Ashâb-ı Kirâm Affedilmiştir

Ashâb-ı Kirâm Affedilmiştir

Cenâb-ı Hak, Uhud’a katılan ashâb-ı kirâm hakkında şöyle buyurur:

“Nice peygamberler vardı ki, beraberinde birçok (irfân ve takvâ ehli) Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.

Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti: Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!

Allah da onlara dünya nimetini ve (daha da önemlisi) âhiret sevabının güzelliğini verdi. Allah, muhsinleri sever.” (Âl-i İmrân, 146-148)

*

“Elbette Allah size olan vaadini yerine getirdi. O’nun izniyle düşmanlarınızın kökünü kazıyordunuz, nihayet öyle bir an geldi ki, Allah arzuladığınız (zaferi) size gösterdikten sonra zaafa düştünüz, (Hz. Peygamber’in verdiği) emir husûsunda tartışmaya kalktınız ve âsî oldunuz. Dünyayı isteyeniniz de vardı, âhireti isteyeniniz de… Sonra Allah, imtihan etmek için sizi, onları (mağlup etmekten) alıkoydu. Ancak günahlarınızı da şüphesiz affetti. Zaten Allah, mü’minlere karşı çok lütufkârdır.” (Âl-i İmrân, 152)

*

 “(Uhud’da) iki ordu karşılaştığı gün, içinizden geri dönüp kaçanları, sırf işledikleri bazı hatâlar sebebiyle şeytan (yoldan) kaydırmak istemişti. Yine de Allah onları affetti. Çünkü Allah, Ğafûr (çok mağfiret eden), Halîm (hemen cezâlandırmayıp yumuşak davranan)dır.” (Âl-i İmrân, 155)

* 

“Allah tarafından lutfedilen bir rahmet sâyesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet, onlar için Allah’tan mağfiret dile ve (hakkında vahiy inmeyen) işler husûsunda kendileriyle istişâre et! Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et! Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân, 159)

Cenâb-ı Hak, daha önce ge çen Âl-i İmrân 152 ve 155. âyetlerde Uhud’da hatâ yapan mü’minleri affettiğini iki defa haber vermişti. Üçüncü olarak da burada Rasûlullah (s.a.v)’e onları affetmesini ve onlar için istiğfarda bulunmasını emir buyurmaktadır.

*

“Ne oluyor size ki, Allah yolunda infâk etmiyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Elbette içinizden, fetihten önce harcayan ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlara eşit değildir. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı vâdetmiştir. Allah yaptıklarınızdan haberdârdır.” (el-Hadîd, 10)

*

“Mü’minlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyle Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır. Tarafından derece derece rütbeler, bir mağfiret ve rahmet… Öyle ya Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir.” (en-Nisâ, 95-96)

“Tarafımızdan kendilerine güzellik takdir edilmiş olanlara gelince, işte bunlar cehennemden uzak tutulurlar. Bunlar onun uğultusunu duymazlar; gönüllerinin dilediği nimetler içinde ebedî kalırlar. En büyük dehşet dahi onları tasalandırmaz. Melekler kendilerini şöyle karşılar: İşte bu size vâdedilmiş olan (mesʻûd) gününüzdür.” (el-Enbiyâ, 101-103)

Peygamber Efendimiz’in hanımları da Ehl-i Beyt’tendir:

Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın! Sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır. Mâruf üzere, uygun, ciddî ve ağır başlı bir şekilde konuşun! Evlerinizde oturun, eski câhiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın! Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin! Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzâb, 32-33)

Hz. Ali, Akîl, Hz. Câfer ve Hz. Abbâs’ın âileleri de Ehl-i Beyt’tendir. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 36)

*

İmâm Şâfiî (r.a) şöyle buyurur:

“İnsanların, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in ashâb-ı kirâmına hakâret etme belâsına düşmelerinin sebebinin, Allah Teâlâ’nın bu vesîleyle amelleri kesildikten sonra da ashâb-ı kirâmın sevâbını artırmasından başka bir şey olmadığını düşünüyorum.” (Beyhakî, Menâkıbu İmâm Şâfiî, I, 441; İbn-i Asâkir, Târîhu Dımeşk, c. 51, s. 317)

*

عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ قَالَ: شَقَّ عَلَى الْأَنْصَارِ النَّوَاضِحُ، فَاجْتَمَعُوا عِنْدَ النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَسْأَلُونَهُ أَنْ يُكْرِيَ لَهُمْ نَهْرًا سَيْحًا (2) ، فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: ” مَرْحَبًا بِالْأَنْصَارِ، مَرْحَبًا بِالْأَنْصَارِ (3) ، وَاللهِ لَا تَسْأَلُونِي الْيَوْمَ شَيْئًا إِلَّا أَعْطَيْتُكُمُوهُ، وَلَا أَسْأَلُ اللهَ لَكُمْ شَيْئًا إِلَّا أَعْطَانِيهِ ” فَقَالَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ: اغْتَنِمُوهَا وَسَلُوا (4) الْمَغْفِرَةَ، فَقَالُوا: يَا رَسُولَ اللهِ، ادْعُ اللهَ لَنَا بِالْمَغْفِرَةِ، فَقَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: ” اللهُمَّ اغْفِرْ لِلْأَنْصَارِ، وَلِأَبْنَاءِ الْأَنْصَارِ، وَلِأَبْنَاءِ أَبْنَاءِ الْأَنْصَارِ “

“النواضح” قال السندي: أي الإبل التي يُسقى عليها، أي: شق عليهم سقيُ الأراضي بالنواضح، فطلبوا أن يكون لهم نهر جارٍ، لا يحتاجون في السقي منه الى تعب.

“يكري” يقال: كريت الأرض وكروتها: إذا حفرتها، أي: يدعو لهم بنهر فإذا جاء النهر فكأنه حفر لهم.

“نهراً سيْحاً” أي: جارياً.

Ahmed, III, 139, 213; Hâkim, IV, 90/6975; Heysemî, X, 40

*

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle buyurur:

“Nasr sûresi nâzil olduğunda Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) onu sonuna kadar tilâvet eylediler ve şöyle buyurdular:

“İnsanlar bir tarafa, ben ve ashâbım bir tarafa…” (Ahmed, III, 22, V, 187; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 407/36929; Hâkim, II, 282/3017)

İmâm Âzam’ın Ehl-i Beyt Muhabbetindeki Îtîdalî

Ebû Hanîfe’nin Hz. Ali taraftarlığı, ashâb-ı kirâm’ın fazilet dere­celerini görmesine mâni olacak neviden kör bir taassup değildi. Al-i Beyt taraftarlığıyla beraber Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’i faziletçe Hz. Ali’den üstün tutardı. Ebû Bekir’in takvasını takdirle zikrederdi. Onun yüksek seciyesinin hayranı idi. Hattâ ticaret hayatında ve cömertlik yapmakta Ebû Bekir’i örnek tutar, onun gibi olmak is­terdi. Hz. Ebû Bekir’in Mekke’de kumaş dükkânı mı vardı, o da Kûfe’de bîr kumaş dükkânı açtı.

Faziletçe Ebû Bekir’den sonra Hz. Ömer gelirdi. Fakat Hz. Osman’ı, Hz. Ali üzerine takdim etmezdi. İbn-i Abdilber İntikâ’da diyor ki:

“Ebû Hanîfe; Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’i başkalarına tafdîl eder, Hz. Ali ile Hz. Osman’ı severdi.” Oğlu Hammâd, babasının şöyle dediğini naklediyor: “Hz. Ali bize Hz. Osman’dan daha sevgilidir.”[1]

Hz. Ali’yi sevgide tercih etmesiyle beraber Hz. Osman’a asla dil uzatmazdı. Hz. Osman anıldığı zaman onu rahmetle yâdederdi. Hattâ dersine hazır olanlardan biri şöyle demiştir: “Kûfe’de ondan başka Os­man’a rahmet okuyup da dua eden işitmedim.”

O, selefe sövmeğe asla cevaz vermezdi. Hattâ onun kimseye dil uzattığı duyulmamıştır. Mekke’de Atâ b. Ebî Rebah’la buluştuğu zaman Atâ ona:

“‒Sen şu dinde fırkalara ayrılan diyardan mısın?” diye sordu. Ve “‒Sen hangi fırkadansın?” deyince, İmâm-ı Âzam:

“‒Selefe sövmeyen, kadere îman eden, günahtan dolayı kim­seyi tekfir etmiyen sınıftanım” cevabını vermişti.[2]

Öyle anlaşılıyor ki, Ebû Hanîfe Âl-i Beyt sülâlesini Ebû Bekir ve Hz. Ömer hakkında gayet nezih lisanlı görmek isterdi. Mekkî, Me-nakıb’ında şunu naklediyor:

“Ebû Hanîfe diyor ki, Medine’ye gel­dim. Ebû Cafer Muhammed Bâkır b. Ali’nin yanına gittim:

«‒Ey Iraklı kardaş, bizim yanımıza oturma!» dedi. Ben otur­dum ve:

«‒Allah iyilikler versin, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer hakkında ne der­sin?» diye sordum.

«‒Allah, Ebû Bekir’i ve Ömer’i rahmetine gark eylesin!» dedi.

«‒Irak’ta senin onlardan teberrî ettiğin söyleniyor!» dedim.

«‒Allah korusun, onlar yalan söylüyorlar. Bilmez misin Hz. Ali, Hz. Fâtima’dan doğma kızı Ümmü Gülsüm’ü Hz. Ömer’le evlendirdi. Bu Ümmü Gülsüm kimdir, bir düşün! Büyük annesi Cennet kadınlarının ulusu Hz. Hatice, dedesi bütün Peygam­berlerin ulusu ve sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v), annesi cihan kadınla­rının ulusu Hz. Fatıma, kardeşleri Cennet ehlinin gençlerinin efen­dileri Hasan ile Hüseyin, babası İslâm’da şerefli mevkî sahibi arslanlar arslanı Hz. Ali’dir. Eğer Hz. Ömer (r.a) ona münasip ve lâyık bir eş olmasaydı onunla evlendirmezdi. Böyle olana birşey denir mi?»

Bunun üzerine ki:

«‒Onlara bunu böylece yazsan, o söylenenleri tenkîd etsen!» dedim. O da:

«‒Onlar yazılana itaat etmezler ki, Iraklılar öyledir. Sana “Ya­nımıza oturma!” dedim, oturdun. Yazsam onlar da dinlemezler».”[3]

Ebû Hanîfe ile imâmiyenin İmâm kabul ettiği Muhammed Bâkır arasında geçen bu konuşmadan anlıyoruz ki, Ebû Hanîfe Âl-i Beyt’e taraftarlığa toz kondurmak istemiyor onlara sürülmek is­tenen lekeyi temizlemeye çalışıyor. Ona göre en büyük leke, Ebû Bekir’e sövüp dil uzatmak idi. Bu iş onun vicdanını kemiriyordu. O bunu silmeye çalışıyordu.

Hz. Ali ve Muhalifleri Hakkındaki Görüşü

Ebû Hanîfe, Hz. Ali’nin yaptığı her harbde haklı olduğu ka-naatında idi, hiçbir şeyi tevile kalkışmıyordu. Fakat muhaliflerine de taan edip dil uzatmıyordu. Ve şöyle diyordu:

“Hz. Ali ile harb eden­lerden hiç biri yoktur ki, Ali (r.a) bu hakka ondan daha lâyık olmasın!”[4]

Hz. Ali ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyr arasında olan harb hakkında şöyle di­yor:

“Şüphesiz ki Emirü’l-Mü’minîn olan Hz. Ali’dir. Talha ile Zübeyr ona biʻat ettikten sonra muhalefet ettiler.”

Kendisine Cemel vakʻası soruldu:

“‒Hz. Ali (r.a) adâlet üzere gitti. O âsilerle muharebe hakkında sünneti Müslümanlar arasında en iyi bilendir.” dedi.[5]

Görülüyor ki, o hakkı açıkça söylüyordu. Hiç birşeyden çekin­miyordu. Fakat muhalifleri de hiç kötülükle zikretmiyor, te’vil ka­pısı da açmıyordu.

Hâsılı bütün bunlardan vardığımız netice şudur: Ebû Hanîfe’de Hz. Ali taraftarlığı vardı. Onun siyasî gidişi o tarafadır. Fakat Şiadan her hangi bir fırkaya intisap etmiş değildi. Âl-i Beyt’e sırf ictihadiyle bağlı idi. Onları candan severdi. Taassuptan uzaktı. (Ebû Zehra, Ebû Hanîfe, Konya ts., s. 190-192)

Bir Menkıbe

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin halifelerinden Muhammed Hâşim Kişmî şöyle anlatır:

“Seyyidlerden bir genç, medresede talebe idi. Arkadaşlık ederdik. Bir gün ağlayarak yanıma geldi. Başından geçen şaşılacak bir şey anlattı. Hazret-i İmâm-ı Rabbânî’nin büyük bir hârikasını/kerâmetini görmüştü. Şöyle anlattı:

«‒Hazret-i Ali’ye karşı savaşanları ve hele Hazret-i Muâviye’yi sevmezdim. Bir gece senin üstâdının Mektûbat’ını okuyordum. Okuduğum yerde, “Enes bin Mâlik (r.a) buyurdu ki, «Hazret-i Muâviye’yi sevmemek, onu kötülemek, Hazret-i Ebû Bekr’i ve Hazret-i Ömer’i sevmemek, bunları kötülemek gibidir. Ona sövene, bunları sövene verilen cezayı vermek lazımdır.” Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve “Yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış” dedim. Mektûbât’ı yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum, rüyamda gördüm ki, senin o büyük üstâdın İmâm-ı Rabbânî öfkeli ve kızgın bir halde yanıma geldi. İki mübarek elleri ile kulaklarımı çekti ve:

“‒Ey cahil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca şaşırdın ve inanmadın. Ama gel seni bir zâta götüreyim de gör! Onun arkadaşları olan Rasulullah (s.a.v)’ın ashâbını sevmediğin için aldandığını ondan işit!” buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü. Beni bağçenin kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzakta görünen büyük bir odaya doğru yürüdü. Orada nûr yüzlü, büyük bir zâtın oturmakta olduğunu gördüm. Çekinerek ve hürmetle o zâta selâm verdi. O da gelerek karşıladı. Önünde diz çöküp oturdu. Ona bir şeyler söylüyor, beni gösteriyordu. Uzaktan bana bakışlarında benden bahsettiği anlaşılıyordu. Biraz sonra senin o yüksek üstâdın kalkıp beni çağırdı:

“‒Bu oturan zât Hazret-i Ali (r.a)’dir. İyi dinle bak ne buyuruyor!” dedi. Yanlarına gidip selâm verdim. Hz. Ali (r.a):

“‒Sakın, sakın! Rasulullah (s.a.v)’ın ashâbına karşı kalbinde hiçbir dargınlık bulundurma! O büyüklerden hiçbirini kesinlikle kötüleme! Aramızda muhârebe şeklinde görünen işlerimizin hangi iyi niyetlerle yapıldığını ancak biz ve o kardeşlerimiz biliriz!” buyurdu. Senin yüksek Şeyhinin adını söyliyerek: “‒Bunun yazılarına da sakın karşı gelme!” buyurdu.

Bu nasihati dinledikten sonra kalbimi yokladım. O harbedenlere karşı bulunan soğukluğun, düşmanlığın kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı. Öfkelendi. Senin yüksek Şeyhine bakarak:

“‒Bunun gönlü daha temizlenmedi. Suratına bir tokat indir!” dedi.

Şeyh Hazretleri, yüzüme kuvvetli bir tokat indirdi. Tokatı yiyince, kendi kendime:

“‒Hz. Ali Efendimiz’i sevdiğim için onlara düşmanlık etmiştim. Hâlbuki kendisi, onlara düşmanlığımdan bu kadar çok incinmektedir. Bu hâlden vaz geçmeliyim!” dedim. Kalbimi yokladım. Düşmanlık kırgınlık kalmamıştı, onu tertemiz buldum. O anda uyandım. Şimdi de kalbim o kinden temizlenmiştir. O rüyânın, o sözlerin tâdı, beni başka şekle soktu. Kalbime Allah’tan başka hiç bir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yüksek Şeyhine ve onun yazılarındaki mârifetlere inancım kat kat arttı».”[6]

*

Kur’ân-ı Kerîm’e baktığımızda yahûdilerin, hristiyanların ve diğer insanların küfründen, şirkinden, Allah’a çocuk ve zevce isnâd ettiklerinden, peygamberleri şehîd ettiklerinden, onlara iftirâlar attıklarından, putlara taptıklarından bahsedilir.

Ancak hiçbirinde Cenâb-ı Hak, Hz. Âişe vâlidemize atılan iftirâ (İfk) hâdisesindeki kadar gazaplanmamıştır,

Hiçbirinde, İfk hâdisesindeki kadar ağır hükümler inzâl buyurmamıştır,

 Hiçbirinde, İfk hâdisesindeki kadar elem verici azâb ile orkutmamıştır,

Hiçbirinde, İfk hâdisesindeki kadar ağır bir azarlama ve kınama yoktur,

Hiçbirinde, İfk hâdisesindeki kadar ağır tehdîd yoktur…

Cenâb-ı Hak bunları veciz olarak ifade etmiş, sonra tafsîl etmiş, sonra tekrar etmiş, tekidlerde bulunmuştur.

Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz’e ve onun hürmetine âilesine ne kadar kıymet verdiğini gösterir.[7]

*

“Sana vahyettiğimiz kitap, kendinden öncekini (ilâhî kitapları) tasdik edici olarak gelen bir hakîkattir. Allah, kullarının (her hâlinden) haberdardır, görendir.

Sonra Kitab’ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazilet budur.

(Onların mükâfatı), içine girecekleri Adn Cennetleri’dir. Orada altın bilezikler ve incilerle süslenirler. Orada giyecekleri elbiseleri de ipektir.” (Fâtır, 31-33)


[1] Mekkî, Menâkıb-ı Ebû Hanîfe, II, 82 ?.

[2] Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, XIII, 331.

[3] Mekkî, Menâkıb-ı Ebû Hanîfe, II, 165.

[4] Mekkî, Menâkıb-ı Ebû Hanîfe, II, 83.

[5] Mekkî, Menâkıb-ı Ebû Hanîfe, II, 84.

[6] Muhammed Hâşim Kişmî, Berekât, İstanbul 1978, s. 271-273.

[7] Bkz. Zemahşerî, Keşşâf, III, 223 [en-Nûr, 24-25]; Halil İbrâhim Mollahâtır, Mekânetü’s-sahâbe, Medîne-i Münevvere 1431, s. 186-188.

%d bloggers like this: