5. Ridde Savaşları / a) Zekât Vermeyenlerle Şavaşması

Allah Rasûlü (s.a.v) vefat edince, dine yeni girmiş olup da İslâm henüz gönüllerine yerleşmeyen kabilelerin bir kısmı zekât vermek istemediler. Namaz kılmakla birlikte devlete artık zekât vermeyeceklerini ilan ettiler.[1] Halife Ebû Bekir de onlara savaş açtı. O zaman Hz. Ömer, “Lâ ilâhe illallah” diyenlerle savaşmanın doğru olmayacağını söylerken bazıları da o yıl zekât toplanmasından vazgeçilmesini teklif ettiler. Hangi sebeple olursa olsun irtidat edenlerle mücadelede kararlı olan Hz. Ebû Bekir önce Medine’deki sahabilerin tereddütlerini giderdi. Namaz ile zekâtı birbirinden ayrı düşünmenin doğru olmayacağını, bunları ayrı birer ibadetmiş gibi görmek isteyenlerle savaşmanın şart olduğunu söyledi. Dinin tamamlandığını, onun bazı esaslarının terkedilmesine izin vermeyeceğini söyleyerek Hz. Ömer’den yardım istedi. Bu kararlı tavrıyla bütün tereddütleri gideren Ebû Bekir, hicri 11. yılın Cemâziyelevvel (veya Cemâziyelâhir) ayında (Ağustos-Eylül 632), 100 kişilik bir süvari birliğinin başına geçerek Fezâre kabilesinin zekâtına el koyan ve Medine’ye saldırmak isteyen Hârice b. Hısn el-Fezârî’nin üzerine yürüdü. Zü’l-Kassa’daki[2] kısa bir çarpışmadan sonra âsileri dağıttı.[3] Hz. Âişe ve İbn Ömer’in nakline göre Ebû Bekir (r.a), bundan sonraki seferlere de kendisi kumanda etmek istiyordu ancak Hz. Ali, atının gemini tutarak; “Ey Rasûlullah’ın halifesi, nereye gidiyorsun? Sana Rasûlullah’ın Uhud günü söylediği sözü söylüyorum: «Sok kılıcını kınına, kendini tehlikeye atarak bizi üzüntüye sokma!» Vallahi sana bir şey olursa bundan sonra İslâm’ın asla nizamı olmaz!” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir Medine’ye döndü ve ordularının başına kumandanlar tayin etti.[4]

Hz. Ebû Bekir zekât vermek istemeyenlerle savaşırken şu âyete dayanmıştır: “Haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun! Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir.”[5] Bu âyette müşriklerin kendi hallerine bırakılması, tevbe, namaz ve zekât şartına bağlanmıştır. Aksi halde kendileriyle savaşılacaktır. İlk devrin meşhur müfessirlerinden İbn Zeyd (v. 182)[6] şöyle der: “Allah Teâlâ namazı ancak zekâtla kabul edeceğini ısrarla haber verdi. Allah, Ebû Bekir’e rahmet eylesin, ne kadar da fakîh bir insanmış!”[7]

Yine İbn Zeyd, “Namaz ile zekât birlikte farz kılındı ve onların arası ayrılmadı” dedikten sonra, “Fakat tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz, bilen bir kavme âyetlerimizi böyle açıklıyoruz”[8] âyetini okumuştur. Daha sonra; “Allah Teâlâ namazı ancak zekât ile birlikte kabul eder” demiş ve ilave etmiştir: “Allah (c.c) Ebû Bekir’e rahmet eylesin, ne kadar fakih (derin anlayış sahibi) bir insanmış!”[9]

Daha önce bahsettiğimiz üzere Hz. Ebû Bekir Tevbe sûresinin ilk âyetlerini ki bunların ilk kırk âyet olduğu söylenir, emir tayin edildiği 9. sene haccında insanlara tebliğ etmiş, herkese duyurmak için çok gayret sarfetmişti. Bu sebeple o bu âyetleri çok iyi biliyordu. Yukarıda zikri geçen Tevbe sûresinin 5. ve 11. âyetlerinden az sonra 34 ve 35. âyetlerde malı biriktirip de zekâtını vermeyen kimseler elîm bir azap ile tehdit edilmektedirler. Nitekim müfessir Dahhâk da aynı konuya işaret ederek bu âyetlerin tefsirinde “Namaz ancak zekât ile birlikte kabul edilir” demektedir. Ona göre bu âyetlerle, mallarının zekâtını vermeyen kimsenin namazının makbul olmayacağı ve kendisine bir fayda sağlamayacağı kastedilmiş, bu mâna da, zekâtı terkedenlere verilecek ağır cezayı haber veren hadislerden alınmıştır.[10] Böylece zekât vermeyenlerle savaşma hükmü, üç âyete (et-Tevbe 9/5, 11, 35) ve bazı hadislere[11] dayandırılmış olmaktadır.

Önde gelen sahabiler Hz. Ebû Bekir’e, “Zekât vermeyenlerle savaşacak mısın?” dediklerinde; “Evet, Rasûlullah’a vermeyi kabul ettikleri şeyi bana vermezlerse onlarla savaşırım!” cevabını vermiştir. Sahabiler; “Rasûlullah (s.a.v), «İnsanlarla “lâ ilâhe illallah” deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söylediler mi kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar, ancak hakkıyla olan başka! Gerçek hallerinin hesabını sormak ise Allah’a aittir» buyurmadı mı?” diye itiraz edince de; “Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın muhterem kıldığı cana kıymayın!”[12] âyetine ve hadisteki istisnaya işaret ederek; “(Zekât vermedikleri için yapılan) bu savaş, haklı bir sebeple yapılan savaşlardandır” demiştir.[13]

Katâde, “Zekâtı vermeyen müşriklere yazıklar olsun!”[14] âyetini, “onu ikrar etmiyor, ona iman etmiyorlar” şeklinde açıklamıştır. Bunu nakleden Taberî, şöyle devam eder: “Zekât İslâm’ın köprüsüdür. Kim onu geçerse kurtuluşa erer. Kim de ondan geri kalırsa helâk olur” denilmiştir. Nebiyy-i Ekrem’den sonra ridde ehli; “Namazı kılarız ama zekâta gelince vallahi mallarımızın gasbedilmesine müsaade etmeyeceğiz!” demişlerdi. Hz. Ebû Bekir; “Vallahi Allah Teâlâ’nın aralarını birleştirdiği iki şeyi asla ayırmayacağım! Vallahi Allah ve Rasûlü’nün farz kıldığı zekâtı (veya hayvanı bağladıkları bir bağı dahi) vermezlerse bu sebeple onlarla savaşırız!” dedi.[15]

Onun bu kararlı cevabı üzerine Ömer (r.a) şöyle demiştir: “Yemin ederim ki, zekât vermeyenlerle savaş hususunda Allah Teâlâ’nın Ebû Bekir’in kalbine tam bir kararlılık verdiğini gördüm ve doğrunun da bu olduğunu anladım.”[16]

Hz. Ebû Bekir belki o ana kadar işitmemişti veya unutmuştu ama İbn Ömer’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştu: “Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in, Allah’ın elçisi olduğuna şehadet edinceye, namazı kılıp zekâtı verinceye kadar insanlarla savaşmam bana emrolundu. Bunları yaparlarsa, -İslâm’ın hakkı olan hadler hariç- canlarını, mallarını benden korumuş olurlar. Gerçek durumlarının hesabını görmek ise Allah’a kalmıştır.”[17] Bu rivayette insanlarla savaşın terkedilmesi için zekât vermeleri de şart koşulmaktadır.

Yine Ebû Nuaym’ın Enes’ten rivayetine göre Rasûlullah (s.a.v); “Allah, zekâtını ödemeyen kişinin namazını kabul etmez, ta ki bu ikisini birleştirinceye kadar. Allah Teâlâ onları birleştirmiştir, siz de onların arasını ayırmayın!” buyurmuştur.[18] O esnada Ebû Bekir bu hadisleri hatırlasaydı ashâb-ı kirama söylerdi. Ancak rivayetlerde böyle bir bilgi nakledilmemiştir.

Hz. Ebû Bekir’in üstün firaset ve dirayetiyle verdiği isabetli karar, aslında Rasûlullah’ın bu hadislerine uygun düşmüştü. Ama onun ve Hz. Ömer’in bu rivayetleri daha sonra öğrendikleri anlaşılıyor. Böyle durumlar sahabiler arasında yaşanmıştır. Onlar bizzat Allah Rasûlü’nden işitmedikleri hadisleri daha sonra diğer sahabilerden öğrenmişlerdir. Diğer bir husus da Hz. Ebû Bekir ve Ömer gibi vaktinin çoğunu Allah Rasûlü ile birlikte geçiren sahabiler, kazandıkları İslâmî nosyon sebebiyle karşılarına çıkan meselelerde isabetli karar vermişler, daha sonra görüşlerini destekleyen bir hadisin bulunduğunu diğer sahabilerden öğrenmişlerdir. Hz. Ebû Bekir’in ileride bahsedeceğimiz bazı fıkhî hükümleri ile Hz. Ömer’in veba hastalığı bulunan yere girmemesi hâdisesi[19] buna misaldir.



[1] Onlar bu görüşlerini, et-Tevbe 9/103 âyetinin zâhirî tefsirine dayandırmışlardı. Onlara göre âyette bahsedilen sadaka, farz olan zekâttı ve buradaki hitap da Allah Rasûlü’ne yönelikti. Bunun zâhiri ise zekât toplamanın sadece ona mahsus olmasını gerektiriyordu. Dolayısıyla ondan başkası zekât alamazdı. Zira Allah Rasûlü’nün vefatı ile zekât mükellefiyeti düşmüş, ortadan kalkmıştı. Hz. Ebû Bekir’e zekât vermek istemeyenler bu görüşe sarılmış ve; “Allah Rasûlü (s.a.v) zekât karşılığında bizi temizliyor, tezkiye ediyor ve bize salâtta bulunuyordu. Başkasında bunları bulamıyoruz” demişlerdi. Hz. Ebû Bekir’in buna cevabı ise; “Vallahi namaz ile zekâtın arasını ayıranlarla mutlaka savaşacağım” olmuştur.

İbn Arabî, “Bu âyetteki hitabın Rasûlullah’a mahsus olduğu, ondan başkasının buna iştirak edemeyeceği” sözünün ancak Kur’ân câhili, şeriatın kaynağından gafil ve din ile oynayan birinin sözü olabileceğini, Kur’ân’daki hitapların tek çeşit olmadığını, muhtelif şekillerde geldiğini söylemiş ve bunları sıralamıştır (Bkz. Kurtubî, VIII, 244-245).

[2] Burası Medine’den 24 mil uzakta Necid tarafında bir yer olup Bakʻâ’ ismi de verilir (Yâkût b. Abdillah er-Rûmî el-Hamevî, Şihâbüddin Ebû Abdullah (v. 626/1229), Muʻcemü’l-büldân (I-VII), Beyrut: Dâru Sâdır, 1995, I, 471, IV, 366).

[3] Fayda, “Ebû Bekir” mad., DİA, X, 104. Bkz. Balcı, İsrafil, Hz. Ebû Bekir Döneminde Diplomatik Münasebetler ve Andlaşmalar, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Samsun, 1996, s. 19-20.

[4] İbn Asâkir, XXX, 316; Muhibbuddin et-Taberî, er-Riyâdu’n-nadra, I, 148; İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 446.

[5] et-Tevbe 9/5.

[6] Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem, etbâu’t-tâbiînden olup Medine’lidir. Kur’ân ve tefsir ilimlerine sahip idi. Bir ciltlik bir tefsir kitabı telif etmiştir. Bir de nâsih ve mensûha dair bir eseri vardır. (Zehebî, Aʻlâmü’n-nübelâ, VIII, 349)

[7] İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 111.

[8] et-Tevbe 9/11.

[9] Taberî, Tefsîr, XIV, 153. Hz. Ebû Bekir’in bu tavrı, şerʻî hükümlerin birbiriyle nasıl kuvvetli bir irtibat içinde olduğunu ve onlardan birinin iptal edilmesinin asla kabul edilemeyeceğini gösterir (Ömerî, Asru’l-hilâfeti’r-râşide, s. 401).

[10] Tefsîru Dahhâk, I, 405.

[11] Buhârî, Zekât, 3; Tirmizî, Tefsir, 3/3012. Bkz. İbn-i Mâce, Fiten, 22; Ebû Dâvûd, Zekât, 4/1563; Hâkim, IV, 583/8623.

[12] el-İsrâ 17/33.

[13] Taberî, Tefsîr, XVII, 439.

[14] Fussılet 41/6-7.

[15] Taberî, Tefsîr, XXI, 430-431.

[16] Buhârî, Zekât 1, 40, İstitâbe 3, İ’tisâm, 2, 28; Müslim, Îmân, 32; Nesâî, Châd, 1.

[17] Buhârî, Îmân, 17; Müslim, Îmân, 36; İbn Mâce, Mukaddime, 9/71. Ayrıca bkz. Ahmed, II, 345.

[18] Ebû Nuaym, Hilye, IX, 250.

[19] Buhârî, Tıb, 30; Müslim, Selâm, 98.

%d bloggers like this: