Allah Rasûlü’ne (s.a.v) Kardeş Olabilmek

Maddî ve Mânevî Temizlik

Bir gün Rasûlullah (s.a.v) kabristana geldiler ve:

“Selâm size ey mü’minler diyarının sâkinleri! İnşâallah bir gün biz de sizin yanınıza geleceğiz. Kardeşlerimizi görmemizi çok isterdim” buyurdular. Ashâb-ı kirâm:

“–Biz sizin kardeşleriniz değil miyiz, yâ Rasûlallah?” diye sordular. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

“–Sizler benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz henüz gelmemiş olanlardır” buyurdular. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm:

“–Ümmetinizden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksınız, ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordular.

Rasûlullah (s.a.v) onlara:

“–Bir adamın alnı ve ayakları beyaz olan bir atı olduğunu düşünün. Adam bu atını, hepsi de simsiyah olan bir at sürüsü içinde tanıyamaz mı?” diye sordular. Sahâbe-i kirâm:

“–Evet, tanır ey Allah’ın Rasûlü!” cevabını verince Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurdular:

“–İşte kardeşlerimiz de abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak geleceklerdir. Ben, önceden gidip Havuz’umun başında ikrâm etmek için onları bekleyeceğim. Dikkat edin! Birtakım kimseler yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim Havuz’umdan kovulacaklardır. Ben onlara «Buraya gelin!» diye nidâ edeceğim. Bana: «Onlar Sen’den sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in Sünnet’ini takip etmeyip başka yollara saptılar)» denilecek.[1] Bunun üzerine ben de: «Uzak olsunlar, uzak olsunlar» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret, 39; Fedâil, 26)[2]

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, muhtelif meclislerde, kendisine kardeş olma vasfıyla şereflenebilecek kimselerin özelliklerini haber vermişlerdir. Yukarıdaki hadis-i şerife göre onların en başta gelen hususiyetleri abdestle maddî ve mânevî temizliği elde etmiş olmalarıdır. Onlar yüzlerini ve gönüllerini nurlandıran, Rableri ve hemcinsleri yanında tertemiz olan insanlardır.

İnsanın yüzü, gönlünün aksettiği bir ekran gibidir. Bir insanın yüzüne bakılınca onun duygu dünyasıyla ilgili epey bir kanaat oluşuverir. Yani bu ikisi birbirinden pek ayrılmaz.

Nurlu Sîmâlar

Allah Teâlâ’nın kullarından istediği her amel-i sâlih yüzün ve gönlün nurlanmasına ve insanda güzel bir sîmânın oturmasına sebep olur. O insanın yüzüne bakılınca Allah Teâlâ hatıra gelir. Bu sebeple de onlar insanların en hayırlıları,[3] Allah’ın velî kulları[4] sayılırlar.

Yüzü nurlandıran ve kişiyi Allah ile Rasûlü’ne yaklaştıran amel-i sâlihlerin başında namaz gelir. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“…Onları, Allah’ın lutuf ve rızâsına talip olarak hep rükûda ve secdede görürsün. Secdenin tesiriyle yüzlerine sîmâları oturmuştur (yüzlerindeki görüntü, yaptıkları secdenin tesiriyle oluşmuştur)…” (el-Feth 48/29)

Atâ b. Ebî Rebâh (v.114/732) bu âyetin tefsirinde şu îzâhı yapar: “Onlar gece uzun uzun namaz kıldıkları için yüzleri nurlanmıştır.” Zira “Kim gece çok namaz kılarsa gündüz yüzü güzel olur” denilmiştir.

İhlâs ile alınan abdest ve huşû ile kılınan namaz mü’mine öyle bir sîmâ verir ki onu mahşerî kalabalıklar içinde tâ uzaktan tanırsınız. Nitekim ashâb-ı kirâm, “Yâ Rasûlallah! O gün (mahşer yerinde) bizi tanır mısınız?” diye sorduklarında, Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Evet, o gün sizin, hiçbir ümmette olmayan bir sîmânız olacak. Benim yanıma abdest izlerinden dolayı yüzleriniz nurlu, elleriniz ve ayaklarınız parlak olarak geleceksiniz” buyurmuşlardır. (Müslim, Tahâret, 36-37)

Bizi Rasûlullah Efendimiz’e kardeş kılacak özellikleri ve amel-i sâlihleri araştırmaya devam edelim. Şu rivayete bakalım: Bir gün Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurdular:

“Allah, kardeşim Abdullah bin Revâha’ya rahmet etsin! Namaz vakti nerede girse, hemen orada durup (namazını kılar).” (Heysemî, IX, 316)

Demek ki namazı ilk vaktinde kılmak bizi Sevgili Peygamberimize kardeş kılacak. Mahmûd Sâmî Efendi’nin o nezîh üslûbuyla ifade edecek olursak:

“Beş vakit namazı cemâatle, cemʻiyyetle ve taʻdîl-i erkân ile ve isbâğ-ı vudû’ ile müstehab olan evkâtta edâ eylemek lâzımdır.” (Musâhabe 1) Yani namazı camide, kalbimizi toplamış vaziyette huşû ile, rükünlerin hakkını vererek yavaş yavaş, güzel ve sağlam bir abdest ile ve tavsiye edilen ilk vakitlerinde kılmak gerekir.

Hak Yolunda Gayret ve Kuvvet

Bütün ibadetler bu şekilde hakkıyla yapıldığında insana çok büyük değerler katar. Şimdi farklı bir alana geçelim. Bir gün Hz. Ömer umre yapmak için Efendimiz’den izin istemişti. Rasûlullah (s.a.v):

“Sevgili kardeşim, bizi de duadan unutma!” buyurdular. Böylesine muhteşem ve muazzam bir iltifata mazhar olan Ömer (r.a), kalbindeki emsalsiz sevinci:

“Rasûlullah Efendimiz’in bana bu hitabı, benim için dünyaya bedeldir. Dünyayı verselerdi bu kadar sevinmezdim” sözleriyle ifade etmiştir.[5]

Hz. Ömer’i, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e kardeş yapan husus herhalde onun kuvvetli imanı, hak yolundaki azim ve gayreti, dillere destan adalet ve şecaati idi. O hâlde bütün ahlâkî vasıflar faziletler, müslüman gencin zîneti ve süsü olmalıdır.

Ebedî Gençlik

İşin can damarını oluşturan noktalardan birine daha temas edelim. Berâ (r.a) anlatıyor:

“Biz Rasûlullah (s.a.v) ile bir cenâze teşyîinde bulunmuştuk. Efendimiz (s.a.v), kabrin kenarına oturup ağladılar, öyle ki gözyaşlarıyla toprak ıslandı. Sonra da:

«–Kardeşlerim! İşte asıl böylesine mühim bir yer için hazırlık yapın!» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)

Demek ki bizi O’na kardeş yapacak en mühim hususlardan biri de dünyada kalıcı olmadığımızı, kısa bir nöbet için buraya geldiğimizi, bizden önce gelip gidenler gibi bizim de bir gün buradan ayrılacağımızı ve tarih olacağımızı unutmamaktır. Bu kısa hayattan ebedî hayata gideceksek o zaman hem yol hazırlığı, hem de ebedî hayat hazırlığı yapmamız gerekiyor. Zira gittiğimiz yerde ne kadar kalacaksak ona göre hazırlık yapıyoruz. İşte Rasûlullah (s.a.v) de kardeşlerine şiddetle bunu tavsiye ediyor. Ebediyyen genç ve pürsevinç kalmanın yolu bu tavsiyeye uymaktan geçiyor.

İstanbul’un Fethi

Son olarak çok önemli bir noktaya temas edelim: Allah Rasûlü’ne kardeş olabilmenin en büyük âmillerinden bir Allah yolunda usûlünce ve şartlarına riayet ederek cihâd etmektir. Yani şartlara, zamana, imkânlara ve kâbiliyete göre gayret etmek, çalışmak. Bu gayretlerin en üstünü, cephede düşmana karşı savaşarak vatan için, İslâm’ın geleceği için canı fedâ etmektir.

Bişr bin Sühaym (r.a) anlatıyor: Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in şöyle buyurduklarını işittim:

“İstanbul elbette fetholunacaktır; onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!”

Bu hadisi rivayet eden sahâbînin oğlu Abdullah bin Bişr der ki: Bir gün Emevî valisi Mesleme bin Abdülmelik (v. 121/739 [?]) beni çağırdı ve bu hadisi sordu. Ben de ona hadisi naklettim. Bunun üzerine Mesleme hemen Kostantıniyye üzerine gazâya çıktı. (Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 335; Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr, II, 81/1760; Hâkim, el-Müstedrek, IV, 468/8300; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, VI, 218)

Rasûlullah (s.a.v) bir müjde daha vermiş ve; “Ümmetimden Kayser’in şehrine (İstanbul’a) ilk gazâ eden ordu, mağfirete nâil olmuştur (onların günahları affedilir)” buyurmuşlardı. (Buhârî, Cihâd, 93)

İstanbul’a sefere giden ilk ordu hicrî 52 senesinde yola çıkmıştı. Orduda Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a) da vardı. Vefat ederse Kostantıniyye şehrinin kapısının yanına defnedilmeyi vasiyet etti. Kabrini düzleyip hiçbir iz bırakmamalarını istedi. Ebû Zıbyân hâdiseyi şöyle nakleder: Ebû Eyyûb (r.a), Rumlara karşı tertip edilen gazâya katılmıştı. Yolda hastalandı. Vefatı yaklaşınca şöyle dedi:

“–Şayet ölürsem beni yanınıza alın ve ileri götürün! Rum topraklarına doğru gücünüz yettiğince uzağa taşıyın. Düşman saflarıyla karşılaşıp artık ilerleyemez duruma geldiğinizde, beni oraya ayaklarınızın altına defnedin!” (Bkz. Ahmed, V, 419, 416)

Eyyûb Sultan Hazretleri o zaman 80 yaşının üzerinde rûhu genç bir sahâbî idi. 

Düşmanın Üzerine Atlayın

İstanbul surlarının dibinde enteresan bir hâdise yaşandı. Hâlid bin Velid’in oğlu Abdurrahman’ın kumandası altında bulunan İslâm ordusu, Allah Rasûlü’nün İstanbul’un fethiyle ilgili müjde ve iltifâtına nâil olmak ümîdiyle bütün gücüyle cihâd ediyordu. Rumlar arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırken, Ensâr’dan bir zât, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü.

Bunu gören mü’minler; “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız!” âyetini hatırlayarak:

“–Lâ ilâhe illâllah! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor!” dediler.

Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a) şöyle dedi:

“–Ey mü’minler! Bu âyet, biz Ensâr hakkında nâzil oldu. Allah Teâlâ, Peygamberi’ne yardım edip dînini gâlip kıldığında biz, «Artık mallarımızın başında durup onların ıslâhı ile meşgul olalım» demiştik. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Rasûlü’ne:

«Allah yolunda infak ediniz de, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız. Bir de ihsanda bulununuz, zira Allah, (iyilikte bulunan ve ihsân şuuru ile yaşayan) muhsinleri sever»[6] âyetini vahyetti. Bu âyet-i kerimedeki, kişinin «kendi eliyle kendisini tehlikeye atması»ndan maksat, bizim bağ ve bahçe gibi dünya malıyla uğraşmaya dalıp, cihâdı terk ve ihmal etmemizdir.”

Ebû Eyyûb (r.a), seksen yaşının üzerinde olmasına rağmen cihâdı terk etmedi. Şehîd olup İstanbul’da defnedilinceye kadar Allah yolunda cihâd etmeye devam etti. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 22/2512; Tirmizî, Tefsîr, 2/2972)

Arkadan Kuşatma

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in fetih müjdesine nâil olmak için herkes gayrete gelmişti. Hz. Osman (r.a), komutanlarına hiç vakit kaybetmeden Cebel-i Târık’ı geçerek Endülüs’e girmeleri emrini verdi. Bu emir, İstanbul’un batı yönünden sıkıştırılarak fethin kolaylaştırılması düşüncesinden kaynaklanıyordu. Bu sebeple o, Endülüs seferine katılanlara şu mektubu yazmıştı:

“İstanbul ancak Endülüs tarafından fethedilebilir. Eğer orayı fethederseniz, âhir zamanda İstanbul’u fethedenlerin ecrine siz de ortak olursunuz. Ve’s-selâm.”[7]

Böylece Hz. Osman zamanında, Kuzey Afrika’daki fetihler tamamlanmış, İslâm’ın karşısındaki en büyük güç olan Bizans’ın batıdan sıkıştırılması planları tatbikata konulmuştur.

Roma’nın Fethi

Müjdeye nâil olan olmuş, peki biz ne yapacağız? Geç mi kaldık acaba, bize de bir fırsat yok mu? Rivayetlere baktığımızda bizim içinde pek çok fırsat kapılarının bulunduğu görülmektedir. İşte bunlardan biri:

Ebû Kabîl (r.a) anlatıyor: Abdullâh bin Amr bin Âs (r.a)’nın yanında idik. Kendisine Kostantiniyye ve Rûmiyye’den (Roma’dan) hangisinin önce fethedileceği soruldu. Abdullah (r.a), halkaları olan eski bir sandık getirtti. İçinden bir yazı çıkardı ve şöyle dedi:

Rasûlullah (s.a.v)’in çevresinde toplanmış mübârek hadislerini yazdığımız bir esnâda ona:

«–Hangi şehir önce fethedilecek, Kostantiniyye mi yoksa Rûmiyye mi?» diye soruldu. Allah Rasûlü (s.a.v):

«–Hiraklin şehri (yani Kostantiniyye) önce fethedilecek!» buyurdular.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 176; Dârimî, Mukaddime, 43/492; İbn-i Ebî, Şeybe, Musannef, IV, 219; Hâkim, el-Müstedrek, IV, 468/8301; IV, 553/8550; IV, 598/8662; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, VI, 219)

Fetih, askerî güçle olduğu gibi ilim, fikir ve kalemle de olur. Asıl fetih de zaten gönüllerde olan bu fetihtir. Askerle yapılan fethin kalıcı olması da buna bağlıdır. Dolayısıyla gönüllerin fethine öncelik vermemiz gerekmektedir.


[1] Bunların, Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’e beyʻat ettikten sonra dinden dönen az sayıdaki beyinsiz bedevîler olduğu söylenir. Nitekim diğer bir hadîs-i şerîfte Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar:

“…Bana şöyle denir:

«‒Sen onlardan ayrılınca topukları üzere gerisin geri döndüler ve o günden beri bu irtidâdları üzere devam ettiler!».” (Müslim, Cennet, 58)

Havuz’a varamayacak olan insanlarla alâkalı farklı görüşler de vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

  1. Münâfıklar ve mürtedler,
  2. Efendimiz (s.a.v)’in zamanında olup da O’nun vefatından sonra irtidâd edenler,
  3. Büyük günah işleyenler,
  4. Yanlış îtikâdî mezheplere kapılanlar ve bid’at ehli kimseler. (Süyûtî, ed-Dîbâc alâ Sahîhi Müslim ibn-i Haccâc, Dâru İbni Affân, 1416, II, 34)
  5. Âsîler, İslâm’dan değil de istikâmetten dönenler, sâlih amelleri terkedip kötü işler yapanlar. (Nevevî, Şerh Sahîhi Müslim, XV, 64)

[2] Ayrıca bkz. Nesâî, Tahâret, 110/150; İbn-i Mâce, Zühd, 36; Muvatta’, Tahâret, 28; Ahmed, II, 300, 408.

[3] Ahmed, VI, 409; İbn-i Mâce, Zühd, 4; Beyhakî, Şuab, XIII, 445/10596.

[4] Heysemî, X, 78; İbn-i Mâ­ce, Zühd, 4.

[5] Bkz. Ebû Dâvûd, Vitir, 23/1498; Tirmizî, Deavât, 109/3562; İbn-i Mâce, Menâsık, 5.

[6] el-Bakara 2/195.

[7] İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 144; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 93; Muhammed Hamidullah, “Fethul-Endelüs (İspanya) fî Hilâfeti Seyyidinâ Osmân sene 27 li’l-Hicre”, İ.Ü. Ed. Fak. İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul 1978, VII, 221-225.

%d bloggers like this: