Kur’ân-ı Kerîm ile Tebliğ

Rasûlullah (s.a.v) İslâm’a dâvet ettiği insanlara ve terbiye etmek istediği ashâbına Kur’ân-ı Kerîm okur ve öğretirdi.

Efendimiz’in hayatına baktığımızda onun Kur’ân’ı her vesileyle okuduğunu görürüz. İnançsızları İslâm’a dâvet ederken onlara Kur’ân’dan sûreler okurdu, ashabına sohbet ederken Kur’ân okurdu, bir meseleyi izah ederken o mevzuyla alakalı âyetleri okurdu, gece ibadetlerinde Kur’ân okurdu, her gün düzenli bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm okuma âdeti vardı. (Müslim, Müsâfirîn, 142; Ahmed, IV, 9; İbn-i Mâce, Salât, 178)

O zamanki insanlar Kur’ân’ı işitince mânâsını anlıyorlardı. Bugün bizim de Kur’ân’ı anlamak için gayret etmemiz gerekir. Bunun ilk adımı da Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in hayatını, hadîs-i şeriflerini ve sünnetlerini öğrenmektir.

*

Nâzil olan âyetler ilk günlerden itibaren hatta müslümanlar Kureyş’in zulmü altında sayısız sıkıntılar içinde yeni filizlenen bir toplulukken bile kayda geçirilmiştir. Abese sûresinin 11-16. âyetlerinde, Kur’ân’ın ilk senelerde mevcut çok sayıdaki yazılı metinlerinden (nüshalarından) bahsedilmektedir. İbn-i Abbâs (r.a) da Mekke’de inen âyetlerin Mekke’de kaydedildiğini söylemiştir. (İbn-i Dureys, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 33)

Nitekim ilk senelerde Hz. Ömer, Kur’ân yazılı bir sahifeyi okuduktan sonra iman etmiştir. (İbn-i Hişâm, I, 369-371)

Râfi bin Mâlik Akabe Bey’atı’na katıldığında, Rasûlullah (s.a.v) o zamana kadar vahyedilmiş tüm âyet ve sûrelerden oluşan bir Kur’ân metnini ona teslim etti. Râfi, Medine’ye döndüğünde kendi mahallesinde inşâ ettirdiği ve İslâm âleminde ilk câmi diye bilinen mescidde toplanan müslümanlara bu âyet ve sûreleri tilâvet etti. (Kettânî, Terâtib, Beyrut, ts., I, 44; A‘zami, Kur’an Tarihi, s. 106; Hamidullah, K. Kerim Tarihi, s. 44)

*

Rasûlullah (s.a.v)’e Kur’ân inzâl buyrulduğunda onu önce erkeklere, daha sonra da kadınlara okurdu. (İbn-i İshâk, s. 128)

*

Hz. Ebu Bekir’in teşvik ve delaletiyle Hz. Osman, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebi Vakkas, Talha bin Ubeydullah (r.anhüm), Peygamber Efendimiz’in yanına geldiler. Rasûlullah (s.a.v) onlara İslâm’ı arz ve teklif etti, Kur’ân-ı Kerîm okudu. İslâm hukukunu (şeriatlarını) anlattı. Yüce Allah’ın müslümanlara va’d buyurduğu izzet ve ikramları haber verdi. Hepsi de müslüman oldular. (İbn İshak, s. 121; Beyhakî, Delâil, II, 165; İbn-i Kesir, el-Bidâye, III, 80)

*

Hz. Osman (r.a) şöyle anlatır:

“Teyzem Ervâ’yı ziyarete gitmiştim. Rasûlullah (s.a.v) de geldi. Kendisini seyretmeye başladım. O gün hâlimde bir değişiklik vardı. Bana yöneldi ve:

«–Osman neyin var?» diye sordu.

Ben:

«–Senin aramızdaki yüksek konumuna ve aleyhinde söylenenlere şaşıyorum» dedim.

Rasûlullah (s.a.v), «Lâ ilâhe illallah» dedi. O böyle söyleyince Allah biliyor ya tüylerim ürperdi. Daha sonra Allah Rasûlü (s.a.v) şu âyetleri okudu:

«Rızkınız ve size va’dolunan şeyler göktedir. Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki (vaad olunduğunuz) şeyler, tıpkı sizin konuştuğunuz gibi kesin bir hakîkattir.» (Zâriyât, 22-23)

Bir müddet sonra kalkıp gitti. Ben de hemen arkasından çıktım ve kendisine yetişerek O’na inandığımı bildirdim. (İbn Abdilber, el-İstîâb, IV, 1779)

*

Kavminin ileri gelenlerinden olan meşhur şâir Tufeyl bin Amr şöyle der:

“Rasûlullâh (s.a.v) bana İslâm’ı anlattı, Kur’ân okudu. Vallâhi ben hiçbir zaman Kur’ân’dan daha güzel bir söz, İslâm’dan daha güzel bir dîn işitmemiştim! Hemen müslüman olup Allâh’tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına şehâdet ettim.” (İbn-i Hişâm, I, 407-408; İbn-i Sa’d, IV, 237-238)

*

Arap edebiyatının ileri gelenlerinden ve müşriklerin inatçılarından Velid bin Muğîre, Peygamber Efendimiz’e gelip:

“–Bana Kur’ân oku” diye talepte bulundu.

Allah Rasûlü (s.a.v) de:

اِنَّ اللّٰهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ وَا۪يتَاۤئِ ذِي الْقُرْبٰى وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَاۤءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

“Muhakkak Allah size adâleti, ihsânı, akrabaya vermeyi emreder;  fuhşiyattan, fenalıklardan ve zulüm yapmaktan sizi nehyeder. Dinleyip tutasınız diye size öğüt verir” (Nahl, 90)  âyetini okudu.

Velid:

“–Bunu bana bir daha oku” dedi.

Peygamberimiz âyeti tekrar okuyunca, Velid:

“–Vallahi, az önce Muhammed’den öyle bir kelâm dinledim ki insan sözü desem değil, cin sözü desem değil! O sözde öyle tatlılık, öyle güzellik ve parlaklık var ki, tepesi bol yemişli, kökü sulak, yemyeşil bir ağaca benziyor. Bunu beşer söyleyemez. Hiç kuşkusuz bu söz her şeye üstün gelir. Ona ise hiçbir şey üstün gelemez, muhaliflerini mutlaka mağlûb eder” demekten kendini alamadı.

