dedim.

“−Bana ver” buyurdu.

Kabı Rasûl-i Ekrem’e verdim, Allah Teâlâ’ya hamdetti, besmele çekti ve kalan sütü kendisi içti. (Buhârî, Rikâk, 17)

*

Uzun yolculuk esnâsında Müslümanlar hem iyice yorulmuş hem de içecek suları tükenmişti. Müslümanlar susuzluktan iyice bunalınca, Peygamber Efendimiz (s.a.v), Ebû Katâde’nin, içinde birazcık su kalmış olan küçük matarasını istedi. İşte o anda Rasûlullâh’ın mûcizelerinden biri gerçekleşti. Ebû Katâde’nin tuttuğu bardağa mübârek elleriyle matarasından su doldurmaya, Ebû Katâde de sahâbîlere dağıtmaya başladı. Sahâbîler kana kana içtiler. En sona Allâh’ın Rasûlü ile Ebû Katâde kalmıştı. Rasûlullah (s.a.v) bardağı doldurduktan sonra Ebû Katâde’ye:

“–İç!” dedi. Fakat Ebû Katâde Efendimiz’den önce içmek istemedi:

“–Sen içmedikçe ben içemem yâ Rasûlallâh!” dedi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.v):

اِنَّ سَاقِيَ الْقَوْمِ آخِرُهُمْ شُرْباً

Halka su dağıtan kimse, suyu en son içer.” buyurdu. Neticede Ebû Katâde bu emre boyun eğip suyu içti, son olarak da Allâh Rasûlü içti. (Müslim, Mesâcid, 311)

*

Sürâka bin Cu’şum (r.a) şöyle anlatır:

“(Hicret kâfilesi Mudlic Oğulları sınırından geçtiği esnâda) Kureyş kâfirlerinin etrafa saldıkları elçileri bize geldi. Mekkeliler Rasûlullah (s.a.v) ile Ebû Bekir (r.a)’den her birini öldüren veya esîr eden kimse için ayrı ayrı mükâfat koyuyorlardı.

Kavmim Mudlic Oğulları’nın meclislerinden birinde oturuyordum. Onlardan biri gelip biz otururken başımızda durdu ve:

«‒Ey Sürâka! Biraz önce sâhilde karaltılar gördüm. Öyle zannediyorum ki onlar Muhammed ve ashâbıdır!» dedi.

O gördüğü karaltıların onlar olduğunu hemen anladım ve ona:

«‒Gördüklerin onlar değil. Sen, şimdi önümüzden geçen falan ile falanı görmüşsün! Kaybettikleri (develerini) arıyorlar.» dedim.

Sonra bir müddet daha orada kaldıktan sonra kalktım, eve gidip cariyeme, atımı alıp çıkarmasını ve tepenin arkasında beni beklemesini em­rettim. Ben de mızrağımı alarak evimin arka tarafından çıktım. Mızrağın demir ucunu aşağı çevirdim, üst tarafını da aşağıya doğru eğdim. Atımın yanına varıp üstüne bindim ve hızlandırdım. Seri bir şekilde gidiyordu. Nihayet Rasûlullah (s.a.v) ile arkadaşlarına yaklaştım. Bu esnada atım sürçtü ve beni yere attı. He­men kalkıp elimi ok torbasına uzattım. Okları çıkarıp, “Muhammed’le sahâbîlerine zarar verir miyim, veremez miyim?” diye fal baktım. Hoşlanmadığım netice (yânî zarar veremeyeceğim hususu) çıktı. Buna rağmen yine atıma bindim, fal oklarının âsî gelerek seri bir şekilde onlara yaklaştım. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Kur’ân okuyuşunu işitmeye başladım. O hiç sağına soluna bakmıyordu. Ebû Bekir (r.a) endişeyle sağa sola bakıp duruyordu.

O esnâda atı­mın iki ön ayağı yere battı, dizlerine ka­dar gömüldü. Ben de attan düştüm. Hayvanı kalkmaya zorladım, uğraştı ve zorla çıkardı ama neredeyse ayaklarını kurtaramayacaktı. Hayvan doğrulunca ayaklarının battığı yerden semâya doğru ateş dumanı gibi bir toz yükselip dağıldı. Hemen fal oklarını çektim, yine hoşlanmadığım şey çıktı. Bunun üzerine onlara nidâ ederek emân diledim. Durdular. Hemen atıma binip yanlarına vardım. Onlara ulaşmama mânî olan şeylerle karşılaşınca, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in mutlakâ gâlip geleceği ve dîninin yayılacağı gönlüme düştü. O’na:

«‒Kavmin Sen’in başına diyet koydular» dedim. İnsanların onlara neler yapmak istediklerini tek tek haber verdim. Kendilerine yol azığı ve eşyası vermeyi teklif ettim fakat benden bir şey almadılar ve istemediler. Yalnız Rasûlullah (s.a.v):

«‒Bizimle alâkalı bilgileri sakla!» buyurdular.

O’ndan benim için bir emânnâme yaz­masını istedim. Hemen Âmir bin Füheyre’ye emretti, o da bir deri parçasına yazdı. Sonra Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) yollarına devam ettiler.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45; Müslim, Zühd, 75)

*

Kureyş, bir gün, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e:

“–Safâ Tepesi’ni bizim için altına çevirmesi için Rabbine dua et biz de Sana îmân edelim!” dediler.

Allâh Rasûlü (s.a.v):

“−Gerçekten bunu yapacak mısınız?” diye sordular.

Onlar da:

“–Evet” dediler.

Rasûlullâh (s.a.v) dua ettiler. Bunun üzerine Cebrail (a.s) gelip:

“–Rabbin sana selam ediyor ve «İstersen, onlar için Safâ Tepesi’ni altına çeviririm, fakat bundan sonra onlardan kim inkâr ederse ona, âlemlerden hiç kimseye yapmadığım şekilde azâb ederim! İstersen onlara tevbe ve rahmet kapısını açarım!» buyuruyor” dedi.

Rahmeten li’l-âlemîn olan Efendimiz (s.a.v) hemen:

“–Tevbe ve rahmet kapısını aç!” buyurdular. (Ahmed, I, 242, 258, 345; Hâkim, I, 119/174; Heysemî, VII, 50)

Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerime nâzil olmuştur:

“Bizi, mu’cizeler göndermekten alıkoyan ancak öncekilerin bunları yalanlamış olmalarıdır. Biz Semûd’a uyarıcı ve aydınlatıcı bir mu’cize olarak dişi deveyi verdik de onu öldürdüler. Hâlbuki Biz mu’cizeleri (azab ve helâk etmek için değil), ancak uyarmak için göndeririz.” (el-İsrâ 17/59) (Ahmed, I, 258; Taberî, Tefsir, XV, 108)[8]

*

 “(Kafirler:) «Rabbı’nın katından ona birtakım mu’cizeler indirilmeli değil mi idi?» dediler. Onlara: «Mu’cizeler ancak Allâh’ın katındadır. Ben ise sâdece apaçık bir uyarıcıyım.» de! Kendilerine okunan bir kitabı sana indirmemiz onlara (mu’cize olarak) yetmiyor mu? Şüphesiz onda îmân eden bir toplum için rahmet ve öğüt vardır.” (el-Ankebût 29/50-51)

 *

Enes bin Mâlik (r.a)’den rivâyet edildiğine göre Mekke ahâlîsi Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den kendilerine bir âyet (mûcize) göstermesini istediler. O da onlara Ay’ı iki parça hâlinde gösterdi, hattâ Hırâ Dağı’nı bu iki parçanın arasında gör­düler. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 36; Müslim, Kıyâmet, 46, 47)

*

Abdullah bin Mes’ûd (r.a) şöyle buyurmuştur:

“Biz Minâ’da Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz ile beraberken Ay ikiye ayrıldı. Peygamber Efendimiz (s.a.v):

«‒Şâhid olunuz!» buyurdular.

Bir parça dağa doğru gitti. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 36; Müslim, Kıyâmet, 44, 45)

Bir rivâyette Abdullah bin Mes’ûd (r.a): “Ay Mekke’de ikiye yarıldı” buyurmuştur. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 36)

*

Abdullah bin Mes’ûd (r.a) şöyle buyurmuştur:

“Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) zamanında Ay ikiye ayrıldı. Bir parça dağın üzerinde, bir parça da alt tarafındaydı. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

«‒Şâhid olunuz!» buyurdular. (Buhârî, Tefsîr, 54/1; Müslim, Kıyâmet, 43, 48)

*

Abdullah bin Abbâs (r.a)’dan Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in zamanın­da Ay’ın ikiye yarıldığı rivâyet edilmiştir. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 36)

Bu hâdisenin ardından şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ. وَاِنْ يَرَوْا اَيَةً يُعْرِضُوا وَيَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ

“Kıyâmet yaklaştı ve Ay yarıldı. Onlar bir mûcize görseler, hemen yüz çevirirler ve: «Eskiden beri devâm edegelen bir sihirdir» derler.” (el-Kamer, 1-2) (Tirmizî, Tefsîr, 54/3286;Vâhidî, s. 418)

Bu mûcize, bütün peygamberlere verilen mûcizelerin hepsinden daha büyüktür. Zîrâ diğer peygamber­lerin mûcizeleri arzdan semavâta geçmemiştir. Bu mûcizeyi Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de de zikretmiştir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Âhir Zaman Nebîsi” olduğu için O’nun dünyâda zuhûru, aynı zamanda kıyâmetin âlametlerinden biridir. Bu sebeple âyet-i kerîmede:

“Kıyâmet yaklaştı ve Ay yarıldı.” (el-Kamer, 1) buyrularak bu hakîkata temâs edilmektedir.

İbn-i Teymiyye’nin naklettiğine göre, bazı seyyahlar, Hindistan’daki târihî bir binanın üzerinde “Ay’ın ikiye yarıldığı gece yapılmıştır” diye yazıldığını görmüşlerdir.[9]

Meşhur astronomi âlimi Fransız astronom Lefrançois de Lalande, Ay’ın geçmiş hareketlerini ince­lerken “Şakk-ı Kamer” mûcizesinin doğruluğunu kabûl etmek zorunda kalmıştır.[10]

Mekke-i Mükerreme’nin doğu tarafında ve Safâ Tepesi üzerinde orta yükseklikte bir dağ vardı. Ebû Kubeys Dağı denirdi. Bu dağın üzerinde iki minâreli bir câmi-i şerîf vardır ki Mekke fethinde Hz. Bilâl (r.a)’in burada ezân okuyuşunun hâtırası olarak yapılmıştı. Bir de Mescid-i Şakku’l-Kamer ismiyle bir namazgâh vardı ki Ay’ın yarılması mûcizesinin bu mevkide göründüğünü hatırlatmak üzere yapılmıştı. Mescid ile namazgâh arasında bulunan derince bir çukurda Cüneyd-i Bağdâdî, İbrâhim Edhem, Alâüddîn Attâr gibi irfân ehlinin büyüklerinin halvete girdikleri rivâyet edilir.[11]

*

Abdullah bin Mes’ud (r.a) şöyle buyurur:

“Erginlik çağına yaklaşmış bir çocuktum ve müşriklerden Ukbe bin Ebi Muayt’ın koyunlarını güdüyordum. Bir gün Rasûlullah (s.a.v) ile Ebu Bekir (r.a) yanıma geldiler, müşriklerden kaçıyorlardı. Bana:

«‒Delikanlı! Yanında bize içirebileceğin süt var mı?» diye sordular. Ben de:

«‒Ben kendisine güvenilerek mal emânet edilen bir emânetçiyim, bu sebeple size süt içiremem!» dedim. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

«‒Henüz koça gelmemiş (hiç kuzulamamış) bir koyun var mı?» buyurdular. Ben de:

«‒Evet, var» dedim ve henüz bir yaşını doldurmamış bir koyunu onlara götürdüm.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) onu tuttular; mübarek elleriyle memesini meshedip dua edince, koyunun mememleri sütle doldu. Ebû Bekir (r.a) O’na oyuk bir taş getirdi. Efendimiz (s.a.v) de ona süt sağıp içtiler. Sonra Ebû Bekir (r.a) da içti. Ondan sonra da ben içtim. Daha sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v) koyunun memesine «Büzül!» diye emrettiler, o da büzülüp eski hâlini aldı.

Bu hâdiseden sonra Efendimiz (s.a.v)’e varıp:

«‒Bu sözlerden bana öğret!» dedim. O da:

«‒Sen, Allah Teâlâ tarafından öğrenmeye muvaffak kılınacak bir delikanlısın!» buyurdular.

Mübârek ağızlarından yetmiş sûre aldım. Onlar hakkında kimse benimle münâzaa edemez (çekişemez).” (Ahmed, I, 462, 379, Ebû Ya’la el-Mevsılî, Müsned (Esed) VIII, 402-403, nr, 4985)

*

Cabir bin Abdullah (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte bir seferden döndük. Beni Neccar bahçelerinden birinin yanına vardığımızda orada bir deve gördük. Bahçeye kim girerse üzerine saldırıyordu. Durumu Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e anlattılar. Allah Rasûlü (s.a.v) bahçeye girip deveyi yanına çağırdı. Deve hemen dudağını yere sarkıtarak geldi, Efendimiz’in önüne çöktü. Rasûlullah (s.a.v):

«–Yular getirin!» buyurdular.

Deveyi yularla bağlayıp sâhibine teslim ettiler. Daha sonra insanlara dönerek şöyle buyurdular:

«‒Cinlerin ve insanların âsîleri hâriç, yer ile gök arasında var olan her şey benim Allah’ın rasûlü olduğumu bilir».” (Dârimî, Mukaddime, 4/18; Ahmed, III, 310)

*

Peygamberler Sultanı Efendimiz (s.a.v), Katâde bin Milhan’ın yüzünü okşayınca, onun yüzünde bir parıltı hâsıl oldu. İnsanlar, tıpkı aynaya bakar gibi onun berrak yüzüne bakarlardı.

Onun bu hâlini anlatan Ebü’l-Alâ bin Umeyr şöyle demektedir:

“‒Vefâtı esnâsında Katade bin Milhan’ın yanındaydım. O esnâda mahallenin öbür ucundan bir adam geçti. O geçen şahsı (aynada görür gibi) Katâde’nin yüzünde gördüm. Katâde’yi gördüğümde yüzünün üzerinde sanki yağ varmış gibi parlardı. Çünkü Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) onun yürüne mübarek ellerini sürmüşlerdi.” (Ahmed, V, 27, 81; İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 225)

*

Umeyr bin Vehb’in oğlu Vehb de Bedir’de esir edilenler arasındaydı. Umeyr, Kureyş müşriklerinin cin fikirlilerinden ve kahramanlarındandı. Mekke’de Rasûlullâh (s.a.v)’e ve ashâbına pek çok ezâ etmişti. Birgün Umeyr, Hicr’de Safvân bin Ümeyye ile oturup Bedir’de kuyuya atılanları ve uğradıkları musîbetleri anlatınca Safvân bin Ümeyye:

“–Vallâhi onlar bu hâle geldikten sonra hayatta kalmanın bir mânâsı yok!” dedi.

Umeyr:

“–Vallâhi doğru söyledin! Eğer borcum ve benden sonra açlıktan ölmelerinden korktuğum çoluk çocuğum olmasaydı, muhakkak gider Muhammed’i öldürürdüm. Hem benim için onların kabûl edeceği bir bahâne de var; «Esir olan oğlum için geldim.» derim. Duyduğuma göre O çarşılarda da dolaşıyormuş.” dedi.

Umeyr’in bu sözleri Safvân’ı sevindirdi:

“–Borcun bana âittir. Senin adına ben öderim! Çoluk çocuğuna da kendi çoluk çocuğumla birlikte, sağ oldukları müddetçe bakar, geçimlerini en güzel şekilde sağlarım!” dedi.

Bunun üzerine Umeyr, kılıcını iyice biledi ve zehirletti. Safvân da bineğini ve yolluğunu hazırlattı. Umeyr, Medîne’ye gelip mescidin kapısında durdu, devesini bağladı ve kılıcını kuşandı. Hz. Ömer (r.a) onu görünce:

“–Bu Allâh düşmanı Umeyr’dir! Vallâhi ancak şer için gelmiştir! Aramızı bozan, Bedir günü de Kureyşliler için sayımızı tahmin eden o değil miydi?” dedikten sonra Allâh Rasûlü’nün yanına girdi:

“–Yâ Rasûlallâh! Şu Allâh düşmanı Umeyr kılıcını kuşanmış gelmiş!” dedi.

Peygamber Efendimiz (s.a.v):

“–Onu benim yanıma gönder!” buyurdu. Ömer (r.a) geri geldi. Onun boynundaki kılıcın kayışını sımsıkı tuttu. Ensâr’dan yanında bulunan kimselere de:

“–Rasûlullâh (s.a.v)’in yanına girip oturunuz ve kendisini bu habîsten koruyunuz! Çünkü o, güvenilir bir kimse değildir!” dedi.

Peygamber Efendimiz ise:

“–Ey Ömer, onu serbest bırak! Sen de ey Umeyr, bana yaklaş!” buyurdu ve ardından Umeyr’e niçin geldiğini sordu. Umeyr:

“–Esir aldığınız oğlum için geldim! Onun hakkında ihsanda bulununuz!” dedi.

Allâh Rasûlü (s.a.v):

“–Öyle ise boynunda şu kılıcın işi ne?!” diye sordu.

Umeyr:

“–Allâh kılıçların belâsını versin! Onların bize ne faydası oldu ki?” dedi.

Rasûlullâh (s.a.v) tekrar:

“–Bana doğru söyle, sen buraya niçin geldin?” diye sordu.

Umeyr:

“–Ben, başka bir şey için değil, sâdece elinizde esir olan oğlum için geldim!” dedi.

Peygamber Efendimiz (s.a.v):

“–Senin Hicr’de Safvân’a koştuğun şart ne idi?” diye sorunca, Umeyr korktu ve:

“–Ben ona ne şart koşmuşum ki?” dedi.

Peygamber Efendimiz, onların konuşmalarını kelime kelime nakletti ve:

“–Allâh, yapacağın işle senin arana girdi, sana mânî oldu!” buyurdu.

Bunun üzerine Umeyr:

“–Ben şehâdet ederim ki, Sen muhakkak Allâh’ın Rasûlü’sün! Yâ Rasûlallâh! Biz semâdan gelen haber ve Sana inen vahiy husûsunda Sen’i yalanlardık. Bu işte, benden ve Safvân’dan başka kimsenin haberi yoktu. Vallâhi bu haberi Sana ancak Allâh vermiştir! Beni İslâm’a hidâyet eden ve buraya getiren Allâh’a hamd olsun!” dedikten sonra şehâdet getirdi. Bunun üzerine Allâh Rasûlü:

“–Kardeşinize dînini iyice anlatınız! Kendisine Kur’ân okuyup öğretiniz! Esîrini de serbest bırakınız!” buyurdu.

Âlemlerin Efendisi’nin buyruğu derhâl yerine getirildi. Umeyr:

“–Yâ Rasûlallâh! Ben, Allâh’ın nûrunu söndürmeye çalışan ve müslümanlara şiddetle işkence yapan birisi idim. Müsâade edersen Mekke’ye gidip Mekkeli müşrikleri Allâh’a, Rasûlü’ne ve İslâm’a dâvet edeyim! Umulur ki Allâh onlara hidâyet nasîb eder.” dedi. Rasûlullâh (s.a.v) de ona izin verdi.

Bu esnâda Safvân bin Ümeyye, olup bitenlerden habersiz, Mekkeli müşriklere:

“–Birkaç gün içinde gelecek olan haberle sevineceksiniz. O size Bedr’in acısını unutturacak!” diyor, gelen kâfilelerden haber sorup duruyordu. Nihâyet bir süvârî ona Umeyr’in müslüman olduğunu bildirdi.

Umeyr bin Vehb (r.a), Mekke’ye gelince insanları İslâm’a dâvet etmeye koyuldu. Karşı gelenlere ise hadlerini bildirdi. Onun sâyesinde birçok insan müslüman oldu. Hz. Umeyr bir gün Kâbe’nin yanında Safvân bin Ümeyye ile karşılaştı ve ona:

“–Sen büyüklerimizden birisin! Bizim taşlara taptığımızı ve onlar için kurbanlar kestiğimizi görmüyor musun? Bu mudur dîn? Ben şehâdet ederim ki, Allâh’tan başka ilâh yoktur! Muhammed de Allâh’ın kulu ve Rasûlü’dür!” dedi. Safvân ona bir kelime bile söyleyemedi, öylece sustu kaldı.[12]

Cenâb-ı Hak, Rasûlullâh Efendimiz’e Hiçbir Peygambere Vermediği Mu’cizeler İhsan Etmiştir

1. Onun en büyük mu’cizesi şüphesiz Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an-ı Kerim, kendinden önceki bütün semâvî kitapları tasdik eden, onlardaki devam etmesi gereken ilahî mesajları muhafaza eden, diğerlerini nesheden, ahir zaman ümmetinin ihtiyaçlarını da dikkate alarak yeni hükümler getiren lafzıyla ve manasıyla mu’ciz bir kelâmdır. O, bir i’câz ve hidâyet kitabıdır. Peygamberimiz Kur’an ile müşriklere meydan okumuş, onun benzeri bir söz getirmelerini istemiş, hatta onun en kısa sûresine muadil bir sûre getirmelerini istemiş fakat onlar buna güç yetirememişlerdir. Bu mu’cize kıyamete kadar devam edecektir. Diğer peygamberlerin mu’cizeleri ise kendi zamanları ile sınırlı kalmıştır.

2. Peygamberimiz’e ayrıca diğer peygamberlerin mucizeleri de verilmiştir. Hz. Mûsâ asasını vurunca taştan pınarlar fışkırmıştır.[13] Rasulullah (sas)’ın ise parmaklarından sular fışkırmıştır.

3. Yine Hz. Musa’nın önünde deniz yarılmış,[14] Efendimiz’in önünde ise ay yarılmıştır.

4. Hz. İsa’nın duasıyla ölüler dirilmiş,[15] Hz. Mustafa’nın dua ve himmetiyle de ölüler ihya edilmiştir.

Bir defasında zehirlenerek pişirilmiş koyun dirilip Peygamber Efendimiz’le konuşmuştur. Ebû Hüreyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre, Hayber’de bir Yahudi kadın Peygamber Efendimiz’e pişirilmiş koyun eti ikram etti. Kadın ete zehir katmıştı. Efendimiz ve yanındakiler etten yediler. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Ellerinizi çekin, zira koyun bana kendisinin zehirli olduğunu söyledi” buyurdu. Bişr bin Berâ (r.a) zehirlenerek öldü.[16]

İbn-i Ebî Hâtim, Menâkıbu’ş-Şâfiî isimli eserinde naklettiğine göre, İmâm Şâfiî (r.a):

“‒Allah Teâlâ, Peygamberimiz Muhammed (s.a.v)’e verdiği mûcizeyi başka hiçbir peygambere vermedi!” demişti. Kendisine:

“‒Îsâ (a.s)’a ölüleri diriltme mûcizesi verdi?” denilince, Şâfiî (r.a):

“‒Allah Teâlâ, Muhammed (a.s)’a kütüğün inlemesi mûcizesini verdi de onun sesi işitildi. Bu, ölüleri diriltmekten daha büyük bir mucizedir!” buyurdu. (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, VI, 603; Kastallânî, İrşâdü’s-sârî, Menâkıb, 25)

5. Süleyman (a.s)’a rüzgâr musahhar kılınıp sabah ve akşam esmesiyle birer aylık yola götürürdü[17]. Hz. Mustafa’yı ise bir an içinde Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya, oradan da yedi kat semâların üzerine götürüp getirmişlerdir[18].

6. Süleyman (a.s)’a dünya saltanatı verilmiştir. Mustafa’ya ise kıyamet saltanatı verilmiştir. Zira Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Ben kıyamet günü Âdemoğulları’nın efendisiyim ancak övünmek yok! O gün elimde Hamd Sancağı olacak ancak övünmek yok! O gün bütün peygamberler, Hz. Âdem ve diğerlerinin hepsi benim sancağım altında olacak. Ve ben, kabri ilk açılan kişi olacağım, ancak övünmek yok!” (Tirmizî, Menâkıb, 1/3615; Ahmed, I, 281, 295)

*

Cenâb-ı Hakk’ın, peygamberlerine lutfettiği mûcizelerin hikmetini birkaç madde ile hulâsa etmek istersek kısaca şunları söyleyebiliriz:

1. Kitlelere tesir etmek ve insanları îmâna cezbetmek.

2. Mü’minlerin îmanlarını takviye etmek, gönüllerini tesellî etmek.

3. Peygamberlerin nübüvvet ve risâletini ispat etmek.

4. Kudret-i ilâhî karşısında münkirleri acze, mü’minleri hayrete düşürmek.

Kur’ân-ı Kerîm’in her bir âyeti, mü’minlerin îmânını, münkirlerin inkârını artırdığı gibi mûcize de haklarında “lâ yehdî” buyrulan, yâni Rabbin hidâyet vermeyeceği kimselerin inkârını artırır.[19]


[1] Râvî Ebû Recâ bu sahâbîlerin isimlerini zikrederdi, ancak daha sonraki râvî Avf o isimleri unuttu.

[2] Râvî Ebû Recâ bu sahâbînin ismini zikrederdi, ancak daha sonraki râvî Avf onu unuttu.

[3] Krş. Tirmizî, Fiten 26/2191; İbn-i Mâce, Fiten, 18; Hâkim, IV, 551/8543; Beyhakî, Şuab, VI, 309.

[4] İbn Abdi’l-Berr, el-İstîâb, I, 371.

[5] Buhârî, İstitâbe, 7, Menâkıb, 25; Ahmed, II, 219; III, 56; İbn-i Hişâm, IV, 144; Vâkıdî, III, 948.

[6] Tâhiru’l-Mevlevî, Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri, sad. Abdullah Sert, İstanbul: Bahar Yayınları, 1974, II, 132.

[7] Bkz. Tir­mi­zî, De­avât, 118/3578; İbn-i Mâce, İkâme, 189; Nesâî, Kübrâ, VI, 169; Ahmed, IV, 138; Hâ­kim, I, 707-708/1930; Beyhakî, Delâil, V, 464; Heysemî, II, 279.

[8] Mu’cize talepleri daha çok kâfirlerden gelmiş, Müslümanlar böyle bir nezâketsizlikten uzak kalmışlardır. Zîrâ onların mutmain olmaları için Efendimiz’i görmeleri kâfi gelmişti. Mehmed Nûri Şemseddin hazretleri ne güzel söyler:

Âşık-ı sâdık isen sana yeter rü’yet pes

Âşık-ı kâzip isen var kerâmet ara gez.

[9] M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf Şerhi, İstanbul 2012, I, 596.

[10] Bkz. Zekâî Konrapa, s. 110.

[11] Tâhiru’l-Mevlevî, Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri, II, 143-144, 31. dipnot.

[12] Bkz. İbn-i Hişâm, II, 306-309; Vâkıdî, I, 125-128; İbn-i Sa’d, IV, 199-201; Heysemî, VIII, 284-286; İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 36.

[13] el-Bakara 2/60.

[14] eş-Şuarâ, 26/63.

[15] Âl-i İmrân 3/49.

[16] Buhârî, Hibe, 28; Müslim, Selâm, 45/219.

[17]  Sebe’ 34/12.

[18]  Bkz. en-Necm, 53/1-11.

[19] لاَ يَهْدِى: Allâh hidâyet vermez. Bu ifâde, Kur’ân-ı Kerîm’de tam 26 âyette geçmektedir. Nitekim:

وَاللهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ

“…Allâh, zâlim kimseleri hidâyete erdirmez.” (el-Bakara, 258)

وَاللهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ

“…Allâh, kâfirleri hidâyete iletmez.” (el-Bakara, 264)

وَاللهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ

“…Allâh, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez.” (el-Mâide, 108) âyetleri, bunun birer misâlidir.

%d bloggers like this: