Tebük Seferi ve Nifâkın Gün Yüzüne Çıkması

Tebük seferi, Tâif kuşatmasından dönünce yaklaşık 6 ay sonra 9. hicrî senenin yazında Receb ayında gerçekleşti.

Herakliyus’un, Müslümanlara karşı Rumlardan ve kendilerine tâbî olan Arap kabilelerinden büyük bir ordu topladığı, Câfer-i Tayyâr’ın öcünü almak gibi bazı sebepler zikredilse de bu seferin asıl sebebi “Cihâd farîzasına tabiî bir icâbet”tir. Hâfız İbn-i Kesîr buna şöyle dikkat çeker:

“Rasûlullah (s.a.v) Rumlarla savaşmaya azmettiler. Zira onlar insanların Efendimiz’e en yakın olanları, İslâm’a ve Müslümanlara yakınlıkları sebebiyle hakka dâvete en lâyık bulunanları idiler. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:

«Ey iman edenler! Kâfirlerden size yakın olanlarla savaşın ve onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.» (et-Tevbe, 123)” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, II, 5)

Daha evvelki seferler müşrik Arap kabilelere ve yahûdilere yönelik olarak yapılmıştı. Mûte ve Tebük seferleri ise Rumlara ve hristiyan Araplara yönelik yapıldı.

Hristiyan âleminin müşriklerden pek farkı kalmamıştı. Bu sebeple Cenâb-ı Hak müşriklerle olduğu gibi Ehl-i Kitâb ile de cihâdı emretti. Ancak onların, siyâsî olarak Müslümanlara boyun eğdikten sonra cizye vererek dinlerini muhâfaza etmelerine müsaade etti. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

قَاتِلُوا الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَلَا يَدٖينُونَ دٖينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذٖينَ اُوتُوا الْكِتَابَ حَتّٰى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ

“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Rasûlü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın!” (et-Tevbe, 29)

Müslümanlar Arap Yarımadası’nda putçuluğun işini bitirip yahûdileri de sürünce yeni bir merhaleye girdiler ve ehl-i kitaptan hristiyanlarla savaşmaya başladılar.

Tebük, Hicâz’ın kuzeyinde, Medîne-i Münevvere’den 778 km. uzakta yer alır. Bu bölgedeki insanlar o zamanlar Rumlara boyun eğmişlerdi.

Bu sefer “Gazvetü’l-Usre: Zorluk Gazvesi” diye de isimlendirilir.[1] Çünkü o vakitte Müslümanlar iktisadî bir darlık içinde idiler. Öyle ki iki asker bir hurmayı bölüşüyor, hurmayı emip üzerine su içerek idare ediyorlardı. (Taberî, Tefsîr, XI, 55)

 

İnfâk Seferberliği

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) orduya yardıma teşvik ederek infakta bulunanlara Cenâb-ı Hakk’ın çok büyük ecirler ihsân edeceğini vaad buyurdular. Zengin-fakir bütün ashâb-ı kirâm orduyu techîze koştu.

Hz. Ömer (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) bize tasaddukta bulunmamızı emretmişti. O günlerde malım da vardı. Kendi kendime, «Ebû Bekir’i geçersem ancak bugün geçebilirim» dedim ve malımın yarısını getirdim.

Allah Rasûlü (s.a.v):

«–Ehline ne bıraktın?» buyurdular.

«–Şu getirdiğim kadar da onlara bıraktım» dedim.

Hz. Ebû Bekir de elinde bulunan malın tamamını alıp getirdi.

Rasûlullah (s.a.v):

«–Ebû Bekir, çoluk çocuğuna ne bıraktın?» buyurdular.

«–Onlara Allah ve Rasûlü’nü bıraktım» cevâbını verdi.

Onun bu muhteşem cevabını işitince kendi kendime:

«Vallahi onu hiçbir hususta kesinlikle geçemem!» dedim.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 40/1678; Tirmizî, Menâkıb, 16/3675)

{

Abdurrahman b. Semüre (r.a) anlatıyor:

“Rasûlullah (s.a.v) Ceyşü’l-Usre’yi techiz ettikleri esnâda Hz. Osman (r.a) bin dinar getirdi ve Rasûlullah’ın kucağına döktü. Fahr-i Kâinât Efendimiz, parayı kucağında eliyle bir o yana bir bu yana karıştırdılar ve şöyle buyurdular:

«–Bugünden sonra Osman’a, yaptığı hiçbir şey zarar vermez!»

Allah Rasûlü bu sözünü iki defâ tekrar ettiler.” (Tirmizî, Menâkıb, 18/3701)

Abdurrahman b. Hubâb (r.a) anlatıyor:

Rasûlullah (s.a.v), ashâbını Ceyşü’l-Usre’ye[2] yardım etmeleri için teşvik ederlerken ben de yanındaydım. Osman bin Affân (r.a) ayağa kalktı ve:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Allah yolunda çuluyla ve semeriyle yüz deve benden!” dedi.

Rasûlullah (s.a.v) ordu için bağışta bulunmaya tekrar teşvik ettiler. Hz. Osman yine kalkıp:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Allah yolunda çuluyla ve semeriyle iki yüz deve benden!” dedi.

Rasûlullah (s.a.v) tekrar teşvikte bulundular. Osman (r.a) yine kalktı ve:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Allah yolunda çuluyla ve semeriyle üç yüz deve benden!” dedi.

Rasûlullah (s.a.v)’i minberden inerken gördüm, hem iniyor hem de:

“Osmân’a (bu fedâkârâne infâkı sebebiyle) bundan sonra yapacağı hiçbir şey zarar vermez! Osmân’a bundan sonra yapacağı hiçbir şey zarar vermez!” buyuruyorlardı. (Tirmizî, Menâkıb, 18/3700; Ahmed, V, 63)

{

Abdurrahman bin Avf (r.a) da 2 bin dirhem infak etti ki bu malının yarısı idi. (Taberî, Tefsîr, X, 191-196)

{

Bu hususta büyüklük gösteren fazilet timsâli mü’minlerden biri de fakir sahâbî Ulbe bin Zeyd (r.a)’dir. Rasûlullah (s.a.v) müslümanları Zorlu Sefer Tebük için yardıma çağırınca, Ulbe (r.a) gece teheccüde kalkıp namaz kıldı, Allah’a yalvardı ve sabah olunca sahip olduğu yegâne malı olan bir parça eşyayı alarak Allah Rasûlü’nün yanına geldi. Ulvî bir rûh hâliyle büyük bir fazilet ve fedâkârlık örneği sergileyerek:

“–Yâ Rasûlallah! Elimde sadaka olarak verebileceğim bir şey yok. Şu bir parça eşyâmı tasadduk ediyorum. Bundan dolayı beni üzen veya bana kötü söyleyen, ya da benimle alay eden kimseye de hakkımı helâl ediyorum!” dedi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 500; İbn-i Kesîr, es-Sîre, IV, 9; Vâkıdî, III, 994)

{

Ebû Mes’ûd Ukbe bin Amr el-Ensârî el-Bedrî (r.a) şöyle anlatır:

Sadaka âyeti inince, biz sırtımızda yük taşıyarak (hamallık yaparak) sadaka vermeye başladık. Derken bir adam geldi ve çokça sadaka verdi. Münâfıklar, “Gösteriş yapıyor” dediler. Bir başkası geldi, bir ölçek hurma tasadduk etti. Münâfıklar bu sefer de, “Allâh’ın bunun bir ölçek hurmasına ihtiyâcı yoktur” dediler. Bunun üzerine şu âyet-i kerime indi:

“Sadakalar husûsunda gönülden veren mü’minleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştiren ve onlarla alay edenler yok mu, Allâh onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için acı bir azap vardır.” (et-Tevbe, 79) (Buhârî, Zekât, 10; Müslim, Zekât, 72)

 

Münâfıklar

Bu gazvede nifak meydana çıktı ve münafıklar propaganda yaparak insanları gazveden geri bırakmaya çalıştılar. “Sıcakta seferberliğe gitmeyin!”[3] diyorlardı.

Bazıları Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gelerek yalandan mâzeretler uydurup izin istediler. Cenâb-ı Hak, Efendimiz’e itâbda bulunarak şöyle buyurdu:

“Allah seni affetti. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup, sen yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin?” (et-Tevbe, 43)

Nifâk, Medîne’nin etrafındaki bedevî kabilelere kadar yayılmıştı.[4] Cenâb-ı Hak, münâfıkların özürlerinin kabul edilmesini yasakladı ve onların “pislik” olduğunu haber verdi.[5]

Müslümanlarla münafıkların arasına perde çekildi ve ayrım yapıldı. Böylece daha evvel sergilenen “münâfıkların hallerini örtme ve karşı karşıya gelmeme” devri bitmiş oldu. Kur’ân-ı Kerîm onları rezil etti. Allah Rasûlü (s.a.v) onların yaptırdığı Mescidü’d-Dırâr’da namaz kılmadıkları gibi orayı yaktırdılar. Münâfıkların ölüleri üzerine cenâze namazı kılmadılar.

Münâfıkların çoğu gazveye katılmadı, bir kısmı da tuzak ve fitne fırsatları yakalama ümidiyle katıldı.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) civar kabilelere elçiler göndererek Tebük seferberliğine katılmalarını istediler. (Vâkıdî, III, 990)

Medine’de seferberliğe katılmada yavaş davrananlara ihtar geldi:

“Ey iman edenler! Size ne oldu ki, «Allah yolunda savaşa çıkın!» denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını âhirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası âhiretin yanında pek azdır.” (et-Tevbe, 38)

Sıcak iyice bastırmış, meyveler olgunlaşmaya başlamış, hurmaların toplanma vakti gelmişti. İnsanlara gölgeden daha tatlı bir şey yoktu. Bu sebeple münâfıklara, sefere çıkmak çok zor geldi.

Cenâb-ı Hak, genç-ihtiyar, zengin-fakir herkesin seferberliğe katılmasını emrediyordu:

(Ey mü’minler!) Gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (et-Tevbe, 41)

Bazıları sefere katılmamak için izin istediğinde şu âyet-i kerime nâzil oldu:

“Eğer yakın bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı (o münafıklar) mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi. Gerçi onlar, «Gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber çıkardık» diye kendilerini helâk edercesine Allah’a yemin edecekler. Hâlbuki Allah Teâlâ onların yalancı olduklarını biliyor.” (et-Tevbe, 42)

Bedevîler, münâfıklar ve ashâb-ı kiramdan özür sahibi az bir kişi geri kaldı. Üç sahâbî de özürsüz olarak sefere çıkmadı.

{

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Tebük Gazvesi’ne çıkarken:

“‒Bizimle ancak kuvvetli bir bineğe sahip olan kişi çıksın!” buyurdular.

Bir kişi genç ve serkeş bir binekle sefere katıldı. O da bir müddet sonra sahibini yere attı ve ölümüne sebep oldu. İnsanlar; «Ne güzel şehîd oldu, şehîd oldu!» dediler. Bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), Hz. Bilâl’e:

«‒Âsî Cennet’e giremez!» diye nidâ etmesini emir buyurdular.”

Mücâhid: “Bu, Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’den işittiğimiz en şiddetli hadislerdendir!” demiştir. (Abdu’r-Razzâk, Musannef, V, 177)

 

Mü’minlerin Cihâda Koşması

Kaʻb b. Mâlik (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) savaş için bir sefere çıkacağı zaman, o seferi muhakkak başka bir sefer ilanı ile gizlerdi. Ancak Tebük Gazvesi’nde Rasûlullah (s.a.v) çok sıcak bir mevsimde sefere çıkmış, uzak ve tehlikeli bir yolculuğa yönelmiş, pek kalabalık bir düşmanla savaşmayı göze almışlardı. Bu sebeple, düşmanlarına karşı gereken hazırlıkları yapmaları için müslümanlara maksatlarını açık açık söylemiş ve gitmek istedikleri yönü onlara bildirmişlerdi.” (Buhârî, Cihâd, 102)

Bütün mü’minler gazveye çıkmak için koşuştular. Hattâ Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Hz. Ali’ye vâli olarak Medîne’de kalmasını söylediklerinde o ağlayarak:

“–Yâ Rasûlallah! Beni çocuklar ve kadınlar içinde geri mi bırakıyorsunuz?” dedi.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

“–Bana göre sen, Musa’ya göre Hârun gibi olmaya râzı değil misin? Şu farkla ki, benden sonra nebî yoktur!” buyurdular.[6]

İşte îmân ehlinin hâli buydu! Onlar meyve ve gölgelerle sevinmiyor, Allah Teâlâ’nın yolunda sıcağı, susuzluğu ve açlığı tercih ediyorlardı. Bunlar onların âhiret için biriktirdikleri ganimetleri idi.

Fakir mü’minler cihada çıkmak için binek ve nafaka bulamadıkları için ağlıyorlardı. Zayıf ve âciz mü’minler de hastalık ve nafakasızlık yüzünden geri kaldıkları için cihâd şevkiyle ve herhangi bir kusur işlemiş olma korkusuyla ağlamaya başlamışlardı. Bunun üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu:

“Allah ve Rasûlü’ne karşı ihlâslı oldukları takdirde, zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak bir şey bulamayanlara günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine bir yol (sorumluluk) yoktur. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde: «Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum» deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de (sorumluluk yoktur).” (et-Tevbe, 91-92)

Âyet-i kerîmede, Hakk’ın rızâsına kavuşmak ve Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte olabilmek için teessürlerinden gözyaşı döktüklerinden bahsedilen bu güzîde sahâbîlerin ihtiyaçlarını, İbn-i Yâmin, Hz. Abbâs ve Hz. Osman (r.a) tedârik ettiler.[7] Bir kısmına da daha sonra Allah Rasûlü (s.a.v) binek temin ettiler. (Buhârî, Megâzî, 78)

Ancak hastalık ve mâzeret sebebiyle geri kalanlar da oldu. Onlar hakkında Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

“Şüphesiz Medine’de birtakım insanlar var ki, siz bir yolda yürür veya bir vâdiyi geçerken onlar da sizinle beraberdirler. Onları hastalık ve mâzeret alıkoymuştur.” (Müslim, İmâre 159. Bkz. Buhârî, Meğâzî 81, Cihâd, 35; Ebû Dâvûd, Cihâd 19; İbni Mâce, Cihâd 6)

{

İslâm ordusu 30 bin kişi idi. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in hayatlarında sevkettikleri en büyük ordu idi.

Rasûlullah (s.a.v) Tebük Gazvesi’ne perşembe günü çıkmışlardı. Zîrâ sefere perşembe günü gitmeyi severlerdi. (Buhârî, Cihâd 103)

{

Allah Rasûlü (s.a.v) sefere çıkarken Neccâroğulları’nın sancağını Umâre bin Hazm’a vermişlerdi. Daha sonra Zeyd bin Sabit’i görünce, sancağı Umâre’den alıp ona verdiler. Umâre (r.a):

“–Yâ Rasûlallah! Bana kızdınız mı?” diye sorunca Rasûlullah (s.a.v):

“–Hayır! Vallahi kızmadım! Fakat siz de Kur’ân’ı tercih ediniz! Zeyd, Kur’ân’ı senden daha çok ezberlemiştir. Burnu kesik zenci köle bile olsa, Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimse başkalarına tercih edilir!” buyurdular.

Evs ve Hazrec kabilelerine de, sancaklarını Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kişilere vermelerini emrettiler. (Vâkıdî, III, 1003)

{

Tebük Seferi’ne çıkılmış, bir hayli yol alınmıştı. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra ashâbdan Ebû Zer (r.a) da orduya yetişti. O, zayıf hayvanı yola dayanamadığı için gerilerde kalmış, sonunda hayvanını terk etmiş ve yaya olarak bin bir meşakkatle ordunun ardından yetişmişti. Bunu gören Allah Rasûlü (s.a.v), mütebessim bir çehreyle:

“–Allah selâmet versin! Ebû Zer yalnız yaşar, yalnız ölür ve yalnız başına diriltilir.” buyurdular.

Allah Rasûlü (s.a.v)’in bu mûcizevî ifâdeleri, vakti gelince ta­hakkuk etmiş ve Ebû Zer (r.a), gerçekten yalnız yaşamış ve yalnız vefât etmiştir. (Vâkıdî, III, 1000)

{

Ebû Hayseme (r.a) seferin zorluğu sebebiyle başlangıçta Medîne’de kalmış, yola çıkan İslâm ordusuna iştirâk etmemişti. Bir gün, bahçesindeki çardakta âilesi kendisine mükellef bir sofra hazırlamıştı. Ebû Hayseme bu manzarayı görünce bir an Allah Rasûlü (s.a.v) ve ashâbı seferdeyken kendisinin ne hâlde olduğunu düşündü. Yüreği sızladı ve kendi kendine:

“–Onlar bu sıcakta Allah yo­lunda çilelere katlanmaktayken, benim bu yaptığım olacak şey mi!” dedi.

Bu nedâmetle, kendisi için hazırlanan sofraya hiç el sürmeden derhal yola düştü, Tebük’te İslâm ordusuna katıldı.

Ebû Hayseme’nin geldiğini gören Allah Rasûlü (s.a.v) onun bu davranışından hoşnud oldular ve:

“–Yâ Ebâ Hayseme! Neredeyse helâk olacaktın!..” buyurarak onun affı için Cenâb-ı Hakk’a duâ ettiler. (İbn-i Hişâm, IV, 174; Vâkıdî, III, 998)

{

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le birlikte Tebük gazâsında bulunan Mugîre bin Şuʻbe (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) kazâ-yı hâcet için çukur bir yere doğ­ru gittiler. Ben de bir kap su alarak onunla birlikte biraz yürüdüm (ve orada kendisini bekledim). Vakit, sabah namazından önceydi. Rasû­lullah (s.a.v) kazâ-yı hâcetten sonra yanıma dönünce bu kaptan ellerine su dökmeye başladım. Ellerini üç defa yıkadılar. Sonra yüzlerini yıkadılar. Sonra cübbesini kollarından çıkarmaya çalıştılar fakat cübbenin yenleri dar idi. Bu sefer ellerini cübbenin içine doğru çekerek kollarını cübbenin altından çıkardılar ve kollarını dirsekleriyle birlikte yıkadılar. Sonra mestleri üzerine meshettiler. Sonra cemâatin yanına doğru yöneldiler. Ben de kendileriyle birlikte yürüdüm.

Cemaat Abdurrahman bin Avf (r.a)’ı öne geçirmişler namaz kılıyorlardı. Rasûlullah (s.a.v) iki rekâtın birine yetiştiler ve cemaat­la birlikte son rekâtı kıldılar. Abdurrahman bin Avf (r.a) selâm verince Rasûlul­lah (s.a.v) namazını tamamlamak üzere kalktılar. Bu vaziyet, müslümanları telâşa düşürdü ve «Sübhânallâh! Sübhânallâh!» diye çokça tesbih etmeye başladılar. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) namazı bitirince onlara döndüler ve:

«‒İyi ettiniz» veya «İsâbet ettiniz!» buyurdular.

Namazı vaktinde kılmış ol­malarından dolayı onlara gıpta ediyor, bu davranışlarından memnun kaldığını ifade ediyorlardı. (Müslim, Salât, 105. Bkz. Buhârî, Vudû’, 35)

Diğer rivayette Mugîre (r.a):

“Ben Abdurrahmân’ı geri çekmek istedim, fakat Efendimiz (s.a.v):

«‒Bırak onu!» buyurdular” demiştir. (Müslim, Salât, 105)

{

Tebük Gazvesi’nde yol uzun, sıcak şiddetli, yiyecek ve içecek ise kısıtlıydı. Ashâb-ı kirâmın yiyecekleri azalmış, açlık sıkıntısı çekmeye başlamışlardı. Allah Rasûlü’ne gelerek:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! İzin verseniz de develerimizi kesip yesek ve iç yağı elde etsek?” dediler.

Rasûlullah (s.a.v):

“–Peki, öyle yapın!” buyurdular.

Derken Ömer (r.a) çıkageldi:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Eğer develeri kesmelerine izin verirseniz, orduda binek azalır. İsterseniz onlara, ellerinde bulunan azıkları getirmelerini emir buyurunuz, sonra da ona bereket vermesi için Allah’a duâ ediniz. Umulur ki Allah, bereket ihsân eder” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

“–Peki, öyle yapalım!” buyurdular ve deriden bir yaygı isteyip yere sermelerini söylediler. Sonra da elde mevcut erzâkın getirilmesini emrettiler. Askerlerden kimi bir avuç darı, kimi bir avuç hurma ve kimi de ekmek parçacıkları getirdi. Yaygı üzerinde gerçekten pek az bir şey birikmişti. Allah Rasûlü (s.a.v), bereket vermesi için Allah’a duâ ettikten sonra:

“–Kaplarınızı getirip bundan alınız!” buyurdular.

Askerler kaplarını doldurdular. Öyle ki, doldurulmadık bir tek kap bırakmadılar. Sonra da doyuncaya kadar yediler. Buna rağmen bir hayli yiyecek arttı.

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

“–Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah’ın Rasûlü olduğuma şehâdet ederim. Allah’ın birliğine ve Muhammed’in peygamberliğine şeksiz şüphesiz inanmış olarak Allah’a kavuşmayan kimse, Cennet’ten mutlakâ mahrum bırakılır.” (Müslim, Îman, 45)

{

İslâm ordusu, Tebük’te karargâhını kurduğu hâlde düşmandan en ufak bir hareket göze çarpmıyordu. Çünkü bu kadar büyük bir İslâm ordusunu gören hristiyan Arap kabî­lelerinin, daha evvel Mûte’deki üç bin kişilik îmân ordusunun gösterdiği kahramanlıkları da hatırlayarak, savaşma azimleri kırılmış ve harpten çekinmişlerdi. Bizans ise Arabistan’ı istîlâ fikrinden çoktan vazgeçmişti. Zîrâ Bizans imparatoru o esnâda Humus’ta kendi memleketinin iç meseleleriyle uğraşmaktaydı. Böylece Arabistan’ın istîlâ edileceği haberlerinin, hristiyan Gassânî Arapları’nın bir abartması olduğu anlaşıldı.

Ancak bu seferle İslâm ve müslümanlar büyük bir izzet kazandılar. Arabistan’ın ku­zey hudutları tamâmen emniyet altına alındı. Eyle hükümdârı, Cerba ve Ezruh halkları, Meknâ yahûdîleri Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den cizye karşılığı emân dileyerek müs­lümanların himâyesine girdiler. Hâlid bin Velîd (r.a), dört yüz yirmi atlı ile Dûmetü’l-Cendel’e hücûm ederek, hristiyan hükümdar Ükeydir bin Abdülmelik’i yakalayıp Allâh Rasûlü (s.a.v)’e getirdi. Ona da cizye karşılığı emân verildi. Bu arada bazı ganimetler de alındı. (İbn-i Hişâm, IV, 180-182; İbn-i Sa’d, I, 276-277; Ahmed, V, 425)

Ükeydir’in üzerindeki bir elbise müslümanların çok hoşuna gitti. Allah Rasûlü (s.a.v):

“‒Bu çok mu hoşunuza gitti? Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki Sa’d ibn-i Muâz’ın Cennet’teki mendili bundan daha güzeldir!” buyurdular. (İbn-i Hişâm, IV, 170. Krş. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 12)

Ordu Tebük’te 20 gün kaldı ve döndü.

{

Tebük Seferi’nde yalnız bir sahâbî şehîd olmuştur. Bu sahâbî, müşrik bir kabîle içinde İslâm’la şereflenen Abdullah el-Müzenî (r.a) idi. Babası öldüğünde ona hiç mal bırakmamıştı. Zengin olan amcası, onu yanına alıp büyütmüş ve mal sâhibi yapmıştı.

Allah Rasûlü (s.a.v) Medîne’ye hicret ettiği zaman Abdullah müslüman olmak istemişse de, müşrik amcası yüzünden buna muvaffak olamamıştı. Rasûlullah Efendimiz, Mekke’yi fethedip Medîne’ye döndüğü zaman Abdullah, amcasına:

“–Ey amca! Müslüman olmanı hep bekledim durdum. Senin hâlâ Muhammed’i arzu ettiğini göremiyorum! Bâri benim müslüman olmama izin ver!” dedi. Amcası:

“–Eğer sen Muhammed’e tâbî olursan, üzerindeki elbisene varıncaya kadar, sana verdiğim her şeyi geri alırım!” dedi. Abdullah (r.a) büyük bir fedâkârlık misâli sergileyerek:

“–Ben, vallâhi Muhammed’e tâbî oldum! Taşa, puta tapmayı bıraktım bile! Elimdeki şeyleri alırsan al!” dedi.

Amcası elbiselerine varıncaya kadar her şeyini aldı. Abdullah (r.a), elbisesiz olarak annesinin yanına gitti. Annesi, kalın kilimini iki parçaya ayırdı. Abdullah, onun yarısını belinden aşağısına, yarısını da belinden yukarısına sardı. Kararlıydı, bir an evvel Medîne’ye varıp Allah Rasûlü’ne kavuşmak istiyordu. Önündeki her türlü engel, gözünde bir hiç hâline gelmişti. Daha fazla duramadı, kendisini sıkıştıran kavminden yakasını kurtararak o gece gizlice yollara düştü.

Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından, eli-ayağı parçalanmış, açlık ve susuzluktan tâkati kesilmiş, perişan bir hâlde Medîne’ye yaklaştı. Heyecânı had safhadaydı. Fakat bir an, üzerindeki kaba çullarla Allah Rasûlü’nün huzûruna çıkamayacağını düşündü. Buna rağmen Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi’ne kavuşma heyecânıyla kendinden geçen genç sahâbî, soluğu Mescid-i Nebevî’de aldı. Seher vaktine kadar mescitte yattı. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz sabah namazını kıldırdılar. Cemaate göz gezdirip evlerine dönecekleri esnâda Abdullâh’ı gördüler. Kimsesizlerin, yalnızların ve mazlumların sığınağı olan Rahmet Nebîsi (s.a.v), o mübârek sahâbîyi şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. İsminin Abdüluzza olduğunu öğrenince:

“–Sen, Abdullah Zü’l-Bicâdeyn’sin! (Çifte çul/kilim sâhibi Abdullah’sın.) Bana yakın yerde bulun! Sık sık yanıma gel!” buyurdular.

Abdullah (r.a) Suffe’de kalıyor ve Kur’ân-ı Kerîm öğreniyordu. Bir müddet sonra Kur’ân-ı Kerîm’den birçok sûreyi okuyup ezberlemişti.

Rasûlullah (s.a.v), onun hakkında:

“O, Allâh’a ve Allâh’ın Rasûlü’ne hicret ederek çıkıp gelmiştir! O, evvâh’lardandır, yâni Allâh’a çokça yalvaran ve Allah aşkıyla yanıp tutuşan biridir!” buyurarak iltifatta bulunmuşlardı. Çünkü o, Kur’ân okurken Allâh’ı çokça zikreder ve yanık terennümlerle içli duâlar ederdi.

Allah Rasûlü’ne aşk ile bağlanan bu mübârek sahâbî, Tebük Seferi’ne çıkılırken kendisine şehâdet nasîb olması için Allah Rasûlü (s.a.v)’den ısrarla duâ talep etti. Rasûlullah (s.a.v):

“Ey Allâh’ım! Onun kanını kâfirlere haram kıl!” diyerek duâ ettiler. Abdullah (r.a):

“–Yâ Rasûlallah! Ben öyle istememiştim!” dedi. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Sen Allah yolunda harbe çıkar da hummâya tutularak ölürsen, şehîdsin! Hayvanın seni düşürüp boynunu kırarsa, sen yine şehîdsin! Gam çekme! Bunlardan hangisi olsa, şehîdlik için sana yeter!” buyur­dular.

Gerçekten onun şehâdeti, mûcizevî bir şekilde Allah Rasûlü’nün buyurdukları sûrette tahakkuk etti; hummâya tutulup Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Abdullah bin Mes’ûd (r.a) şöyle anlatır:

“Gece karanlığında, mücâhidlerin çadır kurdukları sâhanın bir köşesinde hareket eden bir ışık gördüm. Kalkıp tâkip ettim. Bir de ne göreyim: Rasûlullah (s.a.v), Ebû Bekir ve Ömer (r.a), Abdullah Zü’l-Bicâdeyn (r.a)’ın cenâzesini taşıyorlar. Bir yere geldiler, kabir kazdılar. Rasûlullah (s.a.v), kazılan kabre indi. Hz. Ebû Bekir ve Ömer (r.a) cenâzeyi Efendimiz’e vermek için hazırladılar. Allah Rasûlü (s.a.v):

«−Kardeşinizi bana doğru yaklaştırın.» buyurdular; yaklaştırdılar. Cenâzeyi kucağına alan Rasûlullah (s.a.v), onu kabre yerleştirdikten sonra doğrularak şöyle niyâz ettiler:

«Yâ Rab! Ben ondan râzıyım, hep râzı olageldim, Sen de râzı ol…»

Bu manzara karşısında içim dolu dolu oldu. Zü’l-Bicâdeyn’e gıpta ettim. O an: «Ne olurdu bu kabrin sâhibi ben olaydım! Keşke oraya bu iltifât-ı Nebî ile gömülen ben olsaydım!» diye ne kadar arzu ettim.”[8]

{

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Tebük Seferi’nden dönerlerken, Semûd kavminin helâk edildiği Hıcr bölgesine vardıklarında şöyle buyurmuşlardır:

“Şu azâba uğrayanların yurduna ancak ağlayarak girin! Eğer ağlayamıyorsanız onların yurtlarına girmeyiniz ki onlara isâbet eden azap size de gelmesin!” (Buhârî, Salât, 53)

Allâh Rasûlü (s.a.v), ashâbıyla birlikte Semûd kavminin yeri olan Hicr bölgesinde konaklamışlardı. Ashâb-ı kirâm oradaki kuyulardan ihtiyaçları için su almış ve bu sudan hamur yoğurmuşlardı. Allâh Rasûlü (s.a.v) onlara aldıkları suyu dökmelerini, yaptıkları hamurları da develere yedirmelerini ve Sâlih (a.s.)’ın devesinin gelip su içtiği diğer kuyudan su almalarını emrettiler. (Buhârî, Enbiyâ, 17; Müslim, Zühd, 40)

Nevevî, bu rivayetle alâkalı olarak şöyle der:

“Bu hadis-i şerifte, sâlihlere ait eşyâlarla teberrük edilebileceğine delalet vardır.” (Şerhu’l-Müslim, VIII, 118)

Efendimiz (s.a.v) Hıcr mevkiinde:

“Bu gece pek şiddetli bir fırtına çıkacak. Herkes devesini sıkı bağlasın ve bulunduğu yerde otursun, ayağa kalkmasın!” buyurmuşlardı.

Hakîkaten o gece çok şiddetli bir kasırga çıktı; abdest almak için ayağa kalkan birini yere çarptı, devesini aramaya giden bir başkasını da Tay Dağı’na fırlatıp attı. (Buhârî, Zekât, 54; Müslim, Fedâil, 11; Ahmed, V, 424-425)

{

Rasûlullâh (s.a.v) insanlarla birlikte Tebük gazvesine çıktılar. Sabah olunca onlara sabah namazını kıldırdılar. Ardından herkes bineklerine bindi. Güneş doğunca insanları uyku bastı. Çünkü gece erkenden yola çıkmışlardı. Muâz (r.a) Allah Rasûlü (s.a.v)’i tâkip etmeye başladı… Devesi bir ot alıyor bir yürüyor, öylece devâm ediyordu. Bir ara Muâz’ın devesi tökezledi, Muâz hemen devenin gemini çekti ve ona vurdu. Bu seslerden Allâh Rasûlü’nün devesi ürktü. Rasûlullâh (s.a.v) yüzündeki peçeyi kaldırıp baktığında ordudan yakınında sâdece Muâz’ın bulunduğunu gördü. Ona seslendi ve:

“–Ey Muâz!” buyurdular. Muâz (r.a):

“–Buyur yâ Rasûlallâh!” dedi.

Rasûlullâh (s.a.v):

“–Yanıma yaklaş!” buyurdular. Muâz da öyle yaklaştı ki neredeyse hayvanları birbirlerine yapıştı.

Allah Rasûlü (s.a.v):

“–İnsanların bizden bu kadar uzak kalacaklarını hiç düşünmezdim.” buyurdular. Muâz (r.a) da:

“–Yâ Nebiyyallâh, insanlar uyuyup kalınca hayvanları her biri bir tarafa dağılıp otlamaya ve gezinmeye başladı” dedi. Efendimiz:

“–Ben de uyukluyordum” buyurdular.

Muâz (r.a) Allâh Rasûlü’nün yakınlık gösterip kendisiyle baş başa kaldığını görünce:

“–Yâ Rasûlallâh! İzin verirseniz size, beni hasta edip dertlendiren ve mahzûn eden bir hususu sormak istiyorum” dedi. Rasûlullâh (s.a.v) de:

“–Dilediğini sor!” buyurdular. Hz. Muâz:

“–Yâ Nebiyyallâh! Beni Cennet’e koyacak bir amel söyleyiniz, başka da bir şey sormayacağım” dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“Âferin! Cidden büyük bir şey sordun. Ancak bu, Allâh’ın hakkında hayır murâd ettiği kimse için kolaydır” buyurdular ve ona bir şey söylemeden bu sözlerini üç kez tekrarladılar. Mevzûyu iyice anlamasını istedikleri için böyle yapmışlardı. Sonra da şöyle buyurdular:

“–Allâh’a ve âhiret gününe îmân edersin, namazı kılarsın, sâdece Allâh’a kulluk edersin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmazsın, ölene dek bu hâl üzere olursun!”

Muâz (r.a):

“–Yâ Rasûlallâh! Tekrar eder misiniz?” deyince Efendimiz bunu üç defa tekrar ettiler. Daha sonra da şöyle buyurdular:

“–Ey Muâz! Dilersen sana bu işin başını, direğini ve zirvesini anlatayım.”

Muâz (r.a):

“–Elbette yâ Rasûlallâh! Anam babam sana fedâ olsun, anlatınız!” dedi. Rasûlullâh (s.a.v) şöyle devâm ettiler:

“–Bu işin başı Allâh’tan başka ilâh ve O’nun ortağı olmadığına, Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet etmendir.

Bu işin direği namaz kılıp zekât vermektir.

Bu işin zirvesi de Allâh yolunda cihâd etmektir.

Muhakkak ki ben namazı kılıncaya, zekâtı verinceye, Allâh’tan başka ilâh ve O’nun hiçbir ortağı olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet getirinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunu yaparlarsa Allâh’ın dinine sarılmış olurlar ve -bir hak karşılığı olanlar müstesnâ- kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları (samimî olup olmadıkları) ise Allâh’a kalmıştır…” (Ahmed, Müsned, V, 245-246)

Sonra:

“–Sana bütün bunların kıvamının kendisine bağlı olduğu şeyi (can damarını) bildireyim mi?” buyurdular.

Muâz (r.a):

“–Evet, bildir yâ Rasûlallâh!” dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v) mübârek dilini tuttular ve:

“–Şunu koru!” buyurdular. Muâz (r.a):

“–Yâ Rasûlallâh! Biz konuştuklarımızdan da hesâba çekilecek miyiz?” dedi. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Allah iyiliğini versin ey Muâz! İnsanları yüzüstü Cehennem’e sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir!” buyurdular. (Tirmizî, Îmân 8; İbn-i Mâce, Fiten 12)

{

Dönüş yolunda münâfıklar yüzlerini elbiseleriyle kapatarak tanınmaz hâle gelip dar boğazların birinde, devesini ürküterek Efendimiz (s.a.v)’i düşürmek istediler. Allah Rasûlü (s.a.v) bunu farkederek onların uzaklaştırılmasını emir buyurdular. (Ahmed, V, 390-391)

{

Sâib ibn-i Yezîd (r.a) şöyle buyurur:

“Nebî (s.a.v) Tebük Gazvesi’nden dönünce, sahâbe-i kirâm kendisini karşılamaya çıkmışlardı. Ben de Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’i çocuklarla birlikte Seniyyetü’l-Vedâ’da karşılamıştım. (Ebû Dâvûd, Cihâd 176. Bkz. Tirmizî, Cihâd 38. Krş. Buhârî, Cihâd 196)

 

Savaştan Geri Kalanlar

Allah Rasûlü (s.a.v) Medîne-i Münevvere’ye girince Mescid’e varıp iki rekât namaz kıldılar ve insanlarla görüşmek için oturdular. Münâfıklar gelip çeşitli mâzeretler ileri sürdüler. Allah Rasûlü (s.a.v) onların zâhirlerine göre muâmele edip iç hâllerini Allah’a havâle ettiler.

Medine münafıklarından geri kalanlar 80 küsur idi. Mâzur görülen bedeviler de 82 kişi idi. İbn-i Übey ve ona tâbi olan münafıklar ise bu hesabın dışında idi. Onların sayısı çoktu.

Gazveden geri kalanlar, ordunun çokluğu sebebiyle farkedilmediklerini düşünüyorlardı.

Tevbe Sûresi, gazveden geri kalanların hâlini tafsîlâtıyla ortaya koyup seferberlikten geri kalmalarını kınamıştır. Zira seferberlik esnâsında cihâd, farz-ı ayn olmuştu. Günahlarını itiraf edip Tevbe edince Cenâb-ı Hak onların tevbelerinin kabul edildiğini ilan etti ve verdikleri sadakaların kabul edilmesini istedi.

Tevbe Sûresi münâfıkların diğer bütün ayıplarını da ortaya döktü. Onların Allah’ın kaderine inanmadıklarını, dünya hayatını sevdiklerini, ölüm korkusuyla cihâddan yüz çevirdiklerini, mallarını sâlih bir niyetleri olmadan kerhen infak ettiklerini, bâtıl sözlere cür’et ettiklerini haber verdi. Özürlerini reddedip küfürlerini ilan etti. Onlara istiğfar etmeyi ve cenâze namazlarını kılmayı yasakladı. Fâni dünyada gülmelerine mukâbil Cehennem’de uzun müddet ağlayacaklarını haber verdi. Onları azarlamak ve mü’minlerin saflarını temizlemek için bundan sonra cihada iştirâk etmekten kendilerini menetti. Böylece mü’minlerden ayrılacak, bir daha onların arasında zaaf ve ümitsizlik tohumları ekemeyeceklerdi.

Mâzeretsiz geri kalan üç sahabe Şâir Kaʻb bin Mâlik, Mürâre bin Rebî ve Hilâl bin Ümeyye (r.a) ise herhangi bir özürlerinin olmadığını söylediler. Gazveden geri kalma günahına yeni bir günâh daha eklemek istemediler, yalan söylemediler.

Bu üç sahâbî, bütün gazvelere katılmışlardı. İçlerinden Kaʻb hâriç, diğer ikisi Bedr’e de iştirâk etmişlerdi. Kaʻb (r.a) 2. Akabe Bey’ati’ne de katılmıştı.

Bunların tevbelerinin kabulü geri bırakıldı. Allah Rasûlü (s.a.v) insanları bu üç kişiyle konuşmaktan nehyettiler. İnsanlar 50 gün onlardan uzak durdular. Hanımlarına da kocalarından ayrı durmaları emredildi. Onlar da âilelerinin yanına gittiler. Ancak Hilâl (r.a) çok yaşlı olduğu için onun hanımı Efendimiz (s.a.v)’den, kocasına hizmet etmek için izin aldı.

Dünya, bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi. Gassânî hükümdârı bu fırsatı değerlendirmek için mektup yazarak Kaʻb (r.a)’ı kendisine katılmaya dâvet etti. O da “Bu da başka bir imtihan” diye onun mektubunu yaktı. Bu alâkayı kesme hâli, âyet-i kerime nâzil olup Allah’ın tevbelerini kabul buyurduğu ilan edilinceye kadar devam etti:

“Ve (Allah, tevbeleri) geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan (O’nun azabından) yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek merhamet edendir.

Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 118-119)

{

Vâsile bin Eskâ (r.a) şöyle anlatıyor:

Tebük Seferi’ne çıkılacağı günlerde (sefere iştirâk edebilmek için ne bir maddî gücüm ne de bir bineğim vardı. Bu mübârek seferden mahrum kalmamak için) Medîne’de şöyle nidâ ettim:

“–Ganimet hissemi vermem karşılığında kim beni bineğine bindirir?!”

Ensâr’dan yaşlı bir zât, münâvebe ile (sırayla) binmek üzere beni savaşa götürebileceğini söyledi. Ben hemen; “Anlaştık!” deyince:

“–Öyleyse Allâh’ın bereketi üzere yürü!” dedi.

Böylece hayırlı bir arkadaşla yola çıktım. Allâh seferin neticesinde ganimet de nasîb etti, hisseme bir miktar deve isâbet etti. Bunları sürüp (o yaşlı Ensârî’ye) getirdim. O ise bana:

“–Develerini al götür” dedi.

“–Başta yaptığımız anlaşmaya göre bunlar senin” dediysem de Ensârî:

“–Ey kardeşim! Ganimetini al, ben senin bu maddî payını istememiştim. (Ben senin sevâbına, mânevî kazancına iştirâk etmeyi düşünmüştüm)” karşılığını verdi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 113/2676)

{

Tebük Gazvesi, İslâm’ın Arap Yarımadası’nın kuzeyindeki gücünü sağlamlaştırdı, Şam diyârının fethine bir giriş oldu. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Üsâme (r.a) kumandasında bir ordu hazırlamıştı ki o esnâda vefât ettiler. Ebû Bekir (r.a), şartların tehlike arzetmesine rağmen büyük bir kararlılıkla bu orduyu hedefine gönderdi.

Daha sonra işler biraz yoluna girince Ebû Bekir (r.a), İslâm dâvetinin beşeriyeti zulüm ve azgınlık ateşinden ve Allah’tan başka şeylere kulluktan kurtarma hedefini gerçekleştirmek üzere Şâm ve Irâk diyârlarına fetih orduları gönderdi. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.” (el-Enfâl, 39. Krş. El-Bakara, 193)



[1] et-Tevbe, 117.

[2] Ceyşü’l-Usre: Zorluk ordusu mânâsına gelir. Tebük Seferi’ne çıkan orduya, şartların zorluğu sebebiyle bu isim verilmiştir.

[3] et-Tevbe, 81.

[4] et-Tevbe, 97, 101.

[5] et-Tevbe, 94-95.

[6] Bkz. Buhârî, Megâzî, 78; Ashâbu’n-Nebî, 9; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 31; Ahmed, I, 170-173; İbn-i Hişâm, IV, 174; İbn-i Sa’d, III, 24-25.

[7] İbn-i Hişâm, IV, 172; Vâkıdî, III, 994.

[8] Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 183; Vâkıdî, III, 1013-1014; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 227. Krş. Ebû Dâvûd, Cenâiz, 36-37/3164; Tirmizî, Cenâiz, 62/1057.

%d bloggers like this: