Zâtü’r-Rikâ’ Gazvesi

Gatafân kabîlelerinden Muhâriboğulları ve Sa’lebeoğulları’nın birleşerek müslümanlara savaş açmaya hazırlanmaları üzerine, Allâh Rasûlü (s.a.v), dört yüz kişilik bir ordu ile onların üzerine yü­rüdüler.

Mü’minleri karşılarında gören müşrikler, korkarak geri çekildiler. Bir müddet sonra mü’minler, vakti girmiş olan öğle namazını edâ ettiler. Uzaktan onları gözetleyen düş­man, bu duruma hayıflanarak namaz esnâsında saldırmadıklarına pişman oldular. İçlerinden biri:

“–Üzülmeyin! Onların bir namazları vardır ki, onlar için babalarından ve evlâtlarından daha kıymetlidir. Bu namaz, ikindi namazıdır” dedi. Beklemeye başladılar.

Cenâb-ı Hak, bu esnâda Cebrâîl (a.s)’ı gönderdi. Düşmanın plânını suya düşüren şu emr-i ilâhî sâdır oldu:

وَاِذَا كُنْتَ فِيهِمْ فَاَقَمْتَ لَهُمُ الصَّلوَةَ فَلْتَقُمْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ مَعَكَ وَلْيَأْخُذُوا اَسْلِحَتَهُمْ فَاِذَا سَجَدُوا فَلْيَكُونُوا مِنْ وَرَائِكُمْ وَلْتَأْتِ طَائِفَةٌ اُخْرَى لَمْ يُصَلُّوا فَلْيُصَلُّوا مَعَكَ وَلْيَأْخُذُوا حِذْرَهُمْ وَاَسْلِحَتَهُمْ وَدَّ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْ تَغْفُلُونَ عَنْ اَسْلِحَتِكُمْ وَاَمْتِعَتِكُمْ فَيَمِيلُونَ عَلَيْكُمْ مَيْلَةً وَاحِدَةً

(Ey Rasûlüm!) Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı Sen’inle beraber namaza dursunlar, silâhlarını (yanlarına) alsınlar, böylece (namazı kılıp) secde ettiklerinde (diğerleri) arkanızda olsunlar! Sonra henüz namazını kıl­mamış olan diğer grup gelip Sen’inle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbir­lerini ve silâhlarını alsınlar! O kâfirler arzu ederler ki, siz silâhlarınızdan ve eşyânızdan gâfil olasınız da üstünüze ansızın baskın yapsalar…” (en-Nisâ, 102) (Tirmizî, Tefsîr, 4/3035)

Bu şekilde kılınan namaza “Salât-ı Havf” (korku namazı) denildi.[1] Nasıl kılınacağını Cebrâîl (a.s) öğretti. O gün, ikindi namazı böyle edâ edildi ve saldırmak için fırsat kollayan düşmanın bekleyişi boşa çıktı. Sefer, on beş gün kadar sürdükten sonra, düşmanın korkup geri dönmesi ile ni­hâyete erdi.[2]

{

Ebû Mûsâ el-Eşʻarî (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte sefere çıkmıştık. Altı kişi nöbetleşe bir deveye biniyorduk. Yürümekten ayaklarımız delinmişti. Benim de ayaklarım delinmiş ve tırnaklarım düşmüştü. Ayaklarımıza bez parçaları sarıyorduk. Bu bez parçalarından dolayı o sefere «Zâtü’r-Rikâʻ» ismi verildi.”

Bu hadîsi nakleden Ebû Bürde diyor ki:

“Ebû Mûsâ el-Eşʻarî bunları söyledi, fakat sonra da yaptığından hoşlanmadı ve; «Bunları söylemekle hiç de iyi etmedim!» diye pişmanlığını dile getirdi. Herhâlde o, Allâh için yaptığı bir yiğitliği ifşâ etmiş olduğundan dolayı üzüldü.” (Buhârî, Meğâzî, 31)

İşte ashâb-ı kirâmın hâlet-i rûhiyesi… Fedâkârlık, tevâzu, ihlâs ve takvâ…

{

Bu sefer esnâsında Allâh Rasûlü (s.a.v), abdest için su istemişlerdi. Lâkin hiç kimsede su bulunamadı. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v)’in, mübârek ellerini, dibinde çok az su bulunan bir kaba sokmasıyla parmaklarından mûcizevî musluklar aktı. Bu su ile bütün ordu susuzluğunu giderdi. Allâh Rasûlü (s.a.v), ellerini çıkardıklarında çanak hâlâ su ile dopdolu idi.[3]

{

Zâtü’r-Rikâ Gazvesi’nden dönerken, öğle vakti ağaçlık bir vâdiye geldiklerinde, Rasûlullâh (s.a.v) mola vermiş, mücâhitler de gölgelenmek üzere çevreye dağılmışlardı. Efendimiz “Semure” denilen sık yapraklı bir ağaç altında istirâhate çekilmiş, kılıcını da ağaca asmışlardı. Ashâb-ı kirâm birazcık uyumuşlardı ki, Efendimiz’in kendilerini çağırdığını işittiler ve hemen yanına koştular. Orada bir bedevînin olduğunu gördüler. Allâh Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurdu:

“–Ben uyurken bu bedevî kılıcımı almış. Uyandığımda kılıç kınından sıyrılmış vaziyette elindeydi. Bana:

«–Sen’i şimdi benim elimden kim kurtaracak?» dedi. Ben de üç defâ:

«–Allâh!» cevâbını verdim.” (Buhârî, Cihâd, 84, 87; Müslim, Fedâil, 13)

Fahr-i Kâinât (s.a.v) canına kasteden bu bedevîyi cezâlandırma yoluna gitmediler, bilâkis onu İslâm’a dâvet ettiler. Bu ulvî davranış karşısında âdeta eriyen bedevî, kavminin yanına döndüğünde:

“Ben insanların en hayırlısının yanından geliyorum!” demekten kendini alamadı. (Hâkim, III, 31/4322)

{

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bu seferden Medîne’ye dönerken bir yerde konaklamışlardı. Ashâbına dönerek:

“–Bu gece bizi kim bekleyecek?” diye sordular. Muhâcirlerden Ammâr bin Yâsir ve Ensâr’dan Abbâd bin Bişr hemen:

“–Biz bekleriz yâ Rasûlâllah!” dediler.

Abbâd (r.a), Hz. Ammâr’a:

“–Sen gecenin hangi kısmında; başında mı yoksa sonunda mı nöbet tutmak istersin?” diye sordu. Ammâr (r.a):

“–Son kısmında beklemek isterim!” dedi ve yanı üzerine uzanıp uyuyuverdi. Abbâd da namaz kılmaya başladı. Kehf Sûresi’ni okuyordu. O sırada bir müşrik geldi. Ayakta duran bir karaltı görünce gözcü olduğunu anladı ve hemen bir ok attı. Ok, Abbâd’a isâbet etti. Abbâd oku çıkardı ve namazına devam etti. Adam ikinci ve üçüncü kez ok atıp isâbet ettirdi. Her defasında da Abbâd (r.a) ayakta sâbit durarak okları çekip çıkarıyor ve namazına devam ediyordu. Derken rükû ve secdeye vardı. Selâm verdikten sonra arkadaşını uyandırarak:

“–Kalk! Ben yaralandım!” dedi.

Ammâr (r.a) sıçrayıp kalktı. Müşrik, onları görünce kendisini fark ettiklerini anladı ve kaçtı. Ammâr, Abbâd’ın kanlar içinde olduğunu görünce:

“–Sübhânallah! İlk ok atıldığında beni neden uyandırmadın?!” dedi. Abbâd (r.a) şu muhteşem cevabı verdi:

“–Bir sûre okuyordum, onu bitirmeden namazımı bozmak istemedim. Ama oklar peş peşe gelince, okumayı kesip rükûya vardım. Allâh’a yemin ederim ki, Allah Rasûlü’nün korunmasını emrettiği bu mevkii kaybetme endişem olmasaydı, sûreyi yarıda bırakıp namazı kesmektense ölmeyi tercih ederdim.”[4]

{

İslâm ordusu Zâtü’r-Rikâ Gazvesi’nden dönüyordu. Câbir (r.a), devesi zayıf olduğu için arkadaşlarından geri kalıyordu. Rasûlullah (s.a.v) onun yanına vardılar ve:

“–Ey Câbir! Sana ne oldu da geride kaldın?” diye sordular. Hz. Câbir durumu anlatınca Efendimiz bir değnek alarak deveye birkaç defâ hafifçe dokundular. Deve, Allah Rasûlü’nün devesiyle yarışır hâle geldi.

Rasûlullah (s.a.v) yolda Hz. Câbir’le sohbet etmeye başladılar. Onun yeni evlendiğini ve pek çok borcu olduğunu öğrenen Allah Rasûlü (s.a.v), Câbir’e elinde mal olarak ne bulunduğunu sordu. O da yalnız bir devesinin olduğunu söyledi. Bunun üzerine Âlemlerin Efendisi (s.a.v) onu borçtan kurtarmak için devesini kendisine satmasını istediler. Câbir (r.a), Medîne’ye varıncaya kadar binmek şartıyla sattı. Medîne’ye ulaşınca deveyi teslim etmek için Rasûlullah (s.a.v)’in yanına gitti. O sırada kendisini çok sevindiren ve diğer insanları da şaşırtan ulvî bir davranışla karşılaştı. Rasûlullah (s.a.v), devenin ücretini ödediği gibi deveyi de ona hediye ettiler. (Buhârî, Cihâd 49, Büyû 34; Müslim, Müsâkât 109)



[1] Korku Namazı, düşman saldırısı gibi ciddî bir tehlike ânında cemaatin iki gruba ayrılarak, imâmın arkasında farz bir namazı nöbetleşe kılmalarıdır. İki rekâtlı bir namazın ilk rekâtını, dört rekâtlı bir namazın ise ilk iki rekâtını imamla birlikte kılan birinci grup, ikinci secdeden veya ilk oturuştan sonra cemaatten ayrılıp görev başına gider. İkinci grup gelerek imamla birlikte kalan rekâtları tamamlar ve göreve döner. İmam kendi başına selâm verir. Daha sonra da birinci grup “lâhik” hükmünde olduğu için kıraatsiz, ikinci grup ise “mesbûk” durumunda bulunduğundan kıraatli olarak nöbetleşe namazlarını tamamlar. Böylece hem cemaatle namaz îfâ edilmiş hem de görev aksatılmamış olur. (Komisyon, Diyânet İlmihâli, I, 334; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihâli, s. 377-378)

[2] İbn-i Hişâm, III, 214-221; İbn-i Sa’d, II, 61.

[3] Buhârî, Vudû, 32; Menâkıb, 25; Müslim, Fedâil, 5.

[4] Bkz. Ebû Dâvûd, Tahâret, 78/198; Ahmed, III, 344; Beyhâkî, Delâil, III, 459; İbn-i Hişâm, III, 219; Vâkıdî, I, 397.

%d bloggers like this: