Yüzlerine Bakınca Allah’ı Hatırlatanlar

Müslüman devamlı zikir hâlinde bulunarak öyle bir rûhî kıvam kazanmalıdır ki, onu gören insanların aklına, hemen Allah Teâlâ gelmelidir.

Bir gün Rasûlullah (s.a.v):

“Dikkat edin! Size en hayırlınızı bildireyim mi?” diye sordu.

Ashâb-ı kirâm:

“–Evet bildiriniz ey Allah’ın Rasûlü!” dediler.

Peygamber Efendimiz:

“–Sizin en hayırlılarınız, görüldükleri zaman Allah’ı hatırlatan kimselerdir!” buyurdu. (Ahmed, VI, 409; İbn-i Mâce, Zühd, 4; Beyhakî, Şuab, XIII, 445/10596)

Başka bir gün as­hâb-ı ki­râm:

“–Allah’ın velî kulları kimlerdir?” diye sorduklarında, Allah Rasûlü (s.a.v):

اَلَّذِينَ اِذَا رُئوُا ذُكِرَ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ

“Onlar, yüzlerine bakıldığında Allah Teâlâ’yı hatırlatan kimselerdir!” buyurdu. (Heysemî, X, 78; İbn-i Mâ­ce, Zühd, 4)

Görüldüğü gibi, insanların en hayırlıları, Allah’ı çok zikrettikleri ve neticede üstün takvâ sahibi oldukları için, yüzlerine ve hâllerine bakıldığı zaman Allah Teâlâ’nın hatırlanmasına vesîle olurlar. Çünkü onlar, bulundukları her yerde devamlı zikir hâlindedirler. Lüzumsuz söz ve fiillerden yüz çevirip insanlara hep doğruyu ve hayrı gösterir ve tavsiye ederler.

Allah’ı hatırlatır hâle gelmek için Yüce Rabbimiz’in zikrine sarılmalı, O’nu bol bol zikretmeliyiz. Zira:

İsim Müsemmâyı Çeker!

Ömer (r.a) bir zata:

“–İsmin nedir?” diye sordu. O da

“–Cemre (Kor)” cevabını verdi.

“–Kimin oğlusun?”

“–Şihâb’ın (Alev’in) oğluyum.”

“–Kimlerdensin?”

“–Huraka’dan”[1]

“–Eviniz nerede?”

“–Harratü’n-Nâr’da”[2]

“–Hangisinde?”

“–Zâtı Lezâ’da (Alevli’de).”

Hep ateşle alâkalı mânâlar ihtivâ eden isimlerden müteşekkil bu cevaplar karşısında Ömer (r.a):

“–Öyleyse âilene yetiş, yandılar!” dedi.

Hakîkaten durum aynen Hz. Ömer’in dediği gibi çıktı. (Muvatta’, İsti’zân 25)

“İsim müsemmâyı çeker!” denilmiştir. Yani bir ismin mânâsı, o ismi taşıyanın üzerinde tesirini gösterir. Bu sebeple Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) hoş olmayan şahıs ve mekân isimlerini güzelleriyle değiştirirlardi.

Aynı şekilde Allah Teâlâ’ın isimleri gibi güzel kelimeleri tekrar etmek de insan üzerinde müsbet tesir icrâ eder.

Bunun zıddına çirkin ve argo sözlerin tekrarı ise kötü tesir bırakır, ahlâkı bozar. Yukarıdaki misalde olduğu gibi koca bir âilenin yanmasına sebep olabilir.

Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Allah göklerin ve yerin nûrudur…

Nûr üstüne nûr. Allah nûruna dilediğini kavuşturur. Allah insanlar için misaller veriyor, Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.” (en-Nûr 24/35)

Bütün ibadetler zikir içindir, Allah Teâlâ’yı hatırlamak içindir.

Kelime-i Tevhîd

Ömer (r.a), bir gün Hz. Talha’yı üzgün görmüştü. Sebebini sorduğunda, Talha (r.a):

“–Allah Rasûlü (s.a.v) bir gün şöyle buyurmuştu:

«Ben bir söz biliyorum, her kim ölürken onu söylerse mutlaka amel defteri için bir nûr olur ve cesedi ile rûhu da, ölüm esnâsında o kelime sebebiyle ilâhî rızâya, rahmete ve huzûra nâil olur.»

Ben bu sözün ne olduğunu soramadan Rasûlullah (s.a.v) vefat etti. İşte bu sebeple üzgünüm” dedi.

Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a):

“–Ben o sözü biliyorum. O, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in, amcası (Ebû Tâlib’in) söylemesini istediği «Lâ ilâhe illallâh» cümlesidir. Rasûlullah (s.a.v), eğer amcası için bundan daha kurtarıcı bir söz bilseydi, muhakkak onu söylemesini isterdi” dedi. (İbn-i Mâce, Edeb, 54. Ayrıca bkz. Ahmed, I, 6)

Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Allah kimin gönlünü İslâm’a açmışsa o, Rabbinden bir nûr üzerinde değil midir? Allah’ın zikri hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Zümer 39/22)

O hâlde Kelime-i Tevhîd’i çok tekrar etmek gerekiyor:

Abdest

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işittim:

“Şüphesiz ki benim ümmetim, kıyamet gününde, abdest izlerinden dolayı «Yüzleri nurlu, elleri ve ayakları parlak olanlar!» diye çağrılacaktır. Artık, nûrunu artırmaya gücü yeten kimse bunu yapsın!” (Buhârî, Vudû’, 3; Müslim, Tahâret, 35)

Ebû Hüreyre (r.a)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) kabristana geldi ve:

“Selâm size ey mü’minler diyarının sâkinleri! İnşâallah bir gün biz de sizin yanınıza geleceğiz. Kardeşlerimizi görmüş olmayı istedim!” buyurdu.

Ashâb-ı kirâm:

“–Biz sizin kardeşleriniz değil miyiz, yâ Rasûlallah?” diye sordular.

Rasûl-i Ekrem (s.a.v):

“–Sizler benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz henüz gelmemiş olanlardır” buyurdu.

Bunun üzerine ashâb-ı kirâm:

“–Ümmetinizden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksınız, ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordular.

Rasûlullah (s.a.v) de onlara:

“–Bir adamın alnı ve ayakları beyaz olan bir atı olduğunu düşünün. Adam bu atını, hepsi de simsiyah olan bir at sürüsü içinde tanıyamaz mı?” diye sordu.

Sahâbe-i kirâm:

“–Evet, tanır ey Allah’ın Rasûlü!” cevabını verdi.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“–İşte kardeşlerimiz de abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak geleceklerdir. Ben, önceden gidip havuzumun başında ikrâm etmek için onları bekleyeceğim. Dikkat edin! Birtakım kimseler yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim havuzumdan kovulacaklardır. Ben onlara «Buraya gelin!» diye nidâ edeceğim. Bana:

«–Onlar senden sonra hâllerini değiştirdiler, (senin Sünnet’ini takip etmeyip başka yollara saptılar)» denilecek. Bunun üzerine ben de:

«–Uzak olsunlar, uzak olsunlar» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret, 39; Fedâil, 26. Ayrıca bkz. Nesâî, Tahâret, 110/150; İbn-i Mâce, Zühd, 36; Muvatta’, Tahâret, 28; Ahmed, II, 300, 408)

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle anlatır:

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular:

“–Havuzum Eyle ile Aden arasındaki mesafeden daha geniştir. O kardan daha beyaz, sütle karışık baldan daha tatlıdır. Onun bardaklarının adedi, yıldızların sayısından daha çoktur. Ben, bir adamın yabancı insanların develerini havuzundan kovduğu gibi bazı insanları ondan uzaklaştıracağım.”

Ashâb-ı kiram:

“–Yâ Rasûlallah! O gün bizi tanır mısınız?” diye sordular.

Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Evet, o gün sizin, hiçbir ümmette olmayan bir sîmânız olacak. Benim yanıma abdest izlerinden dolayı yüzleriniz nurlu, elleriniz ve ayaklarınız parlak olarak geleceksiniz.” buyurdular. (Müslim, Tahâret, 36-37)

Rasûlullah (s.a.v) yatarken bile abdest almayı tavsiye etmiştir. (Buhârî, Vudû’, 75)

İbn-i Abbâs (r.a) şöyle buyurur:

“Sakın abdestsiz uyuma! Zira ruhlar hangi halde alınırsa kıyamet günü o hâlde diriltilir.” (Beyhakî, Şuabu’l-îmân, VI, 391/4386. Krş. Şuab, XI, 191/8388)

Abdestliyken yenisini almak da faziletli bir davranış ve nûr üstüne nûrdur. Rasûlullah (s.a.v), abdesti olsun veya olmasın, her vakit yeniden abdest alırdı. Ümmetini buna teşvik için de:

“Kim abdestli olduğu hâlde yeniden alırsa, Allah Teâlâ bu sebeple kendisine on hasene yazar” buyururdu. (Tirmizî, Tahâret, 44/58, 59)

Namaz

Rasûlullah (s.a.v), “Namaz nûrdur”[3] buyurmuştur.

“O, Allah’ın elçisi Muhammed’dir. Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı sert, kendi aralarında merhametlidirler. Onları, Allah’ın lutuf ve rızâsına talip olarak hep rükûda ve secdede görürsün. Secdenin tesiriyle yüzlerine simaları oturmuştur (yüzlerindeki görüntü, yaptıkları secdenin tesiriyle oluşmuştur); Tevrat’ta onlar için yapılan benzetme budur. İncil’deki misalleri ise bir ekindir: Çiftçileri sevindirmek üzere filiz verir, onu güçlendirir, kalınlaşır ve kendi sapları üzerinde durur. Onlar (müminler) yüzünden kâfirler öfkeden kahrolsunlar diye (böyle olmuştur). Onlar arasından iman edip dünya ve âhirete sâlih ameller işleyenlere Allah Teâlâ bir mağfiret ve büyük bir ecir vaad etmektedir.” (el-Feth 48/29)

Zemahşerî şöyle der:

Hasan Basrî Hazretleri’nden şöyle rivayet edilmiştir:

“Kâfirlere karşı şiddetleri o dereceye çıkmıştı ki elbiselerinin kâfir elbisesine temas etmesinden, bedenlerinin kâfir bedenine dokunmasından bile sakınıyorlardı. Aralarındaki merhamet ve şefkat de o dereceye çıkmıştı ki bir mümin diğerini gördüğünde mutlaka musafaha yapıp sarılırlardı.”

Musafaha konusunda âlimler ihtilaf etmemişlerdir ancak sarılıp kucaklaşmayı Ebû Hanîfe (rahimehullah) çirkin görmüştür. Aynı şekilde öpmeyi de çirkin görmüş ve “Bir adamın diğerinin yanağını, elini ve vücudunun herhangi bir yerini öpmesini hoş görmüyorum” demiştir. Ebû Yûsuf sarılıp kucaklaşmaya ruhsat vermiştir.

Her zaman için bu sertliğe ve şefkate riayet edilmesi Müslümanların haklarındandır. Kendi dinlerinden olmayanlara sert davranmalı, onlardan korunmalı ve çekinmeli; müslüman kardeşlerine de şefkat, iyilik ve dostlukla muamele etmeli, onlara sıkıntı vermemeli, yardımcı olmalı, yükünü taşımalı, affetmeli ve güzel ahlâk ile muamele etmelidir. (Keşşâf)

س۪يمَاهُمْ alâmetleri demektir. Bu kelimeyle kastedilen, çok secde eden kişinin secdelerinin çokluğu sebebiyle alnında beliren iz ve alâmettir. مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ [secdenin etkisiyle] ifadesi onu tefsir ediyor. Yani secdelerin tesiriyle meydana gelen iz. İki Ali’ye, Ali b. Hüseyin Zeynelabidin ve sultanlar babası Ali b. Abdullah b. Abbâs’a Zü’s-Sefinât [nasırlı] denilmiştir. Çünkü çok secde etmeleri sebebiyle secde yerlerinde, devenin üzerine çöktüğü uzuvlarında oluşan nasırlar gibi izler oluşmuştu.

Şayet “İbn Ömer’in [V.73/692] yüzünde secde izi bulunan birini gördüğünde ona: ‘Yüzünün sûreti burnundur, burnuna iz yaptırma, sûretini çirkinleştirme!’ dediği nakledilir?” dersen, şöyle derim: Bu, alnını yere bastırarak kasıtlı olarak bu izi çıkarmaya çalışanlar içindir. Çünkü bu gösteriş ve ikiyüzlülüktür, bundan Allah’a sığınmak gerekir. Biz ise ihlâsla Allah için secde edenlerin alınlarında kendiliğinden oluşan izden bahsediyoruz.

Öncekilerden biri şöyle demiştir:

“Önceden biz namaz kılardık ama gözlerimizin arasında bir şey görünmezdi. Şimdi birini görüyoruz, namaz kılıyor ve iki gözü arasında keçinin dizkapağı gibi bir şey görünüyor. Bilmiyorum başlar mı ağırlaştı yoksa yer mi sertleşti.” Bu sözüyle o, ikiyüzlülüğü sebebiyle kasıtlı olarak alnında iz çıkaranları kastetmektedir.

Diğer bir görüşe göre o, Allah korkusu sebebiyle yüzde oluşan sarılıktır. Dahhâk [v.105/723] şöyle demiştir: “O yüzlerdeki yara izi değildir, o ancak yüzdeki sarılıktır.”

Saîd b. Müseyyeb’den [v.94/713] şöyle nakledilir: “O, abdestten kalan ıslaklık ve yerin toprağıdır.”

Atâ [b. Ebî Rebâh (v.114/732)] şöyle der: “Gece uzun uzun namaz kıldıkları için yüzleri nurlanmıştır.” Şu sözde ifade edildiği gibi: “Kim gece çok namaz kılarsa gündüz yüzü güzel olur.”

Bâtınî farzlar, ibâdetlerin ruhu, ihlâs, huşû

Bâtınî haramlar

وَذَرُوا ظَاهِرَ الْاِثْمِ وَبَاطِنَهُ اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْسِبُونَ الْاِثْمَ سَيُجْزَوْنَ بِمَا كَانُوا يَقْتَرِفُونَ

“Günâhın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir.” (el-En’âm, 120)

قُلْ تَعَالَوْا اَتْلُ مَا حَرَّمَ رَبُّكُمْ عَلَيْكُمْ اَلَّا تُشْرِكُوا بِه۪ شَيْـٔاًۜ وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَاناًۚ وَلَا تَقْتُلُٓوا اَوْلَادَكُمْ مِنْ اِمْلَاقٍۜ نَحْنُ نَرْزُقُكُمْ وَاِيَّاهُمْۚ وَلَا تَقْرَبُوا الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَۚ وَلَا تَقْتُلُوا النَّفْسَ الَّت۪ي حَرَّمَ اللّٰهُ اِلَّا بِالْحَقِّۜ ذٰلِكُمْ وَصّٰيكُمْ بِه۪ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ

“De ki: Gelin, rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne babaya iyilik edin. Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; biz, sizin de onların da rızkını veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın yasakladığı cana kıymayın. İşte bunları Allah size emretti; umulur ki düşünüp anlarsınız.”  (el-Enʻâm 6/151)

 

قُلْ اِنَّمَا حَرَّمَ رَبِّيَ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ وَالْاِثْمَ وَالْبَغْيَ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَاَنْ تُشْرِكُوا بِاللّٰهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِه۪ سُلْطَاناً وَاَنْ تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ

“De ki: «Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır».” (el-Aʻrâf 7/33)

Kur’ân

Nevvâs bin Sem’ân (r.a) der ki: Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i şöyle buyururken işittim:

“Kıyamet günü Kur’ân ve dünyada hayatlarını ona göre tanzim eden Kur’ân ehli, mahşer yerine getirilirler. Bu sırada Kur’ân’ın önünde Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri vardır.”

Rasûlullah (s.a.v) bu iki sûre için üç misâl verdi ki onları hâlâ unutmuş değilim. Allah Rasûlü (s.a.v) sözlerine şöyle devam etti:

“Sanki onlar iki bulut gibidirler veya iki siyah gölgelik gibidirler ki aralarında bir nûr parlar veya sanki onlar, gökyüzünde kanat açmış iki grup kuş gibidirler. Kendilerini okuyan insanları müdâfaa ederler.” (Müslim, Müsâfirîn, 253. Ayrıca bkz. Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 5/2883)

Ebû Mûsâ (r.a) şöyle buyurur:

“Bu Kur’ân sizin için ecir olur, zikir olur, nûr olur, bir de aleyhinize günah olur. Kur’ân’a tâbî olup peşinden gidin, ama sakın o sizin peşinizden gelmesin! Kim Kur’ân’ı tâkip ederse Kur’ân onu Cennet bahçelerine götürür. Kimi de Kur’ân tâkip ederse Kur’ân-ı Kerîm o kimseyi ensesinden ittirerek Cehennem’e atar.” (Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1)

يـزيـدكَ وجْـهُـهُ حـسْـنـاً     إذا ما زِدْتَهُ نظرَا

“Sen ona çok bakarsan onun yüzü de senin güzelliğini artırır.”

Zikir

Bir gün Rasûlullah (s.a.v):

“–Allah Teâlâ, kıyamet günü bir topluluğu diriltir. Yüzleri son derece nûrludur, inciden yapılmış minberler üzerine otururlar ve bütün insanlar onlara gıbta eder. Bunlar, ne peygamber ne de şehîddir!” buyurmuştu.

Bir bedevî hemen dizleri üzerine çökerek:

“–Yâ Rasûlallah! Ne olur onları bize anlat da bilelim!” diye yalvardı.

Fahr-i Kâinât Efendimiz şu açıklamayı yaptı:

“–Onlar, çeşitli kabile ve beldelerden olup Allah için birbirlerini seven ve Allah’ı zikretmek üzere toplanarak O’nu ananlardır.” (Heysemî, X, 77)

قَالَ جَابِرُ بْنُ عَبْدِ اللَّهِ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمَا خَرَجَ عَلَيْنَا النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، فَقَالَ: «يَا أَيُّهَا النَّاسُ، إِنَّ لِلَّهِ سَرَايَا مِنَ الْمَلَائِكَةِ تَحِلُّ وَتَقِفُ عَلَى مَجَالِسِ الذِّكْرِ فِي الْأَرْضِ، فَارْتَعُوا فِي رِيَاضِ الْجَنَّةِ» . قَالُوا: وَأَيْنَ رِيَاضُ الْجَنَّةِ؟ قَالَ: «مَجَالِسُ الذِّكْرِ، فَاغْدُوا وَرُوحُوا فِي ذِكْرِ اللَّهِ، وَذَكِّرُوهُ أَنْفُسَكُمْ مَنْ كَانَ يُحِبُّ أَنْ يَعْلَمَ مَنْزِلَتَهُ عِنْدَ اللَّهِ فَلْيَنْظُرْ كَيْفَ مَنْزِلَةُ اللَّهِ عِنْدَهُ، فَإِنَّ اللَّهَ يُنْزِلُ الْعَبْدَ مِنْهُ حَيْثُ أَنْزَلَهُ مِنْ نَفْسِهِ

Hâkim, Müstedrek, I, 671/1820

 

Salevât

Hz. Ali (r.a) de şöyle der:

“Her kim cuma günü, Peygamberimize yüz kere salevât getirirse, kıyâmet günü mahşer yerine yüzü çok güzel ve nûrlu olarak gelir. İnsanlar gıptayla:

«Bu adam acaba hangi ameli işliyordu?» diye birbirlerine sorarlar.” (Beyhakî, Şuab, III, 212)

 

İnfak

Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur:

“Kendileri de muhtâc oldukları hâlde yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire ikrâm ederler ve: «Biz size, sırf Allah rızâsı için ikrâm ediyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkuyoruz.» (derler). Allah da onları, o günün fenâlığından korur, yüzlerine nûr, gönüllerine sürûr bahşeder.” (İnsân 76/8-11)

Cihâd

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Kimin, Allah yolunda bir tek saçı ağarırsa, bu kıyamet günü onun için bir nûr olur.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 9/1635; Nesâî, Cihâd, 26/3140; Ahmed, IV, 113)

 

Mahşerde

يَوْمَ تَرَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ يَسْعٰى نُورُهُمْ بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَبِاَيْمَانِهِمْ بُشْرٰيكُمُ الْيَوْمَ جَنَّاتٌ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُۚ

“O gün mümin erkeklerin ve mümin kadınların nurlarının (kendileriyle beraber) önlerinde ve sağ yanlarında yürümekte olduğunu görürsün. «Bugün size müjde var; altından ırmaklar akan cennetlerde ebedî kalacaksınız» (denir). İşte en büyük murada ermek budur.” (el-Hadîd 57/12)

نبيّ الله صلى الله عليه وسلم كان يقول: “مِنَ المُؤْمِنِينَ مَنْ يُضِيءُ نُورُهُ مِنَ المَدينَةِ إلى عَدَنَ أبْينَ فَصَنْعاءَ، فَدُونَ ذلكَ، حتى إنَّ مِنَ المُؤْمِنينَ مَنْ لا يُضِيء نُورُهُ إلا مَوْضِعَ قَدَمَيْهِ”.

عَنِ ابْنِ مَسْعُودٍ فِي قَوْلِهِ: يَسْعَى نُورُهُم بَيْنَ أَيْدِيهِمْ قَالَ: يُؤْتَوْنَ نُورَهُمْ عَلَى قَدْرِ أَعْمَالِهِمْ. يَمُرُّونَ عَلَى الصِّرَاطِ، مِنْهُمْ مَنْ نُورُهُ مِثْلُ الْجَبَلِ، وَمِنْهُمْ مَنْ نُورُهُ مِثْلُ النَّخْلَةِ، وَأَدْنَاهُمْ نُورًا مَنْ نُورُهُ عَلَى إِبْهَامِهِ يُطْفَأَ مَرَّةً وَيُوقَدُ أُخْرَى

حَدَّثَنَا سليم ابن عَامِرٍ قَالَ: خَرَجْنَا عَلَى جِنَازَةٍ فِي بَابِ دِمَشْقَ، وَمَعَنَا أَبُو أُمَامَةَ الْبَاهِلِيُّ، فَلَمَّا صَلَّى عَلَى الْجِنَازَةِ وَأَخَذُوا فِي دَفْنِهَا، قَالَ أَبُو أُمَامَةَ: أَيُّهَا النَّاسُ، إِنَّكُمْ قَدْ أَصْبَحْتُمْ وَأَمْسَيْتُمْ فِي مَنْزِلٍ تَقْتَسِمُونَ فِيهِ الْحَسَنَاتِ وَالسَّيِّئَاتِ، وَتُوشِكُونَ أَنْ تَظْعَنُوا مِنْهُ إِلَى مَنْزِلٍ آخَرَ، وَهُوَ هَذَا يَشِيرُ إِلَى الْقَبْرِ– بَيْتُ الْوَحْدَةِ، وَبَيْتُ الظُّلْمَةِ، وَبَيْتُ الدُّودِ، وَبَيْتُ الضِّيقِ، إِلا مَا وَسَّعَ اللَّهُ، ثُمَّ تَنْتَقِلُونَ مِنْهُ إِلَى مَوَاطِنِ يَوْمِ الْقِيَامَةِ، فَإِنَّكُمْ فِي بَعْضِ تِلْكَ الْمَوَاطِنِ حَتَّى يَغْشَى النَّاسَ فِي أَمْرٍ مِنَ اللَّهِ، ف تبيض وُجُوهٌ وَتَسْوَدُّ وُجُوهٌ، ثُمَّ تَنْتَقِلُونَ مِنْهُ إِلَى مَنْزِلٍ آخَرَ تَغْشَى النَّاسَ ظُلْمَةٌ شَدِيدَةٌ، ثُمَّ يُقْسَمُ النُّورُ فَيُعْطَى الْمُؤْمِنُ نُورًا، وَيُتْرَكُ الْكَافِرُ وَالْمُنَافِقُ فَلا يُعْطَيَانِ شَيْئًا وَهُوَ الْمَثَلُ الَّذِي ضَرَبُهُ اللَّهُ فِي كِتَابِهِ قَالَ: أَوْ كَظُلُمَاتٍ فِي بَحْرٍ لُجِّيٍّ إِلَى قَوْلِهِ: فَمَا لَهُ من نور فَلَا يَسْتَضِيءُ الْكَافِرُ وَالْمُنَافِقُ بِنُورِ الْمُؤْمِنِ، كَمَا لَا يَسْتَضِيءُ الْأَعْمَى بِنُورِ الْبَصِيرِ، وَيَقُولُ الْمُنَافِقُونَ … لِلَّذِينَ آمَنُوا: انْظُرُونَا نَقْتَبِسْ مِنْ نُورِكُمْ، قِيلَ: ارْجِعُوا وَرَاءَكُمْ فَالْتَمِسُوا نُورًا وَهِيَ خُدْعَةُ اللَّهِ الَّتِي خَدَعَ بِهَا الْمُنَافِقِينَ حَيْثُ قَالَ: يُخَادِعُونَ اللهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ فَيَرْجِعُونَ إِلَى الْمَكَانِ الَّذِي قُسِمَ فِيهِ النُّورُ. فَلا يَجِدوُنَ شَيْئًا، فَيَنْصَرِفُونَ إِلَيْهِمْ وَقَدْ ضُرِبَ بَيْنَهُمْ بِسُورٍ لَهُ بَابٌ، بَاطِنُهُ فِيهِ الرَّحْمَةُ، وَظَاهِرُهُ مِنْ قِبَلِهِ الْعَذَابُ.. الْآيَةَ يَقُولُ سُلَيْمُ بْنُ عَامِرٍ: فَمَا يَزَالُ الْمُنَافِقُ مُغْتَرًّا حَتَّى يُقْسَمَ النُّورُ، وَيَمِيزَ اللَّهُ بَيْنَ الْمُؤْمِنِ وَالْمُنَافِقِ

عَنْ أَبِي أُمَامَةَ قَالَ: تُبْعَثُ ظَلْمَةٌ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَمَا مِنْ مُؤْمِنٍ وَلا كَافِرٍ يَرَى كَفَّهُ، حَتَّى يَبْعَثَ اللَّهُ بِالنُّورِ إِلَى الْمُؤْمِنِينَ بِقَدْرِ أَعْمَالِهِمْ، فَيَتْبَعُهُمُ الْمُنَافِقُونَ فَيَقُولُونَ: انْظُرُونَا نَقْتَبِسْ مِنْ نوركم

يَوْمَ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا انْظُرُونَا نَقْتَبِسْ مِنْ نُورِكُمْ ق۪يلَ ارْجِعُوا وَرَٓاءَكُمْ فَالْتَمِسُوا نُوراًۜ فَضُرِبَ بَيْنَهُمْ بِسُورٍ لَهُ بَابٌۜ بَاطِنُهُ ف۪يهِ الرَّحْمَةُ وَظَاهِرُهُ مِنْ قِبَلِهِ الْعَذَابُۜ

“O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar iman edenlere şöyle diyecekler: «Bizi bekleyin de yetişip nurunuzdan bir parça alalım.» Şöyle denecek: «Geriye dönün de başka bir nur arayın!» Ve hemen aralarına kapısı da olan bir duvar çekilir; duvarın iç tarafında rahmet, kendilerine bakan dış tarafında ise azap vardır.” (el-Hadîd 57/13)

يُنَادُونَهُمْ اَلَمْ نَكُنْ مَعَكُمْۜ قَالُوا بَلٰى وَلٰكِنَّكُمْ فَـتَنْتُمْ اَنْفُسَكُمْ وَتَرَبَّصْتُمْ وَارْتَبْتُمْ وَغَرَّتْكُمُ الْاَمَانِيُّ حَتّٰى جَٓاءَ اَمْرُ اللّٰهِ وَغَرَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ

“Münafıklar onlara, «Sizinle beraber değil miydik?» diye seslenirler. Onlar, «Evet öyleydi» derler, ama siz başınızı belâya kendiniz soktunuz, fırsat kolladınız, hep şüphe içinde oldunuz ve Allah’ın emri gelip çatıncaya kadar geleceğe yönelik kuruntularınız sizi oyaladı; bundan ötürü o aldatma ustası (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırıp durdu.” (el-Hadîd 57/14)

 

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا تُوبُٓوا اِلَى اللّٰهِ تَوْبَةً نَصُوحاًۜ عَسٰى رَبُّكُمْ اَنْ يُكَفِّرَ عَنْكُمْ سَيِّـَٔاتِكُمْ وَيُدْخِلَكُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۙ يَوْمَ لَا يُخْزِي اللّٰهُ النَّبِيَّ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُۚ نُورُهُمْ يَسْعٰى بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَبِاَيْمَانِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّـنَٓا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْ لَنَاۚ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ

“Ey iman edenler! İçtenlikle ve kararlılık içinde Allah’a tevbe edin. Umulur ki Rabbiniz kötülüklerinizi örter ve sizi altından ırmaklar akan cennetlerine koyar. O gün Allah, Nebiyy-i Ekrem’ini ve onunla aynı imanı paylaşanları utandırmaz. Onların nuru önlerinde ve sağ yanlarında ilerleyerek yollarını aydınlatırken şöyle derler: «Rabbimiz! Nurumuzu arttır eksiltme ve bizi bağışla. Şüphesiz senin her şeye gücün yeter».” (et-Tahrîm 66/8)

عن مجاهد، عن يزيد بن شجرة، قال: كان يذكرنا ويبكي، ويصدّق قوله فعله، يقول: يا أيها الناس إنكم مكتوبون عند الله عزّ وجلّ بأسمائكم وسيماكم، ومجالسكم ونجواكم وخلاتكم، فإذا كان يومُ القيامة قيل: يا فلانُ ابْنَ فلان هاكَ نورَك، ويا فلانُ ابْنَ فلان، لا نور لك.

 

Cennette

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Şüphesiz müttakîler cennetlerde ve ırmak kenarlarında nûr içindedirler. Kudretine nihâyet olmayan padişahlar padişahının yüce huzûrunda doğrulara has sadâkat meclisindedirler.” (Kamer 54/54-55)


 

Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri

Miras almayışı

Avukat veya hâkim olmayışı

Kendi el emeği ile geçinmesi

Son nefes endişesiyle zaman zaman; “Şu dünyayı bir atlatsak” derlerdi.

“Az zikirle kalp yumuşamaz” buyururlardı.

Lisân şuuru

Ehemmiyet verdikleri hususlar:

1. Kalp tasfiyesi, Kalb-i Selîm

2. Seherler

3. Sâdıklarla beraber olmak

Mustafa Temel abinin nakline göre Mûsâ Efendi (k.s) şöyle buyurmuştur:

“Üstadımızla 30 dakikalık randevumuz olurdu. Çok mühim mevzular olmasına rağmen onları 10 dakikaya sığdırır, geri kalan 20 dakikada tedbirden bahsederlerdi. Şöyle buyururlardı:

“Tedbir korkaklık değildir, ashâb-ı kirâmın hayatıdır.”

Yine Mustafa Temel abinin nakline göre Mûsâ Efendi (k.s), Sâmî Efendimiz’i gören ihvana şöyle buyurmuştur:

“–Sâmî Efendimiz’i, onu görmeyenlere nasıl anlatacaksınız?

Hz. Âişe validemize Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ahlâkını sorduklarında o: «Siz Kur’ân okumuyor musunuz? O’nun ahlâkı Kur’ân idi» buyurmuştu. İşte aynen bunu gibi Sâmî Efendimiz’in hayatı da Sünnet-i Seniyye idi. Onu görmeyenlere bu şekilde anlatacaksınız!”

 

Medhedilmekten Hoşlanmazdı

Sâmi Efendi Hazretleri, övülmekten hazzetmez, aşırı iltifatlardan üzülürdü. Muhâtapları kendisinin güzel hâllerini ne kadar senâ ederse etsin, bunu aslâ kendisine izâfe etmez, hemen “Bi-iznillâh: Allâh’ın izniyle!” buyururdu. Böylece her muvaffakıyetin ancak Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla vuk¯u bulduğunu ifâde ederdi. Nezâketen, muhâtaplarını incitmemeye de çok dikkat ederdi. Nazarında övülmek ve yerilmek farksızdı.

Kendisi övülmeyi istemediği gibi, hiçbir şahsı da yüzüne karşı medhetmezdi. Hâllerine göre iltifatta bulunurdu. Bâzen hürmete şâyan kişilerin mânevî kıymeti bilinsin diye, gıyâben medhettiği olurdu.

Sâmi Efendi g medhetmenin âfetlerine kâmil mânâda vâkıf olduğu için, evlâtlarını yüzlerine karşı da arkalarından da övmezdi. Ahlâk, hâl ve hareketlerini takdir ettiği evlâtlarına güler yüz gösterir ve onlara nâzikâne muâmele ederdi.

 

“Hak Teâlâ Hazretlerinin abdden iʻrâzına alâmet, abdin mâlâyani ile iştigâlidir. Ve her ne ki âhiret kârına lâzım olmaya, mâlâyânidir.” (Musâhabe 1)

Kemâlettin Altıntaş Hocamız şöyle anlatıyor:

Ders tarif etmeden önce şöyle buyurdular:

“Her Müslümanın alacağı ilk ders, harama helale dikkat etmektir. Ayrıca insanlar arasındaki muamelatımız düzgün olmalı, kimse bizden incinmemelidir.”

Mustafa Kamer Efendi şöyle demiştir:

Sami Efendi Hazretleri bir sohbetinde “Bütün tasavvuf kitapları, dünya muhabbetini kalpten çıkarmak için yazılmıştır” buyurmuşlardı.

Kalb-i Selîm’in üç alâmeti vardır. İncitmemek, incinmemek ve hangi halde bulunursa bulunsun Allah’tan râzı olmak.

Dînî İlimleri Tahsil

“Ey birâder! Vakit âhir zamandır. Din zayıflamış, Sünnet terk edilmiş, bid’atler ise her tarafa yayılmıştır. Böyle karanlık bir devirde, en mühim şey olan akāidi ve diğer dînî ilimleri tahsil etmeye gayret eylemek zarurîdir.”[4]

 

“Ey Ümmet! Sizden bir cemâat olsun ki o cemâat nâsı hayra davet ve mâruflarla emir ve münkerâttan nehyetsin. İşte şu hayra davet edip emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münkerle meşgul olanlar ancak felah bulup azâbdan kurtulanlardır.” (Âl-i İmran 3/104)

Yani, millet-i İslâmiyye arasında halka her hususta öğüt verecek ve nazar-ı şerîatta caiz olan ile olmayanı bildirecek bir cemâat olmak lâzımdır. İşte öğüt verenler ve öğüt dinleyenler dünyâda ve âhirette felahyâb olanlardır.

Emr-i bi’l-mârûf, farz-ı kifâye olduğundan ümmetten bazılarının bu vazifeyi ifâ etmesiyle diğerlerinden farz sakıt olur. Eğer Emr-i bi’l-mârûf külliyyen terk edilirse Ümmet-i Muhammed’in cümlesi günahkâr olur.

وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَاۤفَّةً فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَاۤئِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدّ۪ينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُوۤا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ ﴿122﴾

“Mü’minler için dînde fıkıh ilmi tahsili ve cihâd hususunda hepsinin gitmesi sahîh olmadı. Keşke mü’minlerin her kabilesinden bir taife ahkâm-ı dîniyye ve âdâb-ı İslâmiyye’den lâzım olanları öğrenip tahsîl-i ilimden sonra dönüp memleketlerine geldiklerinde kavm ü kabilelerini inzâr etmiş olsalar, hem kendileri ve hem de kavm ü kabileleri haklarında ayn-i nimet olur. Ve me’mül ki, onlar inzâr ile menhiyyâttan korkarlar.” (et-Tevbe 9/122)

Fahr-i Râzi ve Nisâbûri’nin beyânları veçhile:

Ulûm-i şer’iyyeyi tahsil etmek farz-ı kifâye olduğundan tâlib-i ilim olan kimsenin niyyeti de halkın noksanını ikmâl ve ahvâlini ıslâh etmek için olmak lâzım geldiğine bu âyet-i celîle delâlet eder.

Binâenaleyh her belde ve her kabîlede mesâil-i dîniyyeyi talîm edecek bir âlimin bulundurulması farz-ı kifâyedir. Eğer bulundurulmazsa halkın cümlesi günahkâr olur.

Fakat her mü’minin ilm-i hâlini, ferâiz-i dîniyyesini kendisi öğrenmesi de farz-ı ayn olduğundan ilm-i hâlini öğrenmeyen kimse günahkâr olur. Çünkü İslâm diyarında cehalet mazeret sayılamaz. (Musâhabe 1)

“Beş vakit namazı cemâatle, cemʻiyyetle ve taʻdîl-i erkân ile ve isbâğ-ı vudû’ ile müstahab olan evkâtta edâ eylemek lâzımdır.” (Musâhabe 1)


[1] Ateşin düştüğü yer, mânâsına bir isim.

[2] Sıcak veya ateşten taşları yanmış gibi kararmış bir yer anlamında Medine yakınlarında bir mevki ismi.

[3] Müslim, Tahâret, 1.

[4]. M. Sâmi Efendi, Musâhabe, I, 101.

%d bloggers like this: