Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in en büyük mûcizesi şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’dir. O, lafzıyla ve mânâsıyla mûciz bir kelâmdır. O, bir i’câz ve hidâyet kitabıdır. Cenâb-ı Hak, Kur’ân ile müşriklere meydan okumuş, onun benzeri bir söz, hatta en kısa sûresine muadil bir sûre getirmelerini istemiş fakat onlar buna güç yetirememişlerdir. Bu mûcize kıyamete kadar devam edecektir. Diğer peygamberlerin mûcizeleri ise kendi zamanları ile sınırlı kalmıştır.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e, Kur’ân-ı Kerîm’in yanında ayrıca diğer peygamberlere verilen mûcizeler de ihsân edilmiştir. Bunlardan birkaç tanesi şöyledir:
Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ (r.a) şöyle anlatır:
“(Küsûf yani Güneş tutulması esnâsında) Âişe (r.a) namaz kılarken yanına vardım:
«‒Bu insanlara ne oluyor, neden korkuyorlar?» dedim.
(Güneş tutulduğunu anlatmak için) semâya doğru (başıyla) işâret etti. Bir de baktım ki bütün insanlar namaza durmuş. Âişe (r.a): «Sübhânallâh!» dedi. Ben:
«‒Bu mühim bir hâdise ve ilâhî azametin alâmetlerinden biri mi?» diye sordum. Başıyla «Evet» diye işâret etti. Bunun üzerine ben de namaza durdum. Rasûlullah (s.a.v) kıraati pek ziyâde uzattığı için üzerime baygınlık geldi. (Yanımdaki kırbadan) başıma su dökmeye başladım.
Namazdan sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Allâh’a hamd ü senâ edip şöyle buyurdular:
«‒Şimdiye kadar bana gösterilmeyen şeylerin tamamı şu namaz kıldığım esnâda bana arzedildi. Cennet ve Cehennem bile gösterildi. Bana, sizin kabirlerinizde, Mesîh-i Deccâl (yüzünden çekilecek) imtihanlara benzer veya ona yakın bir imtihân geçireceğiniz vahyedildi. (Kabre giren kimseye):
“‒Bu adam (Yâni Rasûlullâh [s.a.v]) hakkındaki fikrin nedir?” diye sorulacak. Mü’min, yâhud yakîn sâhibi olan kimse:
“‒O Zât-ı Şerîf, Muhammed’dir, Allâh’ın Rasûlü’dür. Bize apaçık deliller ve hidâyet getirdi. Biz de O’nun dâvetine icâbet ettik ve izinden yürüdük. O, Muhammed (s.a.v)’dir!” diyecek ve bu sözünü üç kere tekrâr edecek. Bunun üzerine kendisine:
“‒O hâlde yat da rahâtına bak! Güzel bir şekilde uyu! O (Zât-ı Şerîf’in nübüvvetine) yakînen îmân ettiğini açıkça gördük!” denilecek.
Kabre giren kimse eğer münâfık ise veya kalbinde şek varsa (o suâle):
“‒Ben ne bileyim? İşittim, öteki beriki bir şeyler söylüyordu, ben de onlar gibi söyledim!” cevâbını verecek».” (Buhârî, İlim, 24)
*
Hz. Ömer (r.a) şöyle anlatır:
“Peygamber Efendimiz (s.a.v) içimizde ayağa kalkıp minbere çıktı ve yaratılışın başlangıcından Cennet ehli menzillerine, Cehennem ehli de menzillerine girinceye kadar her şeyi bizlere haber verdi. Bu anlatılanları ezberleyen ezberledi, unutan da unuttu.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 1. Bkz. Buhârî, İlim, 24)[1]
*
Ümmü Mâlik (r.a) Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e bir tulumunun içinde yağ hediye ederdi. Az sonra oğulları gelir, ondan katık isterlerdi. O esnâda evlerinde hiçbir şey bulunmazdı. Buna rağmen Ümmü Mâlik, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e yağ hediye ettiği tuluma bakar onun içinde yağ bulurdu. Böylece o tulum, evlerinin katığını idare eder dururdu. Nihayet bir gün Ümmü Mâlik (r.a) tulumu iyice sıkarak içindeki bütün yağı aldı. Ondan sonra bir daha tulumda yağ bulamadı. Ne olduğunu sormak üzere Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e geldi. Efendimiz (s.a.v):
“‒Tulumu sıktın mı?” diye sordu. Ümmü Mâlik (r.a):
“‒Evet!” dedi.
Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v):
“‒Eğer onu sıkmasaydın, evinizin katığını temin etmeye devam ederdi!” buyurdular. (Müslim, Fedâil, 8)
*
Enes bin Mâlik (r.a) şöyle anlatır:
“(Neccâr Oğulları’ndan) hristiyan bir adam vardı. Sonra müslüman oldu, Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini okudu (ezberledi). Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e vahiy kâtibliği de yapıyordu. Bu adam daha sonra hristiyanlığa geri döndü. Bu mürted:
«−Muhammed bir şey bilmez, yalnız benim kendisine yazdığım şeyleri bilir» diye yalanlar uydurmaya başladı.
Bunun üzerine Allah onu helâk etti. Hristiyanlar cenazeyi defnettiler. Fakat sabah olunca yerin onu dışarı attığını gördüler:
«−Bu, Muhammed ve ashâbının işidir. Onların arasından çıkıp kaçtığı için bu dîn kardeşimizin ölüsünden kefenini soydular ve onu meydana attılar» diye iftira ettiler.
Onun için biraz daha derin bir çukur kazıp içine bıraktılar. Fakat sabah olunca yer onu yine dışına attı. Hristiyanlar yine:
«−Bu, Muhammed ve ashâbının işidir. Onların arasından çıkıp kaçtığı için bu dîn kardeşimizin ölüsünden kefenini soydular ve onu meydana attılar» dediler.
Bir çukur daha kazdılar ve güçleri yettiği kadar derinleştirdiler. Fakat sabah olunca yerin onu yine yüzüstü dışarı atmış olduğunu gördüler. Bunun üzerine anladılar ki bu insanlar tarafından yapılan bir iş değildir. Sonra onu açığa terkedip gittiler.” (Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Münâfıkîn, 14)
Ahmed bin Hanbel’in rivâyetinde şu ziyâde vardır:
“Adam öldüğünde Rasûlullâh (s.a.v):
«−Yer onu kabûl etmez!” buyurdular.
Üvey babam Ebû Talha (r.a) adamın öldüğü yere gitti. Onun ortalığa atılmış olduğunu gördü.
«−Bu adamın durumu nedir?» diye sorunca:
«−Kendisini defâlarca gömdük ancak yer onu kabul etmedi» dediler.” (Ahmed, III, 120)
*
Yezîd bin Ebî Ubeyd (r.a) şöyle anlatır:
“Seleme bin Ekvâ (r.a)’in bacağında bir darbe izi gördüm ve:
“‒Ey Ebû Müslim, bu darbe de nedir?” diye sordum. Seleme (r.a) şu cevâbı verdi:
“–Bu bana Hayber günü isabet eden bir darbedir. O zaman insanlar:
«–Seleme vuruldu» dediler. Hemen Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in yanına vardım. Yaraya üç defâ nefes ettiler, üflediler. O andan şu vakte kadar buramda hiç rahatsızlık hissetmedim.” (Buhârî, Meğâzî, 38; Ebû Dâvûd, Tıb, 19/3894)
*
İbn-i Abbâs (radıyallâhu anhümâ) şöyle buyurur:
“Bir bedevî Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gelerek:
«–Senin Nebî olduğunu nereden anlayabilirim?» dedi.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):
«–Hurma ağacından şu salkımı çağırdığımda yanıma gelirse benim Allâh’ın Rasûlü olduğuma şehâdet eder misin?» buyurdular.
Rasulullah (s.a.v) o salkımı çağırdılar. Salkım hurma ağacından aşağıya inmeye başladı ve Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in yanına düştü.
Sonra Efendimiz (s.a.v) ona:
«‒Dön!» buyurdular, o da yerine döndü. Bunun üzerine bedevî İslâm’a girdi. (Tirmizî, Menâkıb, 6/3628)
Kâinâtta var olan her şey Cenâb-ı Hakk’ın irâde ve yaratmasıyla meydana gelir. Allah (c.c) tabiata koyduğu bir kanunu istediği zaman değiştirebilir. Bu sebeple mucizelere inanmamak, -hâşâ- Cenâb-ı Hakk’ın kudretinden şüphe etmek mânâsına gelir. Bize sahih senedlerle, ilmî metodlarla gelen bu tür haberlere inanmak aklın, ilmin ve îmânın bir gereğidir. Aksini iddia etmek ise akıldan ve ilimden uzaklaşarak cehâlet ve inadın karanlıklarına dalmanın bir göstergesidir.
[1] Krş. Tirmizî, Fiten 26/2191; İbn-i Mâce, Fiten, 18; Hâkim, IV, 551/8543; Beyhakî, Şuab, VI, 309.