Beyninden vurulmuşa dönen Velid, kalkıp Hz. Ebû Bekir’in evine gitti. Kur’ân-ı Kerîm hakkında birtakım sorular sordu ve cevaplarını aldı. Sonra Kureyşlilerin yanına varıp:

“–İbn-i Ebî Kebşe’nin (Muhammed’in)[1] söylediği şeyler, doğrusu hayrete şâyândır! Vallâhi o ne şiir ne sihir ne de bir deli saçmasıdır! Onun söylediği hiç kuşkusuz Allah kelamıdır” dedi.

Velid’in bu sözünü işiten bazı müşrikler bir araya gelerek onun Müslüman olmasını engellemek için planlar kurdular ve Velid’i İslâm’dan uzaklaştırdılar.[2]

*

İbn-i Abbâs Hazretleri’nden rivâyet edildiğine göre, Velîd bin Muğîre bir gün Peygamber Efendimiz’e geldi; Rasûlullah (s.a.v) ona Kur’ân okudu ve sanki Velid’in kalbi biraz (İslâm’a) yumuşadı. Onun bu hâlini haber alan Ebu Cehl, yanına gelerek:

“–Amca, kavmin sana vermek üzere mal topluyorlar. Muhammed’e gitmişsin ve onun tarafındaki mala talip olmuş, ondan bir şeyler istemişsin” dedi. Velîd:

“–Kureyş beni iyi bilir ki malı en çok olanlardan biriyim” dedi. Ebu Cehl:

“–O halde Muhammed hakkında öyle bir şey söyle ki senin onu inkâr ettiğini ve ondan hoşlanmadığını kavmin bilsinler” dedi. Velîd:

“–Ne söyleyeyim? Vallahi, içinizde şiiri benden iyi bilen kimse yoktur, recezi[3], kasideyi benden daha iyi bilen yoktur. Vallahi onun söyledikleri bunlardan hiçbirine benzemiyor. Vallahi, onun söylediğinde bir tatlılık var, onun apayrı bir lezzeti var, altındaki her sözü yıkıyor ve hepsinin üstüne çıkıyor, hiçbir söz onun üstüne çıkamıyor” dedi. Ebu Cehil ısrar ederek:

“–Kavmin, onun aleyhinde bir şey söylemeden senden razı olmayacak” dedi. O da:

“–Bırak beni biraz düşüneyim” dedi, sonra da: “Bu nakledilen bir sihirdir” diyebildi. (Vâhidî, Esbâbu nüzûl, s. 468)

Onun bu hali, Kur’ân’da bütün canlılığı ile şöyle tasvir edilir:

“O düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Hay kahrolası! Nasıl, nasıl da ölçtü biçti! Sonra baktı. Derken suratını astı, kaşlarını çattı. Sonra da sırtını döndü, kibrinden kabardı, arkasına bakmadan çekip gitti! «Bu, büyücülerden nakledilen büyüden ibarettir. Bu, beşer sözünden başka bir şey değildir» dedi.” (Müddessir, 18-25)

*

Müslümanların sayısının hızla artması ve Hazret-i Hamza ve Hazret-i Ömer (r.a) gibi bahâdırların İslâm’a girmesi üzerine iyice telâşa kapılan müşrikler, bir toplantı yaparak bu gidişâtın önünü alabilmek için çâreler düşündüler:

“−Muhammed’in durumu iyice ciddîleşti, işlerimizi karıştırdı. Sihirde, kehânette, şiirde en âlimimizi ona gönderelim de kendisiyle konuşsun!” dediler.

Bu iş için Utbe bin Rebîa’yı münâsip görerek Allah Rasûlü (s.a.v)’e gönderdiler. Utbe, müşriklerin daha önce yapmış oldukları teklifleri, fazlasıyla tekrar ederek uzun uzun konuştu. Sözlerini bitirinceye kadar Allâh Rasûlü (s.a.v) onu sessizce dinledi. Sonra da ona künyesiyle hitap ederek:

“−Ey Ebu’l-Velîd! Söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordu. Utbe:

“–Evet!” deyince Rasûlullâh (s.a.v):

“−Şimdi de sen beni dinle!” buyurdu. Besmele çekerek Fussilet Sûresi’ni okumaya başladı. Secde âyeti olan 37. âyeti de okuyup secde ettikten sonra:

“−Ey Ebu’l-Velîd! Okuduklarımı dinledin. Artık işte sen, işte o!” buyurdu.

Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına dönerken, onu gören müşrikler:

“−Vallâhi Ebu’l-Velîd gittiğinden çok farklı bir yüzle geliyor. Hâli çok değişmiş?!” dediler.

Yanlarına geldiğinde heyecanla Utbe’ye:

“−Ne oldu, anlatsana?” dediler.

Utbe:

“−Vallâhi, öyle bir söz dinledim ki şimdiye kadar bir benzerini hiç işitmemiştim. O ne şiir, ne sihir, ne de kehânettir! Muhammed:

فَإِنْ أَعْرَضُوا فَقُلْ أَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ

«Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki: İşte sizi, Âd ve Semûd’un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırım ile îkâz ettim.» (Fussilet, 13) dediği zaman, daha fazla okumasın diye elimle ağzını tutarak, susması için akrabâlığımız hakkı üzerine yemin ettim. Muhammed’in söylediği her şeyin aynen vukû bulduğunu bildiğim için üzerimize azâb ineceğinden korktum.

Ey Kureyş cemaati, gelin beni dinleyin! onu kendi işiyle baş başa bırakın, aradan çekilin! Eğer onu Araplar öldürürse, sizden başkası vâsıtasıyla kendisinden kurtulmuş olursunuz. Şâyet Araplara hâkim olursa, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun kudret ve şerefi sizin kudret ve şerefiniz demektir. Böylece Muhammed sâyesinde insanların en mutlusu olursunuz!” dedi.

Kureyşliler:

“−Ey Ebu’l-Velîd! O seni de diliyle sihirlemiş!” deyince Utbe:

“−Benim fikrim budur. Siz nasıl istiyorsanız öyle yapın!” karşılığını verdi. (İbn-i Hişâm, I, 313-314; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 111-112)

*

Allah Rasûlü (s.a.v) bir mecliste oturur, oradakileri Allah’a çağırır, onlara Kur’ân okur ve onları, geçmiş inkârcı ümmetlerin başına gelenlerden sakındırırdı. Oradan kalkıp gittiğinde hemen peşinden Kureyş’in şeytanlarından biri olan Nadr bin Hâris gelir, onlara Rüstem’den, İsfendiyar’dan ve Pers krallarından hikâyeler anlatırdı… (İbn Hi‏‏‏şâm, I, 381)

*

Rasûlullah (s.a.v) bir gün Mescid-i Haram’a girdiği sırada, Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerindenVelid bin Mugîre ve daha birçok kimseler Kâ‘be’nin Hatîm’inde oturuyorlardı.

Rasûlullah (s.a.v) da, oraya varıp onların yanına oturmuştu. Kâ‘be’nin çevresinde, tapılmak üzere dikilmiş, kurşunla sağlamlaştırılmış üç yüz altmış put bulunuyordu. O sırada, Nadr bin Haris de gelip yanlarına oturdu. Rasûlullah (s.a.v) konuşmaya başlayınca, Nadr bin Haris itiraz etti. Rasûlullah (s.a.v), verdiği cevapla onu susturdu. Sonra da, ona ve oradakilere Enbiyâ sûresinin:

“Siz ve Allah’ın dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız. Siz oraya gireceksiniz. Eğer onlar birer ilâh olsalardı oraya (cehenneme) girmezlerdi. Hâlbuki hepsi (tapanlar da tapılanlar da) orada ebedî kalacaklardır. Onlar orada inim inim inleyecekler, kendilerini sevindirecek hiçbir haber de işitmeyeceklerdir” (Enbiyâ, 98-100) âyetlerini okudu. Sonra da kalkıp gitti.

Putları aleyhinde okunan âyetler Kureyş müşriklerinin çok ağırına gitti. (İbn Hişam, I, 382; Taberî, Tefsir, XVII, 96-97; İbn-i Kesîr, Tefsir, III, 198-199; Ezrakî, Ahbâru Mekke, I, 120-121; İbn Sa’d, II, 136; Vâhidi, Esbâbü’n-nüzûl, 206)

*

Habeşistan’a hicret etmiş müslümanlarla, onları geri döndürmek üzere Mekke’den giden müşrikler Necâşî’nin huzûrunda bulunuyorlardı. Müşriklerin iftirâ ve yalanlarını dinleyen Necâşî sözü müslümanların temsilcisi Ca’fer bin Ebî Tâlib (r.a)’a verdi. Ca’fer güzel bir konuşma yaptı. Bunu sükûnet ve dikkatle dinleyen Necâşi:

“–Peygamber olduğunu iddiâ eden o şahsın, Allah’tan aldığı şeylerden ezberinizde olan var mı?” diye sordu. Hz. Ca’fer, “Evet” deyince biraz okumasını istedi. Ca’fer (r.a) hûşû içinde Meryem sûresinden okumaya başladı. Zekeriyyâ (a.s), sonra Yahya (a.s), onun ardından Meryem vâlidemizle ilgili âyetler birbirini takip etmeye başlamıştı. Bütün bunlar, Kur’ân dilinden işitildikçe kalpler yumuşamış, gözlerden yaşlar boşanmaya başlamıştı.

Câfer (r.a)’in bilerek seçtiği bu âyet-i kerîmeler, hristiyan bir cemaatin hassasiyetle üzerinde durdukları konulara temas ediyordu. Hz. Câfer huşû içinde dinlenilen bu âyet-i kerîmelerin tilâvetine son verince gözü ve gönlü dolu dolu olan Necâşi başını kaldırarak:

“–Şüphesiz şu dinlediklerim ile İsâ’nın getirdiği, aynı nûr kaynağından fışkırıyor!” dedi, sonra da Kureyş’in elçilerine dönerek:

“–Geldiğiniz yere geri dönün! Allah’a yemin olsun ki onları size aslâ vermem” dedi ve Kureyş’in müşriklerini  başından savdı. (İbn-i Hişâm, I, 358-360)

*

Hâlid el-Advânî der ki:

“Rasûlullah (s.a.v)’i, Sakif kabilesinin yardımını istemek üzere yanlarına geldiği zaman, Taif’in doğusunda, elindeki yay veya asâya dayanmış olduğu halde gördüm. Târık sûresini sonuna kadar okuduğunu işittim. Bu sûreyi cahiliye devrindeyken ve bir müşrik iken ezberledim. Sonra onu İslâm döneminde de okudum.  Tâifliler beni çağırıp:

«–Şu adamdan dinlediğin şey ne idi?» diye sordular. Ezberlediğim sûreyi onlara okudum. Yanlarında bulunan Kureyşîlerden biri:

«–Biz adamımızı daha iyi biliriz. Onun dedikleri şeyin hak olduğunu bilseydik kendisine tâbi olurduk» dedi.”

Rasûlullah (s.a.v) Tâif’te on gün kaldı. Sakif kabilesi eşrafından, yanına varıp konuşmadığı bir kimse kalmadı… (Ahmed, IV, 335; İbn-i Sa‘d, I, 212; Diyarbekrî, I, 302)

*

Rasûlullâh (s.a.v) birgün Minâ’da, Şeybân bin Sa’lebe Oğulları’nın yanına vardı. Kendisinin Allâh’ın rasûlü olduğunu bildirince kabîlenin ileri gelenlerinden Mefrûk bin Amr:

“−Ey Kureyşli kardeş! Sen insanları nelere dâvet ediyorsun?” diye sordu.

Rasûlullâh (s.a.v) gelip yanlarına oturdu. Ebû Bekir (r.a) da ayağa kalkarak Rasûlullah (s.a.v)’i elbisesiyle gölgeledi. Allâh Rasûlü (s.a.v), Mefrûk’a:

“−Ben sizi Allâh’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Allâh’ın şerîksiz ve bir tek olduğuna, benim de Allâh’ın Rasûlü olduğuma şehâdet etmeye, Allâh tarafından bana emrolunan şeyleri yerine getirinceye kadar beni muhâfaza etmeye ve bana yardımcı olmaya dâvet ediyorum. Çünkü Kureyş, Allâh’ın emrine karşı geldi, Allâh’ın Rasûlü’nü yalanladı, bâtılı tutup haktan yüz çevirdi. Allâh her şeyden müstağnî ve her türlü hamde lâyıktır!” buyurdu. Mefrûk:

“−Ey Kureyşli kardeş! Sen başka nelere dâvet ediyorsun?” diye sordu. Allâh Rasûlü (s.a.v) En’âm Sûresi’nden şu âyetleri okudu:

“De ki: Gelin Rabbinizin size neleri harâm kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin! Zîrâ sizin de onların da rızkını Biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allâh’ın muhterem (dokunulmaz) kıldığı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allâh’ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız.

Rüşd çağına erişinceye kadar, yetimin malına en güzel şekilde yaklaşın. Ölçü ve tartıyı adâletle yapın. Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz.

Söz söylediğiniz zaman, (leh ve aleyhinde söyleyeceğiniz kimse) akrabânız dahî olsa adâletli olun ve Allâh’a verdiğiniz sözü tutun. İşte Allâh size, iyice düşünesiniz diye bunları emretti.

Şüphesiz bu, Ben’im dosdoğru yolumdur. Buna uyun, (başka) yollara uymayın. Zîrâ o yollar sizi Allâh’ın yolundan ayırır. İşte Allâh, sakınıp takvâ sâhibi olasınız diye size bunları emretti.” (En’âm, 151-153)

Mefrûk:

“−Ey Kureyşli kardeş! Sen daha nelere dâvet ediyorsun? Vallâhi bunlar beşer kelâmı değildir! Eğer insanların kelâmından olsaydı biz onu çok iyi tanırdık.” dedi. Bu defâ Fahr-i Kâinât (s.a.v):

“Muhakkak ki Allâh, adâleti, ihsânı, akrabâya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl, 90) âyetini okudu. Mefrûk:

“−Ey Kureyşli kardeş! Vallâhi Sen beni en üstün ahlâka ve en güzel amellere dâvet ettin! Sana yalancı diyen kavim iftirâ etmiş demektir!” dedi.

Kabîlenin ileri gelenlerinden Hâni ve Müsennâ da aynı şekilde cevap verdiler. Lâkin kavimleriyle görüşüp konuşmadan bu teklifi kabûl edemeyeceklerini, ayrıca Kisrâ ve Farslarla antlaşma yaptıklarını, onların bu işten memnun olmayacağını söylediler. Netîcede vicdânen kabûl ettikleri hâlde menfaatlerinin kesileceği ve başlarına bir zarar geleceği korkusuyla Allâh Rasûlü’nün teklifini reddettiler. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, V, 250-251; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 187-189)

*

Medineli Evs kabilesinden Amr bin Avf oğullarının kardeşi Süveyd bin Sâmit, hac veya umre için Mekke’ye gelmişti. Cesareti, şiirleri, yaşlılığı, soyu ve şerefliliği sebebiyle kabilesi içinde ona “Kâmil” ismi verilmişti. Peygamber Efendimiz (s.a.v), Süveyd’in Mekke’ye geldiğini işitince, gidip kendisini Yüce Allah’a îmâna, İslâm’a davet etti. Süveyd:

“–Belki de sende olan, benim yanımdakinin benzeridir!” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Senin yanındaki nedir?” diye sordu. Süveyd:

“–İçinde Lokman’ın hikmetli sözleri yazılı bir mecmua!” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Onu bana okusana?” buyurdu. Süveyd okuyunca Rasûlullah (s.a.v):

“–Şüphesiz ki bu, güzel bir sözdür. Fakat Allah’ın bana indirdiği ve O’nun kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm bundan daha güzel ve daha üstündür! O, hidayet ve nûrdur!” buyurdu.

Sonra Allah Rasûlü (s.a.v) ona Kur’ân-ı Kerîm okudu ve kendisini İslâm’a dâvet etti. Süveyd İslâm’ı ne kabul etti ne de ondan uzaklaştı. Kur’ân-ı Kerîm hakkında:

“–Hiç şüphesiz bu, güzel bir sözdür!” dedi. Sonra oradan ayrılıp Medine’ye, kavminin yanına gitti. Çok geçmeden de, Hazrecîler tarafından öldürüldü. Kabilesinden bazı kişiler:

“–Biz onun müslüman olduğu halde öldürüldüğünü gördük!” demişlerdir. Böyle ise, Allah ona rahmet etsin! (İbn-i Hişam, II, 34-36; Belâzurî, I, 238; Taberî, Târih, II, 233; Beyhakî, Delâil, II, 419; İbn-i Esîr, Kâmil, II, 94-95; Halebî, II, 160)

*

Medîneli Enes bin Râfî, bir kısım gençle Mekke’ye gelmişti. Hazreç kabilesine karşı Kureyşlilerle andlaşma yapmak istiyorlardı. Rasûlullâh (s.a.v) onların geldiklerini haber alınca hemen yanlarına gitti. Onlarla birlikte oturdu ve:

“–Size geliş sebebiniz olan işten daha hayırlısını söyleyeyim mi?” buyurdu.

“–Nedir o?” dediklerinde:

“–Ben Allah’ın resûlüyüm. Allah beni kullarına gönderdi. Onları Allah’a dâvet ediyorum. Allah’a ibâdet etmelerini, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarını söylüyorum. Bu husûsta Allah bana kitap indirdi” diyerek İslâm’ı anlattı ve onlara Kur’ân-ı Kerîm’den bazı âyetler okudu.

İçlerinden İyâs bin Muâz isminde bir genç çıktı:

“–Arkadaşlar! Vallâhi bu, geldiğiniz işten daha hayırlıdır” dedi. Ancak arkadaşları tarafından hakâret ve eziyetlerle susturuldu. Medîne’ye döndüklerinde ise Buâs Savaşı başladı. Fazla zaman geçmeden İyâs bin Muâz vefât etti. Ölümü esnâsında başında bulunanlar, onun durmadan tesbihâtla meşgul olduğunu duydular. Müslüman olarak öldüğünden hiçbirinin şüphesi yoktu. Çünkü İyâs (r.a), Kâinâtın Efendisi’ni dinlediğinde İslâm’ı iliklerinde hissetmiş ve onu kabul etmişti. (Hâkim, III, 199; Ahmed, V, 427)

*

İlk Akabe görüşmesine iştirak eden Medineli altı kişi, Efendimiz’in İbrahim sûresinin 35-52. âyetlerini okuması üzerine hidâyete kavuştular. (İbn-i Hişam, II, 38-40; İbn-i Sa’d, I, 217-219; Heysemî, VI, 42)

*

Rasûlullah (s.a.v), müslüman heyetlere de Kur’ân okurdu. İkinci Akabe’de bazı sahabiler konuşma yaptıktan sonra Peygamber Efendimiz’e:

“–Ey Allah’ın rasûlü, siz de konuşun! Bizden, kendiniz için, Rabbin için istediğiniz sözü alın!” demişlerdi.

 Bunun üzerine, Rasûlullah (s.a.v) konuştu ve Kur’ân-ı Kerîm okudu. Onları Allah’a davet ve İslâm’a teşvik etti. (İbn Hişam, II, 50; İbn Sa’d, I, 222; Ahmed, III, 461; Beyhakî, Delâil, II, 446; İbn Esir, Üsdü’l-gâbe, I, 207; Heysemî, Mecma, VI, 44)

*

Peygamber Efendimiz ve Halîfeler, İslâm dünyasının muhtelif merkezlerine pek çok âlim sahâbîyi hoca olarak gönderdi. Onlar insanlara Kur’ân’ı ve sünneti öğretiyorlardı.[4]

Meselâ Mus’ab bin Umeyr Medîne’ye muallim olarak gönderildiğinde, insanlara İslâm’ı anlatıyor ve her fırsatta Kur’ân okuyordu.[5]

*

Mus’ab bin Umeyr (r.a), Medîne’de Selîmeoğulları’nın eşrâfından olan Amr bin Cemûh’u da İslâm’a dâvet etti. Ona Yûsuf Sûresi’nin ilk sekiz âyetini okudu. Amr düşünmek için biraz mühlet istediyse de bir türlü karar veremedi.

Bir müddet sonra ibâdet ettiği cansız nesnenin hiçbir şeye yaramadığını, kendini korumaktan dahî âciz olduğunu anladı ve şirk karanlığından İslâm’ın nurlu sabahına uyandı. İçinde bulunduğu dalâletten, kendisini Rasûlullah (s.a.v) vâsıtasıyla kurtaran Allâh’a şükretti. Daha sonra da kavmini İslâm’a teşvîk etti. (İbn-i Hişâm, II, 61-63; Zehebî, Siyer, I, 182)

*

Hicret esnasında Sürâka, Peygamber Efendimiz’i yakalamak maksadıyla atını dörtnala kaldırdı. Hicret kâfilesine, Rasûlullah (s.a.v)’in okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’i işitecek kadar yaklaştı. Rasûlullah (s.a.v) arkasına hiç dönüp bakmıyor, Hz. Ebu Bekir ise, sık sık ardına dönüp bakıyordu.

Rasûlullah (s.a.v)’in okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’i işittiği sırada, birden Sürâka’nın atının iki ön ayağı kuma battı ve dizlerine kadar gömüldü. Sürâka da, atın üzerinden yere yuvarlandı. Sürâka atı kalkmaya zorladı, at kalkmaya çabaladı ise de, ayaklarını yerden çıkaramadı. Sürâka, Rasûlullah (s.a.v)’in Allah tarafından korunduğunu görünce, İslâm’ın her tarafa yayılıp hâkim olacağına kanaat getirdi ve emân diledi. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45; Ahmed, IV, 176; İbn Hişam, II, 103; Hâkim, III, 7; İmam Zührî, Megâzî, 102-103; Abdurrezzak, V, 393-394; Beyhakî, Delâil, II, 487; İbn Cevzî, el-Vefâ, I, 241; İbn Seyyid, Uyûnu’l-eser, I, 185; Zehebî, Târîhu’l-islâm, 326; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 185)

*

Rasûlullâh (s.a.v), Bedir Gazvesi’nden önce birgün, hasta olan Sa’d bin Ubâde’yi ziyârete gitmek üzere bir merkebe binmiş, Üsâme bin Zeyd (r.a) da terkisine almıştı. Yolda, Abdullâh bin Übey bin Selûl’ün de bulunduğu bir meclise uğradı. Abdullâh bin Übey o sırada henüz müslüman oldum diyerek bey’at etmemişti. (Küfrünü açıkça ortaya koyuyordu.) Meclis; müslümanlar, yahûdîler, puta tapan müşrikler olmak üzere muhtelif dinlere mensup kimselerden oluşuyordu. Abdullâh bin Revâha da meclisteydi. Fahr-i Kâinât (s.a.v)’in bineğinin tozu meclise ulaşınca, Abdullâh bin Übey burnunu elbisesinin ucuyla kapatarak:

“−Bizi tozutma.” dedi.

Allâh Rasûlü onlara selâm vererek durdu, bineğinden indi, onları Allâh’a îmâna dâvet etti ve Kur’ân okudu, Allah’ı hatırlattı. Onları ahiret azabıyla korkuttu, ahiret nimetleriyle müjdeledi. (Buhârî, Tefsîr, 3/15; İbn Hişam, II, 237)

*

Enes (r.a)’ın anlattığına göre Ebû Talha (r.a) bir gün Efendimiz’in yanına varmıştı. Rasûlullah (s.a.v)’in ayakta Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğrettiğini gördü. Allah Rasûlü, açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı.

İşte Rasûl-i Ekrem Efendimiz ve ashâbının meşgûliyeti, Allah’ın kitâbını anlamak ve öğrenmek, arzu ve iştiyakları da Kur’ân’ı tekrar tekrar okumak ve dinlemekti. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

*

Umeyr bin Vehb, Medine’ye gelip müslüman olduğunda Rasûlullah (s.a.v) ashâbına:

“–Kardeşinize dînini iyice anlatınız! Kendisine Kur’ân okuyup öğretiniz!.. buyurmuştu. (İbn-i Hişâm, II, 306-309; Vâkıdî, I, 125-128; Heysemî, VIII, 284-286)

*

Âmir bin Sa’saa Oğulları’nın lideri Ebû Berâ, Hicretin 4. yılı Safer ayında Medine’ye gelerek, Rasûlullah (s.a.v)’i ziyaret etmişti.

Ebû Berâ, getirdiği iki atla iki deveyi hediye etmek istedi ise de, Rasûlullah (s.a.v) onun hediyesini kabul etmedi ve:

“–Ebû Berâ! Ben müşrikten hediye kabul edemem. Eğer hediyeni kabul etmemi istiyorsan, müslüman ol!” buyurdu, İslâm’da neler olduğunu, Allah’ın mü’min kullarına vaadettiği sevap ve mükâfatları haber verdi ve ona Kur’ân-ı Kerîm okudu.

Ebû Berâ İslâm’ı ne kabul etti ne de ondan uzaklaştı… (Bkz. İbn Hişam, III, 184; Vâkıdî, I, 346; Taberî, Tarih, III, 34; Beyhakî, III, 329; İbn Esîr, II, 171; Heysemî, VI, 128)

*

Mânevî kıvâmı yüksek bir kalb ile okunan Kur’ân-ı Kerîm, ruhlarda silinmez izler bırakıyordu. Herkes ilim ve irfân seviyesine göre ondan istifâde ediyordu. Onda her türlü manevi hastalıklara şifa vardı. Her âyet-i kerîme, bir insanın veya toplumun mühim bir hastalığına devâ olacak keyfiyette idi. Bu sebeple tebliğci, hangi muhatabına hangi âyetleri veya sûreleri okuyacağını iyi bilmelidir. Allah Rasûlü (s.a.v), bu hususa büyük îtinâ gösterirdi. Muhatabının durumuna göre âyetler seçer ve onları okurdu. Ashâbını da bu şekilde yetiştirmişti. Hatta Fahr-i Kâinât Efendimiz, gönderdiği elçilere, gittikleri bölge halkının dinî ve itikadî durumlarına göre okuyacakları sûre ve âyetleri bildirirdi.

Mesela Himyer reisine gönderdiği elçi Iyâş bin Ebi Rebia’ya Beyyine sûresini okumasını emretmişti. (İbn-i Sa’d, I, 282)

*

Rasûlullah (s.a.v), İslâm’a dâvet için gönderdiği mektuplara, muhataplarının inanç ve düşüncelerini göz önünde bulundurarak uygun bir veya birkaç âyet yazdırırdı.

*

Habeş Necaşîsi Medine’ye Hz. Cafer (r.a) ile birlikte 70 kişi göndermişti. Onların hepsi de, kilise ve din adamlarının en iyilerinden ve yufka yürekli, gözleri yaşlı olanların­dan idiler. Rasûlullah (s.a.v), onlara Yâsîn sûresini okudu. Sûreyi sonuna kadar dinlediler, ağladılar ve hakikati idrak ettiler:

“–Bu, Hz. İsa’ya indirilene çok benziyor!” dediler, iman ettiler, müslüman oldular. (Taberî, Tefsir, VII, 4  [Mâide 82]; Kastalânî, Mevâhib, I, 292; Diyarbekrî, II, 31)

*

Mekke fethinden sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v) kadınlara sözlü olarak bey‘at şartlarını bildirdi ve onlara Kur’ân-ı Kerîm okudu. (Vâkıdî, Megâzî, II, 850; İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, VIII, 236; M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 6/440-444)

*

Allah Rasûlü (s.a.v), hicretin 8. yılında Amr bin Âs’ı Umman kralı Ceyfer’le kardeşi Abd’e gönderdi. Amr, onları İslâm’a davet edecekti. Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi okuyan Ebû Zeyd el-Ensârî’yi de onunla birlikte gönderdi.

Umman halkı kelime-i şehadet getirmeyi kabul ederek Allah’a ve Rasûlü’ne boyun eğecek olurlarsa, Amr bin Âs orada yönetim işleriyle uğraşacak, müslüman zenginlerden sadaka ve zekâtlarını toplayarak yoksullara dağıtacak, mecusilerden (ateşe tapanlardan) cizye alacak, müslümanlar arasındaki dâvâları da halledecekti.

Ebû Zeyd ise; namaz kıldıracak, halka İslâm’ı anlatacak, Kur’ân-ı Kerîm’i ve sünnetleri öğrete­cekti. (Bkz. İbn-i Hişam, IV, 279; İbn-i Sa‘d, I, 262, Belâzurî, Fütûhu’l-büldân, I, 92; Taberî, Târih, III, 139; İbn-i Esîr, Kâmil, II, 272)

*

Hicretin 9. senesinde Medine’ye her taraftan heyetler gelmeye başlamıştı. Bu esnâda, Benî Ukayl kabilesinden Ebû Harb bin Huveylid de, Peygamber Efendimiz’in yanına geldi.

Rasûlullah (s.a.v) ona Kurân-ı Kerîm okudu ve İslâm’ı anlattı.

Ebû Harb:

“–Vallahi, sen ya Allah’a, ya da Allah’a kavuşana kavuşmuşsun! Sen öyle sözler söylüyorsun ki, doğrusu, biz onun gibi güzel bir söz hiç işitmedik. Fakat, senin beni davet ettiğin şeyler ve üzerinde bulunduğum din hakkında fal okumu çekip bir bakayım!” dedi.

Fal okunu çekti, küfür oku çıktı!

Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz’e:

“–İşte, çıkanı gördün!” dedikten sonra, kardeşi İkâl bin Huveylid’in yanına döndü. Ona:

“–Hayrı az olasıca! Sen de Muhammed’in yanına varsaydın, o seni de İslâm dinine davet etseydi, sana Kur’ân okusaydı, olmaz mıydı? Eğer ben müslüman olsaydım, bana Akik’i vermişti!” dedi.

İkâl:

“–Vallahi ben, Muhammed’in sana vereceğinden daha fazlasını verebilirim!” dedikten sonra, atına binip Akik’in alt tarafını mızrağıyla çizerek aldı. Oranın içinde kaynak suyu bulunuyordu. İkâl daha sonra müslüman oldu. (İbn Sa’d, I, 302-303; İbn Esir, Kâmil, II, 286; İbn Haldun, Târih, II, 2, 51)

*

Kinde temsilcileri hicrî 10. sene altmış veya seksen kişi olarak Mescid-i Nebevî’ye gelip Rasûlullah (s.a.v)’in huzuruna vardılar. Üzerlerinde ipekli, sırmalı elbiseler vardı.

“–Senin makâmın burası mı?!” diye sordular. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Ben hükümdar değil, Muhammed bin Abdullah’ım!” buyurdu.

“–Biz sana isminle hitap etmeyiz!” dediler. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Ben aynı zamanda Ebü’l-Kâsım’ım!” buyurdu.

Kinde temsilcileri, Peygamber Efendimiz’i imtihan için tereyağının içine bir çekirge gözü sak­lamışlardı.

“–Ey Ebu’l-Kâsım! Biz seni imtihan için bir şey gizledik! Nedir o?” diye sordu­lar. Rasûlullah (s.a.v):

“–Sübhanallah! Bu, ancak kâhinin yapacağı bir şeydir. Kâhinlik de, kâhinliğe özenmek de insanı cehenneme götürür.!” buyurdu. Kinde temsilcileri:

“–Öyle ise, senin Allah’ın rasûlü olduğunu nasıl anlayacağız?” dediler. Efendimiz (s.a.v) yerden bir avuç çakıl taşı alıp:

“–Bunlar, benim Allah’ın rasûlü olduğuma şehadet ederler!” buyurunca, taşlar Peygamber Efendimiz’in elinde teşbih etmeye başladılar! Bunun üzerine, Kindeliler:

“–Biz de şehadet ederiz ki; sen hiç şüphesiz Allah’ın rasûlüsün!” dediler.

Rasûlullah (s.a.v):

“–Allah beni hak dinle peygamber olarak gönderdi ve bana bir de Kitap indirdi ki, bâtıl ona ne önünden ne de ardından yaklaşamaz!” buyurdu. Kinde temsilcileri:

“–Bize ondan biraz okuyup dinletebilir misin?!” dediler.

Rasûlullah (s.a.v) Sâffât sûresinin başından okumaya başladı:

“Saf saf dizilmiş duranlara, toplayıp sürenlere, zikir okuyanlara yemin ederim ki, ilâhınız birdir. O, hem göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi, hem de doğuların Rabbidir.” (Sâffât, 1-5)

Allah Rasûlü (s.a.v) bu beş âyeti okuyup susmuştu. Hiç kımıldamadan duruyordu. Gözleri yaşarmış, gözyaşları sakalına doğru akmaya başlamıştı. Kindeliler:

“–Biz senin ağladığını görüyoruz!? Yoksa seni gönderen zâttan korktuğun için mi ağlıyorsun?” dediler.

Peygamber Efendimiz:

“–Beni korkutan ve ağlatan, Allah’ın beni kılıcın ağzı gibi ince ve keskin olan dosdoğru bir yol üzere göndermiş olmasıdır ki, ondan azıcık eğrilsem helak olurum!” buyurduktan sonra:

“Hakikaten, biz dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız; sonra bu durumda sen de bize karşı hiçbir yardımcı ve koruyucu bulamazsın” (İsrâ, 86) âyetini okudu. Sonra da Kinde temsilcilerine:

“–Siz Müslüman oldunuz, değil mi?” diye sordu. Onlar da:

“–Evet! Müslüman olduk!” dediler.

Peygamber Efendimiz:

“–Öyleyse, şu üzerinizdeki ipek ve sırmalar ne diye duruyor?!” buyurdu.

Bunun üzerine, Kinde temsilcileri elbiselerindeki ipekleri ve sırmaları hemen söküp attılar. (Bkz. İbn-i Hişam, IV, 254; Ebu Nuaym, Delâil, I, 237-238; Halebî, İnsânu’l-uyûn, III, 260)

*

Peygamber Efendimiz kendisine gelip yeni müslüman olan heyet üyelerinin Medine’de bir müddet kalarak Kur’ân-ı Kerîm’i ve dînî esasları öğrenmelerini, bizzat kendisinin tatbikatını müşâhede ederek İslâm’ı anlamalarını isterdi.

Meselâ Abdü’l-Kays heyeti geldiği zaman Ensâr’dan, onları misafir etmelerini ve ikramda bulunmalarını istemişti. Bu arada gerekli dini malumatı öğretmelerini, namaz için lüzumlu sûreleri ezberletmelerini tenbihlemişti. Sabahleyin geldiklerinde hâl ve hatırlarını, Ensâr’ın ilgisinden memnun olup olmadıklarını sordu. Onlar da memnuniyetlerini ifade ettiler. Sonra Peygamberimiz heyettekileri, dîni daha rahat öğrenebilmeleri için ashâbın evlerine birer ikişer dağıttı. Bu metot daha faydalı oldu.

Ashâbın gayreti ve Abdü’l-Kays’lıların öğrenme azminden son derece memnun kalan Peygamber Efendimiz, onlarla tek tek ilgilenerek ezberledikleri Tahiyyât’ı, Fâtiha’yı, diğer sûreleri ve öğrendikleri sünnetleri bizzat kendisi kontrol etti. (Ahmed, III, 432)

*

Rasûlullâh (s.a.v), Sakîf heyetini, kalbleri yumuşasın diye, mescidde misâfir etti. Temsilciler, geceleyin okunan Kur’ân-ı Kerîm’i, ashâbın teheccüd namazında okuduğu sûreleri dinliyor ve müslümanların beş vakit namazlarında saf oluşlarını seyrediyorlardı. (Ahmed, IV, 218; Vâkıdî, III, 965)

*

Rasûlullah (s.a.v) kendisine vahyedilen âyet ve sûreleri zaman zaman Cuma hutbelerinde okuyordu. Bazı sahâbîler, bir kısım sûreleri Cuma hutbelerde dinleyerek ezberlediklerini ifade ederler. (Müslim, Cuma, 49-52)

*

Ubeydullah bin Abdullah, Hz. Osman zamanında çoğaltılan nüshalardan Medîne Mushafı’nın Mescid-i Nebevî’de muhafaza edildiğini ve her sabah cemaate okunduğunu haber verir. (İbn-i Şebbe, Târîhu’l-Medîne, s. 7; İbn-i Kuteybe, Tevîlü müşkili’l-Kur’ân, s. 51)

*

İbn-i Abbâs (r.a) Basra’da ayağa kalkıp insanlara hitâb etmiş, onlara Bakara sûresini okuyup içindeki mevzûları îzâh etmiştir. (Hâkim, II, 300/3083)

*

Tâbiînden Ebû Nadre, hocaları olan ashâb-ı kirâmın Kur’ân ve hadîs eğitimine atfettikleri ehemmiyeti şöyle ifade etmiştir:

“Rasûlullah (s.a.v)’in ashâbı bir araya geldiklerinde ilim (hadîs-i şerîfleri) müzâkere ederler ve Kur’ân’dan bir sûre okurlardı.”[6]

*

Hz. Ömer (r.a), Şam vâlisinden gelen talep üzerine Muaz bin Cebel, Ubâde bin Sâmit ve Ebû’d-Derdâ’yı oraya Kur’ân-ı Kerîm’i ve dînin ahkâmını öğretmek üzere göndermiş, kendilerine:

“–Tebliğ ve tâlime Humus şehrinden başlayın. İnsanları farklı istidatlarda bulacaksınız. Bazıları vardır ki çok çabuk kavrar. Böylelerini tesbit ettiğinizde insanların bir kısmını Kur’ân öğrenmeleri için onlara yönlendirin. Humus’ta belli bir ilerleme kaydettikten sonra biriniz orada kalsın, biriniz Şam’a, diğeriniz de Filistin’e gitsin” tavsiyesinde bulunmuştur.

 Bunlar Humus’ta bir süre birlikte hizmet ettikten sonra Ubâde orada kalmış Ebu’d-Derdâ Şam’a, Muaz bin Cebel de Filistin’e gitmiştir. Muâz Filistin’de vebâdan vefât edince bu sefer Ubâde oraya gelmiştir. Ebu’d-Derdâ ise hayatının sonuna kadar Şam’da kalmıştır. (İbn-i Sa’d, II, 357)

*

Hz. Ömer tarafından Şam’a gönderilen Ebu’d-Derdâ t orada uzun süre yaşadı ve çok meşhur bir ilim halkası kurdu. Onun gözetimi altındaki talebelerin sayısı 1600’ü aşıyordu. Talebelerini onar kişilik gruplara ayırdı. Onlara toplu olarak ve grup grup dersler verirdi. Sabah namazını kıldıktan sonra hemen derse başlardı.[7]

Benzer metodlar başka sahâbî ve tâbiîn tarafından diğer şehirlerde de tatbik edildi.[8]

*

Hz. Ömer, Yezit bin Abdullah’ı merkezden uzakta yaşayan bedevilere Kur’ân öğretmek için gönderdi ve bedevî kabilelere giderek öğrenim derecelerini tespit için Ebû Süfyan’ı da müfettiş tayin etti. O ayrıca Medine’de de çocuklara Kur’ân öğretmesi için üç sahabîyi vazifelendirip her birine aylık 15 dirhem maaş bağladı ve yetişkinler de dahil herkese kolayından beşer ayet öğretilmesini emretti. (A‘zami, Kur’ân Tarihi, s. 127)

*

Tâbiînin büyüklerinden İbn-i Ebî Leylâ’nın, sadece Mushaflardan müteşekkil bir kütüphanesi vardı. Kur’ân kıraatıyla meşgul olan insanlar orada toplanırlardı. Zarûrî ihtiyaçları hâricinde oradan fazla ayrılmazlardı.[9] Selef-i sâlihînin pek çoğu üç günde, ekseriyeti de yedi günde Kur’ân-ı Kerîm’i hatmederdi.[10]

*

Bu hâdiseler, Kur’ân-ı Kerîm’in, tebliğ ve dâvette ne kadar mühim bir yer tuttuğunu ve ne ölçüde müessir bir vasıta olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu bakımdan günümüzdeki İslâm tebliğ ve dâvetçilerinin, sağlam bir Kur’ân bilgisine sâhip olmaları, çalışmalarında Kur’ân’dan yeterli derecede ilham almaları zarûrîdir. Hatta dâvetçi, Peygamber Efendimiz gibi canlı bir Kur’ân olmaya gayret göstermeli, fıtratına yer etmiş Kur’ân ahlâk ve âdâbıyla insanları Allah’a çağırmalıdır. Bunun için de Peygamber Efendimiz’in hayatını, hadîs-i şeriflerini ve sünnetlerini en güzel şekilde öğrenmek e yaşamak îcâb eder.


[1] Daha önceleri, Huzâa kabilesinden Ebû Kebşe isminde bir zât, putlara ibâdet husûsunda kavmine muhâlefet etmişti. Müşrikler Peygamber Efendimiz’i ona benzeterek, kendisine İbn-i Ebî Kebşe derlerdi. Ebû Kebşe’nin, Allâh Rasûlü’nün baba veya ana tarafından dedelerinden birinin, yahut sütbabasının künyesi olduğu da söylenmiştir.

[2] Bu meşhur rivâyet için bkz. Taberî, Tefsîr, XXIX, 195-196; Hâkim, Müstedrek, II, 506-507/3872; Suyutî, el-İtkân, IV, 5; Ebu’s-Suûd, İrşâdü’l-’akli’s-selîm, Beyrut ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-’arabî), IX, 57; Cürcânî, Delâilü’l-i’câz, Beyrut 1997, s. 291; Kadı Iyâz, eş-Şifâ bi-ta’rîfi hukûki’l-Mustafâ, Mısır, 1995, I, 229; Draz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 93; İbn Âşûr, Tefsîrü’t-tahrîr ve’t-tenvîr, yy., ts., I, 106-107.

[3] Recez: Arap şiirindeki arûz bahirlerinden biridir.

[4] Dârimî, Sünen, I, 135 (thk. Dahman); İbn-i Sa’d, VI, 3.

[5] İbn-i Hişâm, II, 43-46; Ebu Nuaym, Delâilü’n-nübüvve, I, 307; Heysemî, VI, 41; Zehebî, Siyer, I, 182.

[6] Hatîb el-Bağdâdî, el-Fakîh ve’l-mütefakkih, Beyrut 1395, II, 126.

[7] Zehebî, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ, Müessesetü’r-Risâle 1405, II, 344-346.

[8] Belazuri, Ensâb, I, 110; Hâkim, II, 240, 300; Firyâbî, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 129. Krş. Müslim, Müsâfirîn, 280; İbn-i Abdilberr, el-İstîâb, III, 1173/1907; Hatîb el-Bağdâdî, Târîh, VI, 147/2634; Vekî, Ahbâru’l-Kudât, II, 5, 150; Zehebî, Siyer, XVI, 161.

[9] İbn-i Sa‘d, VI, 110; İbn-i Ebî Dâvûd, Mesâhif, s. 151.

[10] Bu hususta İmâm Abdülhayy el-Leknevî’nin İkâmetü’l-hucce alâ enne’l-iksâra fi’t-teabbüd leyse bi-bid‘a, (Haleb 1386) isimli eserinde çok sayıda misâl bulmak mümkündür.

%d bloggers like this: