Fitneye Sebep Olmamak ve Sabır

Allahu a’lem âhir zaman fitneleri başladı ve giderek hızını artırıyor. Her tarafta kum gibi fitne kaynıyor. İnsanlar aldatılıyor, bir taraflara yönlendiriliyor, algı oluşturuluyor. Aynı dine mensup insanları bile bir araya getirmek mümkün olmuyor. Öyle ki bazı insanlar Allah’ın Kitâbı ile fitne çıkarıyorlar. Kur’ân-ı Kerîm’in bir kısım âyetleri hakkında şüphe uyandırıyor, bir kısmını da hevâ ve heveslerine göre yorumlayarak insanların zihnini karıştırmaya çalışıyorlar.[1] Âyet-i kerimeler karşısında Müslümanca bir tavır takınamıyorlar.

Toplumdaki kötülüklere ses çıkarmayıp onları kabullenmiş gibi görünmek, doğruları anlatırken menfaat gözetmek ve sözü adamına göre eğip bükmek, Müslümanlar arasında ayrılık çıkarmak, birliğimizi bozacak hareketler yapmak, bid’atlerin yayılması, İslâm’ı öğrenme ve diğer insanlara öğretme husûsunda tembel davranmak da birer fitnedir. Bunlardan sakınmazsak zararı sadece faillerine değil bütün Müslümanlara isabet eder.[2]

Cenâb-ı Hak, Müslümanların birbirleriyle bağlarını kuvvetlendirmediği, dost ve kardeş olmadığı, kâfirlerle dostluğu kesmediği zaman yeryüzünde büyük bir fitne ve fesâdın çıkacağını haber veriyor.[3] “Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür”[4] buyuruyor. O sebeple söylediğimiz sözün veya yaptığımız bir hareketin fitneye sebep olup olmadığına çok dikkat etmeliyiz.

Fitnenin yayılmasını kasıtlı olarak isteyen insanlara sözümüz tesir etmez belki ama bu işi farkında olmadan körükleyen kardeşlerimize bazı şeyler söyleyebiliriz.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in kıymetli ashâbı, fitne ve fesattan kaçınma husûsunda çok güzel misaller sergilemişlerdir. Bunlardan üç tanesini burada zikredelim:

Abdullah ibn-i Ömer (r.a) Sıffîn Harbi’nden sonra kız kardeşi Hafsa’nın yanına gitti ve:

“–İnsanların hâli şu gördüğün vaziyete geldi. (Mekke ve Medine’deki sahâbîleri, hakemlerin olduğu meclise çağırıyorlar.) Fakat idarecilik husûsunda bana bir hak verilmedi, (çünkü babam Hz. Ömer (r.a) son vasiyetinde bunu yasakladı. Bu sebeple müzâkereye gitmeme gerek yok).” dedi.

Hafsa (r.a) ona:

“–Toplantıya sen de katıl! Zîrâ onlar seni gözlüyor ve bekliyorlar. Senin onlardan geri kalmanın, tefrikaya (ayrılığa) sebep olmasından korkarım!” dedi ve İbn-i Ömer’i oraya gönderinceye kadar peşini bırakmadı.

Hakem hâdisesi bitip insanlar dağılınca Muâviye bir konuşma yaparak:

“–Kim bu halifelik konusunda konuşmak istiyorsa başını kaldırıp bize göstersin! Muhakkak ki biz halifeliğe ondan da, babasından da daha çok hak sâhibiyiz!” diye İbn-i Ömer’e iğneli bir söz söyledi. Abdullah ibn Ömer (r.a) hemen kalkıp güzel bir cevap vermeye hazırlandı:

“Bu halifelik işine senden daha çok hak sâhibi olan, İs­lâm’ı korumak üzere sen ve babanla savaşan kişidir (yani Hz. Ali’dir)” diyecekti. Eğer bunu söylemiş olsaydı okkalı bir cevap vermiş olur, muhâtabını insanlar içinde mağlup eder ve son derece öfkelendirirdi. Ama öyle yapmadı, sabrı acı acı yudumladı. Bunun sebebini de şöyle açıkladı:

“–Ona böyle demek istedim fakat müslümanların topluluğunu bozacak, kan dökülmesine sebep olacak ve istemediğim ters bir mânâya çekilecek bir söz söylemiş olmaktan korktum. Ve o esnâda Allah Teâlâ’nın (sabredenler) için Cennetlerde hazırladığı mükâfatları hatırladım.

Böylece Allah tarafından büyük bir fitne ve fesattan korunmuş ve himâye edilmiş oldu.[5]

Muâviye’nin Abdullah ile, babası Hz. Ömer’e bu derece yüklenmesinin sebebi, o günlerde insanların Abdullah ibn-i Ömer’i halîfe seçmek istemeleriydi. Fakat Abdullah (r.a) bunu kabul etmemiştir.

*

Yezid başa geçtiğinde Medine’lileri ona ısındırmak için vali Osman bin Muhammed, Şam’a bir hey’et göndermişti. Abdullah bin Mutî’ de o hey’ette idi. Bunlar Yezîd’den fevkalâde ikram gördükleri halde onun içki içtiğini, namazı bıraktığını müşahede edip döndükleri vakit:

“–Biz öyle bir adamın yanından geliyoruz ki, dîni yok, şarap içi­yor; hatta sarhoş olup namazı terk ediyor; tambur çalıyor; önünde kö­çekler oynuyor! Allah’a şehâdet ederiz ki biz onu hal’ ettik (vazifeden aldık)!” dediler.

Bunun üzerine Medine’liler Yezîd’e itaatten el çekerek Abdul­lah bin Hanzale’ye bey’at ettiler. Yezîd de üzerlerine Şam’­dan bir ordu gönderdi. Harb ettiler. Ensar’ın kumandanı Abdullah bin Hanzale, Muhacirlerin kumandanı da Abdullah bin Mutî’ idi. Şamlılar gâlip geldi, Medîne çok zarar gördü, pek çok müslüman şehîd oldu. (Hicrî 63). Buna Harre Vak’ası denir.

Bu hâdise olup bittikten sonra Abdullah bin Ömer (r.a), Muhâcirlerin kumandanı olan Abdullah bin Muti’in yanına vardı. İbn-i Muti’:

“–Ebû Abdirrahmân’a bir yastık verin!” dedi.

İbn-i Ömer (r.a) ona şöyle dedi:

“–Ben sana oturmak için gelmedim. Sana bir hadîs-i şerîf rivâyet etmeye gel­dim. Ben Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’i şöyle buyururlarken işittim:

«Kim devlet başkanına itaatten bir elini bile çekse, Kıyamet günü Allah’ın huzûruna hiç bir delili (geçerli bir mâzereti) olmadığı halde çıkar. Ve her kim boynunda bir bey’at olmadığı (hiçbir devlet başkanına bağlı olmadığı) halde ölürse, câhiliyyet ölümü gibi (bir ölümle) ölür».” (Müslim, İmâret, 58)

Bu rivayetten anlıyoruz ki müslümanlar mutlaka birlik hâlinde bir idarecinin etrafında olmalıdır. Bu idareci de Müslüman olmalıdır. İmanlı olduğu halde bazı günah ve hatalara düşerse hemen ona isyan etmek gerekmez. Güzel bir üslupla ikaz edilir. Aksi halde daha büyük zararlar ortaya çıkar.

*

Bir kişi Üsâme bin Zeyd (r.a)’e:

“–Osman’ın yanına gidip kendisiyle konuşsan olmaz mı?” dedi.

Üsâme (r.a) şöyle cevap verdi:

“–Sizin işittiklerinizden başka onunla konuşmadığımı mı zannediyorsunuz? Vallahi ben onunla baş başa konuştum. İlk defa başlatmış olmayı hiç istemediğim bir fitneye sebep olmadan bu işi yaptım. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i şöyle buyururken işittim:

“Kıyamet günü bir adam getirilir ve Cehennem’e atılır. Bağırsakları dışarı çıkar ve bu hâlde değirmen döndüren merkep gibi döner durur. Cehennem halkı onun başına toplanır ve:

«–Ey filân! Sana ne oldu? Sen iyiliği emredip kötülükten nehyetmez miydin?» diye sorarlar. O da:

«–Evet, iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım, münkerden nehyederdim, fakat kendim yapardım» der.”

Bunu işittikten sonra artık bana âmir olacak hiç bir kimse için, «Bu insanların en hayırlısıdır» demiyorum.” (Müslim, Zühd, 51)

İdârecilere karşı edepli davranmak, lûtufla muâmele etmek, onları gizlice uyarmak ve nasihat etmek, halkın durumunu onlara bildirerek gerekli tedbirleri almalarını sağlamak lâzımdır. Buna imkân bulunamazsa açıktan îkâz edilebilir.

Hz. Üsâme’den istenilen şey Hz. Osman’ın yanına girerek insanlar arasında yayılan fitne ve bu fitneyi söndür­menin çâreleri hakkında onunla konuşmasıydı. Üsâme (r.a) ashabın bu isteğine karşı:

“–Siz benim Hz. Osman’la yalnız sizin huzurunuzda konuştuğumu sanıyorsunuz. Ben onunla bu hususu alenen konuşup yeni bir fitne kapısı açmaktansa, ikimiz arasında gizlice konuştum” cevâbını vermiştir. Rivayet ettiği hadîs-i şerîfle de “kötülükten men ederken, fitneyi körüklememek lâzım geldiği” hususuna işaret etmiştir. Çünkü bir kimsenin âmirine karşı âşikâre itirazda bulun­ması, İslâm birliğinin ve müslüman toplumunun dağılmasına ve fitnenin daha çok büyümesine sebep olur.



[1] Bkz. Âl-i İmrân, 7.

[2] Bkz. el-Enfâl, 25.

[3] Bkz. el-Enfâl, 72-73.

[4] el-Bakara, 191.

[5] Buhârî, Meğâzî, 29.

%d bloggers like this: