Buhârî’de NAMAZ

 

 

 

Buhârî’de

NAMAZ

 

 

 

Dr. Murat Kaya

 

İstanbul 2017

 

 

Mukaddime

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى رَسُولِناَ مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e miraç nimetini lütfeden, ümmetine de ondan bir nasib vererek namazı öğreten Rabbimize nihayetsiz hamd ü senalar olsun!

“Gözümün nûru” buyurduğu namazı en güzel şekilde ümmetine talim ederek onlara Cenâb-ı Hak ile münâcât lezzetini tattıran Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e sonsuz salât ü selam olsun!

Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık emredilen ve ikâme edilmesi istenilen namaz, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in hayatında tatbikatını bulmuş ve bir taraftan nesilden nesile öğretilerek gelirken, diğer taraftan da hadis-i şerifler vasıtasıyla bizlere bütün tafsilatıyla nakledilmiştir. Rasûlullah (s.a.v) namazı en güzel şekilde kılmış, ashab-ı kiram büyük bir şevk ve hassasiyetle onu gözlemiş, tâbiîn ve günümüze kadar onları ihsan ile takip eden âlimlerimiz de büyük bir titizlikle o müşahedeleri bizlere aktarmışlardır.

Dinimizi bir çadır gibi düşünürsek namaz onun orta direğidir. Müslümanlar ferdî olarak namaza ehemmiyet vermek sûretiyle o direği sağlamlaştırmalı, cemaat hâlinde namaza devam ederek de o direği kaldırıp dikmelidirler. Önceki neslin bu direği en güzel şekilde dikmiş olması sonraki nesli bu sorumluluktan kurtarmaz. Çadırı bir defa kurmakla iş bitmiş olmaz. O neslin çekilip gitmesiyle bu direk de yıkılır. Din canlı bir organizma olduğu için her nesil kendi direğini sağlamca dikmeli ve ona sahip çıkmalıdır. Sonra gelen nesil bayrağı teslim alarak direği ayakta tutmalı ki İslâm binâsı yıkılmasın.

Tabiî ki orta direğin yanında İslâm binasının başka direkleri, duvarları, süslemeleri ve yaygıları da mevcuttur. Bir de bu binanın kubbesi vardır ki o da cihaddır. Bütün bunları birlikte değerlendirip her birine gereken ihtimamı göstermemiz gerekmektedir.

Biz bu eserimizde namazdan bahsedeceğiz. Buhârî’nin namaz bablarında zikrettiği hadisleri kısa kısa açıklayarak namazla ilgili meseleleri ele alacağız. Bir namaz tahlili yapacak, adeta namazın kılcal damarlarına gireceğiz. Çünkü eslâfımız (bizden önceki büyüklerimiz, âlimlerimiz) böyle yapmış, İslâm’ın en ufak ayrıntısını dahi uzun uzun tartışarak büyük bir ilim ve kültür birikimini bizlere miras bırakmışlardır. Böylece Allah’ın dinine ne kadar önem verdiklerini, onun meseleleriyle meşgul olmaktan ne büyük zevk aldıklarını ortaya koymuşlardır. Vakitlerini Kur’ân ve sünneti anlamak için harcamış, ömürlerini buna vakfetmişlerdir. En değerli vaktin bu uğurda harcanan vakit olduğunu düşünmüşler, bu anlayışla yaşamışlardır. Zihnî ve bedenî enerjilerini bu uğurda sarfetmişlerdir.

Eserde Tecrîd-i Sarîh’in tasnifini takip ettik ve başta Ahmed Naîm Efendi’nin Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi olmak üzere diğer şerhlerden istifade ettik.

Bu eserin hazırlanmasına katkı sağlayan Veli Yasin Tabak, Muhammed Yenigün ve Fatih Duman kardeşlerime çok teşekkür eder, gayretlerimizin hepimiz için birer sadaka-i câriye olup bizleri Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e yaklaştırmasını Cenâb-ı Hak’ın lûtf u kereminden niyaz ederim.

Cenâb-ı Hak, miraç şuuruna ererek her an kendisiyle münâcât hâlinde olabilmeyi bizlere ve bütün mü’minlere lutf u keremiyle ihsan eylesin! Bu gayretlerimizi de sadaka-i câriye olarak kabul buyurup onlardan nice mü’minlerin istifade etmesini nasip ve müyesser eylesin!

Âmîn!

Dr. Murat Kaya

15 Ağustos 2017

Küçük Çamlıca

 

KİTÂBU’S-SALÂT

(NAMAZ BÖLÜMÜ)

Namaz, Cenâb-ı Hakk’a tâzimi, yönelmeyi ve yaklaşmayı ifâde eder. Mü’minler için ömür boyu devam eden büyük bir rahmet, sığınak ve huzur vesilesidir. Aynı zamanda hiçbir zaman ihmal edilmemesi gereken büyük bir görevdir. İmandan sonra ibadetlerin başında gelir. Bu sebeple namazın hazırlıklarını en güzel şekilde yapıp kendisini de büyük bir itina ile îfâ etmek gerekir.

Namazı kendi hayatımıza en güzel şekilde yerleştirdikten sonra âilemize ve evlatlarımıza da telkin etmeli, onlara da bunun ehemmiyetini idrak ettirmeliyiz. Bu Allah’ın bize olan bir emridir.

Şunu da unutmamalıyız ki din namazdan ibaret değildir. Namaz dinin orta direği, en mühim rüknü olmakla birlikte ondan ibaret değildir. Allah’ın rızasını kazanıp ebedi hayatımızı kurtarabilmemiz için dinin yaşamamız gereken başka esasları da vardır. Dini bir bütün olarak öğrenip, tam olarak yaşamak îcâb eder. Ancak bu kitaptaki mevzumuz namaz olduğu için şimdi enine boyuna namaz üzerinde duracağız.

 

İsrâ ve Miraç’ta Namaz Nasıl Farz Kılındı?

Enes ibn-i Mâik (radıyallahu anh) şöyle buyurur:

Ebû Zer (radıyallahu anh), Nebiyy-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in (İsrâ ve Miraç hâdisesini) şu şekilde haber verdiklerini söylerdi:

“Ben, Mekke’de iken evimin tavanı ansızın yarıldı. Cibril (aleyhi’s-selam) indi. Göğsümü yardıktan sonra içini Zemzem suyu ile yıkadı. Sonra hikmet ve iman ile lebâleb dolu altın bir liğen getirip içindekini göğsümün içine boşalttı ve göğsümü kapayıp üzerini mühürledi. Sonra elimden tutup beni semaya doğru çıkardı. Sema-yı dünyaya (yani yere en yakın semaya) vardığımda Cibril (a.s) o semanın kapısında bekleyen vazifeli meleğe:

«‒Aç!» dedi. Melek:

«‒Kimdir o?» diye sordu.

«‒Cibril.»

«‒Beraberinde kimse var mı?»

«‒Evet, beraberimde Muhammed (s.a.v) var.»

«‒Ona (gelsin diye) haber gönderildi mi?»

«‒Evet» dedi. Kapı açılınca dünya semanın üstüne çıktık. Bir de ne göreyim, bir kimse oturmuş, sağ tarafında bir takım karaltılar, sol tarafında da diğer karaltılar var; sağ tarafına baktığında gülüyor, sol tarafına baktığında ağlıyor. O zât bana:

«‒Hoş geldin, safâ geldin ey sâlih peygamber ve sâlih evlâd!» dedi. Cibril’e:

«‒Bu kim?» diye sordum.

«‒Âdem’dir. Sağında ve solunda olan bu karaltılar da evlatlarının ruhlarıdır. Sağında olanlar ehl-i Cennet, solundakiler de ehl-i nârdır. Sağına bakınca güler, soluna bakınca da ağlar» dedi.

Derken Cebrail (a.s) beni ikinci semaya doğru çıkardı. İkinci kat semanın bekçisine:

«‒Aç!» dedi. Bu semanın bekçisi de evvelkinin sorularını sorduktan sonra kapıyı açtı.”

Enes (r.a) der ki: Ebû Zer (r.a), Rasûlullah Efendimiz’in semanın katlarında Âdem, İdris, Mûsâ, İsâ, İbrahim (aleyhimü’s-selam) hazârâtını gördüklerini söylediyse de her birinin hangi katta olduğunu ayrı ayrı söylemeyip yalnızca Hz. Âdem’i birinci kat semada, Hz. İbrahim’i de altınca semada görmüş olduklarını haber verdi.

Yine Enes (r.a) der ki:

“Cibril (a.s), Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’le birlikte Hz. İdrîs’e uğradıklarında, İdris (a.s):

«‒Hoş geldin, safa geldin ey salih peygamber! Hoş geldin, safa geldin ey salih kardeş!» demiş.”

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) miracı anlatmaya şöyle devam etmişler:

“«‒Bu kim?» diye sordum. Cibril (a.s):

«‒Bu, İdris’tir.» dedi. Sonra Mûsâ’ya uğradım. O da:

«‒Hoş geldin, safa geldin ey Nebiyy-i salih! Hoş geldin, safa geldin ey salih kardeş!» dedi.

«‒Bu kim?» diye sordum. Cibril (a.s):

«‒Bu Mûsâ’dır» dedi. Sonra İsâ’ya uğradım. O da:

«‒Hoş geldin, safa geldin ey salih kardeş! Hoş geldin, safa geldin ey Nebiyy-i salih!» dedi.

«‒Bu kim?» dedim. Cibril (a.s):

«‒Bu, İsâ’dır.» dedi. Sonra İbrahim’e uğradım.

«‒Hoş geldin, safa geldin ey Nebiyy-i salih! Hoş geldin, safa geldin ey salih evladım!» dedi.

«‒Bu kim?» dedim. Cibril (a.s):

«‒Bu, İbrahim’dir» dedi.”

(Muhammed ibn-i Şihâb ez-Zürhî’nin İbn-i Hazm yoluyla rivayetine göre) İbn-i Abbas ile Ebû Habbe el-Ensarî, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in şöyle buyurduklarını naklederlerdi:

“Sonra (Cibril) beni yukarıya götüre götüre nihayet (kaza ve takdiri yazan) kalemlerin cızırtılarını duyacak yüksek bir yere çıktım.”

Yine İbn-i Hazm ile Enes ibn-i Mâlik şöyle demişlerdir:

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

“O zaman Allah Teâlâ, ümmetime elli vakit namaz farz kıldı. Bu farzları yüklenerek döndüm. Derken Hz. Mûsâ’ya rastladım. Mûsâ (a.s):

«‒Allah (tebâreke ve tekaddes hazretleri) ümmetine neyi farz kıldı?» diye sordu.

«‒Elli vakit namaz farz kıldı» dedim.

«‒Rabbine dön, çünkü senin ümmetin buna güç yetiremez!» dedi.

Müracaat ettim, Allah Teâlâ bir kısmını indirdi. Ben yine Hz. Mûsâ’nın yanına dönüp:

«‒Bir kısmını indirdi» dedim. O yine:

«‒Rabbine müracaat et, çünkü senin ümmetin buna tâkat getiremez» dedi.

Bir daha müracaat ettim, Cenâb-ı Hak bir kısmını daha indirdi. Hz. Mûsâ’nın yanına yine döndüm. O yine:

«‒Rabbine dön. Zira ümmetin buna tâkat getiremez» dedi. Bunun üzerine tekrar Allah Teâlâ’ya müracaat ettim. Cenâb-ı Hak:

«‒Onlar beştir ve yine onlar ellidir (beş vakti kılana elli vakit sevabı verilir). Benim nezdimde hüküm değiştirilmez!» buyurdu.

Hz. Mûsâ’nın yanına döndüm. O yine:

«‒Rabbine müracaat et!» dedi. Ben de:

«‒Rabbimden utanır oldum!» dedim.

Sonra Cibril (a.s) beni tâ Sidretü’l-Müntehâ’ya varıncaya kadar götürdü. Sidre’yi öyle acayip renkler kaplamıştı ki, onlar nedir bilemem. Sonra beni Cennet’e götürdüler ki içinde birçok inci gerdanlıklar (veya inciden kubbeler) vardı, toprağı da misk idi.” (Buhârî, Salât, 1)

Şerh:

Namazın günde beş vakitten aşağı inmemesi, Cenâb-ı Hak tarafından muh­kem bir kaza olduğu için “Benim nezdimde hüküm değiştirilmez!” buyrulmuştur. El­li namaz farz kılındıktan sonra bu miktarın beşe indirilmesi ise bunun, “Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Ana kitap onun yanındadır.”[1] âyetinde ifade edilen muallak kazâ türüne dâhil olması sebebiyledir. Yani elli namaz farz idi, ancak Rasûlullah Efendimiz’in tercihine bağlı olarak farz idi. O indirilmesini istemeseydi elli vakit farz kılınacaktı, istediğinde ise beş vakitten aşağı düşmeyecekti. Cenâb-ı Hakk’ın bu takdirinde elbette pekçok hikmetler vardır. Böylece kullarına olan rahmet ve merhametini ve Rasûlü’ne olan ülfet ve muhabbetini göstermiştir. Daha bilemediğimiz nice hikmetler de gizlidir.

Namazların sayıca beş, sevap olarak elli olduğu müjdelenmiştir. Yani her bir vakitte on namaz kılmış gibi oluyoruz. O hâlde her vakit namaza on vakitlik değer ve önem vermeli, ona göre büyük bir titizlikle kılmalıyız.

Bu hadis-i şerif, beş vakit namazın ne zaman ve nasıl farz kılındığını gösteriyor. Ancak bundan önce de namaz kılınıyordu. İsrâ ve Miraç’tan evvel Rasûlullah (s.a.v) ve ashabının na­maz kıldıkları kesindir. İlk inen vahiylerden Alak ve Müzzemmil sûreleri bunu ortaya koymaktadır. Ama bu namazların farz olup olmadığı hususunda ihtilaf edilmiştir.

 

Namazın Tedricen Artırılması

Hz. Âişe (r.a) şöyle buyurur:

“Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri namazı farz kıldığı zaman, (Akşam hariç) seferde ve hazarda ikişer rekât olarak farz kılmıştı. Daha sonra sefer namazları oldukları gibi bırakıldı, hazar namazları ise (ikişer rekât) ziyâdeleştirildi.” (Buhârî, Salât, 1)

Şerh:

Akşam namazı gündüzün vitridir. İlk emredildiğinde üç rekât olarak farz kılınmıştır.

Diğer rivayetlerden anlaşıldığına göre, dört rekâtlı namazlardaki ikişer rekât ziyâde, hicretten bir sene sonra farz kılınmıştır. Sabah namazının iki rekât olarak bırakılması, bazılarına göre, kıyam ve kıraatinin uzun olması sebebiyledir.

 

Tek Parça Kumaşa Bürünerek Namaz Kılmak

Ömer ibn-i Ebî Seleme (r.a) şöyle buyurmuştur:

“Nebiyy-i Ekrem Hazretleri bir defasında, iki ucunu çaprazvârî bağladıkları bir tek elbise içinde namaz kılmışlardı.” (Buhârî, Salât, 4)

***

Ümmü Hânî bint-i Ebî Tâlib (r.a), Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in Fetih günü namaz kıldıklarını naklederek şöyle der:

“Rasûlullah (s.a.v) çaprazlama bağladığı bir tek kumaş içinde sekiz rekât namaz kıldılar. Namazdan çıktıkları zaman:

«‒Yâ Rasûlallah, anamın oğlu benim ahd ve eman verdiğim fülanı, İbn-i Hübeyre’yi katledeceğini söylüyor!» dedim.

Rasûlullah (s.a.v):

«‒Ey Ümmü Hânî’, senin ahd ve eman verdiğine biz de ahd ve eman verdik!» buyurdular.

O kıldıkları namaz Duhâ namazı idi.” (Buhârî, Salât, 4)

*

Ebû Hüreyre’den rivayet olunduğuna göre bir gün biri Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e, bir tek kumaş içinde namaz(ın sıhhatin)den suâl etmiş. Rasûlullah (s.a.v) de:

“‒Her birinizin ikişer kumaşı (elbisesi) var mı ki?” buyurmuşlar. (Buhârî, Salât, 4)

Şerh:

Namaz kılarken, setr-i avret, yani avret yerlerinin temiz bir elbise ile örtülmesi şarttır. Örtünmeden namaz kılınamaz. Buna benzer olarak Efendimiz (s.a.v), çıplak kimselerin Kâbe’yi tavaf etmelerini de yasaklamıştır.

Ashab-ı kiram zamanında elbise, biri peştamal gibi alt tarafa (izâr), diğeri de vücudun üst kısmına örtülen (ridâ) iki parça kumaştan (hulle) ibâretti. Ancak pek çoğu sadece bir parça kumaş bulabiliyordu. Bu kumaşın iki ucunu, rükû ve secdeye varınca açılmaması ve namaz kılarken kendi avretini görmemesi için göğsü tarafından veya arkadan omuzları üzerinde ve ensesinde bağlamak sûretiyle tesettürü sağlıyordu. Zira bir dikenle bile olsa elbisesinin iki tarafını birbirine tutturmadan namaza durmaması tavsiye ediliyordu.

Burada, avret yerlerini örttüğü müddetçe bir parça kumaş ile de namaz kılınabileceği ifade ediliyor. Ama Allah Teâlâ genişlik ve imkân verince Müslümanlar, vücutlarını en güzel şekilde örten daha uzun ve geniş elbiseler giyerek Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çıkmaya gayret ederler. Nitekim Cenâb-ı Hak:

“Ey Âdemoğulları! Her mescide giderken, her secde ve ibadet edeceğinizde güzel elbiselerinizi giyin! Yiyin, için, fakat israf etmeyin! Çünkü Allah Teâlâ israf edenleri sevmez.” buyurmaktadır. (el-A’râf, 31)

Asıl mesele elbisenin çeşidi ve boyu değil, setr-i avrettir.

 

Tek Elbise İle Namaz Kılarken Ne Yapmalı?

Ebû Hüreyre’den nakledildiğine göre Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Hiçbiriniz, üzerinde tek parça kumaş varken bu elbisenin bir miktarını boynuna dolamadan namaz kılmasın!” (Buhârî, Salât, 5)

***

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyurur:

“Allah Rasûlü’nün; «Her kim tek parça kumaşa bürünerek namaz kılacak olursa iki ucunu çaprazvârî iki omuzundan geçirip boynunun üzerinde bağlasın!» buyurduklarını kulağımla işittiğime şahitlik ederim.” (Buhârî, Salât, 5)

Şerh:

Tek parça kumaşa bürünerek namaz kılan kimse, bu elbisenin uçlarını boynunun üzerinden bağlamalıdır. Bunun hikmeti, rükû ve secdeye giderken elbisenin açılıp düşmemesi, vücûdun üst tarafını da örtmek ve namaz kılan kimsenin kendi avret yerine gözünün ilişmemesidir. İhrama giren kimselerin ve düz kumaşı elbise olarak kullanan insanların buna dikkat etmesi lazımdır.

Allah Rasûlü’nün bu tavsiyesine uymayan kişi namazda elbisesini eliyle tutmak mecburiyetinde kalabilir. Bu durumda namazdayken elbisesiyle meşgul olur, dikkati dağılır, huşû bulamaz ve sağ elini sol elin üzerine koyma gibi bazı sünnetleri kaçırır. Namazda elbisesi ve başörtüsüyle çokça meşgul olan insanların, bu tavsiyelere riâyet etmesi gerekmektedir.

 

Elbise Dar Olursa…

Câbir (r.a) şöyle anlatır:

“Seferlerinin birinde Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) ile birlikte çıkmıştım. Bir gece bir işimden dolayı huzûr-ı âlîlerine gittim, baktım ki namaz kılıyorlardı. Benim de üzerimde bir tek elbise vardı. Onunla iştimâl edip (yani ihrama bürünür gibi bürünüp) yanı başlarında namaza durdum. Namazı bitirince:

«‒Câbir, gece (ortasında bu) gelişin sebebi nedir?» diye sordular.

İşimi arzettim. Sözümü bitirince:

«‒Ya şu gördüğüm iştimâl (bürünme) ne oluyor?» diye sual ettiler.

«‒Bir tek kumaş idi (onun için dar geldi, tam örtmedi)» dedim. Bunun üzerine buyurdular ki:

«‒Kumaşın geniş olursa ona bürün, (bunun gibi) dar olursa (izâr olarak) beline bağla!».” (Buhârî, Salât, 6)

***

Sehl ibn-i Sa’d (r.a) şöyle anlatır:

“Zaman zaman bazı erkekler, peştamal gibi alt taraflarına sardıkları tek ve küçük olan kumaşlarını, çocuklar gibi boyunlarının üzerinden bağlayarak Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in yanında namaz kılarlardı. O vakit (arkada namaz kılan) kadınlara:

«‒Erkekler doğrulup oturmadan başınızı secdeden kaldırmayın!» diye tembih edilirdi.” (Buhârî, Salât, 6)

Şerh:

Câbir (r.a), elleri de elbisenin içinde kalacak şekilde bürünmüştü. Ellerini kullanmak istediğinde onları ancak elbisenin altından çıkarması gerekecekti. Bu durumda avret yerinin görünmesi ihtimali vardı. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v) bu şekilde elbiseye bürünmeyi hoş görmemişlerdir.

Kumaş geniş olursa üstten îtibâren bütün vücudu güzelce örtmek emrediliyor. Zira bu avret yerlerinin daha iyi örtülmesini sağlar. Kumaş dar olduğunda ise, yukarıdan, omuzlardan örtmeyip sadece bele bağlayarak izâr edinmek emrediliyor. Çünkü o dar ku­maşı yukarıdan örtünmek, avret yerinin açılmasına sebep olur. İmkânsızlık hâlinde, kumaşı peştamal gibi sadece alt tarafa sarmak da erkeklerin setr-i avreti için kâfidir.

Allah Rasûlü’nün bu emrinden anlaşılıyor ki, evvelki hadis­lerde tarif buyrulan “İştimal (iltihâf, tevaşşuh): Tek parça kumaşa bürünmek” hep geniş olan tek elbiseye göre olup, dar gelen kumaşlar tek başına bürünmeye elverişli değildir. Dar kumaşlar bedeni ayakta iken örtse bile, eğilince avret yerlerinin açıl­ması kuvvetle muhtemeldir. Tek ve dar olan kumaşın bu mahzurunu bertaraf etmek için onu peştemal gibi bele bağlamak gerekmektedir.

Görüldüğü üzere Allah Rasûlü (s.a.v), dar imkânlar içinde setr-i avreti gerçekleştirmek, ümmetinin avret yerlerini güzelce örtebilmek için gayret etmektedir. Bugün bazı insanlar geniş imkânlar içinde oldukları hâlde vücut hatlarını belli eden dar elbiseler giyerek namaz kılmaya çalışıyor, secdeye vardıklarında belleri açılarak avret sayılan yerleri dahi görünmeye başlıyor. Bu durum hem onların namazlarını bozuyor hem de arkada namaz kılan insanları rahatsız ediyor. O hâlde Müslümanlar, daha geniş ve uzun elbiseler tercih ederek setr-i avreti en güzel şekilde sağlamalıdırlar.

Hz. Câbir’in bahsettiği sefer, Medine-i Münevvere yakınlarında olan Buvât Gazvesi’dir. Buvât, Medine’den üç berîd[2] veya daha fazla uzaklıktadır. Bu, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ilk seferlerinden biridir.

 

Gayr-i Müslimlerin Îmâl Ettiği Elbiseyle Namaz Kılmak

Muğîre bin Şu’be (r.a) şöyle anlatır:

“Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) ile birlikte bir seferde idik. Bana:

«‒Muğîre, matharayı al!» buyurdular.

Matharayı (su kabını) aldım. Rasûlullah (s.a.v) gözümden kayboluncaya kadar uzağa gidip ihtiyaçlarını giderdiler. Üzerlerinde bir Şam cübbesi vardı. Ellerini cübbenin yeninden çıkarmaya davrandılar, darlığı sebebiyle çıkaramadılar. Bunun üzerine mübarek ellerini cübbenin altından çıkardılar. Ben su döktüm, Efendimiz (s.a.v) namaz abdesti gibi abdest aldılar, mestleri üzerine meshettiler ve sonra da namaz kıldılar.” (Buhârî, Salât, 7)

Şerh:

Bu sefer, hicretin dokuzuncu senesindeki Tebük seferi idi.

Rasûlullah Efendimiz’in bu cübbesi, o târihlerde henüz küfür diyarı olan Şam’dan Hicaz’a gelen dar yenli cübbelerden idi. Bu rivayet kâfirlerin îmâl ettiği elbiseleri giyerek kılınan namazın sıhhatine delildir. İmam Şafiî ile Kûfe fakihleri, üzerlerinde pislik olduğu açıkça görülmediği müddetçe küfür diyarında dokunan kumaşları yıkamadan giyip içinde namaz kılmayı caiz görmüşlerdir. İmam Mâlik, müşriklerin dokuduğu ve giydiği elbise içinde na­maz kılmayı mekruh görür. İshâk bin Râhûye ise bütün elbiseleri temiz addeder.

Buradaki ihtilaf, gayr-i müslimlerin elbise boyasına necis bir madde katmaları veya necis suyla yıkamaları ihtimalinden kaynaklanmaktadır. Bu tür elbiseleri yıkadıktan sonra giymek ihtiyata daha uygundur.

 

Namazda ve Haricinde Çıplaklığın Çirkinliği

Câbir ibn-i Abdullah (r.a) şöyle der:

“Rasûlullah (s.a.v) Kureyş ile birlikte Kâbe’nin binâsı için taş taşıyorlardı. İzârı (peştamal gibi olan alt elbisesi) de üzerinde idi. Muhterem amcası Abbas (r.a):

«‒Kardeşimin oğlu, (insanlardan uzaktayken[3]) şu izârını çözüp omuzlarının üstüne koysan da taşıyacağın taşa siper olsa!» dedi.

Efendimiz (s.a.v) izârını çözüp omuzlarının üzerine koyunca hemen kendinden geçerek yere düşüverdi. İşte o günden sonra Efendimiz (s.a.v) hiçbir vakit elbisesiz görülmedi. Sallallahu aleyhi ve sellem…” (Buhârî, Salât, 8)

Şerh:

Fahr-i Kâinât Efendimiz (s.a.v), Kâbe yeniden inşâ edilirken amcası Abbas ile birlikte taş taşıyorlardı. Abbas (r.a), taşların çıplak omzunu incitmemesi için Efendimiz’e:

“–Elbiseni omzuna koy!” dedi.

Efendimiz (s.a.v), (insanlardan uzak oldukları bir yerde[4]) elbisesini omzuna koymak istediği sırada yere yığılıverdi. Gözlerini semaya dikerek amcasına:

“–Bana elbisemi ver!” dedi ve hemen onu alıp üzerine örttü. (Buhârî, Hac, 42)

Yıkılacak hâle gelen Kâbe’yi Kureyş, bi’sete yakın senelerde yeni­den bina etmişti. Bu şerefli hizmete erkek, kadın, yaşlı, çocuk bütün Kureyş iştirak etmişti.

İmam Zührî (r.a), bu esnada Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in henüz bülûğa ermediğini rivayet eder. Buna göre Kâbe’nin yeniden inşâsı daha erken bir vakitte olmuştur.

Câhiliye günlerinde çıplak bulunmak ve başkalarının huzûrunda avret yeri açık durmak, ehl-i İslâm nazarında olduğu kadar ağır bir şey sayılmazdı. Hatta Kureyşliler, gûyâ Kâbe’ye tâzim olsun diye Harem-i Şerif haricinde giyilen elbise ile tavâfı yasaklayarak, yabancıları, yalnız harem ehlinin kiraladığı veya ödünç verdiği elbise ile tavâfa mecbur tutmuşlardı. Böyle bir elbise tedârik edemeyen erkek ve kadınlar geceleri çıplak tavaf ederler ve “Anamızdan doğduğumuz gibi üzerimizde zulme bulanmış hiçbir şey olmadığı hâlde tavâf ediyoruz” derlerdi.

Bu hâdise Rasûlullah (s.a.v)’in küçük yaşlarında bile bütün hayâsızlıklardan, çirkinliklerden ve câhiliye ahlâkından korunmuş olduklarını ve tertemiz bir fıtrat üzere yaratıldıklarını gösterir.

İnsanların yanında, şer’î bir zaruret olmadıkça avret yerini örtmenin farziyyetinde kimsenin şüphesi yoktur. Bunun yanında, halvette (yalnızken) soyunup çıplak olmayı hoş görmeyenler de vardır. Ama insanın yalnız başınayken tesettüre riâyet etmesi ve avret mahallerini örtmesi farz olarak görülmemiş, bunun müstehap olduğu söylenmiştir.

Hz. Ali (r.a):

“Kişi avret mahallini açınca yanındaki melek ondan yüzünü çevirir.” buyurmuştur. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, I, 104)

 

Örtülmesi Gereken Avret Yerleri

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle der:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) «İştimâl-i sammâ’»dan, insanın, büründüğü kumaşın bir parçasını avret mahalli üzerinde bulundurmaksızın bir tek kumaş ile «İhtibâ» etmesinden nehiy buyurdular.” (Buhârî, Salât, 10)

Şerh:

İştimâlu’s-sammâ’: Elbise ile bedevîlerin büründüğü gibi bürünmektir ki, ihramı sağ tarafından sol kolunun ve sol omuzunun üzerinden getirip, daha sonra arkadan sağ kolunun ve sağ omuzunun üzerinden atarak tamamen bürünmek­tir. Bu durumda kişinin elleri, ayakları ve bütün uzuvları bağlanmış olur. Vücûdun her tarafı sımsıkı sarılmış olacağından, elbiseyi bu tarzda giymiş olan kimse, ellerini ancak elbisenin altından dışarıya çıkarabilir ki bu da bazı sıkıntılara sebep olabilir ve o kimse namaz esnasında ellerini istediği gibi hareket ettiremez.

İhtibâ: Kişinin kabaları üzerine oturup bacaklarını dikmesi ve o halde sarınmasıdır. Bu durumda, dikkatsizce sarınan kimsenin, görünmesi haram olan beden uzuvlarından bazılarını örtememe ihtimali yüksektir. Hamamlarda, belinde peştemâl ile yıkanan dikkatsiz kimselerde ekseriyetle bu durum meydana gelir. Bu hadisteki yasakların sebebi, haram olan avretin açılması korkusudur. Avret ye­rinin açılmasına mahal vermeyecek derecede olursa bunlar haram olmaz.

***

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah (s.a.v) iki türlü alış verişten yani «Limâs» ile «Nibâz»dan, kişinin «İştimâl-i Sammâ’» ile elbisesine bürünmesinden, bir de tek elbise içinde (avret yerini örtmeyecek şekilde) «İhtibâ» etmesinden nehiy buyurdular.” (Buhârî, Salât, 10)

Şerh:

“Bey’u Limâs/Mülâmese”, “Bey’u Nibâz/Münâbeze”, câhiliye devrindeki alışveriş nevilerinden ikisinin ismidir. İslâm şeriatı ile nehyedilmiş oldukları için tabiatıyla her ikisi de amelden düşmüş ve bu sebeple geçmişte nasıl uygulandıklarına dair kesin bir tarif yapılamamış, muhtelif görüşler ortaya çıkmıştır.

Ebû Hanîfe’ye göre Mülâmese, satıcının “Bu eşyayı sana şu kadara sattım, sana dokunduğumda alışveriş kesinleşsin” demesi veya müşterinin böyle söylemesidir. Veya dürülü olan kumaşı tam olarak görüp incelemeden gündüz veya karanlıkta sadece ona dokunarak alıp satmaktır ki daha sonra malda hoşlanılmayan şeyler görüldüğünde aralarında huzursuzluk çıkacağı muhakkaktır.

Münâbeze ise satıcının malı müşteriye doğru atarak alışverişi kesinleştirmiş olması ve bu atma ile müşterinin tercih hakkının ortadan kaldırılmasıdır. Veya taş ve benzeri bir şeyi atarak hangi mala isabet ederse onu alıp satmaktır.

Bu iki alışverişte de aldatma sözkonusu olduğu ve kumara benzedikleri için İslâm bunları yasaklamıştır. Müşteri alacağı malı görmeli ve vasıflarını bilmelidir. Aldatmaca alışveriş sahih değildir.

***

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyurur:

Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a) (9. sene yapılan) Hac’da Kurban günü birçok münâdî ile birlikte beni de gönderdi ve Minâ’da insanlara: «Artık bu seneden sonra hiçbir müşrik hac yapmasın ve hiç kimse çıplak olarak Beyt’i tavâf etmesin!» diye ilânda bulunduk.”

Râvî Humeyd bin Abdu’r-Rahmân bin Avf der ki:

“Sonra Rasûlullah (s.a.v) (Ebû Bekir’in ardından) Hz. Ali’yi gönderip «Berâe sûresini ilân etmesini emretmişti.”

Ebû Hüreyre (r.a) sözlerine şöyle devam eder:

Ali (r.a) de bizimle beraber Kurban günü Minâ’daki insanlar arasında:

«Bu seneden sonra hiçbir müşrik hac yapmasın, hiç kimse çıplak olarak Beyt’i tavâf etmesin!» diye yüksek sesle ilan etti.” (Buhârî, Salât, 10; Tefsîr, 9/2)

Şerh:

Bu hac, Hz. Ebû Bekir’in emirliği ile dokuzuncu hicrî senede edâ edilmiştir. Mekke fethinden bir sene sonra ve Rasûlullah Efendimiz’in bizzat idare ettiği Vedâ Haccı’ndan bir sene evvel idi. Sekizinci senede ise, fetihten sonra Mekke’ye emîr tayin edilen Attâb bin Esîd’in emîrliği ile haccedilmişti. Bütün Arabistan halkı henüz İs­lâm’a girmediği için, sekizinci ve dokuzuncu senelerde müşriklerle birlik­te haccedilmiş ve İslâm’ın hac kâideleri yanında müşrikler çirkin bid’atlarını da icra etmişlerdi. Ebû Bekir (r.a) o sene Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e vekâleten İslâm usûlü üzere hac menâsıkını öğretmeye memur edilmiş olup yanında Medinelilerden üç yüz kadar sahabi vardı. O esnada Berâe sûresinin ilk 40 âyeti nâzil oldu. Bunu müşrik­lere ilân etmek üzere arkadan Ali (r.a) gönderildi. Böylece o seneden sonra müşriklerin şirkleri ve bid’atleri tamamıyla ortadan kaldırılmış oldu.

Hz. Ali (r.a) şöyle anlatır:

“Ebû Bekir (r.a) Arafat’a geldi, orada hutbe okuduktan sonra bana:

«–Kalk ey Ali, Rasûlullah’ın mesajını tebliğ et!» dedi. Kalktım ve Arafat ehline Berâe sûresinin ilk 40 âyetini okudum. Sonra Arafat’tan ayrıldık, Minâ’ya geldik, şeytanları taşladım, kurbanımı kestim, traş oldum ve oralarda anladım ki insanların bir kısmı Hz. Ebû Bekir’in hutbesinde hazır bulunmamış; hemen çadırları dolaşmaya başladım ve çadırlarda olanlara Berâe sûresinin o kırk âyetini okudum.” (Taberî, Tefsîr, X, 49)

Hz. Ali (r.a), bu âyetleri kendisi tebliğ ettiği gibi Ebû Bekir (r.a) ve onun gönderdiği müezzinler de muhtelif yerlerde yüksek sesle tekrar etmişlerdir. Ebû Hüreyre (r.a) de onlardan biriydi. (Buhârî, Tefsîr, 9/2)

Bu rivayetlerde normal hayatta, bilhassa da ibadetler esnasında avret yerlerinin örtülmesi gerektiği anlatılarak, bunu tam olarak sağlamayan kıyafetlerin yasaklandığına temas edilmektedir. Erkeklerin avret yerleri göbek ile diz kapağı arasıdır. Kadınların ise elleri ve yüzleri hariç bütün bedenleridir. Fitne korkusu olduğunda, kadınların el ve yüzlerini de mümkün mertebe kapatmaları gerekir.

 

Uyluk Avret midir?

Enes (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) Hayber gazasına çıkmışlardı. Hayber’in yanıbaşında sabah namazını hava daha karanlıkken kıldık. Sonra Allah’ın Nebîsi hayvanına bindiler. (Üvey babam) Ebû Talha da bindi, ben de Ebû Talha’nın terkisinde idim. Nebiyyullah (s.a.v) binitini Hayber’in sokağına hızla sürdüler. Benim dizim Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in uyluğuna dokunuyordu. Sonra izârını uyluğundan sıyırdı (veya izârı uyluğundan sıyrıldı), hatta Efendimiz’in uyluğunun beyazlığı hâlâ gözümün önündedir. Şehre girerken de:

«Allahu Ekber, Hayber harâb oldu gitti (veya harâb olsun!) Biz bir kavmin yurduna girdik mi, uyarılmış olanların hâli yaman olur! (Başlarına ansızın gelecek azap ne müthiştir!)» buyurdular. Bunu üç defa tekrarladılar.

Hayberliler sabah vakti işlerinin başına gitmek üzere evlerinden çıkıp da bizi görünce: «Aman, işte Muhammed!» (Râvî Abdü’l-Azîz ibn-i Süheyb’in bazılarından rivayetine göre de:) «İşte Muhammed ve ordusu!» diye bağrıştılar.

Hayber’i anveten (yani harbederek) ele geçirdik. Esirler toplandı. Dıhye (r.a) gelip:

«‒Yâ Nebiyyallah, bana esirlerden bir câriye verir misin?» dedi.

Efendimiz (s.a.v):

«‒Git, bir câriye al!» buyurdular. O da gidip Safiyye bint-i Huyey’i aldı. Bir kişi, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e gelip:

«‒Yâ Nebiyyallah, Dıhye’ye Kureyza ile Nadîr’in seyyidesi olan Safiyye bint-i Huyey’i verdiniz. Hâlbuki o, Sizden başkasına münasip olamaz!» dedi.

Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v):

«‒Dıhye’yi çağırın, câriye ile birlikte gelsin!» buyurdular. Dıhye, câriyeyi alıp getirdi. Nebî (s.a.v) Safiyye’ye bakınca, Dıhye’ye:

«‒Esirler arasından başka bir câriye al!» buyurdular.

Rasûlullah (s.a.v) Safiyye’yi âzâd edip onunla evlendiler.”

Sâbit el-Bünânî, Hz. Enes’e hitaben:

“‒Ey Ebû Hamza, Efendimiz (s.a.v) Safiyye’ye mehr olarak ne verdi?” dedi. Enes (r.a):

“‒Kendisini (hürriyetini) verdi, onu hiçbir karşılık almadan azâd etti ve kendisiyle evlendi” dedi ve devam etti:

“Nihayet yol üzerinde iken Ümmü Süleym (r.a), Hz. Safiyye’yi Efendimiz (s.a.v) için hazırladı ve geceleyin (çadırdan yapılan) düğün evine koydu. Artık Nebiyy-i Ekrem Efendimiz damat olmuşlardı. Sabah olunca:

«‒Kimin yanında yiyecek bir şey varsa getirsin!» buyurdular ve bir yaygı yaydılar.

Kimi hurma, kimi yağ, kimi başka bir şey getirdi. (Ravilerden biri: “Zannederim Enes «Sevîk»i de zikretti” demiştir.) Ashab-ı kiram toplanan şeylerle Hays yemeği yapıp oradakilere ikram ettiler. Rasûlullah Efendimiz’in velîmesi (düğün yemeği) bu oldu.” (Buhârî, Salât, 12)

Şerh:

İmam Buhârî (r.a) “Uyluk avrettir” diye bir hadis-i şerif nakledildiğini taʻlik kısmında zikrediyor, buna mukabil Hz. Enes’in “Nebiyy-i Ekrem’in uyluğunu açtığı”na dâir rivayetine işaret ettikten sonra şu hükme varıyor:

“Enes hadisi sened yönünden daha sahihtir, diğer hadis ile amel etmek ise âlimlerin ihtilafından kurtulmak için daha ihtiyatlıdır.”

Âlimlerin çoğu, uyluğun avret olduğunu söylemişlerdir. Bugün fetvâ da cumhûrun görüşü üzere verilmektedir.

Hz. Safiyye (r.a) haseb ve cemâl sâhibi olduğu için, Hz. Dıhye’ye verilince insanlar arasında hased zuhur etti. Efendimiz (s.a.v), ortaya çıkacak fesâdı ve mahzuru bertaraf etmek için onu kendisine ayırdı. Bu da Safiyye (r.a) hakkında çok büyük bir nimet oldu.

 

 

Kadın Kaç Parça Elbiseyle Namaz Kılar?

Hz. Âişe (r.a) şöyle der:

“Şuna yemin ederim ki, Rasûlullah (s.a.v) sabah namazı kılarken mü’min kadınlar da, başlarını ve bedenlerini “Mırt” denilen elbiseleriyle örterek namaza gelirlerdi. Namazdan sonra evlerine dönerken, (henüz ortalık ağarmamış ve kendileri iyice örtünmüş oldukları için) onları kimse tanıyamazdı.” (Buhârî, Salât, 13)

Şerh:

Mırt denilen bu elbisenin şerhlerde muhtelif tarifleri yapılmıştır. Bu tariflerin toplamından bunun câr gibi başa örtülüp bütün vücûdu kaplayan, yünden, tiftikten, ketenden, kıldan mamul ve kadınlara mahsus tek parça bir örtü olduğu anlaşılıyor.

İkrime (r.a): “Kadın bedenini bir elbise ile güzelce örtmüş olsa, bu ona kâfî gelir.” demiştir.

İbn-i Abbas (r.a): “Sık dokunmuş olmak şartıyle kadının bir gömlek içinde namaz kılmasında da bir beis yoktur” demiştir.

Kadına vacip olan, yüz ve ellerinden başka bütün bedenini örtmektir. Bu örtünmeyi ister tek bir elbise ile ister daha fazlasıyla yapsın mühim değildir.

Ancak müstehap olan kadının bir gömlek, bir izâr (etek), bir başörtüsü ve bir de câr veya çarşaf gibi geniş bir dış elbiseyle örtünerek namaz kılmasıdır. (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, II, 28)

Hanım sahabiler namazdan dağılırken sadece karaltıları görülür, o elbisenin içindeki şahsın erkek mi yoksa kadın mı olduğu uzaktan farkedilemezdi. Bu da hem sabah karanlığı, hem de örtünmedeki îtinâları sebebiyle olurdu.

 

 

Nakışlı Elbise İle Namaz Kılmak

Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatır:

“Bir defasında Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), üstünde nakışlar bulunan bir hamîsa içinde namaz kıldılar. Bu esnada gözleri takılarak bir defa o nakışlara baktılar. Namazı tamamlayınca:

«‒Şu hamîsayı Ebû Cehm’e geri götürün de onun enbicâniyyesini bana getirin! Zira bu elbise az önce namazda beni meşgul edeyazdı!»

Veya:

«‒Namazda iken gözüm nakşına takıldı, bu sebeple be­ni meşgul etmesinden korkarım!» buyurdular.” (Buhârî, Salât, 14; Muvatta’, Salât, 67)

Şerh:

Hamîsa: Yünden veya tiftikten, dört köşeli, iki tarafı zencefli, işlemeli bir nevi siyah abaya denir ki, pek yumuşak ve dürünce pek az yer kapladığı için ona bu isim verilmiştir. Şâm kumaşlarından olan bu hamîsa, Efendimiz’e Ebû Cehm tarafından hediye edilmişti.

Enbicâniyye: Üzerinde nakış ve resim olmayan, yumuşak fakat kalın yün abaya denir ki hamîsa kadar lüks bir kumaş değildir.

Efendimiz (s.a.v), hediye etmiş olduğu hamîsayı Ebû Cehm’e iâde edince hatırı kırılmasın, gönlü hoş olsun diye ondan daha sade ve basit bir elbise istemiştir. Bu hareket, Allah Rasûlü’nün ne kadar büyük bir nezâkete ve ince anlayışa sahip olduğunu gösterir.

Efendimiz’in bu hadis-i şeriflerinde, gözü ve gönlü meşgul edecek süslü ve nakışlı elbiselerle değil de daha sâde elbiselerle na­maz kılmaya ve namaz esnasında şuuru toplamaya teşvik vardır. Yoksa Rasûlullah Efendimiz’in namazda iken huşûunun kaybolduğunu düşünmek mümkün değildir. Onun ümmetinde bile öyle yiğitler vardır ki kalplerini Hakk’a yöneltir yöneltmez hiçbir şey onları rûhânî zevklerinden ayıramaz. Nitekim Tâbiînin büyüklerinden Müslim bin Yesâr (r.a) namazda iken tavan çöküp yanıbaşına düşmüş de onun hiç haberi bile olmamış.

Rivayette Efendimiz’in nakışlara bir defa baktığı ifade ediliyor. Demek ki kalbin birşeyle çok meşgul olması, namaza daha fazla zarar vermektedir.

Bu hadis-i şeriften hareketle âlimlerimiz, mescidlerin mihrap ve duvarlarını, namaz kılanları meşgul edecek nakış ve hatlarla süslemeyi mekruh görmüşlerdir.

Üzerinde nakışlar, renkler ve şekiller olan elbiseyle namaz kılındığında bu namaz bozulmaz, lâkin böyle meşgul edici elbiseleri giymemek evlâdır.

 

 

Resimli Elbise Namazı Bozar mı?

Enes (r.a) şöyle buyurur:

Hz. Âişe’nin, üzerinde resim ve nakışlar bulunan renkli bir örtüsü vardı. Onu odasının bir duvarına asmıştı. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

«‒Şu nakışlı perdeni karşımdan al! Üzerindeki resimler namazda gözüme takılıp duruyor» buyurdular.” (Buhârî, Salât, 15)

Şerh:

İmam Buhârî bu bâb’ın başlığını tam olarak şöyle koymuştur: Üzerinde haç şeklinde nakışlar veya resimler olan elbise ile kılınan namaz fasit olur mu? Ve bunlarla yapılması nehyedilen şeyler.

Buhârî, burada da, hakkında ihtilaf bulunan mes’elelerde kat’î ifâde kullanma­ma usûlüne tâbî olmuştur. Yani resimli elbise ile veya resim olan yerde kılınan namaz fasit olmaz, lâkin bu mekruhtur. Zira namaz kılan insanın huşûunu kaybetmesine sebep olur, zihnini toplamasına, tam olarak Allah Teâlâ’ya yönelmesine mâni olur.

Resimli kumaşın duvara asılması yasaklanırsa onu giymek daha öncelikli olarak yasaklanır. Hanefiler, yere serilen, üzerine basılan yaygı, minder ve yastık gibi kumaşlardaki resimleri mekruh görmemişlerdir. Yani resme hürmet edilip edilmediğine bakmışlardır. Ancak duvara asılan, yukarılara konulan resim ve heykelleri ittifakla mekruh görmüşlerdir.

Hz. Âişe validemizin perdesinin üzerinde kuş ve kanatlı at tasvirleri vardı. Efendimiz (s.a.v) onu görünce rengi değişti ve:

“‒Ey Âişe, onu kaldır, zira her eve girip onu gördüğümde dünya hatırıma geliyor!” buyurdular. (Müslim, Libâs, 88-91; Nesâî, Zînet, 111; Ahmed, VI, 49)

Bir rivayete göre Efendimiz (s.a.v) o perdeyi kendi mübarek elleriyle çekip indirdiler ve:

“‒Allah Teâlâ bize taşı toprağı giydirmemizi emretmedi!” buyurdular. Sonra da şöyle devam ettiler:

“‒Kıyamet günü insanların en şiddetli azap görenleri, Allah Teâlâ’nın yarattığı canlı varlıklara benzeterek resim ve heykel yapanlardır.”

Hz. Âişe vâlidemiz, duvardan indirdikleri bu örtüden iki yastık yaptı, Allah Rasûlü (s.a.v) onlara yaslanırlardı. (Müslim, Libâs, 87-91; Nesâî, Zînet, 111)

Yine Efendimiz (s.a.v):

“İçinde sûret (canlı resmi ve heykeli) bulunan eve melekler girmez!” buyurmuşlardır. (Müslim, Libâs, 96)

İmam Buhârî’nin bâb başlığından anlaşıldığına göre haç şeklindeki nakışlar da resim gibi mahzurludur, onları da kaldırmak lazımdır. Nitekim Rasûlullah (s.a.v), evde üzerinde haç resmi bulunan bir şey görürse onu mutlaka değiştirir, haçı bozarlardı. (Buhârî, Libâs, 90; Ebû Dâvûd, Libâs, 44/4151)

 

 

İpek Elbise İle Namaz Kılmak

Ukbe bin Âmir (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e ipekten yapılmış bir ferâce (ferrûc) hediye edilmişti. Onu giyip içinde namaz kıldılar. Namazdan çıktıktan sonra (onu giymek) hoşlarına gitmemiş gibi (beden-i şeriflerinden) şiddetle çıkarıp attılar ve:

«‒Bunu kullanmak, müttakîlere yaraşmaz!» buyurdular.” (Buhârî, Salât, 16)

Şerh:

Bu bâb’ın tam ismi “İpek ferâce ile namaz kılan, sonra onu çıkarıp atan kimse” şeklindedir.

Ferrûc: Ensesinden yırtma­cı olan ve üste giyilen kaftana denir. Bu eskiden erkeklerin giydiği ve ferâce ismi verilen bir elbisedir.

Bu elbiseyi Efendimiz’e hediye eden Dûmetu’l-Cendel meliki Ükeydir ibn-i Abdilmelik’tir. Bu zât, îmân etmemiştir. Buradan anlaşıldığına göre, devlet başkanı, bir maslahat gördüğünde müşriğin hediyesini kabul edebilir.

Câbir ibn-i Abdullah (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz bir gün kendisine hediye edilen ibrişimden (bükülmüş ipekten) mamul bir kaftan giymişlerdi. Sonra onu çarçabuk çıkarıp Ömer ibn-i Hattab’a gönderdiler. Yanındakiler:

«‒Onu ne kadar da sür’atli çıkardınız ey Allah’ın Rasûlü!» dediler. O da:

«‒Beni ondan Cibril nehyetti!» buyurdular.

Derken Ömer (r.a) ağlayarak geldi ve:

«‒Yâ Rasûlallah! Siz bir şeyden hoşlanmadınız ve onu bana verdiniz! Benim hâlim ve âkıbetim ne olacak?» dedi.

Efendimiz (s.a.v):

«‒Onu sana giyesin diye vermedim, satman için verdim!» buyurdular.

Bunun üzerine Ömer (r.a) onu iki bin dirheme sattı.” (Müslim, Libâs, 16. Krş. Buhârî, Libâs 30, Cuma 7, lydeyn 1; Muvatta’, Libâs 18; Ahmed, III, 383)

Allah Rasûlü (s.a.v) başlangıçta ipek elbise giymişler, daha sonra ise kendileri bunu terk ettikleri gibi ümmetinin erkeklerine de yasaklamışlardır.

Hz. Ali (r.a) şöyle buyurur:

“Allah’ın Nebîsi birgün sağ eline bir ipek, sol eline de bir altın alarak şöyle buyurdular:

«–Bu ikisi, ümmetimin erkeklerine kesinlikle haramdır».” (Ebû Dâvûd, Libâs, 11/4057)

Huzeyfe (r.a) şöle buyurur:

“Nebiyy-i zî-şân Efendimiz (s.a.v) bize hâlis ipek ve atlas kumaştan elbise giymeyi, altın ve gümüş kaplarla su içmeyi yasakladılar ve şöyle buyurdular:

«‒Bunlar dünyada kâfirlerin, âhirette ise sizin olacaktır».” (Buhârî, Eşribe, 28)

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“İpek elbise giymek ve altın (zînet kullanmak), ümmetimin erkeklerine haram kılındı, kadınlarına ise helâl kılındı.(Tirmizî, Libâs, 1/1720. Krş. Buhârî, Libâs, 30)

“Saf ipek elbise giymeyiniz. Altın ve gümüş kaptan bir şey içmeyiniz! Bu tür tabaklardan yemek de yemeyiniz!” (Buhârî, Et’ime, 29)

“Harîr ve dîbâc adıyla anılan ipekli kumaşlardan yapılmış elbiseler giymeyiniz! Altın ve gümüş bardaklardan su içmeyiniz. Altın çanak ve tabaklara konan yemekleri yemeyiniz! Bu eşyâ dünyada kâfirlere ait zînet eşyasıdır. Âhirette ise bizim zînet eşyamız olacaktır.” (Müslim, Libâs, 4. Krş. Buhârî, Libâs, 25)

“Bunu (ipek elbiseyi), ancak âhiretten nasibi olmayanlar giyer!” (Buhârî, Hibe, 27)

“Ümmetimden bir kısım topluluklar olacak, zinayı, erkeklerin ipek elbise giymesini, şarap içmeyi ve eğlence âletlerini çalıp dinlemeyi helâl sayacaklar. Bir takım (merhametsiz) zümreler bir dağın eteğinde konaklayacaklar, onlara ait koyun sürüsü ile çoban sabahları yanlarına gelecek (akşamları gidecek). Bunlara fakir bir kişi ihtiyaç için gelecek. Bu duygusuz insanlar fakire: «Haydi şimdi git, yarın gel» diyecekler. Bunun üzerine Allah (eğlendikleri) dağı geceleyin üzerlerine indirip bir kısmını helâk edecek, (sağ kalan) diğerlerini de kıyamet gününe kadar maymun ve domuz sûretine döndürecek.” (Buhârî, Eşribe, 6)

Beden ile ipek elbise arasında bir engel bulunsun veya bulunmasın müsâvîdir.

Hz. Ömer (r.a) Câbiye’de bir hutbe îrâd etmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Rasûlullah (s.a.v) ipek elbise giymeyi yasakladılar. Ancak elbisenin iki, üç veya dört parmaklık yeri ipek olursa bu yasak değildir.” (Tirmizî, Libâs, 1/1721. Krş. Buhârî, Libâs, 25)

Uzatmaları ipek olan veya üzerinde en fazla dört parmak eninde ipek işlemeler, saçaklar ve kenarlar bulunan kumaşlardan elbise giymek erkekler için de caizdir. Bir de erkeklerin savaş halinde ipekli elbise giymeleri, iki İmam’a göre caizdir. Bu gibi elbiseler mücahidleri düşmana karşı heybetli gösterir ve kılıç darbelerine karşı dayanıklı olur.

Erkekler için ipek kumaşlar ve ipek takkeler mekruhtur. Erkek çocuklara da, ipekli ve altın sırmalı kumaşlar giydirmek kerahetten hâlî değildir. Fakat bir erkek, ağrıyan gözüne ipekli bir mendil bağlayabilir, bunda bir beis yoktur. Nitekim Abdurrahmân bin Avf ile Zübeyr ibn-i Avvâm (r.a) bir gazve esnasında Efendimiz’e cilt rahatsızlıklarından şikâyet ettiler. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v) onların ipek gömlek giymelerine izin verdiler. (Buhârî, Cihâd, 91; Tirmizî, Libâs, 1/1722)

Soğukta başka elbise bulamayan kişi de zaruret sebebiyle ipek giyebilir.

İpekli eşyadan, başka bir şekilde faydalanmak caizdir. Mesela, evin iç kısmını ipekli kumaşlarla süslemek caizdir. Fakat bunlar övünmek ve böbbürlenmek için olmamalıdır.

İpek elbise ile namaz kılan kimse namazını iâde eder mi? Bu hususta ihtilaf edilmiştir. Hanefilere göre namaz sahihtir. Lâkin ipek elbiseyle namaza başlaması mekruhtur ve haram olan bir elbiseyi giymesi sebebiyle o kimse günaha girmiş olur.

 

 

Kırmızı Elbiseyle Namaz Kılmak

Ebû Cuhayfe (r.a) şöyle buyurur:

“Bir defasında Rasûlullah Efendimiz’i kızıl sahtiyandan yayvan küçük bir çadır içinde gördüm. Bilâl (r.a) Rasûlullah (s.a.v)’in abdest suyunu alıp getirdi. İnsanlar, Efendimiz’in kullandıkları o abdest suyundan almaya koşuşuyorlardı. O sudan her kimin eline bir şey geçtiyse (teberrük için) üzerine sürdü. Ele geçiremiyenler ise arkadaşlarının elindeki ıslaklıktan hissemend oldular. Sonra gördüm ki, Bilâl (r.a) bir harbe (mızrak) alıp (kubbenin dışında bir yere) dikti. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz kırmızı bir hulle (elbise) giyinmiş ve paçalarını kıvırmış vaziyette çıktılar. Harbeye doğru durarak oradaki insanlara namazı iki rekât olarak kıldırdılar. Harbenin önünden insanlar ve hayvanlar gelip geçiyordu.” (Buhârî, Salât, 17)

Şerh:

Ebû Cu­hay­fe (r.a) an­la­tı­yor: Rasûlullah (s.a.v) öğ­le sı­ca­ğın­da Bat­hâ’ya çık­tılar. Ab­dest al­arak öğ­le ve ikin­di na­ma­zı­nı iki­şer rekât kıl­dılar. Önlerinde kı­sa bir mız­rak var­dı… O ara­da bak­tım in­san­lar kalk­mış­lar, Efen­di­miz’in mübarek el­le­ri­ni tu­tu­yor­lar ve yüz­le­ri­ne sü­rü­yor­lar­dı. Ben de bir eli­ni tut­tum ve yü­zü­me sür­düm. Bir de ne gö­re­yim, mübarek eli kar­dan da­ha serin ve misk­ten da­ha gü­zel ko­ku­lu idi. (Bu­hâ­rî, Me­nâ­kıb, 23; Ahmed, IV, 309)

Bu hadisteki hâdise, Efendimiz’in Mekke’ye yaptıkları seferlerinden birinde vâki olmuştur. Ya Mekke fethi veya Vedâ Haccı esnasındadır. Allah Rasûlü (s.a.v) Minâ’ya yakın Ebtah denilen yerde imişler. Nesâî’nin rivayetine göre, yanlarında kırk kadar sahabi varmış.

Bu hulle -hadisin lâfzından anlaşıldığına göre- başka renk karışmamış kan kır­mızı bir elbise idi. Binâenaleyh bundan, sâfî kırmızı olan elbise giymenin haram olmadığı, bu tür elbiselerle kılınan namazın caiz olduğu hükmü çıkarılıyor. Ancak Hanefi mezhebi imamları, diğer hadislerden hareketle katıksız kırmızı renkten ibaret elbise giymeyi mekruh kabul etmişlerdir. Şâfiî mezhebi imamları ise bunu caiz görürler. Aynı şekilde erkeklerin za’feran veya safranla boyanmış katıksız sarı renkli elbiseler giymesi de mekruhtur.

Efendimiz (s.a.v) ve ashabı, seferî oldukları için öğle ve ikindiyi ikişer rekât kılmışlardır.

İmam’ın sütresi cemaatin de sütresi yerine geçer. Efendimiz’in önüne sütre olarak bir harbe dikildiği için onun ötesinden insanların ve hayvanların geçmesi namazlarına bir zarar vermemiştir.

 

 

Çatıda, Minberde ve Tahta Üzerinde Namaz Kılmak

Sehl ibn-i Sa’d (r.a)’e, (Medine’deki) Minber-i Nebevî’nin neden yapılmış olduğu suâl edildiğinde şöyle buyurmuştur:

“‒İnsanlar içinde bunu benden daha iyi bilen bir kişi kalmadı. (Minber) Gâbe’nin Esl ağacındandır. Onu Rasûlullah (s.a.v) için falanca kadının kölesi filan yapmıştı. Minber, yapılıp yerine konduğu zaman Rasûlullah (s.a.v) üzerine çıkıp kıbleye doğru döndüler ve iftitah tekbirini aldılar. İnsanlar da arkasından (Mescid-i Şerif’te namaza) durdular. Efendimiz (s.a.v), kıraatte bulunduktan sonra rükûya vardılar, cemaat da arkasında rükû etti. Sonra Efendimiz (s.a.v) rükûdan mübarek başlarını kaldırdılar, (yönlerini kıbleden ayırmadan) gerisin geriye aşağıya indiler ve yere secde ettiler. Secdeden kalkınca yine minbere çıktılar. Sonra yine rükûya vardılar. Sonra yine rükûdan mübarek başlarını kaldırıp (önceki gibi) gerisin geriye aşağıya indiler ve yere secde ettiler. İşte minberin kıssası budur.” (Buhârî, Salât, 18)

Şerh:

Diğer bir rivayette Rasûlullah (s.a.v) bu namazı tamamladıktan sonra cemaate dönüp:

“‒Ey insanlar, bunu, bana uymanız ve namazımın nasıl olduğunu öğrenmeniz için yaptım” buyurmuşlardır. (Buhârî, Cuma, 26)

Buradan, bir ihtiyaç hâlinde imamın me’mûmdan yüksek bir yerde durmasının caiz olduğu anlaşılıyor. Herhangi bir ihtiyaç olmaksızın imamın cemaatten yüksek bir yerde durması ise mekruh görülmüştür.

Minber-i Şerif, iki kademe ile bir oturulacak yerden ibâretti. Bazılarının üç basamak demesi bu itibarladır. Efendimiz (s.a.v) hutbeyi ikinci basamakta durup îrâd buyururlar ve iki hutbe arasında, “meclis” denilen üçüncü basamağa otururlardı.

Bu rivayete göre kavme[5] ile secde arasına giren hareketlere amel-i kesir[6] denilemez. Kıbleden yüzünü çevirmeden bir iki adım yürümek namazı ifsâd etmez.

Aynı şekilde Efendimiz (s.a.v), “Meşrube” denilen yüksekçe bir odada ashabına namaz kıldırmışlardır. (Buhârî, Salât, 18)

Buhârî (r.a) şöyle der: Hasan Basrî, buz üzerinde namaz kılınmasında ve altından veya üstünden ya da önünden idrar aksa bile, namaz kılanla necaset arasında bir engel bulunduğu zaman köprüler üzerinde namaz kılmakta bir beis görmemiştir. Ebû Hüreyre (r.a) de aşağıdaki imamın namazına uyarak mescidin çatısında, yani üst katında namaz kılmıştır. İbn-i Ömer (r.a) da, sıkışmış kar üzerinde namaz kılmıştır.

Hadisin râvîsi olan Sehl ibn-i Sa’d (r.a), Medine’de en son hayâtta kalan sahabidir.

Gâbe, Medine’nin Şâm tarafında dokuz mil mesafede ağaçlık bir yerin ismidir. Orası Efendimiz’in develeri için mer’â idi. Minber, işte bu ormanlığın Esl denilen ağacından yapılmıştır. Bu ağaç iki nevidir. Bodur olanına Tarfâ’ denir. Dikensiz ve gayet sert bir ağaç olup tahtası çok güzel olur. Minber-i Şerif bundan yapılmıştır. İri olanına ise Türkçe’de ılgın denir.

{

Namazla ilgili diğer bir husus da şudur: Namaz kılan kimsenin elbisesinin hanımına dokunmasında bir beis yoktur. Nitekim Meymûne (r.a) şöyle demiştir:

“Rasûlullah (s.a.v), ben kar­şısında ve hayızlı olduğum hâlde namaz kılarlardı. Bazen secdeye var­dıkları zaman giydikleri elbise bana dokunurdu.” (Buhârî, Salât, 19, Hayz, 27)

 

 

Hasır Üzerinde Namaz Kılmak

Enes ibn-i Mâik (r.a)’den rivayet edildiğine göre, anneannesi Müleyke (r.a) Rasûlullah (s.a.v) için bir yemek hazırlayarak onu davet etmişti. Efendimiz (s.a.v) yemeği yedikten sonra:

“‒Haydi, kalkın, size namaz kıldırayım!” buyurdular.

Enes (r.a) der ki:

“Kullanıla kullanıla simsiyah kesilmiş (eski) bir hasırımız vardı. Hemen onu alıp üzerine (yumuşasın diye) biraz su serptim. Rasûlullah (s.a.v) namaza durdular. Yetim ile beraber ben ardında bir saf olduk. Ninem de arkamızda durdu. Rasûlullah (s.a.v) bize iki rekât kıldırdıktan sonra ayrıldılar.” (Buhârî, Salât, 20)

Şerh:

Hasır, hurma yapraklarından örülmüş bir yaygıdır.

Bu hadis-i şerif, nafile namaz için cemaatin cevazına delildir. Hanefilere göre, Terâvîh’ten başka, insanların birbirini davet ederek cemaatle nafile namaz kılmaları mek­ruhtur. Onlar, Müslim’deki rivayete bakarak Efendimiz’in kıldırdığı bu namazın farz olduğunu söylerler. Ancak iki kişi, birbirini çağırmadan tesadüfen bir araya gelirse, biri diğerine iktidâ ederek nafile namazı cemaatle kılabilirler.

Bu hadis-i şeriften, çocukların erkeklerle beraber bir safta durabileceği, kadınların ise ayrı safta ve en geride olmaları gerektiği anlaşıldığı gibi, cemaatin arkasında kadınların münferiden iktidâ etmelerinde bir beis olmadığına da hükmedilebilir.

Yine safların arkasında tek başına imama uyan kişinin namazının, noksanıyla birlikte sahih olduğu anlaşılıyor.

Hadiste zikredilen yetim çocuk, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in âzâdlısı Ebû Dumeyre’nin oğlu Dumeyre’dir.

İmam Buhârî (r.a) bu bölümde gemi üzerinde namaz kılmaktan da bahseder ve şöyle der:

Câbir ibn-i Abdullah ile Ebû Saîd el-Hudrî (r.a), geminin içinde ayakta namaz kıldılar. Hasan Basrî (r.a) (gemide ayakta mı, yoksa oturarak mı namaz kıldıracağını soran kimseye): “Ayakta durunca arkadaşlarına meşakkat vermeyeceksen ayakta kıldırırsın ve gemi ile beraber döner (kıbleden ayrılmazsın). Onlara meşakkat vereceksen o takdirde oturarak namaz kıldırırsın!” buyurmuştur.

Hareket eden gemide ayakta namaz kılan kimsenin umumiyetle başı döndüğü için onun oturarak kılmasına müsaade edilmiştir. Demir atmış veya bağlanmış gemide ise oturarak namaz kılmak icmâen caiz görülmemiştir.

Gemide kıbleye dönmek şarttır. Rükû ve secdeyi yapabilen kimse, nafile bile olsa gemide îmâ ile namaz kılamaz.

Allah Rasûlü (s.a.v), “Humrâ” denilen küçük seccâde üzerinde de namaz kılarlardı. (Buhârî, Salât, 21)

Meymûne (r.a): “Rasûlullah (s.a.v), hurma yaprağından yapılmış küçük bir secca­de (humrâ) üzerinde namaz kılarlardı” demiştir. (Buhârî, Salât, 19)

Humrâ, hurma yapraklarından örülen küçük bir hasırdır. Adeta yarım bir seccâde gibidir. Secde mahalline serilerek elleri ve yüzü yerin soğuk ve sıcağından koruduğu için bu ismi almıştır.

 


 

Yatak, Yaygı, Halı ve Keçe Üzerinde Namaz Kılmak

Hz. Âişe (r.a) şöyle buyurur:

“Ben Rasûlullah (s.a.v)’in karşısında ayaklarım kıblesine (yani secde yerine) gelmek üzere yatar uyurdum. Secdeye vardıkları zaman eliyle beni dürterlerdi de ben ayaklarımı geriye çekerdim. Secdeden kalktıkları zaman yine uzatırdım.”

Âişe (r.a) der ki: “O zamanlar evlerde lâmba bulunmazdı.” (Buhârî, Salât, 22)

{{{

Hz. Âişe (r.a)’nın haber verdiğine göre o, Rasûlullah (s.a.v) ile kıblesi (yani secde yeri) arasında ve Efendimiz’in, ehliyle beraber yattığı yatağı içinde, cenaze gibi (sağından soluna doğru) karşısında uzanmış vaziyetteyken Efendimiz (s.a.v) namaz kılarlarmış. (Buhârî, Salât, 22)

Şerh:

Âişe (r.a) “O zamanlar evlerde lâmba bulunmazdı” sözünü, özür makamında söylemiştir. “Eğer odamda ışık olaydı, aya­ğımı dürtmelerine ihtiyaç bırakmazdım” demek istiyor. Ayaklarını uzatması da zâten yer darlığı sebebiyle zarûrete binâendir.

Burada bahsedilen yatak, bugünkü kalın yataklar gibi değildir. Efendimiz (s.a.v)’in yatağı, yerin sertliğini hissettiren iki katlı sert bir keçe, bazen de katlanmış bir şilteden ibaretti.[7]

Bu hadis-i şeriften, yerin sertliğini hissettiren bu tür yatak, yaygı, halı, keçe, çul gibi şeyler üzerinde namaz kılınabileceği anlaşılıyor.

Urve bin Zübeyr, Câbir bin Zeyd, İbn-i Mes’ûd (r.a) topraktan başka birşey üzerinde namaz kılmaktan hoşlanmazlardı.

Namaz kılan kişinin karşısında hanımının yatması veya önünden bir kadının geçmesi namazını bozmaz.

Uyayan veya sırtı dönük vaziyette konuşan kimseye doğru namaz kılınabilir. Bu şekilde kişiyi meşgul eden şeylerle birlikte kılınan namaz fıkhen sahih olsa da fazilet ve sevâbı noksan olur. Verâ’ cihetinden bakılınca bu şekilde insanı meşgul edecek şeylerden uzak olarak namaz kılmanın evlâ olacağı herkes tarafından kabul edilen bir şeydir.

Şiddetli Sıcakta Elbise Üzerine Secde Etmek

Enes ibn-i Mâlik (r.a) şöyle buyurur:

“Biz Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’le birlikte namaz kılardık. Bazılarımız sıcağın şiddetinden dolayı, elbisesinin bir ucunu secde yerine yayarlardı.” (Buhârî, Salât, 23)

Şerh:

Hasan Basrî (r.a): “Sahabiler, elleri elbiselerinin yenleri içinde olduğu hâlde sarık ve takke üzerine secde ediyorlardı” demiştir. (Buhârî, Salât, 23)

Asıl olan doğrudan yere secde etmektir, ama sıcak ve soğuk sebebiyle bu tür tedbirler alınabilir.

Sarık, alın üzerinde olur ve alınla birlikte secde edilirse bu caizdir. Ama sarık biraz yukarıda olur da sarık üzerine secde edilince alın boşlukta kalırsa caiz olmaz.

 

 

Ayakkabılarla Namaz Kılmak

Ebû Mesleme Saîd bin Yezîd el-Ezdî şöyle der:

Enes ibn-i Mâlik’e:

«‒Nebiyy-i Ekrem (s.a.v), na’leyni (ayakkabıları) ayağında olduğu hâlde namaz kılarlar mıydı?» diye sordum,

«‒Evet» cevabını verdi.” (Buhârî, Salât, 24)

Şerh:

Bu hadis-i şerif, temiz olmak ve ayak parmaklarını güzelce yere koyarak secdeyi tam bir şekilde yapmaya imkân verecek yumuşaklıkta olmak şartıyla, ayakkabıları çıkarmadan namaz kılmanın cevazına delildir. Ayakkabılarda necâset varsa, kişi onları temizledikten sonra namazını kılabilir. Ebû Hanîfe’ye göre, ayakkabıdaki yaş pislik, içine sızdığı için ancak su ile temizlenebilir. Kuru pislik ise, ayakkabı toprağa sürülerek temizlenebilir.

Abdullah ibn-i Amr ibn-i Âs (r.a): “Rasûlullah Efendimiz’i yalın ayak da, ayakkabıları ile de namaz kılarlarken gördüm” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Salât, 88/653)

Allah Rasûlü’nün evi hemen Mescid’e açılıyordu ve ayakkabılarının kirlenme ihtimali yoktu. Sokaktan yürüyüp gelen insanların ayakkabılarının bu şekilde temiz olduğunu söylemek mümkün değildir.

Efendimiz’in yaşadığı bölge ile bizim bugün içinde bulunduğumuz bölgenin şartları da farklıdır. Medine-i Münevvere ve Arap Yarımadası’nda böl­ge sıcak ve kumluk, yollar da kuru ve çoğu zaman temiz olduğundan ayakkabılar umumiyetle temiz bulunur. Sıcağın, kısa zamanda pisliği izâle etmesi, oradaki temizliği kolaylaştırır. Bizim bölgemizde ise, yerler kum veya toprak olmadığı gibi tuvalete ayakkabı ile girilir ve yerlerde her zaman için yaş pislikler bulunabilir. Bir de ayakkabıların dişleri arasına sıkışıp çıkmayan pislikler olabilir. Bunları temizlemeden ve ayakkabılara bulaşan idrarı yıkamadan onlarla namaz kılmak caiz değildir.

Bu hususa cenaze namazlarında da dikkat etmek lazımdır. Ama ayakkabıların altı pis üstü temiz olursa, kişi ayakkabılarını çıkarıp üzerlerine basarak namaz kılabilir. Aksi halde yerin temiz olması hâlinde yere basılmalı veya temiz bir şey üzerinde namaza dur­malıdır.

Temizliğin yanında bir de ayakkabıların yumuşak olması ve ayak parmaklarının alt kısmını yere koymaya mâni olmaması gerekir. Zira secdenin tamamlanması için parmak altlarının yere yapıştırılması ve parmakların kıbleye yöneltilmesi gerekir.

İmam Kevserî, Makâlât’ında Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Mekke fethi esnasında namaz kılarken ayakkabılarını çıkardığını ve bunun bu husustaki son davranışı olduğunu bildirir. Yani ayakkabıyla namaz kılmak neshedilmiş, en son hüküm namaz kılarken ayakkabıların çıkarılması şeklinde tahakkuk etmiştir. Hz. Enes’in yukarıdaki ifadeleri de zaten devamlılık ifade etmemekte, Efendimiz’in bir defa ayakkabıyla kıldığını ifade etmektedir. (Kevserî, Makâlât, Kâhire: Mektebetü’t-Tevfîkıyye, ts., s. 169-172)

 

 

Mestlerle Namaz Kılmak

Hemmâm bin Haris (r.a) şöyle buyurur:

Cerîr ibn-i Abdullah’ın, bevlettikten sonra abdest alıp mestleri üzerine meshettiğini, sonra da kalkıp namaz kıldığını gördüm. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulunca:

«‒Rasûlullah (s.a.v)’in böyle yaptıklarını gördüm (de onun için)!» cevabını verdi.

Râvî der ki: Bu hadis, (İbn-i Mes’ud’un talebelerinin) pek hoşuna giderdi. Çünkü Cerîr (r.a), (sahabe içinde) en son Müslüman olanlardan biridir.” (Buhârî, Salât, 25)

Şerh:

Cerîr (r.a), Efendimiz (s.a.v)’in vefat ettiği sene, Mâide sûresinin nüzûlünden sonra müslüman olmuştur. Bu da, mestler üzerine meshetme hükmünün neshedilmediğini gösterir. Nitekim Efendimiz’den bir meselede iki söz veya davranış nakledilirse, bunlar cem edilemezse daima daha sonrakine îtibâr edilir, öncekinin neshedildiği kabul edilir.

 

 

Secde Eden Kişi Kollarını Açıp Vücûdundan Uzaklaştırır

Abdullah ibn-i Mâlik (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) namazda secde ederken koltuklarının aklığı görünecek derecede kollarını açar, (beden-i şeriflerini yerden uzak tutarlardı).” (Buhârî, Salât, 27)

Şerh:

Secde ederken iki ellerin ayalarına çöküp kolları yere yaymadan dirsekleri yukarı kaldırmak, karnın iki tarafına kıstırmadan koltukları açık tutmak, kolları kanat gibi yapmak gerekir. Buna ictinâh, tecnîh veya tecennuh denir.

Ahmar (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah (s.a.v) secde ettiklerinde dirseklerini yanlarından o kadar ayırırlardı ki, çektikleri zahmetten dolayı yüreğimiz sızlar, ona acırdık.” (İbn-i Mâce, İkâme, 19)

Meymûne (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) secdeye vardıklarında ufak bir kuzu, istese iki kolları arasından geçebilirdi.” (Müslim, Salât, 237)

Secdeyi bu şekilde yapmak, tevâzua daha muvâfıktır, alnı yere daha sağlam koymayı sağlar ve tenbellik hâlinden daha uzaktır. Ama böyle yaparken yan taraftaki mü’minlere ezâ verilecekse kollar vücuda yaklaştırılır.

Kadınlar ile hunsâlar ise öyle açılıp saçılmaz, uzuvlarını birbirine yapıştırırlar. Bu vaziyet, örtünmeye daha ziyâde yakışır ve ihtiyâta daha münasiptir. Bununla birlikte namaz kılanın nasıl kolayına gelirse o şekilde secde etmesine de ruhsat verilmiştir.

Secdeyi tam yapmak lazımdır. Bir gün Huzeyfe (r.a) mescide girdiğinde, bir kişinin namaz kıldığını, ancak rukû ve secdeleri tam yapmadığını görmüştü. Namazdan sonra ona:

“–Kaç senedir böyle namaz kılıyorsun?” diye sordu.

Adam:

“–Kırk senedir” dedi.

Huzeyfe (r.a):

“–Sen kırk senedir namaz kılmamışsın. Bu şekilde namaz kılmaya devam ederken ölecek olursan, Hz. Muhammed (a.s)’in yaratıldığından başka bir fıtrat üzere ölürsün (veya fıtrat-ı Muhammediye üzere ölmezsin)” dedi ve ona namazı nasıl kılacağını öğretti.

Sonra da:

“–Kişi namazını hafif kılabilir, ancak rükû ve secdelerini tam yapmak şartıyla!” dedi. (Ahmed, V, 384; Buhârî, Ezân, 119, 132; Salât, 26)

 

 

 

Kıbleye Yönelmenin Fazileti

Enes ibn-i Mâlik (r.a) şöyle buyurur:

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

“Her kim bizim şu kıldığımız namazı kılar, kıblemize yönelir, kestiğimizi yerse; Allah’ın ve Rasûlü’nün ahd ü emânını hak eden Müslüman işte odur. Artık Allah’a (ve Rasûlü’ne) karşı (böyle olan bir kimsenin) ahd ü emânına hiyânet etmeyiniz!” (Buhârî, Salât, 28)

Şerh:

İmam Buhârî Hazretleri, setr-i avret, yani edep yerlerini örtmekle alâkalı hükümleri beyân ettikten sonra, istikbâl-i kıble yani kıbleye yönelme meselesine başladı. Çünkü namaza başlamak isteyen kimse, evvelâ avret yerlerini örtmeye, sonra kıbleye yönelmeye ve bunların ardından mescidlerin hükümlerine muhtaçtır.

Bu hadiste kıbleye dönmekten bahsedilmektedir. Namaz kılacak kimse ayaklarının uçları ile (yani ayak parmaklarının başlarıyla) kıble tarafına yönelir. (Bkz. Buhârî, Salât, 28)

Aslında bütün hayırlı ve nezih işlerde kıbleye doğru dönmek tavsiye edilmiştir. Tuvalet yaparken ise ön ve arkayı kıbleye çevirmek yasaklanmıştır. Ebû Eyyûb el-Ensarî (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

«Helâ­ya geldiğiniz zaman kıbleyi karşınıza almayın, onu arkanıza da al­mayın, fakat (Medine’nin) şark tarafına veya garb tarafına doğ­ru dönünüz!» buyurdular.

Sonraları Şam’a geldik ve kıble tarafına doğru binâ edilmiş birçok helâlarla karşılaştık. Tuvalet yaparken olabildiğince yan dönmeye çalışır ve istiğfâr eder, Allah Teâlâ’dan mağfiret dilerdik.” (Buhârî, Salât, 29)

Efendimiz (s.a.v)’in “Doğuya veya Batı’ya dönünüz!” emrinden anlıyoruz ki Doğu veya Batı, sırf Doğu ve Batı olmaları sebebiyle Müslümanlar için kıble olmaya layık yönler değildir. Yani herhangi bir kudsiyete sahip değillerdir. Nitekim Kâbe önlerine gelmediği müddetçe müslümanların Doğu’ya ve Batı’ya doğru tuvalet yapmalarına izin verilmiştir. Bazı batıl inanç sahipleri ise Doğu ve Batı’yı kıble edinerek Güneş’e tapınırlar.

Makam-ı İbrahim’de Namaz Kılıp Dua Etmek

Amr ibn-i Dînâr (r.a) şöyle buyurur:

Abdullah ibn-i Ömer (r.a) Hazretleri’ne:

«‒Umre niyetiyle Beyt-i Şerif’i tavâf edip de henüz Safâ ile Merve arasında sa’y etmeyen kimse, (ihramdan çıkıp) hanımına mukarenet edebilir mi?» diye sorduk. O da şöyle cevap verdi:

«‒Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) (Umre için Mekke’yi teşriflerinde) Beyt-i Muazzam’ı yedi kere tavâf ettiler ve Makam-ı İbrahim’in arkasında iki rekât namaz kılıp Safâ ile Merve arasında sa’y ettiler. Rasûlullah (s.a.v) sizin için güzel bir nümûnedir.»

Biz bu meseleyi Câbir ibn-i Abdullah’a da sorduk. O da:

«‒Safa ile Merve arasında sa’y etmedikçe hanımına sakın yaklaşmasın!» cevabını verdi.” (Buhârî, Salât, 30)

Şerh:

Bakara sûresinin 125. âyetinde, Kâbe ile alâkalı bazı beyanlar bulunduğu için, İmam Buhârî (r.a) bu âyet-i kerimenin bir kısmını bâb başlığı yapmış ve Efendimiz (s.a.v)’in kıbleye yönelmelerine dâir bir misâl takdim etmiştir.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

وَاِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِلنَّاسِ وَاَمْناًۜ وَاتَّخِذُوا مِنْ مَقَامِ اِبْرٰه۪يمَ مُصَلًّىۜ  وَعَهِدْنَٓا اِلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْمٰع۪يلَ اَنْ طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّٓائِف۪ينَ وَالْعَاكِف۪ينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ

“Biz, Beyt-i Şerif’i (Kâbe’yi) insanlar için dönüp varılacak bir sevapgâh ve bir dâru’l-emân kıldık. Siz de Makâm-ı İbrahim’den kendinize bir namazgâh edinin (orada namaz kılın). Biz, İbrahim ve İsmail’e şöyle ahid verdik: «Beyt’imi hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar (îtikâfa girenler) için, hem rükû ve sücûde varanlar için tertemiz bulundurun!».” (el-Bakara, 125)

{{{

İbn-i Abbas (r.a) şöyle buyurmuştur:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz Beyt-i Muazzam’ın içine girdikleri zaman onun bütün cihetlerinde dua ettiler. Namaz kılmadan çıktılar. Dışarıda Kâbe’nin önünde (Makâm-ı İbrahim’de) iki rekât namaz kıldılar ve «Kıble işte budur» buyurdular.” (Buhârî, Salât, 30)

Şerh:

Bu rivayette, Kâbe’nin içinde namaz kılınmadığı ifâde ediliyor. Efendimiz’in maiyyetinde Bilâl ile beraber Kâbe’ye giren Üsâme bin Zeyd’den gelen rivayet de içeride namazın kılınmadığını söylüyor. Bilâl (r.a) ise, Kâbe’nin içinde namaz kılındığını haber vermiştir. (Buhârî, Salât, 30)

Bunların telifi hususunda şunlar söylenmiştir:

Allah Rasûlü’nün Kâbe’ye iki defa girmiş olması muhtemeldir. Vak’a bir­den fazla olmuşsa, rivayetleri telif etmekte müşkilât yoktur. Fakat vak’a bir ise, Hz. Bilâl’in isbâten vâki olan ve ziyâde ilim ihtivâ eden rivayeti ile amel etmek lazım gelir. Zira isbât, nefye mukaddemdir, bu sebeple onu tercih etmek lazım gelir. Namaz kılınmadığını söyleyenlerin nefyine sebep ise şudur:

Efendimiz (s.a.v) ile iki sahabisi, Kâbe’nin içine girip kapıyı örttüler ve duâ ile meşgul oldular. Bilâl (r.a) Rasûlullah’a yakın bir yerde bulunuyordu. Sonra Efendimiz (s.a.v) namazı kılınca, bunu, yakınında duran Bilâl (r.a) gördü. Uzakta duran Üsâme (r.a) ise gör­emedi. Bilhassa kapı örtülüp ortalık loş olmuş, namaz da hafîf kılınmış, Hz. Üsâme ise hep duâ ile meşgul olmuştu. Bu sebeple Üsâme (r.a), zannına binâen “Namaz kılmadı” diyebilir.

Velhâsıl, Kâbe’nin içinde namaz kılmanın cevazı, ihtilaflı bir mes’eledir. Ebû Hanîfe ile Şâfiî’ye göre Kâbe’nin içinde farz da nafile de kılmak caizdir.

Kâbe’nin her yönü, insana karşı gelen her cüz’ü kıbledir ve namaz kılarken kıbleye doğru dönmek farzdır.

Hacceden kimsenin Beyt-i Şerif’in içine girip Rasûlullah (s.a.v)’in sünnet-i seniyyelerine ittibâen iki rekât namaz kılması, Beyt’in dâhiline ayakkabı ve mest ile girmemesi, Hıcr da Beyt’ten sayıldığı için oraya da tâzimen yalın ayak girmesi müstehaptır.

 

 

 

Nerede Olursa Olsun Kıble’ye Yönelmek

Berâ (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah (s.a.v) (Medine’de) on altı veya on yedi ay Beytü’l-Makdis’e doğru namaz kıldılar…” (Buhârî, Salât, 31. Krş. Buhârî, Îmân, 30)

Şerh:

Rasûlullah (s.a.v) Mekke-i Mükerreme’de Beytü’l-Makdis ile Kâbe’nin ikisine birden yönelerek namaz kılarlardı.[8] Bundan anlaşıldığına göre Beytü’l-Makdis’e yönelme emri daha Mekke’de iken gelmiştir. Fakat Efendimiz’in kalb-i pâki, ilk ve son kıblesi olan Kâbe-i Muazzama’ya yönelmekten bir türlü ayrılamadıkları için hem Allah’ın emrine itaat ederek Beyt-i Makdis’e, hem de pek sevdikleri Beytullah’a yönelmek maksadıyla Rükn-i Yemânî ile Rükn-i Hacer arasında namaza dururlarmış. Hicret’ten sonra Medine’de her iki kıbleyi bir araya getirmeye imkân olmadığı için on altı ay sadece Beytü’l-Makdis’e teveccüh ettiler. Fakat bu müddet zarfında gönülleri hep Kâbe’ye mütemâyil idi.

Namazda kıbleye yani Kâbe’ye yönelme esâsı, Bakara sûresinin 144 ve 150. âyetleriyle de sabittir.

{{{

Câbir (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) nafile namazı (seferde) devesi üstünde -deve nereye teveccüh ederse etsin- kılarlar, farz namaz kılacaklarında ise inip kıbleye dönerlerdi.” (Buhârî, Salât, 31)

Şerh:

Sefer esnasında nafile namazı binek üzerinde kılmak caizdir.

Yoldan kalmamak için nafile namazları binek üzerinde kılmanın cevazı, bu hadiste sarihtir. İftitah tekbirini alırken kıbleye yöneldikten sonra namaz esnasında kıb­leden ayrılmak, namazı bozmaz.

Farz namazda kıbleye yönelmenin farz olduğuna da bu hadis delalet eder. Bu hususta fakîhlerin icmâı vardır. Yalnız şiddetli korku zamanında kıbleden başka tarafa dönmeye ruhsat verilmiştir.

{{{

Abdullah ibn-i Mes’ûd (r.a) şöyle buyurur:

“Bir defasında Nebiyy-i Ekrem Efendimiz bize namaz kıldırdılar (ve yanıldılar). (Râvî İbrahim bin Yezîd: “Ama namazı fazla mı, eksik mi kıldırdılar bilemiyorum” dedi.) Selâm verince kendilerine:

«‒Yâ Rasûlallah, namaz hakkında yeni bir hüküm mü geldi?» diye soruldu. Efendimiz (s.a.v):

«‒Yok, neden sordunuz?» buyurunca:

«‒Yâ Rasûlallah, namazı şöyle şöyle kıldırdınız da ondan!» dediler.

Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) hemen teşehhüd vaziyeti almak üzere iki bacağını kıvırdılar ve kıbleye karşı yönelip iki secde ettikten sonra selam verdiler. Mübarek yüzlerini bize dönünce buyurdular ki:

«‒Namaz hakkında yeni bir hüküm gelmiş olaydı muhakkak size haber verirdim. Lâkin ben de nihayet sizin gibi beşerim. Siz unuttuğunuz gibi ben de unuturum. Bir şeyi unuttuğum zaman (tesbîh ve sâire ile) bana hatırlatınız. İçinizden biri namazda şüpheye düşecek olursa, zihnindeki ihtimallerin doğruya en yakın olanını araştırıp (verdiği karara binâen) namazını tamamlasın. Sonra selam verip ondan sonra da iki kere secde etsin!».” (Buhârî, Salât, 31)

Şerh:

Muhtelif rivayetlerde Efendimiz (s.a.v)’in öğle veya ikindi namazını beş rekât kıldırdığı haber veriliyor.

Bu hadis-i şerife göre, sehiv secdesinden evvel imam ile cemaat arasında konuşmalar olmuştur. Bu sözler namaz hakkında ve namazı ıslâh için olduğuna binâen, namazda imam ile cemaatin hangisinin ne gibi hususlarda sehven veya kasden ne gibi kelâm ile ne miktarda konuşabilecekleri hakkında fakîhler arasında uzun uzadıya ictihâd ve ihtilaf kapısı açılmıştır.

Peygamberlerin unutması ve hata etmesi caiz midir?

Allah Teâlâ tarafından îtikâdî ve amelî hükümlerin tebliğiyle alâkalı söz ve fiiller hakkında hata etmelerinin imkânsızlığı üzerinde bütün İslâm ulemâsı ittifak etmiştir. Tebliğle alâkalı olmayan fiiller hakkında ise âlimler ihtilaf etmişlerdir. Âlimlerin umumu, bu tür hataların derhal vahiy ile veya farklı yollarla kendilerine bildirilmek şartıyla mümkün olabileceğini söylemişlerdir. Nitekim Efendimiz (s.a.v)’den birkaç defa vâki olan sehiv ve nisyan, ümmetinin böyle durumlarda ne yapması gerektiğini öğretmek için meydana gelmiştir. Bu öğretmenin fiilen gerçekleştirilmesi ise, fiilin sözden daha tesirli olması sebebiyledir.

 

 

Kıble ve Makâm-ı İbrahim

Ömer (r.a) şöyle buyurur:

“Üç şeyde Rabbime muvâfakat ettim (uygun düştüm):

«‒Yâ Rasûlallah, Makâm-ı İbrahim’i namazgâh edinsek!» dedim. «Makâm-ı İbrahim’i namazgâh edinin!»[9] âyet-i kerîmesi nâzil oldu.

Bir de hicâb (örtünme) âyeti: «‒Yâ Rasûlallah, emretseniz de pâk zevceleriniz perde arkasına çekilseler. Çünkü iyi-kötü her türlü insan onlarla konuşabiliyor» dedim. Derken hicâb âyeti nâzil oldu.

Kezâ Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in zevceleri bir defasında kendisine karşı kıskançlık göstermek üzere ittifak etmişlerdi. Onlara:

«‒Ne bilirsiniz, eğer sizi boşayacak olursa Rabbi belki size bedel olarak ona sizden daha hayırlı zevceler verir!» dedim. Derken aynen bu şekilde âyet-i kerime nâzil oldu[10].” (Buhârî, Salât, 32)

Şerh:

Hz. Ömer’in yukarıdaki sözleri âyetlerin nüzûlünden evvel olduğu halde “Rabbim bana muvâfakat etti” demeyip de “Ben Rabbime muvâfakat ettim” demesi, onun Allah’a karşı edebinin bir göstergesi, fıkıh ve ilminin açık bir nişanesidir. O, “Benim görüşlerim, ortaya çıkması belirlenmiş bir vakte tehir edilen ilâhî hükümlere muvafık düştü” demek istemiştir.[11]

Makâm-ı İbrahim, Kâbe’nin yanında İbrahim (a.s)’ın ayak izinin bulunduğu taşa verilen isimdir. En sahih görüş budur. İbn-i Abbas, Mücâhid ve Atâ’ya göre bütün harem Makâm-ı İbrahim’dir. İbn-i Abbas’tan diğer bir rivayete göre bütün mevâkıf-ı hac (hac menâsıkının yapıldığı yerler), Makâm-ı İbrahim’dir. Son iki tevcihe göre haremin ve mevâkıf-ı haccın namazgâh olması, duâya ve Allah’a yaklaşmaya mahal olması demektir.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Şunu da hatırda tutun ki bir vakit İbrahim’i Rabbi bir takım kelimelerle imtihan etti, o da onları tam olarak yerine getirince «Ben seni bütün insanlara imam yapacağım» buyurdu…” (el-Bakara, 124)

“Sonra da sana vahyeyledik ki: Hakperest (hanîf) olarak İbrahim milletine ittiba et! O, hiç bir zaman müşriklerden olmadı.” (en-Nahl, 123)

Beyt, İbrahim (a.s)’a izafe edilmekte, Beyt’i onun binâ ettiği haber verilmektedir. Onun Makâm’daki ayak izi, sanki Beyt’i inşâ eden ustanın imzası gibi orada durmakta ve vefatından sonra onu hatırlatmaktadır. O hâlde insanlara imam ve önder kılınan kişinin durduğu yerde namaz kılmak hikmete daha muvafıktır. Makâm-ı İbrahim’de durup namaz kılmak, Kâbe’yi tavaf eden kişinin, onu inşâ eden bânînin ismini okumasına benzemektedir.

Kıblenin hangi yönde olduğunu bilmeyen kişi, araştırma yapar ve kanaat getirdiği yöne doğru namazını kılar. Daha sonra kıbleyi doğru tayin edemediği anlaşılırsa namazını iâde etmesi gerekmez. Bu hususta farklı görüşler mevcuttur.

Örtünme âyeti, bütün mü’min kadınlar için geçerlidir. Ancak Mü’minlerin Anneleri diğerlerinden farklı olduğu için, buna ilaveten onların yüzlerini ve ellerini örtmeleri, yabancı erkeklerle perde ardından konuşmaları ve dışarı çıktıklarında yabancı erkeklerin görmeyeceği şekilde kapalı bir yerde bulunmaları da farz-ı ayndır.

 

 

Mescidde Görülen Tükürüğü Temizlemek

Enes (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) bir gün kıble duvarında tükürük gördüler.[12] Bu, kendilerine o kadar girân geldi ki, üzüldükleri mübarek yüzlerinden belli oldu. Kalktılar ve mübarek elleriyle onu kazıyıp temizlediler. Sonra şöyle buyurdular:

«‒Sizden biri namaza durduğunda Rabbiyle münâcât hâlinde olur. Rabbi kendisiyle kıblesi arasındadır. O halde hiçbiriniz kıblesine karşı tükürmesin! Mecbur kaldığında ya sol tarafına, ya da (sol) ayağının altına tükürsün!»

Sonra elbiselerinin ucunu tuttular, içine tükürüp dürdüler ve:

«‒Veya böyle yapsın!» buyurdular.” (Buhârî, Salât, 33)

Ebû Hüreyre ile Ebû Saîd (r.a) da aynı hadisi rivayet etmişlerdir. Ancak onların rivayetinde;

“Sağ tarafına da tükürmesin!” ziyâdesi vardır. (Buhârî, Salât, 34)

Şerh:

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz yine şöyle bu­yurmuşlardır:

“Biriniz namaza durduğu zaman önüne tükürmesin! Zira o namaz kıldığı yerde bulunduğu müddetçe Allah Teâlâ ile münâcât hâlindedir (adeta onunla baş başa konuşmaktadır). Sağ tarafına da tükürmesin! Çünkü sağ tara­fında melek vardır. (Mecbur kalırsa) sol tarafına veya ayağının altına tükürüp hemen onu gömsün, yok etsin!” (Buhârî, Salât, 38)

İnsanın sağ tarafında hasenâtı yazan melekler vardır. İnsan, o esnada Allah’a itaat hâlinde olduğu için solunda meleğin olmadığı anlaşılıyor.

Sadece namazda değil, namaz ve mescid haricinde de sağ tarafa tükürmemelidir. Muâz ibn-i Cebel (r.a):

“İslâm dairesine girdim gireli sağ tarafıma tükürmüş değilim!” buyurmuştur.

İbn-i Mes’ûd (r.a) da namaz haricinde bile sağ tarafa tükürmeyi mekruh görmüştür.

Bir de sol tarafa tükürmek, devamlı vesvese vermek isteyen şeytana nefreti ifade eder. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Sâlih rüyâ, Allah Teâlâ’dandır, karışık ve korkutucu rüyâlar (hulm) ise şeytandandır. Kim rüyâsında hoşlanmadığı şeyler görürse hemen sol tarafına üç defa hafifçe tü tü desin ve şeytandan Allah’a sığınsın! Böyle yaparsa o rüyâ ona aslâ zarar veremez. Şeytan rüyâda benim sûretimde görünemez.” (Buhârî, Ta’bîr, 10, 14)

Câbir (r.a) şöyle anlatır:

“…Bir defasında Rasûlullah (s.a.v) şu mescidimize bizi ziyarete gelmişlerdi. Mescidin kıble tarafında bir tükürük gördüler ve onu ellerindeki bir dal ile sildiler… Sonra bize dönerek:

«–Bana bir zâferan verin!» buyurdular. Mahalleden bir genç kalkarak bütün hızıyla evine koştu ve avucunda zâferanlı bir koku getirdi. Rasûlullah (s.a.v) onu alarak ellerindeki dalın ucuna sürdüler. Sonra onunla tükrüğün izini sildiler. İşte mescidlerinize zâferanlı koku sürmeniz buradan kalmadır…” (Müslim, Zühd, 74; Mesâcid, 52; Beyhakî, Kübrâ, I, 255)

Bu hadis-i şerifler, bilfiil yaparak ve yaşayarak öğretmenin, sözle târif etmekten daha kuvvetli olduğuna delildir.


 

Mescide Tükürmenin Keffâreti

Enes (r.a) şöyle buyurur:

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

“Mescide tükürmek bir günahtır. Keffâreti de onu gömmek, temizlemektir.” (Buhârî, Salât, 37; Ebû Dâvûd, Salât, 22/474)

Şerh:

Rasûlullah (s.a.v) diğer hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Bana, iyisiyle kötüsüyle ümmetimin amelleri gösterildi. İyiliklerinin arasında, eziyet veren şeyin yoldan kaldırılmasını da gördüm. Kötü amelleri arasında, mescidin içerisine tükürüp onu temizlememeyi de gördüm.” (Müslim, Mesâcid, 58)

“Bir kimse şu mescide girer de oraya tükürür veya balgam çıkarırsa, yeri eşip onu gömsün! Böyle yapmazsa elbisesinin ucuna tükürsün, sonra da onu (mescidden) çıkarsın!” (Ebû Dâvûd, Salât, 22/477; Ahmed, II, 324)

Mescidin tabanı topraksa, oraya tüküren kimse yeri eşeleyerek tükrüğünü gömmeli, aksi takdirde bir beze tükürerek onu mescidden dışarı çıkarmalıdır.

Bir nezâket timsâli olan Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar:

“Biriniz mescide tükürürse, herhangi bir mü’minin cildine veya elbisesine dokunup da ona eziyet vermemesi için tükürüğünü ortadan kaldırsın, temizlesin!” (Ahmed, I, 179)

Mescidleri, insan ifrâzâtından, diğer pislik ve necâsetlerden temiz tutmak lazımdır.

Kıble cihetine ihtirâm göstermek gerekir.

 

 

Namazı Huşu ile ve Tam Olarak Kılmak

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyurur:

“Bir gün Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

«Siz, benim kıblem yalnız şurasıdır (ve namazda önümden başka bir yeri görmem) mi zannediyorsunuz? Allah’a kasem ederim ki, sizin ne huşûunuz bana gizli kalıyor, ne de rükûunuz! Ben sizi arkamdan da görüyorum».” (Buhârî, Salât, 40)

Şerh:

İmam ve idareciler, zaman zaman cemaatlerine ve tebaalarına namazı huşû ile kılmaları, tâdil-i erkâna riâyet ederek en güzel şekilde edâ etmeleri hususunda tavsiyelerde bulunmalıdırlar.

Buhârî’nin hemen müteâkıben kaydettiği rivayetten anlaşıldığına göre Efendimiz (s.a.v) namazdan sonra minbere çıkıp bunları söylemişler ve cemaatin rükû, secde ve diğer rükûnları edâ ederken yaptıkları kusurları hatırlatmışlardır.

Enes (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah (s.a.v) birgün bize namaz kıldırdılar. Namazı bitirdikten sonra mübarek yüzlerini bize dönüp:

«‒Ey insanlar! Ben sizin imamınızım. Rükû ederken, secdeye varırken, ayağa kalkarken, namazdan çıkarken benden evvel davranmayınız! Muhakkak ki ben sizi önümden de ardımdan da görüyorum. Muhammed’in canı elinde olan Allah’a yemin ederim ki benim gördüklerimi siz görseydiniz az güler çok ağlardınız!» buyurdular.

Ashab-ı kiram:

«‒Ne gördünüz ey Allah’ın Rasûlü?» diye sordular.

Allah Rasûlü (s.a.v):

«‒Cennet’i ve Cehennem’i gördüm!» buyurdular.” (Müslim, Salât, 112)

 

Namazda Huşu

Huşu bütün ibadetlerin özüdür. Bilhassa namazda bu rûh hâline bürünebilmek gerekmektedir. Namazın tamamlanabilmesi ve beklenen faydanın elde edilebilmesi buna bağlıdır. Rasûlullah (s.a.v) bir gün güzelce abdest aldıktan sonra şöyle buyurmuşlardır:

Her kim şu benim abdest alı­şım gibi abdest alır, sonra iki rekât namaz kılar ve bu esnada kalbinden namaz harici düşünceler geçirmezse, geçmiş (küçük) günahları mağfiret olunur. (Buhârî, Vudû, 24, 28; Müslim, Tahâret, 3-4)

Sonra Rasûlullah (s.a.v):

“–Sakın aldanmayınız!” buyurdular. (Buhârî, Rikâk, 8; İbn Mâce, Tahâret, 6; Ahmed, I, 66)

Yani “Efendimiz (s.a.v)’in haber verdiği bu faziletler bana yeter” diye düşünerek kendinizi aldatıp diğer hayırlardan geri kalmayınız. Bu affa güvenerek günahları hafife almayınız![13]

{

Diğer hadis-i şeriflerde şöyle buyrulur:

“Bir müslüman güzelce abdest alır, sonra kalkar kalbiyle ve yüzüyle tam olarak yönelerek iki rekât namaz kılarsa, Cennet ona vacib olur!” (Müslim, Tahâret, 17)

“İçinizden her kim, abdest suyunu hazırlayıp ağzına burnuna su verir ve burnunu temizlerse, mutlaka yüzünün, ağzının ve burnunun günahları dökülür! Sonra Allah’ın emrettiği gibi yüzünü yıkarsa, yüzünün günahları su ile birlikte sakalının uçlarından dökülür. Sonra dirsekleriyle birlikte ellerini yıkarsa, elinin günahları su ile beraber parmak uçlarından akar gider. Sonra başını mesh ederse, başının günahları su ile birlikte saçlarının ucundan dökülür. Sonra topuklarıyla beraber ayaklarını yıkarsa, ayaklarının günahları su ile beraber ayak parmaklarının ucundan akar. Eğer (böylece abdest alan) bu kişi, kalkıp namaz kılar, Allah’a hamd ve senâ eder, onu layık olduğu vasıflarla yüceltir ve gönlünü bütün düşüncelerden arındırıp tam manasıyla Allah’a verirse (فَرَّغَ قَلْبَهُ لله), mutlaka anasından doğduğu günkü gibi günahlarından arınmış olur.” (Müslim, Müsâfirîn, 294)

{

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle anlatır:

“Bir gün Rasûlullah (s.a.v) bize namaz kıldırdılar. Selâm verdikten sonra bir sahabiye:

«‒Ey filan! Namazını güzel kılmayacak mısın? Hiç namaz kılan kişi nasıl na­maz kıldığına bakmaz mı? Zira o, namazı ancak kendisi için kılmaktadır. Vallahi ben önümden nasıl görürsem arkamdan da öylece görmekteyim!» buyurdu­lar.” (Müslim, Salât, 108)

{

Yine Ebû Hüreyre (r.a) şöyle anlatır:

“İnsanlar, «Ebû Hüreyre, Allah Rasûlü’nden çok hadis-i şerif rivayet ediyor!» diyorlar. Bir kişiyle karşılaştım:

«‒Rasûlullah (s.a.v) dün akşam yatsı namazında ne okudu?» diye sordum.

«‒Bilmiyorum!» dedi.

«‒Sen o namazda hâzır bulunmadın mı?» dedim.

«‒Evet, bulundum» dedi.

«‒Ama ben biliyorum, şu şu sûreleri okudu» dedim. (Buhârî, el-Amel fi’s-salâh, 18)

{

Ebu’d-Derdâ (r.a) şöyle buyurur:

“Kişinin, kalbini başka düşüncelerden boşaltarak kendini tamamen namaza verebilmek için âcil ihtiyaçlarını karşılayıp öyle namaza durması, ince anlayış sahibi olduğunun alâmetlerindendir.” (Buhârî, Ezân, 42)

 

 

Camilere İsim Vermek

Abdullah ibn-i Ömer’den nakledildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) idmana çekilerek zayıflatılmış atlar arasında Hafyâ’dan (başlayıp tâ) seniyyetü’l-Vedâ’da nihayet bulmak üzere bir yarış tertip ettiler. Aynı şekilde idman yaptırılmamış atlar arasında da seniyyeden Mescid-i Benî Zureyk’a kadar yarış tertip ettiler. Abdullah da yarış edenler arasında idi.” (Buhârî, Salât, 41)

Şerh:

Camiler ve mescidler yalnız Allah’ın mülkü olduğu için onlara “Falancaların Camisi, mescidi” diye isim vermek sûretiyle başkalarına izafe etmenin caiz olup olmayacağı akla gelebilir. İşte bu vehmi ortadan kaldırmak için bi­na, tevliyet veya yakınlık gibi herhangi bir alâkadan dolayı camileri başka kimselere izafe etmenin caiz olduğunu işaret edilmektedir.

Âlimlerin çoğunluğu, bir mescidin bânîsine, ken­disinde namaz kılana veya başka birine izafe edilmesinin ve “Fulan Oğulları Mescidi” gibi bir isimle anılmasının caiz olduğu fikrindedir. İbrahim Nehaî ise “Hakikatte mescîdler Allah’ındır…”[14] âyet-i kerimesi sebebiyle buna muhalefet etmiştir. Ancak âyet-i kerimedeki Allah Teâlâ’ya izafe, hakikat îtibâriyledir. Başkalarına izafe ise, temyiz ve tarif etmek için mecaz yoluy­ladır, mülkiyet için değildir.

Camiye, onu yaptıranın ismini verirken enâniyete düşmemeye dikkat etmek lazımdır. Şayet bu kişi hayatta ise ismini camiye vermemek daha doğru olur.

Diğer hayır amellerini de sahiplerine izâfe ve nisbet etmek mümkündür. Ancak bu, onları temize çıkarıp methetmek için değil de başkalarından ayırmak, târif etmek, bilgi ve haber vermek kabîlinden olmalıdır.

Seniyyetü’l-Vedâ, Medine’nin yanıbaşında bir boğazdır ki, yolcular oraya ka­dar uğurlandığı için bu şekilde isimlendirilmiştir.

Hafyâ veya yâ’nın öne geçirilmesiyle Hayfâ, Medine’ye beş altı, bir kavle göre yedi mil ötede bir yerdir.

Zurayk Oğulları Mescidi, Hazrecliler’den Zurayk bin Âmir yurdundaki mes­cidin ismidir. Hadisin siyakından buranın, diğer yarış mahalline göre daha yakın olduğu anlaşılıyor. Bu mescidin bir kabileye izafe edilmesi, burada delil olarak kullanılmıştır.


 

Camilerde Yapılabilecek Faaliyetler

Enes (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah Efendimiz’e Bahreyn’den mal (haraç) getirilmişti. «Mescid’e dökün!» buyurdular. Bu mal Rasûlullah’a getirilen malların en çoğu idi. Rasûlullah (s.a.v) namaza çıktılar, o mala dönüp bakmadan geçtiler. Namazı bitirdikten sonra gelip malın başına oturdular. Her kimi gördülerse ondan bir miktar verdiler. O esnada Abbas (r.a) huzurlarına gelip:

«‒Yâ Rasûlallah, bana da ver. Çünkü ben (Bedir’de) kendim için de, Akîl için de fidye vermiştim» dedi. Rasûlullah (s.a.v) ona:

«‒Al!» buyurdular. Abbas (r.a) avuç avuç elbisesinin içine doldurdu. Sonra kaldırmaya davrandı, ama kaldıramadı.

«‒Yâ Rasûlallah birine emretseniz de (sırtıma yüklemek için) kaldırıverse!» dedi. Efendimiz (s.a.v):

«‒Olmaz!» buyurdular.

«‒Öyleyse siz kaldırıp sırtıma yükleyiverin!» dedi. Efendimiz (s.a.v) yine:

«‒Olmaz!» buyurdular. Bunun üzerine Abbas (r.a) birazını döktükten sonra yine kaldırmaya davrandı. Kaldıramayınca:

«‒Yâ Rasûlallah, birine emretseniz de kaldırıverse!» dedi. Efendimiz (s.a.v):

«‒Olmaz!» buyurdular. Abbas (r.a):

«‒Bâri siz kaldırıverin!» dedi. Efendimiz (s.a.v) yine:

«‒Olmaz!» buyurdular.

Abbas (r.a) birazını daha döktü. Sonra kaldırıp omzuna attıktan sonra yürüyüp gitti. Rasûlullah (s.a.v), onun hırsına olan taaccüplerinden dolayı gözümüzden kayboluncaya kadar hep arkasından bakıp durdular. Rasûlullah (s.a.v) o malı, bir dirhem bile kalmayacak şekilde tamamen dağıtıp bitirmeden oradan kalkmadılar.” (Buhârî, Salât, 42)

Şerh:

Arap mecûsîlerinden olan Münzir bin Sâvâ, Sâsânîler tarafından tayin edilmiş bir vali olup Bahreyn meliki idi. Rasûlullah (s.a.v) Alâ bin Hadramî (r.a) ile ona bir mektup gönderdiler. Münzir ile beraber Bahreyn ahâlîsinden birçokları îmân ettiler. Müslüman olmayanlar da Mecûsîlik ya da Yahudilik üzere kaldılar. İslâm dînini kabul etme­miş olanlarla haraç vermek üzere sulh akdolunduktan sonra Efendimiz (s.a.v), Alâ bin Hadramî’yi bütün Bahreyn üzerine vâlî tayîn ettiler. Vakti gelince, Cennetle müjdelenenlerden, Ümmetin Emîni Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a) harâc malını alıp Medine’ye getirdi. Yüz bin (dir­hem veya dînâr) vardı. Rasûlullah (s.a.v)’in devrinde gelen ilk haraç malı bu idi. O güne kadar ele geçen zekât, ganîmet mallarından hiçbiri o miktara ulaşma­mıştı. Bu hâdisenin, sekizinci hicret yılının sonlarına doğru olduğu hesap ediliyor.

Bu rivayette, Allah Rasûlü’nün Mescid’de mal taksim ettikleri görülmektedir. Demek ki bu, camide yapılabilecek bir iştir.

Bunun yanında ashab-ı kiram hurma salkımı getirip Mescid’in duvarına asar, ihtiyâcı olan gelip ondan yerdi.

Daha sonraki bâblarda Buhârî (r.a), bir kişinin gelip Mescid’de oturan mü’minleri yemeğe davet etmesinden, onların da bu davete icâbet etmelerinden bahsetmiştir. Buradan hareketle, mubah olan kelâmın, fazla olmamak şartıyla mescid içinde de caiz olduğu anlaşılır.

Yine Mescid’de bazı dâvâlara bakılıp haklarında hüküm verildiğinden ve Mescid’de iki kişinin mülâanede bulunduğundan bahsetmiş, bunun da caiz olduğunu söylemek istemiştir.

 


 

Evlerde Mescid Edinmek

Mahmûd bin Rebî el-Ensarî (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v)’in ashabından ve Bedir’e katılan Ensar’dan biri olan Itbân ibn-i Mâlik (r.a) bir gün Rasûlullah Efendimiz’e gelip:

«‒Yâ Rasûlallah, gözlerimde hayır kalmadı. Hâlbuki kavmime namaz kıldıran da benim. Yağmurlar yağdığı vakit onlarla benim aramdaki dereden çokça su akıyor, ben de onların mescidine gidip namaz kıldıramıyorum. Yâ Rasûlallah, gönlüm istiyor ki, evime gelip orada namaz kıldırsanız da Sizin namaz kıldığınız yeri namazgâh edinsem!» dedi.

Rasûlullah (s.a.v) Itbân’a:

«‒Olur, geleyim inşallah!» buyurdular.

Itbân (r.a) hâdisenin devamını şöyle anlatır:

«‒Ertesi sabah Rasûlullah (s.a.v) ile Ebû Bekir (r.a), gün yükseldiği vakit bana geldiler. Rasûlullah (s.a.v) izin istediler. Ben de girmelerine izin verdim. Eve girdiklerinde oturmadılar:

“‒Evinin neresinde namaz kılmamı istersin?” buyurdular. Evin bir tarafını kendilerine gösterdim. Rasûlullah (s.a.v) namaza durup tekbir aldılar. Biz de arkalarında durup saf olduk. İki rekât kıldırıp selam verdiler. Allah Rasûlü’nü, kendileri için pişirdiğimiz bir hazîre’yi yemeleri için alıkoyduk. Kabilemizin ahâlîsinden birçok kimseler (Rasûlullah (s.a.v)’in teşriflerini haber alarak birer birer) eve gelip doldular. İçlerinden biri:

“‒Mâlik ibn-i Duhayşin veya İbnü’d-Duhşün nerede?” diye sordu. Oradakilerden biri:

“‒O, Allah’a ve Rasûlullah’a muhabbeti olmayan bir münâfıktır” dedi. Rasûlullah (s.a.v) ona:

“‒Böyle söyleme! Görmüyor musun ki, «Lâ ilâhe illallah» diyor. Ve bunu sırf Allah için söylüyor” buyurdular. (O, söyleyen de):

“‒Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedi.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in münafıklara karşı hep teveccüh ettiğini, samimi davrandığını ve hep onların iyiliğini düşündüğünü görürdük. Sonra Rasûlullah (s.a.v):

“Allah Teâlâ, rızâ-yı Bârî’yi arayarak «Lâ ilâhe illallah» diyen kimseyi nâr-ı Cahîm’e harâm etmiştir” buyurdular».” (Buhârî, Salât, 46)

Şerh:

Yine sahabeden Berâ bin Âzib (r.a), kendi evindeki mescidinde cemaat hâlinde namaz kıldırmıştır. (Buhârî, Salât, 46)

Hadiste bahsi geçen Itbân (r.a), Hazrec’lidir. Bu hadisten anlaşılacağı üzere Sâlim Oğulları’na imam­lık yapardı. Yaşlanmış, Muâviye’nin günlerine kadar yaşamıştır. Efendimiz (s.a.v) hicretten sonra onu Ömer ibn-i Hattâb (r.a) ile kardeş yapmışlardı. Rivayetlere göre Itbân’a ârız olan rahatsızlık, körlüğe yakın görme zayıflığıdır.

Taberânî’nin rivayetine göre Itbân (r.a), Efendimiz (s.a.v)’i Cuma günü davet etmiş, Allah Rasûlü (s.a.v) de Cumartesi günü icâbet etmişlerdir.

Hazîre, yağlı çorbaya denir. Ufak ufak kıyılmış et ile olan bulamaç aşına da denir. Bir de noktasız harflerle Harîre rivayeti de vardır ki, un ile yoğurttan ya­pılan bir çorbadır. Bir rivayette de Ceşîşe geçer ki bulgur ve yarma türü şeylere ve bulgur pilavına denirmiş. İçine et veya hurma kıyıp öyle pişirirlermiş.

Şehâdet getirenlere Cehennem’in haram kılınmasından maksat, orada ebedî kalmamaları veya kâfirler gibi Cehennem’in şiddetli yerlerine atılmayıp daha hafif bir azaba mâruz kalmalarıdır. Yoksa günahları affedilmeyen isyankârların Cehennem’de cezâlarını çektikten sonra Cennet’e gireceklerine dâir pekçok hadis-i şerif vardır.

Îmânda ihlâslı olmak îcâb eder.

Nafile namazları evde kılmak daha faziletlidir.

 

Camiye Hangi Ayakla Girilir

Camilere ve benzeri hayırlı yerlere girerken evvelâ sağ ayağı atmak sünnettir. İbn-i Ömer (r.a) bu tür yerlere girerken önce sağ ayağını atardı, çıkarken de evvelâ sol ayağını atardı. (Buhârî, Salât, 47)

Enes (r.a) şöyle buyurmuştur:

“Mescide gireceğin zaman önce sağ ayağını atman, çıka­cağın zaman da önce sol ayağını atman sünnettendir.” (Hâkim, I, 338/791)

Hz. Âişe (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz imkân nisbetinde bütün işlerinde sağdan başlamayı severlerdi: Temizliğinde, taranmasında, ayakkabılarını giymesinde…” (Buhârî, Salât, 47)

Müşrik Kabirleri Kaldırılıp Yerine Cami Yapılır mı?

Hz. Âişe (r.a) şöyle buyurur:

“Bir defasında Ümmü Habîbe ile Ümmü Seleme (r.a) Habeşistan’da gördükleri, içinde tasvirler (resimler) bulunan bir kiliseden bahsettiler. Sonra bunu Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e söylediler. Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurdular:

«‒Onlar, içlerinde bir sâlih kimse zuhur edip vefat ettiğinde kabri üzerine bir mescit (namazgâh) bina eder ve bu mescidin içine o sûretleri yaparlardı. İşte onlar Kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın katında mahlûkatın en şerirleridir».” (Buhârî, Salât, 48)

Şerh:

Câhiliye devrinden kalma müşrik kabirlerinin açılıp başka yere nakledilmesi caizdir. Çünkü onlar için bir ihtiram mevzubahis değildir. Bir sonraki rivayette görüleceği üzere Efendimiz (s.a.v), müşrik kabirlerini kaldırıp yerine mescit yapmışlardır.

Sâlihlerin kabri üzerine mescit binâ ederek kabir sahiplerine ibadeti andırır şekilde tâzim etmek şer’an yasaklanmıştır. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v), bu tâzim gitgide puta tapmaya yolaçar diye sedd-i zerîa için bunu yasaklamışlar ve peygamberlerin kabirlerini mescid edinen yahûdi ve hristiyanlara lânet etmişlerdir. Bunu bilen sahabe ve tâbiîn hazarâtı, Mescid-i Nebevî’yi genişletirken, câhil insanlar yanlış hareketler yapmasın diye Kabr-i Saâdet’in etrafını yüksek duvarlarla çevirmişler, sonra insanların Kabr-i Şerif’i kıblesine alıp namaz kılmasına imkân bırakmamak için kuzey tarafına, yönü kıbleye düz olmayan iki duvar daha inşâ ederek üçgene benzer bir yapı ortaya koymuşlardır.

er-Rıhletü’l-Hicâziyye isimli eserde şöyle denir:

“Bu üç kabri ihtivâ etmek üzere Ömer ibn-i Abdülaziz (r.a) tarafından bir maksûre yapılmış ve Kâbe gibi kıble edinilmesin düşüncesiyle dört köşe değil, beş kenar olarak yaptırılmıştır.”[15]

Kabir civarında namaz kılmak caizdir. Lâkin aralarında bir engel bulunsa bile, necaset üzerinde kılmış olacağından mekruhtur.

Hz. Ömer (r.a), Enes ibn-i Mâlik’i bir kabrin yanında namaz kılarken görmüş; “Kabirden sakın, kabirden sakın!” buyurmuş ama namazını iâde etmesi gerektiğini söylememiştir. (Buhârî, Salât, 48)

{{{

Enes (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlul­lah (s.a.v) Medine’ye geldikleri zaman, Medine’nin üst tarafında[16] Amr ibn-i Avf Oğulları denilen bir mahallede konakladılar. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) onların arasında on dört gün ikâmet et­tiler. Sonra (dayıları) Neccâr Oğulları kabilesinin ileri gelenlerine ha­ber gönderdiler. Onlar da kılıçlarını kuşanarak geldiler.

Hâlâ gözümün önündedir; Rasûlullah (s.a.v) bineğinin üzerinde, Ebû Bekir (r.a) terkisinde, Benî Neccâr’ın ileri gelenleri de etraflarını kuşatmış vaziyette idiler. Bu şekilde Ebû Eyyûb (r.a)’ın avlusuna kadar geldiler.

Rasûlullah (s.a.v) vakit nerede girerse orada namazını kılmayı severlerdi. Davar ağıllarında namaz kıldıkları da olurdu. Sonra Efendimiz (s.a.v) Mescid’in inşâ edilmesini emrettiler ve Neccâr Oğulları’nın ileri gelenlerine haber gönderdiler, onlar da geldiler. Efendimiz (s.a.v):

«‒Ey Neccâr Oğulları! Bahçenizin bedelini bana söyleyiniz!» buyurdular.

Onlar da:

«‒Hayır, vallahi, onun bedelini biz ancak Allah Teâlâ’dan istiyoruz!» dediler.

O bahçede müşrik kabirleri, çukurlar, tümsekler, harâbeler ve hurma ağaçları vardı. Nebî (s.a.v) emir buyurdular, müşrik kabirleri açılıp başka yere nakledildi, çukurlar, tümsekler ve harâbeler düzeltildi, hurma ağaçları da ke­sildi. Hurma ağaçlarını Mescid’in kıble tarafına dizdiler. Mescidin iki tara­fını da taşla ördüler.

Sahabiler recez söyleyerek kayaları taşımaya başladılar. Nebî (s.a.v) de onlarla beraberdi ve şöyle buyuruyorlardı:

اَللّٰهُمَّ لَا خَيْرَ إِلَّا خَيْرُ الْآخِرَهْ فَاغْفِرْ لِلْأَنْصَارِ وَالْمُهَاجِرَهْ

«Allah’ım! Âhiret hayrından başka hayır yoktur. Sen, Ensar ile Muhacirleri mağfiret eyle!».” (Buhârî, Salât, 48, Menâkıbu’l-Ensar, 46; Müslim, Mesâcid, 9)


 

Su Başlarındaki Deve Yataklarında Namaz Kılmak

Nâfî (r.a) şöyle buyurur:

“İbn-i Ömer’i, devesini kıblesine alarak namaz kılarken gördüm. Sonra da:

«‒Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’i böyle yaparlarken gördüm” dedi. (Buhârî, Salât, 50)

Şerh:

Enes (r.a) şöyle buyurmuştur:

“Nebî (s.a.v), Mescid binâ olunmadan evvel (denk geldiğinde) koyun ağıllarında da namaz kılarlardı.” (Buhârî, Salât, 49)

İdrar ve dışkıdan selamette olmak şartıyla, koyun ağıllarının temiz yerlerinde namaz kılmaya izin verilmiştir.

Deve olan yerde namaz kılmak meselesi ihtilaflıdır. İbn-i Ömer’in yaptığı gibi devesini sütre edip namaz kılmakta ve deve üstünde nafile kılmakta beis olma­dığında ittifak vardır. Ancak deve yataklarında -koyun ağıllarında olduğu gibi- namaz kılmanın hükmünde ihtilaf edilmiştir. Su başlarında sürü sürü de­velerin birikip uzun müddet yattıkları yerler ekseriya pis olacağı gibi, kinli de­velerden birinin namaz kılan kimseye ansızın saldırıp telef etmesi ihtimalinden dolayı kişinin kalbi vesveseden kurtulamaz. Bu sebeple deve yataklarında na­mazdan nehy eden rivayetler vardır. Ancak Cumhur, bu gibi yerlerde temiz olmak şartıyle namaz kılmayı caiz görmüş ve nehye dâir gelen rivayetleri tenzihî kerahete hamletmişlerdir.

 

 

Ateşe Doğru Namaz Kılmak

Enes (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

«Ben namaz kılarken Cehennem ateşi bana gösterildi» buyurdular.” (Buhârî, Salât, 51)

Şerh:

Bu cümle, uzunca bir hadis-i şerifin parçasıdır. Buhârî (r.a) bunu birçok yerde, birçok sahabiden kâh muhtasar, kâh mufassal olarak rivayet eder. Burada ise, karşı­sında ocak, ateş veya müşrikler tarafından mâbûd edinilen başka birşey olduğu hâlde Allah rızâsı için namaz kılmanın caiz olduğunu göstermek maksadıyle îrâd etmiştir. Bununla beraber Hanefiler, bir nevi müşriklere benzeme sözkonusu olduğu için böyle namaz kılmayı kerîh görmüşlerdir. İbn-i Sîrîn de ocağa karşı namaz kılmayı kerîh görür. Diğer fakîhler bunda beis görmemişlerdir.

 

 

Kabristanlarda Namaz Kılmak Mekruhtur

İbn-i Ömer’den nakledildiğine göre Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Namazınızın bir kısmını evlerinizde kılınız. (Evlerinizi) kabirlere çevirmeyiniz!” (Buhârî, Salât, 52)

Şerh:

Cumhur, Efendimiz’in bu hadis-i şeriflerini teşbîh-i belîğ kabilinden sayıp “Evlerinizi kabirler gibi namazdan, Kur’ân tilâvetinden mahrum bırakıp da, kendilerinden teklif sâkıt olmuş ve amelleri kesilmiş ölülere benzemeyiniz!” şeklinde anlamışlardır.

Bazıları da Müslim’in bu hadisi مقابر lâfzıyle rivayet ettiğine bakarak: “Evlerinize ölü gömmeyiniz!” manasına alıp, bundan kabristanlarda namazın mekruh olduğu görüşüne varmışlardır.

Evlerde kılınması emrolunan namaz ise fakîhlerin çoğuna göre nafileler­dir. Evdeki nafilenin mesciddeki nafileden efdal olması, evi ibâdetle mâmûr ettiği ve sahibini riyâdan koruduğu içindir. Bazıları da bunun farzlar hakkında olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre hadisteki emrin manası: “Farzlarınızın bazılarını evlerinizde kılınız ki mescide çıkamayan kadınlar, hastalar vs. size iktidâ edip cemaat faziletini kazansınlar” demektir.

Azap İndirilen Yerlerde Namaz

Cenâb-ı Hak tarafından yere batırılmış ve üzerine azap indirilmiş olan mekânlarda namaz kılmak da mekruh görülmüştür. Nitekim Hz. Ali’nin, Bâbil şehrinin yere geçirilmiş harabesi üzerinde namaz kılmayı kerih gördüğü zikrolunur. (Buhârî, Salât, 53)

Rasûlullah (s.a.v), Tebük Seferi’nden dönerlerken, Semûd kavminin helâk edildiği Hıcr bölgesine vardıklarında şöyle buyurmuşlardır:

“Şu azâba uğrayanların yurduna ancak ağlayarak girin! Eğer ağlayamıyorsanız onların yurtlarına girmeyiniz ki onlara isâbet eden azap size de gelmesin!” (Buhârî, Salât, 53)

Ağlamak, tefekkür ve ibret alma neticesinde gerçekleşir. Helâk edilen kavimlerin hâllerini tefekkür etmeden ve onlardan ibret alarak tevbe ve istiğfara yönelmeden o bölgelerde gâfilane bir şekilde seyahat eden kimse, ihmâl ve isyanda onlara benzemiş olur. Bu durum aynı zamanda onun kalbinin katılığına ve huşûunun yokluğuna delalet eder.

Kabirlere Doğru Namaz Kılmak

Hz. Âişe ve Abdullah ibn-i Abbas (r.a) şöyle buyurmuşlardır:

“Rasûlullah (s.a.v) son hastalıklarında, (çektikleri zahmetten dolayı) hamîsa denilen yün elbiselerini mübarek yüzlerine örterlerdi. (Hamîsa) kendilerine sıkıntı verdikçe onu atıp yüzlerini açarlardı. İşte o halde iken:

«‒Allah’ın lâneti yahûdi ve hristiyanların üzerine olsun! Peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler» buyurdular. Maksatları, onların yaptığı hatalardan ümmetini sakındırmaktı.” (Buhârî, Salât, 55)

Şerh:

Allah Rasûlü (s.a.v), aşırı derecede tâzîmin, eski ümmetlerde olduğu gibi, kendi ümmetini de putpe­restliğe kadar sürükleyebileceğinden endişe ediyorlardı. Nitekim yahûdi ve hristiyanlar, bir müddet sonra peygamberlerinin kabirlerine doğru namaz kılmaya başlamışlardı.

Yahûdi ve hristiyan mâbedlerinde namaz kılmaya gelince Hz. Ömer (r.a):

“Biz, içlerinde resim ve heykeller bulunduğu için sizin kiliselerinize girmeyiz” buyurmuştur. (Buhârî, Salât, 54)

İbn-i Abbas (r.a), kilise içinde namaz kılardı, ancak içinde heykel ve resim bulunan kilisede kılmazdı. (Buhârî, Salât, 54)

Bahsedilen yerlerde namaz kılmak sadece mekruh sayılmıştır. Şu hadis-i şerif bunun haram olmadığına işaret etmektedir:

“Yeryüzü benim için mescid ve temizlik se­bebi, temizleyici kılındı. Onun için ümmetimden birine namaz vakti nerede erişirse orada hemen namazını kılıversin!” (Buhârî, Salât, 55)

Bu hadis-i şerifin umûmu, Arz’ın hangi cüz’ü üzerinde olursa olsun namaz kılmanın cevazına delalet eder. İbn-i Battâl: “Bu umûmun içine kabristanlar, davar ağılları, kiliseler ve daha başkaları da girer” demiştir. (Aynî, Umdetü’l-kârî, IV, 194)


 

Kadının Mescidde Uyuması

Hz. Âişe (r.a) şöyle buyurmuştur:

“Arap kabilelerinden birinde siyah bir câriye vardı ki, âzâd edildiği halde yine o kabile ile beraber ikâmet ediyordu. Bir gün bana şu hâdiseyi anlattı:

«‒Yanlarında kaldığım kabileden, üzerinde kırmızı sırımlardan yapılmış bir gerdanlık bulunan küçük bir kızcağız (gelin) çıktı. Bir ara gerdanlığı üzerinden çıkardı veya gerdanlık üzerinden düştü. Gerdanlık yerde dururken oraya bir çaylak geldi ve onu et parçası zannederek kapıp kaçtı. Gerdanlığı çok aradılar ancak bulamadılar. Bunun üzerine beni (hırsızlıkla) ithâm ettiler.»

Her tarafı aramaya başlamışlar, hatta cariyenin ön tarafını bile aramışlar. Câriye sözlerine şöyle devam etti:

«‒Vallahi ben onlarla beraber ayakta durup beklerken çaylak gelip gerdanlığı attı. O da tam ortalarına düştü:

“‒İşte beni itham ettiğiniz şey! Siz onu benim çaldığımı söylediniz, hâlbuki ben bundan berîyim. İşte o, aradığınız gerdanlığın ta kendisi!” dedim.»

O siyah câriye, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gelip müslüman oldu. Mescid-i Şerif’in bir kenarında ona mahsus bir kıl çadır veya küçük bir oda vardı. Yanıma gelir ve benimle sohbet ederdi. Ne zaman yanıma otursa mutlaka:

«‒Yevmü’l-Vişâh (Gerdanlık günü), Rabbimizin hayret verici işlerinden biridir.

Şüphesiz ki O, beni küfür diyarından kurtardı» derdi. Bir gün ona:

«‒Nedir bu hâlin? Ne zaman benimle otursan mutlaka bunu söylüyorsun!» dedim.

Bunun üzerine bana yukarıdaki kıssayı anlattı.” (Buhârî, Salât, 57, Menâkıbu’l-Ensar, 26)

Şerh:

Bu kadını Ashab-ı Suffe’den saymak mümkündür.

Barınacak yeri olmayan fakir kimselerin, hatta fitne korkusu yoksa kadınların bile mescidde gecelemeleri caizdir. Yabancı, evi barkı olmayan kimsenin mescidde yatmasının caiz olduğunda ihtilaf yoktur. Bunun dışındaki insanların yatmasında ise ihtilaf edilmiştir.

Kişinin, fitne olan veya başına sıkıntıların geldiği bir yerden çıkıp, daha hayırlı bir beldeye gitmesi güzel görülmüştür. Burada, küfür diyârından hicret etmenin faziletli bir davranış olduğu da görülüyor.

Erkeklerin Mescidde Uyuması

Sehl ibn-i Sa’d (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah (s.a.v) bir gün ciğerpâresi Fâtımatü’z-Zehrâ (r.a)’nın hânesini teşrif ettiler. Hz. Ali’yi evde bulamadılar. Hz. Fâtıma’ya:

«‒Amcanın oğlu nerede?» diye sordular. Fâtıma (r.a):

«‒Aramızda bir şey geçti, birbirimize darıldık. O da gündüz uykusunu benim yanımda uyumadı» cevabını verdi.

Rasûlullah (s.a.v) birine:

«‒Bak bakalım o nerede?» buyurdular. O kişi gidip geldi ve:

«‒Yâ Rasûlallah, Mescid’de uyuyor» diye haber getirdi.

Rasûlullah (s.a.v) Mescid’i teşrif ettiler. Baktılar ki, Hz. Ali (r.a) yan tarafına yatmış, ridâsı bir yanından sıyrılmış ve vücûduna biraz toprak yapışmış. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

«‒Ebû Türâb kalk! Ebû Türâb kalk!» diyerek onun üzerinden toprağı silmeye başladılar.” (Buhârî, Salât, 58, Edeb, 113)

Şerh:

Hz. Alî’nin, Hz. Fâtıma’nın yanında kaylûle yapmayıp (gündüz uykusu uyumayıp) da Mescid’de yatması, fakir ve garip olmayanların da mescidde uyumalarının mubah olduğuna delildir.

Rasûlullah Efendimiz’in, damadı Hz. Ali’ye Ebû Türâb (toprak babası, toprağa bulanan kişi) künyesini vermesi, bir şakalaşma ve bu vesîleyle kendisini taltiftir. Hz. Ali’nin “Ebû Türâb” kadar hoşlandığı başka hiçbir isim yok­tu. Zira bu künyeyi ona Allah Rasûlü (s.a.v) vermişti. Biri kendisini “Ebû Türâb!” diye çağırınca pek ziyâde sevinirdi.

 

 

Mescide Girince İki Rekât Namaz Kılmak

Ebû Katâde es-Selemî’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Biriniz mescide girdiği vakit, oturmadan evvel iki rekât namaz kılsın!” (Buhârî, Salât, 60)

Şerh:

Müslim’deki rivayette bu hadisin sebeb-i vürûdu da zikredilmiştir. Ebû Katâde (r.a) Mescid’e girdiğinde Allah Rasûlü’nü sahabileri arasında oturuyor görmüş. O da onlarla birlikte hemen oturuvermiş. Efendimiz (s.a.v):

“‒Oturmadan evvel iki rekât namaz kılmana mânî olan şey ne­dir?” diye sormuşlar. O da:

“‒Yâ Rasûlallah, Sizin oturduğunuzu, insanların da etrâfınızda oturduklarını gördüm…” demiş. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v):

“‒Biriniz mescide girdiği zaman iki rekât kılmadan oturmasın!” buyurmuşlar. (Müslim, Müsâfirîn, 70)

İbn-i Ebî Şeybe’nin Musannef’inde diğer tarîkten gelen rivayette Nebî (s.a.v):

“‒Mescidlere haklarını veriniz!” buyurmuşlar.

“‒Hakları nedir?” diye sorulunca:

“‒Oturmadan evvel iki rekât namaz!” cevabını vermişlerdir. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, I, 299/3422)

Bu namaza Tahiyyetü’l-Mescid denilir. Yani Mescidin Rabbini, evin sâhibini selamlama, ona tâzim ve hürmetlerimizi arzetme… İki rekâttan az olmaz ve mendûb olarak kılınır.

Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik’e göre, kerahat vaktinde mescide giren kimsenin Tahiyyetü’l-Mescid namazı kılması mekruhtur.


 

Mescid-i Nebevî’nin Yapısı

Abdullah ibn-i Ömer (r.a) şöyle anlatır:

“Mescid-i Şerif-i Nebevî, Rasûlullah (s.a.v) zamanında ham kerpiç ile binâ edilmiş olup tavanı hurma dallarından, direkleri de hurma ağaçlarının gövdelerinden idi. Ebû Bekir (r.a) buna hiçbir şey ilave etmedi. Ömer (r.a) (yalnız enini, boyunu) artırıp Efendimiz’in zaman-ı saâdetlerindeki inşâ tarzına göre kerpiç ve hurma dallarıyla binâ etti ve direklerini de yeniden ağaçtan yaptı. Osman (r.a) Mescid’i değiştirip iyice genişletti, duvarlarını nakışlı taşlarla ve kireçle ördü, direklerini nakışlı taşlardan, tavanını da sac ağacından yaptı. (Buhârî, Salât, 62)

Şerh:

Mescid’in tavanı hurma dallarından olduğu için yağmur yağdığında içerisi ıslanırdı.

Mescidlerin yaldızlanıp aşırı süslenmesi mekruh ve bid’at olarak görülmüştür. Allah’a ibâdet için tahsîs edilen temiz ve mübarek yerin, israf ile ve büyük masraflarla inşâ edilmesi zühde, huşû’a ve tezellüle aykırıdır. Bu durum, Cenâb-ı Hakk’ın sevmediği gösteriş ve övünme yarışına da sebep olur. Keraheti bu yüzdendir. İnsanların, mescidlerinin güzelliğiyle övünüp cemaate devam etmeyeceği, oraları zikir ve ibâdetle mamûr hâle getirmeyeceği günlerin geleceği haber verilmiş ve Müslümanlar, mâbedlerini, yahûdi ve hristiyanların yaptığı gibi aşırı süslemekten sakındırılmıştır.

Hz. Ömer (r.a) Mescid’i genişletirken ustaya:

“‒İnsanları yağmurdan koru kâfi! Sakın allı sarılı zînetler yapıp da insanları fitneye düşürme!” demiştir. (Buhârî, Salât, 62)

Fitneden maksad, namaz kılan kişinin caminin süsleriyle meşgul olarak huşûdan mahrum kalmasıdır.

Masrafları Beytü’l-mâl’den olmamak ve bu tezyînât ile mescidlere ta’zîmin kastedilmesi şartıyla hafif süslemeyi caiz gören bazı âlimler vardır. Hanefi imamlarının bir kısmı bu cümledendir.

Sâc, Hindistan’da çıkan abanoza benzer sert bir ağaçtır.

 

 

Cami Yaparken İnsanların Yardımlaşması

İbn-i Abbas Hazretleri’nin âzadlısı İkrime (r.a) şöyle anlatır:

Abdullah ibn-i Abbas (r.a) bana ve oğlu Ali’ye:

“–Ebû Saîd’e gidip ondaki Efendimiz’in hadislerini dinleyin!” dedi.

Ebû Saîd’in yanına vardık. O, kardeşiyle birlikte bahçelerini düzeltiyor ve suluyordu. Bizi görünce elbisesini alıp yanımıza geldi, dizlerini yukarıya dikip uyluklarını karnına dayadı ve kollarıyla dizlerini tutarak oturdu. Sonra bize hadis-i şeriflerden rivayet etmeye başladı. Nihayet Mescid’in inşâsı bahsine geldi. O hususta şunları söyledi:

“–Biz Mescid’in inşaatına kerpiçleri birer birer taşırken Ammâr (r.a) ikişer ikişer taşıyordu. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) onu gördüler, yanına varıp başındaki tozu toprağı silkelediler ve şöyle buyurdular:

«–Vah Ammâr’a! Onu azgın ve isyankâr bir topluluk öldürecektir. Ammâr onları Allah’a ve Cennet’e davet eder, onlar ise Ammâr’ı Cehennem’e davet ederler.»

O esnada Ammâr (r.a):

«–Fitnelerden Allah’a sığınırım!» diyordu.” (Bkz. Buhârî, Salât, 63; Cihâd, 17)

Şerh:

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Allah’a şirk koşanlar, kendi kâfirliklerine bizzat kendileri şahitlik ederken, Allah’ın mescitlerini imar etmeye layık değildirler. Onların hayır nâmına bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Ve onlar ateşte ebedî kalacaklardır. Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namaza devam eden, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” (et-Tevbe, 17-18)

Mescidlerin îmârı, onları binâ etmek manasına geldiği gibi zikir ve ibâdetle, cemaate devam ederek ve tevhid ile mâmûr etmek manasına da gelir.

Ashab-ı kiram Mescid-i Nebevî’yi elbirliğiyle yardımlaşarak yaptıkları gibi o günden bugüne kadar Müslümanlar da camilerini hep bu şekilde inşâ etmişlerdir.

Cami Yaptırmanın Fazileti

Emîrü’l-Mü’minîn Osman ibn-i Affân (r.a) Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Mescid-i Şerif’ini yeniden binâ ettiği zaman bazı insanlar buna itirâz etmiş, ileri geri konuşmuşlardı. Bunun üzerine o da şöyle buyurdu:

“‒Siz bana îtirâz etmekte çok aşırı gittiniz. Hâlbuki ben Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in şöyle buyurduklarını işittim:

«Her kim Allah Teâlâ’nın rızâsını kasdederek (büyük, küçük) bir mescid binâ ederse, Allah Teâlâ da ona Cennet’te onun gibi bir ev binâ eder».” (Buhârî, Salât, 65; Müslim, Zühd, 43-44)

Şerh:

Cami için ayrılan bir arsa, Allah rızâsı için vakfedilmiş olur. Artık orası, üstü ve altıyla birlikte kıyamete kadar cami hükmündedir. Bu sebeple bir caminin arsası ve binâsı için infakta bulunmak, en büyük sadaka-i câriyedir. Kıyamete kadar orada namaz kılan, Kur’ân-ı Kerîm okuyan, zikreden ve muhtelif ibadetler yapan mü’minlerin kazandığı sevapların aynısını Cenâb-ı Hak bu hayır sâhibine de lûtfeder. O hâlde yapılabilecek en büyük hayırlar, cami, Kur’ân Kursu ve İslâmî eğitim müesseseleri yaptırmak, bunların arsalarını vermek ve onlara destek olmaktır.

Mescid-i Nebevî’nin ilk genişletilmesi, hicretin 30. senesinde olmuştur. İtirâz edenler, Mescid’in Rasûlullah (s.a.v) devrindeki hâl ve şekliyle binâ edilmesini, nakışlı taş ile kireç kullanılmamasını arzu ediyorlardı. Hâlbuki kerpiç duvarlar çabuk gevşiyor, hurma gövdelerinden yapılan direkler kısa zamanda çürüyor, hur­ma dallarından yapılan tavan da namaza gelenleri yağmurdan muhâfaza edemiyordu. Bu sebeple Hz. Osman (r.a) Mescid’i iyice genişletti, duvarlarını nakışlı taşlarla ve kireçle ördü, direklerini nakışlı taşlardan, tavanını da sac ağacından yaptı. (Buhârî, Salât, 62)

 

 

 

Silâhla Camiye Girmek

Câbir ibn-i Abdullah (r.a) şöyle buyurur:

“Bir defasında biri Mescid-i Nebevî’den geçti. Yanında oklar vardı. Rasûlullah (s.a.v) ona:

«‒Temrenlerinden tut (da kimseye dokunmasın!)» buyurdular.” (Buhârî, Salât, 66; Müslim, Birr, 120-123)

Şerh:

Temren, ok, kargı gibi âletlerin ucundaki sivri demire denir.

Bir kimse, elinde ok ve mızrak gibi âletlerle camiye uğradığı zaman, onların sivri ve kesici yerlerini kapatmalı, bir kılıfa koymalı ki kimseye zarar vermesin.

Allah Rasûlü (s.a.v) bu hususta şu îkâzlarda da bulunmuşlardır:

“Sizden biri, silâh ile din kardeşine işaret etmesin! Çünkü o bilmez, belki şeytan silâhı elinden boşandırır da, bu sebeple Cehennem çukurlarından birine yuvarlanır gider.” (Buhârî, Fiten, 7; Müslim, Birr, 126)

“Bir kişi kardeşine demirle işaret ederse, onu elinden bırakıncaya kadar melekler kendisine lânet eder. Ana-baba bir kardeşi bile olsa!” (Müslim, Birr, 125; Tirmizî, Fiten, 4)

Câbir (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah (s.a.v), kınından çıkmış kılıcı elden ele vermeyi yasakladı.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 66/2588; Tirmizî, Fiten, 5; Ahmed, III, 300)

Bu hadis-i şerifler, bir müslümanın değerinin ve hürmetinin (saygınlığının) ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor. Şakayla bile olsa müslümanı korkutacak, ona eziyet verecek şeyleri şiddetle yasaklıyor.

Hâsılı mü’minler daima nâzik, hassâs ve rakîk kalpli olmalı, kimseye eziyet vermemelidirler. Nitekim Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Zarar verene Allah Teâlâ da zarar verir. Güçlük çıkarana Allah Teâlâ da güçlük çıkarır.” (Ebû Dâvûd, Akdıye, 31/3635; Tirmizî, Birr, 27/1940; İbn-i Mâce, Ahkâm, 33)

 

 


 

Caminin İçinden Geçmek

Ebû Mûsâ el-Eş’arî (r.a) Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in şöyle buyurduklarını nakleder:

“Her kim mescidlerimizin veya çarşılarımızın birinden, (yanında) ok varken geçecek olursa eliyle temrenlerinden tutsun ki, bir Müslümanı yaralamasın!” (Buhârî, Salât, 67; Müslim, Birr, 124)

Şerh:

Bu rivayetten, caminin içinden geçip gitmenin caiz olduğu anlaşılıyor. Bu hüküm Nisâ sûresinin 43. âyet-i kerimesinden de çıkarılıyor.

Rasûlullah (s.a.v), cami, çarşı gibi insanların toplu bulunduğu yerlerde, insanlara zarar verebilecek silâhlarla tedbirsiz ve usulsüz dolaşmanın kötülüğünü bu hadis-i şerifleriyle bizlere pek güzel öğ­retmişlerdir.

Herhangi bir düşman tehlikesi yokken bayramlarda, çarşılarda ve insanların kalabalık olduğu yerlerde silâh taşımak doğru değildir. Silâhı yanında olanların da, kimseye zarar vermemek için lüzumlu tedbirleri almaları şarttır.

 


 

Camide Şiir Okumak

Hassân ibn-i Sâbit el-Ensarî (r.a), (mescidde şiir inşâdının cevazı hususunda) Ebû Hüreyre’yi şâhit tutarak:

“Allah aşkına söyle, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in:

«‒Hassân! Rasûlullah adına (Kureyş kâfirlerine) cevap ver! İlâhî, onu Rûhü’l-Kudüs (Cibril) ile teyîd eyle!» buyurduğunu işittin mi?” diye suâl etti.

Ebû Hüreyre de:

“‒Evet, işittim!” cevabını verdi. (Buhârî, Salât, 68, Edeb, 91)

Şerh:

Bu kıssanın sebebi, Buhârî’nin başka bir kitabında şöyle îzâh edili­yor:

Hz. Ömer (r.a) Mescid’e girmiş, bakmış ki Hassân (r.a) şiir inşâd ediyor, ona dik dik bak­mış. Hassân (r.a) da:

“‒Bu Mescid’de senden daha hayırlı biri bulunduğu hâlde ben şiir inşâd ederdim!” demiş. Sonra Ebû Hüreyre’ye dönüp yukarıdaki suali sormuş.

Rasûlullah (s.a.v) Hassân (r.a) için Mescid’de bir minber kurdurur, o da minberin üstüne çıkıp kâfirleri hicvederdi.[17]

Mâlum olduğu üzere Araplar güzel söze iptilâ derecesinde meclûb ve meftun idiler. Edebî sözler, onlar üzerinde fevkalâde bir tesir meydana getiriyordu.

Âlimlerimizin çoğunluğu, hicivden, fuhuştan ve bir Müslümanın kadr ü haysiyetine taarruzdan ârî olan şiirin inşâdında, söylenmesinde ve rivayet edilmesinde bir beis görmemişlerdir.

Müşriklere sövmek ve onları hicvetmek caiz olmakla birlikte buna ilk başlayan olmamak gerekir. Kâfirlerden herhangi bir saldırı olmadan onları hicvetmek ve hakarette bulunmak, onların da bi’l-mukâbele ehl-i İslâm’a, hatta (el-iyâzu bi’llâh) Allah’a ve Rasûlü’ne sövmesine sebep olabilir. Fakat saldırı evvelâ kâfirler tarafından gerçekleşir de aynı silâh ile müdâfaa zarureti hâsıl olursa, bunu yapmakta beis yoktur. Nitekim Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Müşriklere karşı mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihâd ediniz!” (Ebu Dâvud, Cihâd, 17/2504; Nesâî, Cihâd, 1, 48)


 

Camide Mızrak Oyunu

Hz. Âişe (r.a) şöyle buyurur:

“Yemin ederim ki, bir gün Rasûlullah (s.a.v)’i hücremin kapısında (şu halde) gördüm: Habeşîler Mescid’de oyun oynuyor, Rasûlullah (s.a.v) de ben oyunlarını seyredebileyim diye kendi elbisesiyle beni örtüyorlardı.”

Diğer bir rivayette “Harbeleriyle oynuyorlardı” diye vârid olmuştur. (Buhârî, Salât, 69)

Şerh:

Harbelerle, yani kısa mızraklarla oyun, boş bir oyun değildir. Bizim kılıç kal­kan oyunu, cirit oyunu gibi din düşmanlarına karşı silâh kullanmakta mahâret kazanmak ve idman yapmak için oynanır. Düşmana karşı hazırlık sayıldığı için mubah olmuş, hatta camide bile oynanmasına cevaz verilmiştir. Buradan, gençliğin oynadığı oyunların lüzumsuz şeyler değil de harp gücünü artırıcı oyunlar olması gerektiği anlaşılıyor.

Camiler, Müslüman toplumun ihtiyaçları için yapılmıştır. Bu sebeple İslâm’ın ve Müslümanların menfaatine olan işleri orada yapmak caizdir.

Bu hadis-i şeriften, kadınların erkeklerden gizlenmeleri, aralarına bir perde koymaları gerektiği anlaşılıyor. Erkeklerle kadınlar, mümkün mertebe aynı ortamda karışık vaziyette bulunmamaya dikkat etmelidirler.

 

 

Camide Alacak İstemek ve Borçlunun Peşine Düşmek

Kâ’b bin Mâlik (r.a), Abdullah ibn-i Ebî Hadred el-Eslemî’deki bir alacağını Mescid-i Şerif’te istedi. Her ikisinin de sesleri yükseldi. Öyle ki hâne-i saâdetlerinde olduğu hâlde Rasûlullah (s.a.v) onları işitti. Kendilerine doğru yaklaşıp hücre-i şerifenin perdesini araladılar ve:

“‒Ey Kâ’b!” diye nidâ buyurdular. Kâ’b (r.a):

“‒Lebbeyk (buyur, emrine âmâdeyim) yâ Rasûlallah!” deyince Allah Rasûlü (s.a.v) mübarek elleriyle yarı’ya işaret ederek:

“‒Alacağının şu kadarını bağışla!” buyurdular.

Kâ’b (r.a) hemen:

“‒Bağışladım yâ Rasûlallah!” dedi.

Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) İbn-i Ebî Hadred’e:

“‒Şimdi kalk, borcunun kalan kısmını öde!” buyurdular. (Buhârî, Salât, 71)

Şerh:

İnsan, sesini aşırı yükseltmeden camide borcunu isteyebilir. Ancak camide ticaret yapmak, para bozmak, döviz alıp satmak gibi şeyler hoş karşılanmamıştır.

Bu rivayette, Müslümanların arasını ıslah etmek, güzel bir şekilde aracılık yapmak, günah olmayan hususlarda şefaat etmek ve şefaati kabul etmek gibi güzel hasletlere teşvik vardır.

 

 

Camileri Süpürmenin Fazileti

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyurur:

“Bir zenci adam veya kadın Mescid-i Şerif’i süpürürdü. (Günün birinde) vefat etti. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz onu göremeyince ne olduğunu sordular. Ashab-ı kiram:

«‒Vefat etti» dediler. Efendimiz (s.a.v):

«‒Bana (vefatını) haber vermeli değil miydiniz? (Haydin) kabrini bana gösterin!» buyurdular.

Ondan sonra kabrinin başına varıp cenaze namazını kıldılar.” (Buhârî, Salât, 72)

Şerh:

Rasûlullah (s.a.v) namazdan sonra şöyle buyurdular:

“−Bu kabirler, orada yatanlar için karanlık doludur. Allah Teâlâ, üzerlerine kılacağım namaz sebebiyle kabirlerini aydınlatır.” (Müslim, Cenâiz 71; Ahmed, II, 388)

Aradaki râvîlerden biri siyâhînin kadın mı yoksa erkek mi olduğu hususunda şüphe etmiştir.

Ashab-ı kiram bu garip insanın vefatını haber vermek sûretiyle Allah Rasûlü’ne zahmet vermek istememişlerdi. Nitekim bir rivayete göre:

“‒Kaylûle yapıyordunuz ve oruçtunuz, size zahmet vermek istemedik!” demişlerdir.

Bu sahabi, Mescid’i süpürüp temizlediği için büyük bir fazilete nâil olmuştur.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in bizzat kendilerinin de Mescid’i süpürdükleri rivayet edilir. Yâkub bin Zeyd’den nakledildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) Mescid’in tozlarını hurma dalıyla temizlerdi. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, I, 349/4019)

Ömer ibn-i Hattâb (r.a) bir gün atına binerek Kubâ Mescidi’ne geldi. Orada namaz kıldı. Sonra hizmetçisine:

“‒Yerfe’, bana bir hurma dalı getir!” buyurdu.

Yerfe’ hurma dalını getirdi. Ömer (r.a) elbisesini toplayıp beline soktu ve o hurma dalıyla mescidi süpürdü. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, I, 349/4016)

Ebû Âsım es-Sekafî anlatıyor:

Şa’bî (r.a) ile birlikte Mescid’de idim. Başını aşağı eğdi. Ben:

«‒Ebû Amr, ne yapıyorsun?» dedim.

«‒Mescid’e düşen çeri çöpü alıyorum!» dedi.”

Ebû Âsım âmâ idi. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, I, 349/4017)

Camilerde görülen çeri çöpü ve kırıntıları alıp dışarı atmak, Allah’ın evlerini temiz tutmak, çok faziletli bir amel-i sâlihtir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“…İbrahim ve İsmail’e: «Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim’i temiz tutun!» diye emretmiştik.” (el-Bakara, 125)

Bilhassa Haremeyn-i Şerifeyn’de bu âyet-i kerimeyi hiçbir zaman unutmamak îcâb eder.

 

 

Camide, Şarap Ticaretinin Haram Olduğunu Bildirmek

Hz. Âişe (r.a) şöyle buyurur:

“Bakara sûresinin (sonlarındaki) fâiz âyetleri nâzil olduğu vakit Nebî (s.a.v) Mescid-i Şerif’e çıktılar ve bu âyetleri insanlara okuyup sonra şarap ticaretini haram kıldılar.” (Buhârî, Salât, 73)

Şerh:

Hz. Âişe (r.a) şöyle buyurur:

“Bakara sûresinin son âyetleri indiği zaman, Nebî (s.a.v) Mescid’e çıktılar ve:

«Şarap ile alâkalı ticaret yapmak haram kılındı!» buyurdular.” (Buhârî, Büyû, 105)

Fâizin haramlığı, en son tebliğ edilen şer’î hükümlerdendir. Şarabın haramlığının ise çok evvel olduğu muhakkaktır. Fâizle birlikte şarap ticaretinin haramlığının tekrarlanması, bu vesîle ile haramlığının te’kîdi, bu hükmün iyice yayılması, mecliste onun ticaretinin haram olduğunu bilmeyen insanların bulunması gibi sebeplerle olmalıdır. (Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 402)

Faizle ilgili âyetlerde alışverişin helâl olduğu beyan ediliyor. Allah Rasûlü (s.a.v) bunu tefsir ederek, şarap ticaretinin bundan istisnâ edildiğini haber veriyorlar. Yani alışveriş helal kılınmıştır ama her alışveriş değil. Haram olan şeylerin alışverişi helal değildir.

Camide, şarap gibi habis şeylerden, onların kötülüğünü ve yasaklandığını anlatmak üzere bahsetmek caizdir.

Bir gün Rasûlullah (s.a.v):

“Güçlü ve yüce olan Allah putlara tapmayı, içki içmeyi, (insanları) soy sop sebebiyle kınamayı size haram kılmıştır. Dikkat edin, şüphesiz içki içen de, îmâl eden de, sâkiliğini yapıp içenlere dağıtan da, satan da, parasını yiyen de lânetlenmiştir” buyurmuşlardı.

Bunun üzerine bir bedevî ayağa kalkıp Efendimiz’in huzûruna gelerek:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, ben daha önce içki ticareti yapan bir kişiydim ve içki satışından bir miktar mal da biriktirdim. Şimdi ben bu malı, Allah’a itaat yolunda harcasam bana bir faydası olur mu?” diye sordu.

Rasûlullah (s.a.v) ona:

“–Sen o malı hac, cihat veya sadaka uğrunda harcasan dahi Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar değeri olmaz. Zira Allah ancak temiz olanı kabul buyurur” cevabını verdiler.

Bu hâdise üzerine Allah Teâlâ, Efendimiz’in sözünü tasdik etmek için şu âyet-i kerimeyi inzâl buyurdu:

“De ki: Pis ve kötü ile temiz ve iyi bir değildir; pis ve kötünün çokluğu hoşuna gitse de (bu böyledir). O hâlde ey akıl sahipleri! Allah’tan korkunuz ki kurtuluşa eresiniz!” (el-Mâide, 100) (Vâhidî, Esbâbu Nüzûl, s. 212-213; Kıvâmü’s-Sünne, et-Terğîb ve’t-terhîb, II, 96/1235)

Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Kim haram para kazanıp da o para ile köle azat eder ve akrabasına yardım ederse, bu onun için günah olur.” (Heysemî, X, 292-293)

“Allah -azze ve celle- Hazretleri haramdan verilen hiçbir sadakayı ve abdestsiz kılınan hiç bir namazı kabul etmez.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 31/59)

Bu son hadis-i şerifte geçen “ğulûl” kelimesinin asıl manası, taksim edilmeden önce ganimetten mal çalmaktır. Başkasına, ait olan bir malı habersiz almak manasına da gelir. Burada ise umûmî olarak “haram mal” demektir.

 

 

Esir veya Borçlu Camiye Bağlanabilir

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bir gün şöyle buyurdular:

«‒Cin tâifesinden bir ifrit dün gece namazımı bozdurmak için bana ansızın hücûm etti. Lâkin Allah Teâlâ (beni gâlip getirip) ona istediğimi yapmaya fırsat verdi. Sabah olunca hepiniz onu görüp seyredesiniz diye Mescid’in direklerinden birine bağlamak istedim. Fakat kardeşim Süleyman (a.s)’ın: “Yâ Rab, bana mağfiret et ve benden sonra kimseye olmayacak bir mülkü bana bağışla!”[18] demiş olduğu hatırıma geldi (de ifriti, âciz, zelil ve hakîr olmuş vaziyette geri gönderdim)».” (Buhârî, Salât, 75, Enbiyâ, 40)

Şerh:

İfrît, şeytanların iyice habîs, şerir, kurnaz ve faâl olanlarına denir.

Melekler ile cinleri, aslî sûretlerinde ara sıra görmek, peygamberlere ve Hak dostlarına mahsus bir keramettir. (Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 406)

Kâdî Şureyh, borçlu kimsenin mescidin bir direğine bağlanmasını emrederdi. (Buhârî, Salât, 76)

 

 

 

Hastalar ve Diğerleri İçin Camiye Çadır Kurmak

Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatır:

Sa’d ibn-i Muâz (r.a) Handek gününde pazusundan yaralanmış, kolundaki ana damar kesilmişti. Nebî (s.a.v) yakından ziyaret edebilmek için (ona mahsus) bir çadır kurdurdular. Mescid’de (ve hemen yanı başında) Benû Gıfâr’dan (bazı kimselere âit) bir çadır daha vardı. (İşte bu Gıfârîler kendi hallerinde oturup dururlarken) bir de bakmışlar ki, kendilerine doğru bir kan akıp geliyor:

«‒Sizin tarafınızdan bize doğru gelen bu kan nedir?» dediler. Meğer Sa’d’ın yarası akıyormuş. İşte Sa’d bu yara sebebiyle vefat etti.” (Buhârî, Salât, 77)

Şerh:

Sa’d (r.a), Hendek harbinde aldığı yaranın ağır ve öldürücü olduğunu anlayınca:

“Allah’ım! Eğer Kureyş müşrikleriyle herhangi bir çarpışma daha takdir ettiysen, beni de o çarpışmada bulunmak üzere sağ bırak! Çünkü Rasûlüne işkence ve kötülük yapan, onu yalanlayan ve yurdundan çıkaran o Kureyş kavmiyle çarpışmayı istediğim kadar, başka hiçbir kavimle çarpışmayı istemiyorum. Eğer bizimle onlar arasındaki çarpışma bu kadarsa, yaramı şehîdliğe vesile kıl! Beni huzûruna kabul buyur! Kurayzaoğulları’nın cezalandırıldıklarını görüp sevininceye kadar da canımı alma!” diye dua etti.[19]

Sa’d (r.a) duasını bitirir bitirmez kanı dindi, bir damla bile akmadı.[20]

Hendek harbi bitip Kurayza oğulları üzerine yüründü. Binbir hile ile bütün kabileleri Medine’ye yığan ve kendi anlaşmalarını da bozarak Müslümanları iki ateş arasında bırakan bu yahûdîler, nihayetinde kayıtsız şartsız teslim olmak mecbûriyetinde kaldılar. Daha evvel Evs kabilesi ile anlaşmalı oldukları için, haklarında verilecek hükmü o kabilenin büyüğü olan Sa’d ibn-i Muâz’ın belirlemesini istediler. Allah Rasûlü (s.a.v) de kabul ettiler.

Sa’d (r.a), yahûdîlerin isteği üzerine onlar hakkında Mûsâ (a.s)’ın şerîatine göre hüküm verdi.[21] Onun verdiği hükmü, Rasûl-i Ekrem (s.a.v) de tasdik ettiler ve:

“–Ey Sa’d! Yemin ederim ki sen, Allah’ın yedi kat semavâtı üzerindeki hükmüne muvâfık hükmettin!” buyurdular. (Bkz. Buhârî, Meğâzî, 30; İbn-i Sa’d, III, 426)

Hz. Sa’d’ın yürekten yapmış olduğu duası makbûl oldu ve savaşta mü’minleri arkadan vuran hâin yahûdîler hakkında hükmünü verdikten sonra, yukarıdaki hadiste bahsedildiği üzere yarası açılıp şehadet şerbetini içti.[22]

Rasûlullah (s.a.v):

“Sa’d bin Muâz’ın vefatı sebebiyle Rahmân’ın Arş’ı titredi” buyurdular. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensar, 12; Müslim, Fedâilü’s-Sahabe, 125)

Hadis-i şerifte bahsedilen çadır, Rüfeyde el-Ensariyye veya el-Eslemiyye’nin kurduğu çadır idi. Bu kadın orada yaralıları tedâvî eder ve bu hizmetinin ecrini de Allah’tan umardı.

Rasûlullah (s.a.v) hasta ziyareti kolay olsun ve tedâvisi ile yakından alâkadar olabileyim diye Sa’d’ın bu çadıra naklini emretmişlerdi. Sabah akşam yanına gider kendisiyle ilgilenirlerdi. (Buhârî, Megâzî, 30)

 

 

Bir İhtiyaç Sebebiyle Mescid’e Deve Sokmak

Ümmü Seleme (r.a) şöyle buyurur:

“Hac esnasında Rasûlullah Efendimiz’e hasta olduğumu arzettim. O da:

«‒İnsanların arkasından (deveye) binerek tavâf et!» buyurdular.

(Öylece) tavâf ettim. Rasûlullah (s.a.v) de Beyt-i Muazzam’ın yanında durmuş (sabah) namazı kıldırıyor ve: «وَالطُّورِ. وَكِتَابٍ مَسْطُورٍ» diye başlayan sûreyi okuyorlardı.” (Buhârî, Salât, 78; Hac, 64)

Şerh:

Rasûlullah (s.a.v) Mekke-i Mükerreme’den ayrılacaklardı. Ancak zevcesi Ümmü Seleme (r.a) rahatsızlığı sebebiyle henüz tavâf edememişti. Allah Rasûlü (s.a.v) ona:

“–Sabah namazı için kâmet getirildiğinde insanlar namaz kılarken, sen devenin üzerinde (arka taraftan) tavâf et!” buyurdular. (Buhârî, Hac, 71)

Asr-ı saâdette kadınlar, tavâf esnasında erkeklerin içine karışmazlardı. Hz. Âişe (r.a) erkeklerden uzak bir yerde tavâf eder, onların arasına girmezdi. Kendisiyle birlikte tavâf eden bir kadın:

“–Ey Mü’minlerin Annesi! Haydi, gidip Hacer-i Esved’e el sürüp istilâm ede­lim!” dediğinde, Âişe (r.a) bunu kabul etmemişti.

Hatta Hz. Âişe (r.a) ve arkadaşları geceleyin, iyice örtünüp tanınmaz bir vaziyette çıkar, öyle tavâf eder­lerdi. Beyt’e girip ibadet edeceklerinde, onlar çıkıncaya kadar erkekler oradan çıkarılırdı. (Buhârî, Hac, 64)

Bu rivayetlerden, kadınların erkeklerle beraber tavâf edebileceği, fakat mümkün olduğunca erkeklerin arka tarafından ve onlara karışmadan tavâf etmelerinin daha iyi olaca­ğı anlaşılmaktadır. Zira tavaf da namaz gibi, bir ibadettir. Namazda nasıl kadınlar erkek­lerin arkasında durur ve onlara karışmazlarsa, tavafta da öyle olmaları gerekir.

İbn-i Abbas (r.a), “Nebî (s.a.v) deve üzerinde tavâf ettiler” buyurmuştur. (Bkz. Buhârî, Salât, 78)

Bu, insanlar haccın nasıl yapıldığını rahatça görebilsinler ve meselelerini rahatça sorabilsinler diye yapılmıştır. Mâzur olan kişi binek üzerinde tavâf edebilir ama böyle olmayan kimse binek üzerinde tavâf ederse bu, Hanefilere göre kerahatle birlikte caizdir ve böyle tavâf eden kimse, Mekke’de bulunduğu müddet içinde onu iâde etmelidir.

 

 

Karanlık Gecelerde Bile Camiye Devam Etmek

Enes (r.a) şöyle anlatır:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in ashabından iki zât karanlık bir gecede Nebî (s.a.v)’in huzur-i âlîlerinden çıktılar. Önlerinde kandil gibi iki nûr parıldadı. İki arkadaş birbirlerinden ayrılınca her birinin önünde bir nûr parlamaya devam etti ve tâ evlerine gidinceye kadar (yollarını aydınlattı).” (Buhârî, Salât, 79, Menâkıbu’l-Ensar, 13)

Şerh:

Bu iki sahabinin biri Evsîler’den Abbâd ibn-i Bişr, diğeri Üseyd ibn-i Hudayr veya Uveym ibn-i Sâide el-Eşhelî idi.

Bu hâl, Rasûlullah (s.a.v) için mûcize ve o iki sahabi için keramettir. Böyle bir keramete nâil olmalarının sebebi, Allah Rasûlü’nün mübarek sohbetlerini kaçırmamak ve yatsı namazını onunla birlikte kılmak gibi paha biçilmez faziletleri elde etmek maksadıyla gece karanlıklarına kadar Mescid’de kalmalarıdır. Rasûlullah (s.a.v):

“Karanlıklarda camilere yürüyen kimseleri, kıyamet gününde tam bir nûr ile müjdele!” buyurmuşlardır. (Ebû Dâvûd, Salât, 49/561; Tirmizî, Salât, 51/223)

İki sahabinin önünde parlayan bu nûr, Allah Rasûlü’nün verdiği müjdenin doğruluğuna şâhit ve o yüce sahabilere ikrâm olarak, daha bu dünyada iken zâhir olmuş, insanlar tarafından görülmüştür. Kimbilir âhirete vardığımızda, karanlıklarda camilere yürüyen mü’minler, nasıl bir nûra garkolacaklardır.

Burada camiye ve cemaate devam etmenin ve bu uğurda meşakkatlere katlanmanın faziletini görüyoruz.

 

 

Camiye Kapı ve Geçiş Yeri Açmak

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle anlatır:

“Nebî (s.a.v) (son hastalığında) hutbeye çıkıp:

«‒Allah Teâlâ bir kulunu dünya ile kendi katında olan (âhiret nimetleri) arasında muhayyer bıraktı. O da Allah katında olanları tercih etti!» buyurdular.

(Bu söz üzerine) Ebû Bekir (r.a) ağlamaya başladı. Ben kendi kendime: «Allah Teâlâ’nın, bir kulu dünya ile kendi katında olan (âhiret nimetleri) arasında muhayyer bırakmasında, onun da Allah katında olanları seçmesinde ne var ki, bu güngörmüş yaşlıyı böyle ağlatıyor?» diye düşündüm. Meğer muhayyer bırakılan o kul Rasûlullah Efendimiz’in kendileri imiş! Meğer Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a) hepimizden daha bilgili imiş!

Rasûlullah (s.a.v) Hz. Ebû Bekir’in ağladığını görünce şöyle buyurdular:

«‒Ey Ebû Bekir, ağlama! Sohbet (yani arkadaşlık) hususunda da, mâlını bezletme hususunda da insanların bana en fazla ihsanda bulunanı Ebû Bekir’dir. Ümmetimden birini kendime halîl (dost) edineydim Ebû Bekir’i edinirdim. Lâkin İslâm yüzünden (hâsıl) olan kardeşlik ve sevgi, (şahsî dostluktan efdaldir.) Mescid’de Ebû Bekir’in kapısından başka kapatılmadık hiçbir kapı kalmasın!».” (Buhârî, Salât, 80)

{{{

İbn-i Abbas (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) vefatı ile sona eren hastalığı esnasında (mübarek) başını bir bez ile bağlamış olduğu halde Mescid’e çıkıp minbere oturdular. (Orada) Allah’a hamd ü senâ ettikten sonra şöyle buyurdular:

«‒İnsanlar içinde nefsi ve malı îtibâriyle benim üzerimde Ebû Bekir bin Ebî Kuhâfe’den ziyâde iyilik ve ihsânı olan hiç kimse yoktur. İnsanlar içinden bir halîl edineydim, Ebû Bekir’i kendime halîl edinirdim. Lâkin İslâm yüzünden olan dostluk daha efdaldir. Ebû Bekir’in kapısından başka bu Mescid’deki kapıların hepsini tarafımdan kapatınız!».” (Buhârî, Salât, 80)

Şerh:

الخوخة: el-Havha” odanın duvarında olan bacaya denir ki, ondan odaya ışık girer. Bir de, iki ev arasında, birbirine geçecek küçük kapı tarzında deliğe denir, üzerinde tahta kapısı olmayıp açık olur, “komşu deliği” denir… (Kâmûs Tercemesi)

Efendimiz’in mescidi, Mü’minlerin Annelerinden her birine tahsis edilen hüc­reler ve büyük muhacirlerin evleri ile çevrili idi. Bunların her birinden Mescid’e açılan küçük bir kapı vardı. İşte Hz. Ebû Bekir’in kapısından başka kapatılması emredilen kapılar, bu hususî küçük kapılar idi. Sahabiler bu istisnâyı, onun halîfe olması gerektiğini gösteren işaretlerden biri olarak kabul etmişlerdir. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.v), odasının kapısından çıktığında hemen Mescid’e girmiş oluyorlardı. Kendisinden sonra Halîfe olacak olan Hz. Ebû Bekir’in de aynı şekilde yapması için onun kapısını açık bıraktılar.

“Hullet”, dostluk demektir. Meveddet ve muhabbet de o manada ise de, hullette halîl’den başka hiçbir kimseye ve hiçbir şeye muhabbete yer bırakmayacak de­recede muhabbetin istilâsı altında bulunmak gibi bir ihtisâs manası vardır. Hul­let, ortaklık kabul etmeyen bir nevi muhabbettir ki, Rasûlullah (s.a.v) bunu Rabbine tahsis etmişlerdir. Gerçi bu nevi muhabbet bütün peygamberlerde vardır. Fakat “Halîlullah” lakâbı Ebü’l-Enbiyâ ile Hâtemü’l-Enbiyâ’ya hâstır.

Şu âyet-i kerîmede Hz. Ebû Bekir’in hicret arkadaşlığına ve dolayısıyla Efendimiz’e olan derîn muhabbetine işaret edil­mektedir:

“Eğer siz ona (Rasûlullah’a) yardım etmezseniz (bu mühim değil); ona Allah Teâlâ yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebû Bekir ile birlikte Mekke’den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; O, arkadaşına: «Üzülme, çünkü Allah Teâla bizimle beraberdir» diyordu. Bunun üzerine Allah Teâla ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü (küfrünü) en alçak kıldı. Allah Teâlâ’nın sözü (kelime-i tevhîd) ise zaten yücedir. Allah Teâlâ Azîz ve Hakîm’dir.” (et-Tevbe, 40)

Sahabi olduğu tevâtüren mâlum olan herhangi bir sahabinin bu faziletini inkâr etmek, insanı câhilâne bir bid’ata soksa da küfür derecesine düşürmez. Bundan yalnız Ebû Bekir Sıddîk (r.a) müstesnadır ki onun sahabiliğini tanımamak, Kur’ân’ın nassını tanımamaktır, yani küfürdür.

Bu hadis-i şeriflerde, Allah Teâlâ’nın katında olan nimetleri tercih etmeye ve dünyaya karşı zâhid olmaya bir teşvik vardır.

Zaruret olmadıkça camilere hususî kapılar açılmamalı, normal kapılarından girilmelidir.

 

 

Kâbe’ye ve Camilere Kapı ve Kilit Takmak

İbn-i Ömer (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (fetih senesi) Mekke-i Mükerreme’yi teşrif ettiler. Osman ibni Talha’yı çağırdılar. O da (Beyt-i Muazzam’ın) kapısını açtı. Nebî (s.a.v) ile beraber Bilâl, Üsâme bin Zeyd ve Osman ibn-i Talha (r.a) içeriye girdiler. Sonra kapı kilitlendi. Efendimiz (s.a.v) orada bir müddet kaldılar. Sonra çıktılar. Hemen koşup Bilâl’e (Efendimiz’in namaz kılıp kılmadıklarını) sordum:

«‒Evet, içeride namaz kıldılar» dedi.

«‒Neresinde?» dedim.

«‒İki direğin arasında» dedi.

Ama kaç rekât kıldıklarını sormayı unuttum.” (Buhârî, Salât, 81)

Şerh:

Bu rivayet, muhtelif zararlardan ve kötü niyetli insanlardan muhâfaza etmek için camilere kapı takmanın ve îcâbı hâlinde kilitlemenin caiz olduğuna delalet eder.

 

 

Camilerde Ders Halkaları Teşkîl Etmek ve Oturmak

İbn-i Ömer (r.a) şöyle anlatır:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz bir gün minberde hutbe îrâd ederlerken bir kişi:

«‒Yâ Rasûlallah, gece kılınan nafile namaz hakkında ne buyurursunuz?» diye sordu. Efendimiz (s.a.v):

«‒İkişer ikişerdir. Kişi Sabah vaktinin girmesinden endişe ettiği zaman son olarak tek bir rekât daha kılar ki bu onun, kıldığı namazları tek sayı ile bitirmesini sağlar» buyurdular.

İbn-i Ömer (r.a) şöyle derdi:

“‒Geceleyin kıldığınız namazların sonunu tek sayı ile bitiriniz! Çünkü Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) böyle emretmişlerdir.” (Buhârî, Salât, 84)

Şerh:

Rasûlullah (s.a.v) Mescid’de hutbe îrâd ederlerken ashab-ı kiram etrâfında toplanır, gözlerini ona dikerlerdi.

Bu rivayetten, ilim ve zikir için halka teşkil etmenin caiz olduğu anlaşılıyor.

 

 

Camide Sırtüstü Yatıp Ayak Uzatmak

Abdullah ibn-i Zeyd (r.a) Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in Mescid-i Şerif’te sırt üstü yatıp bir ayağını diğeri üzerine attıklarını görmüştür. (Buhârî, Salât, 85)

Şerh:

Saîd ibnü’l-Müseyyeb (r.a): “Ömer ile Osman (r.a) da bunu yaparlardı” demiştir. (Buhârî, Salât, 85)

Avret mahallinin açılma korkusu olmadığı hâllerde camide bu şekilde yatmak caizdir. Âlimlerin ekseriyeti, yüz üstü yatmanın dışındaki bütün yatış şekillerinin camide caiz olduğunu beyân etmişlerdir. Ancak yüzüstü yatmaya Cenâb-ı Hakk’ın gazap ettiği beyân edilerek bu tür yatış şekli her yerde yasaklanmıştır.

 

 

Çarşı-Pazarda Mescid Edinmek, Namaz Kılmak

Ebû Hüreyre’den nakledildiğine göre Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Kişinin cemaatle kıldığı namazı, evinde ve (alışveriş yaptığı) çarşısında (yalnız kıldığı) namazdan yirmi beş derece daha fazla olur. (Çünkü) sizden biri, tam olarak güzelce abdest aldığı ve namazdan başka bir kasdı olmaksızın camiye gittiği zaman tâ camiye girinceye kadar attığı her adımda, Allah Teâlâ o adımından dolayı onu bir derece (daha) yükseltir ve bir günahını siler. Camiye girince de orada kaldığı müddetçe hep namazda (imiş gibi sevâba nâil) olur. Kimseye eziyet vermeden, abdestini bozmadan namaz kıldığı yerde kaldığı müddetçe (yanındaki) melekler: «İlâhî, onu mağfiret et! İlâhî, ona rahmet eyle!» diye dua ve istiğfâr ederler.” (Buhârî, Salât, 87)

Şerh:

Çarşı ve pazarlar, çokça yalan söylenmesi ve lüzumsuz yere yemin edilmesi gibi sebeplerle pek hoş görülmeyen mekânlardır. Ama buna rağmen oralarda namaz kılınır, cami yapılır ve bu caminin içi en hayırlı mekânlar cümlesinden olur.

Abdest bozmak melekleri rahatsız eder, zira onlar hem maddî kirlerden ve kötü kokulardan, hem de mânevî pislik hâllerinden rahatsız olurlar.

 

 

Camide ve Haricinde Parmakları Birbirine Kenetlemek

Ebû Mûsâ el-Eş’arî’den nakledildiğine göre Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

“Mü’min ile mü’min (birbirlerine karşı) duvar(ın parçaları) gibidirler, biribirlerini sımsıkı tutarlar” buyurmuşlar ve bunu söylerken (mübarek) parmaklarını birbirine geçirip kilitlemişler. (Buhârî, Salât, 88)

{{{

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyurur:

Rasûlullah (s.a.v) bir defasında bize Öğlen veya İkindi namazlarından birini kıldırırken iki rekâttan sonra selam verdiler. Ondan sonra Mescid’in içinde yana uzatılmış bir tahta parçasına doğru kalkıp oraya dayandılar. Sanki gadaplıymış gibi bir hâlleri vardı. Sağ elini sol elinin üstüne koyduktan sonra parmaklarını birbirine geçirip sağ yanağını sol elinin ardına yapıştırdılar. (O vaziyette bakıyorlardı.)

Acele edenler Mescid’in kapılarından çıkıp (kendi kendilerine): «Namaz kısaldı» dediler. Cemaatin içinde Ebû Bekir ve Ömer (r.a) da vardı. Bunlar bir şey söylemekten çekindiler. Yine o cemaatin içinde kolları uzun olduğu için Zü’l-Yedeyn dedikleri bir zât vardı. O zât:

«‒Yâ Rasûlallah, unuttunuz mu? Yoksa namaz mı kısaldı?» diye sordu. Efendimiz (s.a.v):

«‒Ne unuttum, ne de kısaldı» buyurdular. Sonra Efendimiz (s.a.v):

«‒Zü’l-yedeyn’in dediği gibi mi oldu?» diye suâl ettiler. «Evet» denilince (hemen) ileriye varıp namazdan eksik bıraktıkları rekâtları kıldırdılar ve selam verdiler. Ardından tekbir alıp secdeye vardılar. (Her vakitki) secdeleri kadar, yâhud daha uzun müddet secdede kaldılar. Sonra başlarını kaldırıp tekbir aldılar. Akabinde tekbir alıp (yine) secde ettiler. Sonra (yine) başlarını kaldırıp tekbir aldılar.”

Bu hadisin râvîlerinden İbn-i Sîrîn’e:

“‒Sonra selam verdiler mi?” diye sormuşlar. O da:

“‒(İmrân ibn-i Husayn’ın) «Sonra selam verdiler» (dediğini bana haber verdiler)” demiştir. (Buhârî, Salât, 88)

Şerh:

Camide ve cami haricinde teşbîk, yani parmakları birbirine kenetlemekte bir beis yoktur. Ancak camide ve namazda böyle yapmanın mekruh olduğunu söyleyen âlimler vardır.

Hanefiler, diğer rivayetlere de bakarak şu hükme varmışlardır: Namazda yalnız îmâ ve işarette bulunmak caizdir, ancak unutarak veya bilmeden konuşmak namazı bozar.

 

 

Medine Yolundaki Mescidler ve Nebiyy-i Ekrem’in Namaz Kıldığı Yerler

Mûsâ bin Ukbe (r.a) şöyle der:

“Ben Sâlim ibn-i Ab­dullah’ın yolda bir takım mekânlar araştırıp oralarda namaz kıldığını gördüm. O, babası Abdullah ibn-i Ömer’in de bu mekânlarda namaz kılmayı îtiyâd hâline getirdiğini gördüğünü ve Abdullah ibn-i Ömer’in Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’i bu mekânlarda namaz kı­larken gördüğünü naklederdi.” (Buhârî, Salât, 89)

{

Abdullah ibn-i Ömer (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) Umre’ye gittikleri zamanlarda ve Hacc’a çıktıkları vakitte Zü’l-Huleyfe’de, (daha evvel) oradaki mescidin yerinde duran bir Nugaylân ağacı altında konaklardı. Kezâ güzergâhı o yola uğrayan bir gazâdan, hacdan veya umreden döndüklerinde Batn-ı Vâdî’den (Akîk Vâdîsi’nden) inerler, Batn-ı Vâdî’nin üstüne çıkınca da vâdînin ağzında ve doğu tarafındaki Bathâ’ya (yani kumsal yere) konup gecenin sonunda oracıkta sabah oluncaya kadar mola verirlerdi. (Gece istirahatgâhı işte orası olup) ne taş mescidin yanı, ne de üzerinde öteki mescidin yer aldığı Kayatepe idi.

(Abdullah ibn-i Ömer’den nakleden râvî der ki:) Orada, Abdullah’ın namaz kıldığı yerde, içinde birkaç kum yığını bulunan bir haliç (yani derin bir vâdî girintisi) vardı ki, Rasûlullah (s.a.v) orada namaz kılarlarmış. Seller Bathâ’daki kumları getire getire haliçteki kum yığınlarını düzleyip Abdullah’ın namaz kıldığı o yeri belirsiz hâle getirdi.

Yine (râvî der ki:) Abdullah (r.a) Nebiyy-i Ekrem’in Şerefü’r-Ravhâ’daki mescidin berisine tesâdüf eden küçük mescidin yanında namaz kıldıklarını söylerdi. Nebî (s.a.v)’in kıldığı yeri Abdullah bilir ve «Tâ orada, mescidde namaza durduğun vakit sağına düşer» derdi. (Bahsettiği) o mescit de Mekke’ye doğru gittiğin vakit yolunun sağ tarafına gelir. Onunla büyük mescidin arası bir taş atımı veya ona yakın bir mesâfedir. Yine Abdullah, Munsarafü’r-Ravhâ’nın yanındaki Irk’a yani tepeciğe doğru namaz kılardı. Bu tepeciğin bir ucu, Mekke cihetine gittiğin vakit Munsaraf ile kendi arandaki mescidin yakınında caddenin kenarına varır. Oracıkta bir mescit binâ olunmuş ise de, Abdullah (r.a) o mescitte namaz kılmazdı. Onu ya solunda, ya ardında bırakarak mescidin kıble cihetinde Irk’ın kendisine yönelerek namaz kılardı. Abdullah, Ravhâ’dan zevalden sonra çıktığında Öğle namazını oraya gelinceye kadar kılmayıp orada kılar, Mekke’den döndüğünde de oraya sabahtan bir saat evvel veya seher vaktinin sonunda yolu düşerse orada Sabah namazını kılıncaya kadar geceleyip mola verirdi.

Yine Abdullah’ın dediğine göre, Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Ruveyse’ye varmadan caddenin sağında ve alnına gelen cihetinde Ruveyse menzilhânesinin iki millik azıcık berisinde bir tepeciğe kadar geniş ve düz bir yerde bulunan koca bir ağacın altına konarlardı. Bu ağacın yukarısı kırılmış, içi oyulmuştur, ancak kökü hâlâ durur. Dibinde birçok kum yığınları vardır.

Yine Abdullah der ki: Giderken Arac’ın arkasına düşen yokuşca bir sel yatağının kenarında, caddenin sağında ve yolu gösteren kayaların (veya ağaçların) yanında ve onların arasında Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) genişce bir tepeye doğru namaz kıldılar. Namazgâhın yanıbaşında iki üç kabir mevcuttur ki, üstlerinde taş yığınları vardır. Abdullah öğlen vakti Güneş’in zevâlinden sonra Arac’dan kalkıp öğle namazını işte o namazgâhta kılardı.

Yine Abdullah der ki: Rasûlullah (s.a.v) caddenin solunda ve Herşâ dağının ilerisindeki inişte bulunan büyük ağaçların yanında konaklarlardı. Bu iniş Herşâ dağının kenarına bitişiktir. Cadde ile arasında bir ok atımı mesafe vardır. Abdullah işte bu ağaçların en uzun ve yola en yakın olanına doğru namaz kılardı.

Yine Abdullah derdi ki: Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Merru’z-Zahrân’a Medine tarafından en yakın olan yerdeki inişte konaklarlardı. Safrâvât’tan aşağıya inerken yokuşun dibindeki genişlikte ve Mekke’ye gidene göre caddenin sol tarafında Rasûlullah (s.a.v)’in konak mahalli ile cadde arasında bir taş atımından ziyâde mesafe yoktu.

Yine Abdullah der ki: Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Zî-Tuvâ’da konaklayıp sabah oluncaya kadar orada gecelerler ve Mekke’ye girecekleri esnada sabah namazını kılıp öyle girerlerdi. Rasûlullah (s.a.v)’in orada namaz kıldıkları yer, kayadan bir tepe üstündedir. Orada binâ edilen mescidde değil, biraz aşağıda taştan kocaman bir tepe üzerindedir.

Yine Abdullah derdi ki: Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) kendileri ile Kâbe tarafına gelen yüksek dağ arasındaki iki tepeyi karşılarına alıp namaz kıldılar.

Râvî der ki: Abdullah ibn-i Ömer (r.a) o iki tepeyi karşısına almakla o mahalde binâ edilen mescidi taş tepenin kenarındaki mescidin sol tarafına almış olurdu. Nebiyy-i Ekrem’in namaz kıldıkları yer, taştepe kenarındaki bu mescidin altbaşında kara taş üstündedir. Taştepe kenarındaki mescitten on arşın veya ona yakın ayrılıp seninle Kâbe arasına düşen dağın o iki tepesini karşına alarak namaz kılarsın.” (Buhârî, Salât, 89)

Şerh:

Şerefü’r-Ravhâ, Medine’ye iki konak mesafede mübarek bir yerdir. Faziletine dâir hadis-i şerifler vardır.

Zü’l-Huleyfe, Medine ahâlîsinin mîkâtıdır. Oradan ihrama girip hacc ve umreye giderler. Medine’ye dört mil mesafededir.

Vâdi’l-Akîk, Medine civarında hurmalıkları ve pınarları olan bir yerdir.

Munsaraf, Mekke ile Bedir’in ortasında dörder berîd yani dört konak mesafededir.

Ruveyse, Medine ile arasında on yedi fersah olan büyük bir köydür.

Arac veya Arc, Ruveyse’den 13, 14 mil uzakta büyükçe bir köydür.

Merru’z-Zahrân, Mekke’ye bir merhale mesafededir.

Safrâvât, Mekke ile Medine arasında Merru’z-Zahrân’a yakın bir yer ismidir.

Hadiste târîf edilen mekânlar, uzun seneler zarfında tekerrür eden hava hareketlerinin tesiriyle ekseri­yâ yok olmuştur.

Şârih Aynî, Medine içinde ve civarında, rivayetlerle sâbit olan, Efendimiz’in namaz kıldığı 48 kadar namazgâhı zikreder. Zira Ömer ibn-i Abdülaziz (r.a), Medine ehline sorup öğrenmiş ve Efendimiz’in namaz kıldığı mescidleri nakışlı taşlarla yeniden binâ etmişti. Bunlardan onların zamanına kadar gelebilen sekiz mübarek mescid şunlardır:

  1. Kubâ Mescidi
  2. Bunun doğusuna düşen Fudayh Mescidi
  3. Benû Kurayza Mescidi
  4. Meşrübetü Ümmi İbrahim (Benû Kurayza Mescidi’nin kuzeyinde)
  5. Benû Zafer Mescidi (Bakî’in doğusunda olup Mescidu’l-Bağle diye de bilinir.)
  6. Benû Muâviye Mescidi (Mescidu’l-İcâbe diye de bilinir.)
  7. Mescidü’l-Feth (Selʻ Dağı’nın yanındadır.)
  8. Mescidü’l-Kıbleteyn (Benû Selime yurdundadır.) (İbn-i Hacer, Fethü’l-Bârî, II, 443 [Salât, 89])

İbn-i Hacer’in bu yazdıkları üzerinden 500 küsur sene daha geçmiş ve bunların bir kısmı da ortadan kaybolmuştur.

 

 

 

İmamın Sütresi Arkasındaki Cemaatin de Sütresidir

Abdullah ibn-i Ömer’den nakledildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) bayram günü (namaza) çıktıkları zaman (hizmetçisine) bir harbe taşımanısı emrederlerdi. (O harbe namazda) karşısına dikilir, kendisi de ona doğru namaz kılar, insanlar da arkasından namaza dururlardı. Bunu seferde de yaparlardı.

(Râvî der ki:) Devlet başkanlarının (bayram namazlarında) harbe taşıtması bundan ileri geliyor. (Buhârî, Salât, 90)

Şerh:

Harbe, kısa ve ucunda sivri demir bulunan mızraktır.

Sütre, namaz kılan kimsenin önünden geçilmesine mâni olmak için konan veya bu maksatla kendisine yönelinen şeye denir.

Sahra ve benzeri açık yerlerde namaz kılan kimse, önünden birinin geçme ihtimali varsa sağ veya sol kaşının hizasına en az bir arşın boyunda kalın veya ince bir ağaç diker. Dikilmesi mümkün olmazsa ağacı boyuna uzatır veya önüne uzunlamasına bir çizgi çizer. Enine yarım daire şeklinde bir çizgi çizilmesi de caizdir. Direk ve sandalye gibi şeyler de sütre vazifesini görür.

Duvarsız yerde namaz kılan kimsenin, önünden insan geçme ihtimali olduğunda, namaz kıldığına alâmet olmak üzere kıble cihetine bir sütre dikmesinin mendûb ol­duğunda ittifak vardır. Kimsenin geçmeyeceğine emin olan kişi de, İmam Mâlik ile İmam Şafiî’ye göre, bu husustaki hadislerin çokluğu sebebiyle yine sütre dikmekle mükelleftir. Bununla birlikte tâbiînin büyüklerinden bazılarının açık alanda sütresiz namaz kıldıkları da rivayet olunmaktadır.

İmamın sütresi, cemaatin de sütresidir.

{{{

Ebû Cuhayfe (r.a), Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in Bathâ’da önünde bir harbe (dikilmiş) olduğu halde Öğlen ile İkidi namazlarını ikişer rekât kıldırdığını ve (namaz içinde iken) önünden kadın da, merkep de geçtiğini rivayet etmiştir. (Buhârî, Salât, 90)

Şerh:

Âlimlerin cumhuru, namaz kılan ile sütresi arasından geçmenin haram olduğu görüşünde iseler de geçen insan veya hayvan, namazı bozmaz.

Namaz kılan insanın önünden geçmek onun huşûunu bozacağı için haramdır. Namaz kılan kişi mümkün olduğunca önünden geçen kimseyi engellemeye çalışır, ama onunla mücadeleye girmez.

 

 

Namaz Kılan ile Sütrenin Arası Ne Kadar Olmalı?

Sehl ibn-i Sa’d (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in namaz kıldıkları yer ile (kıble cihetindeki) duvar arasında bir davar geçebile­cek kadar mesafe olurdu.” (Buhârî, Salât, 91)

Şerh:

Yani namaz kılarken sütreye yakın durmalıdır ki kimse önünden geçerek huzûrunu bozmasın.

 

 

Ucu Demirli Kısa Mızrağa Doğru Namaz Kılmak

Enes ibn-i Mâlik (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah (s.a.v) kazâ-yı hâcete çıktıkları zaman bir çocukla beraber yanımızda alt ucu demirli bir asâ veya demirsiz bir asâ yahut da ucu demirli kısa bir mızrak, bir de su matarası olduğu halde (hizmet için) ardından giderdik. İşini bitirince matarayı kendilerine verirdik.” (Buhârî, Salât, 93)

Şerh:

Yani sütrenin kalınlığının mızrak kadar, uzunluğunun da bir zirâ ve üstü olması müstahaptır.

 

 

Direğe Doğru Namaz Kılmak

Yezîd ibn-i Ebî Ubeyd (r.a) şöyle anlatır:

“Ben, Seleme bin Ekva’ (r.a) ile beraber geliyordum. O, Mushaf’ın yanındaki direğe doğru namaz kılardı. Ben ona:

«‒Ey Ebû Müslim, hep bu direğin yanında namaz kılmaya çalıştığını görüyo­rum!» dedim. O da:

«‒Ben, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in bu direğin yanında na­maz kılmaya gayret ettiğini gördüm» dedi.” (Buhârî, Salât, 95; Müslim, Salât, 264; Ahmed, IV, 48)

Şerh:

Sütre arkasında namaz meşru olunca, direk arkasında kılmak evleviyetle meşrûdur. Sütreye yönelmenin mendûb sûreti ise, onu ya sağ, ya da sol kaşın hizâ­sına almaktır.

Burada bahsedilen direk, Üstüvânetü’l-Muhacirîn ismiyle bilinir. Muhacirler onun yanında toplanırlardı. Buna Üstüvânetü Âişe de denir. Osman (r.a) zamanında çoğaltılan mushaflardan Medine’de bırakılanı, bu direğin yanındaki bir sandığa konurdu. Nitekim Ubeydullâh bin Abdullah, Medine Mushafı’nın Mescid-i Nebevî’de muhafaza edildiğini ve her sabah cemaate okunduğunu haber verir.[23]

Hz. Âişe (r.a) şöyle buyurmuştur:

“İnsanlar bu direğin faziletini bilseler, orada namaz kılabilmek için oklarını alıp birbirleriyle çarpışırlar.”

Âişe vâlidemiz bu direğin faziletiyle ilgili yeğeni Abdullah ibn-i Zübeyr’e gizlice bazı şeyler söylemişti. Bu sebeple İbn-i Zübeyr (r.a) orada çok namaz kılardı. (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, IV, 453)

Bununla birlikte Mescid-i Nebevî’nin her bir direğinin kendine mahsus fazileti vardır. Her birinin yanında Rasûlullah (s.a.v) ve ashabı nice derin yakarışlar ve gözyaşlarıyla uzun uzun namazlar kılmışlardır. Enes (r.a) şöyle buyuruyor:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in ashabının büyüklerini gördüm, akşam olunca Mescid’in direklerine koşuşurlardı.” (Buhârî, Salât, 95)

 

 

İki Direk Arasında Cemaat Olmaksızın Namaz Kılmak

Abdullah ibn-i Ömer (r.a) şöyle haber verdi:

“Rasûlullah (s.a.v), Kâbe’nin içine girdiler. Beraberinde Üsâme bin Zeyd, Bilâl ve Osman ibn-i Talha el-Hacebî de girdiler. Osman el-Hacebî Rasûlullah (s.a.v)’in üzerine Kâbe’nin kapısını kilitledi. Rasûlullah (s.a.v) içeride bir müd­det kaldılar. Bilâl (r.a), dışarı çıktığı anda kendisine:

«‒Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) ne yaptılar?» diye sordum.

Bilâl (r.a):

«‒Bir direği sol, bir direği sağ, üç direği de arka taraflarına aldılar, (Beyt o zaman altı direk üzerinde idi) sonra namaz kıldılar» dedi.”

Diğer rivayette:

“İki direği sağ taraflarına aldılar…” demiştir. (Buhârî, Salât, 96)

Şerh:

Tek başına namaz kılan kişinin iki direk arasında namaz kılması caizdir. Buhârî’nin bâb başlığında “Cemaat olmaksızın” kaydını getirmesi, direklerin safları bölmesi sebebiyledir. Zira cemaatle namaz kılarken safların tertipli, düzenli ve sık olması istenmektedir.

 

 

 

Bineğe, Deveye, Ağaca ve Semere Doğru Namaz Kılmak

İbn-i Ömer’in Nebiyy-i Ekrem’den rivayet ettiğine göre Efendimiz (s.a.v) binek devesini yan çevirir ve ona doğru namaz kılarlardı.

İbn-i Ömer’den bu hadisi rivayet eden Nâfi’ye:

“‒Ya develer hareket ederse ne (yapmalı) dersin?” diye soruldu. O da:

“‒Rasûlullah (s.a.v) (böyle bir hâl vukûunda) semeri alıp diker ve semerin arkasındaki çıkıntıya doğru namaz kılarlardı. İbn-i Ömer de böyle yapardı” cevabını verdi. (Buhârî, Salât, 98)

Şerh:

Harbe, asâ, direk, yenilmesi helâl ve temiz bir hayvan, dikine konulan bir semer gibi bir şeyi sütre edinmek meşru olduğuna kıyâsen, ağaçları sütre edinmek de öncelikle caizdir.

Nitekim Hz. Ali (r.a) şöyle buyurur:

“Bedir gecesi bizden herkes uyudu, ancak Rasûlullah (s.a.v) bir ağaca doğru sabaha kadar namaz kılıp dua ettiler, (ağladılar). O gün içimizde Mikdâd ibn-i Esved’den başka atlı yoktu.” (Ahmed, I, 138, 125)

 

 

 

Yatan İnsana Doğru Namaz Kılmak

Hz. Âişe (r.a) şöyle demiştir:

“Siz, biz kadınları kelp ve merkeple bir mi tutuyorsunuz? Kasem olsun ki, Efendimiz (s.a.v)’in öyle hâlini bilirim ki, ben, karyola üzerinde yan yatmış bulunurdum da Nebî (s.a.v) teşrif eder, karyolanın ortasına doğru yönelerek namaza dururlardı. Ben bir ihtiyaç üzerine kalkmak istediğimde (oturup) kıblesine karşı gelerek kendilerine eziyet vermeyeyim diye yatağın ayak tarafından yorganımdan sıyrılıp çıkardım.” (Buhârî, Salât, 99)

Şerh:

Diğer rivayette Hz. Âişe validemiz, bu hadisin râvîlerinden olan Esved ibn-i Yezîd’e:

“‒Namazı kesen şeyler nelerdir?” diye sormuş, o da Irak ehlinin mezhebine göre kadın ile köpeğin namazı keseceğini, bozacağını söylemiş. İşte bunun üzerine Hz. Âişe (r.a) yukarıdaki sözü söylemiştir.

Kadın, namaz kılanın kıblesine uzandığında onun namazını bozmazsa, önünden geçmesi hiç bozmaz.

 

 

Namaz Kılanın, Önünden Geçene Mâni Olması

Ebû Sâlih es-Semmân şöyle anlatır:

“Ben Ebû Saîd el-Hudrî’yi bir Cuma günü, kendisini (gelip geçen) insanlardan setr edecek bir şeye doğru namaz kılarken gördüm. Ebû Muayt Oğulları’ndan bir genç önünden geçmek istedi. Ebû Saîd (r.a) de onun sadrına dokunarak geçmesine mâni oldu. O genç etrafına bakındı, fakat onun önünden başka geçecek yer bulamadı. Bunun üzerine dö­nüp yine geçmeye davrandı. Ebû Saîd (r.a), evvelkinden daha şiddetli sû­rette onu def etti. Bunun üzerine o genç Ebû Saîd’e sövdükten sonra (Medine vâlîsi olan) Mervân’ın yanına gidip, Ebû Saîd’in bu muamelesini şikâyet etti. Arkasından Ebû Saîd (r.a) de Mervân’ın yanına girdi. Mervân:

«‒Ey Ebû Saîd, şu kardeşinin oğlu ile ne alıp ve­remiyorsun?» dedi. O da şöyle buyurdu:

«‒Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’den işittim, şöyle buyuruyorlardı:

“İçinizden biri, kendisini gelip geçen insanlardan ko­ruyacak bir sütreye doğru namaza durup da biri önünden geçmeye dav­ranacak olursa onu engellesin; dinlemezse onunla mücâdele etsin, çünkü o ancak bir şeytandır”.».” (Buhârî, Salât, 100)

Şerh:

Sütre edinmek müstehaptır. Sütresiz namaza duran kimselere, önlerinden geçen insanlara mânî olma hakkı tanınmamıştır. Sütreye doğru namaz kılan kişinin, önünden geçmek isteyen kimseye mânî olması ise menduptur. Bu kişi, önünden geçmek isteyen kimseyi amel-i yesîr (az hareket) ile ve Mesela eliyle meneder. Eli yetişmeyecek kadar uzak ise, yüksek sesle tesbih getirerek veya işaretle men eder. Namazda yürümesi ve yerini terketmesi doğru değildir.

 

 

Namaz Kılanın Önünden Geçmenin Günahı

Sahabi Hâlid ibn-i Zeyd (r.a), Büsr ibn-i Saîd’i, namaz kılanın önünden geçen kimse hakkında Allah Rasûlü’nden ne işittiğini sormak üzere Ebû Cüheym el-Ensarî’ye yolladı. Ebû Cüheym (r.a) de şöyle dedi:

“Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

«Namaz kılanın önünden geçen kimse, üzerine ne kadar (günah) aldığını bilse onun önünden geçmektense kırk (bilmem şu kadar zaman yerinde) durmayı daha hayırlı bulur».”

Râvî Ebu’n-Nadr der ki:

“Kırk gün mü, ay mı, yoksa yıl mı dedi bilemiyorum.” (Buhârî, Salât, 101)

Şerh:

Namaz kılan kişinin önünden geçmek kötü bir fiildir ve bunu yapan kimse günahkâr olur.

Bazı fakihler şöyle demişlerdir:

– Geçen kimsenin başka yerden gitme imkânı var ve namaz kılan da sütre edinmemiş ve insanların geçeceği yere namaza durmuşsa ikisi de günahkâr olurlar.

– Geçen kimsenin başka yerden gitme imkânı yok, namaz kılan da gerekli tedbirlerini almışsa ikisine de günah yoktur.

– Namaz kılan lüzumlu tedbirleri almış, önünden geçenin ise başka yerden geçme imkânı varsa sadece önden geçen günahkâr olur.

– Namaz kılan tedbirlerini almamış, önünden geçenin de başka yerden geçme imkânı yoksa sadece namaz kılan günahkâr olur.

Namaz kılan kişi Cenâb-ı Hak ile münâcât hâlinde olduğu için onu hiçbir şekilde meşgul etmemek, huşû ve huzûrunu bozmamak îcâb eder.

Aynı şekilde insan yüzüne karşı namaz kılmak veya namaz kılan kişinin karşısına geçip onunla yüzyüze gelmek de mekruh görülmüştür.

 

 

Uyuyan Kişinin Arka Tarafında Namaz Kılmak

Hz. Âişe (r.a) şöyle der:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), ben onun yatağında enlemesine yatıp uyuduğum halde (bana doğru) namazını kılar ve Vitri kılmak istedikleri sırada beni de uyandırırlardı. Vitri kendileriyle birlikte kılardım.” (Buhârî, Salât, 103)

Şerh:

Bu hadisten, uyuyan kimsenin arkasında namaz kılmanın caiz olduğu hükmü istinbât edilmiştir/çıkarılmıştır. İmam Mâlik, Mücâhid, Tâvûs (r.a) ise uyuyandan, namaz kılanı meşgul edecek bir şey sâdır olması ihtimaline ve namazı tenzih maksadına binâen bunu mekruh saymışlardır.

 

 

Namazda Küçük Kız Çocuğunu Boyna Almak

Ebû Katâde (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v), kızı Zeyneb’in, Ebû’l-Âs ibnu’r-Rebî’ten olan kızı Ümâme’yi boynunda taşıyarak namaz kılarlardı. Secdeye vardıkları zaman onu yere koyar, secdeden kalkınca tekrar alırlardı.” (Buhârî, Salât, 106)

Şerh:

Rasûlullah Efendimiz’in böyle yapması, cevazını beyân içindir. Şafiî ve Ahmed ibn-i Hanbel’in mezhebleri de budur. Sâdece Mâlikîler cevazı kabul etmezler.

Hanefilere göre o esnada Ümâme’ye bakacak kimse olmadığı için Rasûlullah (s.a.v) onu boynuna almak mecburiyetinde kalmışlardı. Zamanımızda da ihtiyaç ânında böyle bir şey yapmakta kerahat yoktur. Ama ihtiyaç olmadığı halde böyle yapmak mekruhtur.

Müslim’deki “Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’i, omuzunda Ümâme olduğu hâlde imam olarak halka namaz kıldırırken gördüm”[24] rivayeti, bunun farz namazda yapıldığını açıkça göstermektedir. Zaten Rasûlullah Efendimiz’in âdeti, sadece farz namazları Mescid’de kılmak, sün­net ve nafileleri ise evinde kılmaktı.

Bazı âlimler şöyle demişlerdir:

Ümâme’nin namazda iken omuzda taşınmasındaki sır, kızları sevmemek, onları kucağa almaktan çekinmek gibi çirkin câhiliye âdetlerini hükmen iptal etmektir. Allah Rasûlü (s.a.v), bu manasız çekinme ve kibri şiddetle reddetmek için, küçük kız çocuklarının namazda bile omuza alınabileceğini bilfiil göstermiş oldular ki, fiil ile beyân, söz ile beyandan elbette daha kuvvetlidir.


 

Kadın, Namaz Kılanın Üzerindeki Pisliği Atabilir

Abdullah ibn-i Mes’ûd (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v), Kâbe’nin yanında kalkıp namaz kıldığı sırada, Kureyş’ten bir topluluk da kendi meclislerinde oturmaktaydılar. Onlardan biri:

«–(Hâşâ!) Şu riyâkâra bakın! Hanginiz falanca ailenin yeni boğazlanan devesinin yanına gider de işkenbesindeki tersini, kanını, döl yatağını alıp geti­rir, sonra onu şunun yanında bekletir ve O secdeye vardığı zaman iki kürek kemiğinin arasına koyar?» dedi.

Oradakilerin en şakîsi koşup gitti ve söylenen şeyleri getirdi. Rasûlullah (s.a.v) secdeye vardıklarında onu iki küreği arasına koydu. Allah Rasûlü (s.a.v) secde vaziyetinde başını kaldırmadan sa­bit durdular. Müşrikler gülmeye başladılar, hatta gülmekten dolayı bir­birlerine doğru meylettiler. Bir kişi hemen Hz. Fâtıma’ya gidip haber verdi. Fâtıma o zaman küçük bir kızdı. Koşarak geldi. Nebî (s.a.v) hâlâ secde vaziyetinde sabit duruyorlardı. Nihayet Fâtıma (r.a) o şeyi sırtından atıp uzaklaştırdı ve o heriflere karşı dönüp ağır sözler söyledi. Rasûlullah (s.a.v) namazını tamamladıkları vakit üç defa:

«Allah’ım, Kureyş’i Sana havâle ediyorum! Allah’ım, Kureyş’i Sana havâle ediyorum! Allah’ım, Kureyş’i Sana havâle ediyorum!» diye dua ettiler. Sonra da isimlerini söyleyerek:

«Allah’ım, Amr ibn-i Hişâm’ı, Utbe bin Rebîa’yı, Şeybe bin Rebîa’yı, Velîd ibn-i Utbe’yi, Ümeyye bin Halef’i, Ukbe bin Ebî Muayt’ı ve Umâre bin Velîd’i Sana havâle ediyorum!» diye niyâz ettiler.

Allah’a yemin ederim ki, bu isimleri sayılanları, Bedr gününde yıkılıp yere serilmiş vaziyette gördüm. Son­ra bunların cesedleri kuyuya, yani Bedr’deki çukura sürüklendiler. Bundan sonra Rasûlullah (s.a.v):

«–Ashabu Kalîb’in (yani bu kuyuya atı­lanların) ardından hemen lânet gönderildi!» buyurdular.” (Buhârî, Salât, 109)

Şerh:

Yani onlar dünyada öldürüldükleri gibi Âhiret’te de Allah Teâlâ’nın rahmetinden uzak kalacaklardır.

Burada zikredilen kavmin en şakisi, yani en kötüsü Ukbe bin Ebî Muayt (aleyhi’l-la’ne) idi. Amr bin Hişâm da Ebû Cehil (aleyhi’l-la’ne)’dir.

Kadın, namaz kılan kişinin üzerinden eziyet veren şeyi alıp atarken hangi yönden alması mümkünse o taraftan alır. Bu yaptığı, onun namaz kılanın önünden geçmesinden daha aşağı bir durum değildir. Tüm bunlar namazı bozmaz.

 

 

KİTÂBU MEVÂKÎTİ’S-SALÂT

(Namaz Vakitleri Kitabı)

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken (daima) Allah’ı zikredin! (Savaş bitip) huzûra kavuşunca ise namazı (normal hâliyle) ikâme edin; çünkü namaz mü’minler üzerine vakitleri belli bir farzdır.” (en-Nisâ, 103)

Yani Allah Teâlâ mü’minlere bu farzın vakitlerini tayin etmiştir.

 


 

Namaz Vakitlerini Allah Teâlâ Tayin Etmiştir

İbn-i Şihâb (rahmetullâhi aleyh) anlatır:

Ömer ibn-i Abdilazîz (r.a) bir gün ikindi namazını geciktirmişti. Zübeyr ibnu’l-Avvâm’ın oğlu Urve onun yanına giderek şunları söyledi:

Mugîre ibn-i Şu’be (r.a) Irak’ta iken bir gün (nasılsa İkindi) namazını geciktirmişti. Bunun üzerine Ebû Mes’ûd el-Ensarî (r.a) onun yanına giderek:

“–Muğîre, bu yaptığın nedir? Bilmiyor musun ki, Cibril (a.s) inip namaz kıldı. Rasûlullah (s.a.v) de ardında kıldı. Sonra bir daha kıldı. Rasûlullah (s.av) de ardında bir daha kıldı. Sonra bir daha kıldı. Rasûlullah (s.av) de ardında bir daha kıldı. Sonra bir daha kıldı. Rasûlullah (s.av) de ardında bir daha kıldı. Sonra bir daha kıldı. Rasûlullah (s.av) de ardında bir daha kıldı. Sonra:

«–İşte bununla emrolundun» dedi.”

Bu sözlerin sonunda Ömer ibn-i Abdilazîz (r.a), Urve’ye:

“–Ne dediğine dikkat et! Namaz vakitlerini Rasûlullah (s.a.v) için tayin eden Cibril’in kendisi midir?” dedi.

Bunun üzerine Urve de:

“–Beşîr ibn Ebî Mes’ûd, babasından böyle tahdîs ederdi” dedi.” (Buhârî, Mevâkîti’s-Salât, 1)

Şerh:

Bu vakitler el-İsrâ 78, Hûd 114, Tâhâ 130, er-Rûm 30 gibi âyetlerle öğle, ikindi, akşam, yatsı, sabah diye beş vakit olmak üzere tayin edilmiş ve hususî sınırlarıyla sınırlanıp tarifi de Rasûlullah (s.a.v) tarafından beyan ve tafsil edilmiştir. Ve o vakitten beri teâmülen de müslümânlar arasında dînî zarûretlerden olarak zaptedilmiştir. (Elmalılı, Hak Dîni, II, 1448-1449)

Cibril’in namaz vakitlerini öğretmek için inmesi, Mirâc gecesinin hemen akabindeki günde vâki olmuştu. Beş vakit namaz ümmete Mirâc esnasında farz kılınmış, müteakiben Cibril (a.s), bu beş farzdan her birinin başlama ve bitme zamanlarını göstermeye gelmiştir.

Ebû Dâvûd, Nesâî ve Tirmîzî’nin Sünen’lerinde Câbir ibn-i Abdillah, İbn-i Abbas ve Ebû Hüreyre’den rivayet edilen uzunca hadiste namaz vakitlerinin ev­velleri ile sonları gösterilmiştir.

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşladır:

“Cebrail (a.s) bana Beyt’in yanında iki gün imam olup namaz kıldırdı. İlk gün Öğle’yi Güneş batıya meyledip (gölge) nalinin tasması kadar olduğu zaman; İkindi’yi, her şeyin gölgesi kendisi kadar olunca; Akşam’ı, Güneş batıp oruç­lunun iftar ettiği vakitte; Yatsı’yı, şafak kaybolunca; Sabah’ı da fecir doğup oruç­luya yeme içmenin haram olduğu zaman kıldırdı.

Ertesi gün ise Öğle’yi, her şeyin gölgesi kendisi kadar; İkindi’yi, iki misli olunca; Akşam’ı, ilk günkü vaktinde Güneş batıp oruçlunun iftar ettiği vakitte; Yatsı’yı, gecenin ilk üçte biri geçince; Sabah’ı da ortalık ağarınca kıldırdı. Sonra da bana dönüp şöyle dedi:

«–Ya Muhammed, bu, senden evvelki nebilerin vaktidir ve namazların vakitleri, bu iki vakitlerin arasıdır».” (Ebû Dâvûd, Salât, 2/393; Tirmizî, Salât, 1/149)

Cebrail (a.s), Akşam namazını iki günde de aynı vakitte yani Güneş batınca hemen kıldırmıştır. Dolayısıyla onu hiç geciktirmemeye dikkat etmelidir.

Süleyman bin Büreyde’nin babasından rivayet ettiğine göre bir adam Allah Rasûlü’ne namaz vakitlerini sordu. Efendimiz (s.a.v):

“−Bizimle birlikte şu iki günün namazlarını kıl!” buyurdular ve ardından birinci gün beş vakit namazı ilk vaktinde, ikinci gün ise son vaktinde kıldırdılar. Daha sonra da:

“−Namaz vakitlerini öğrenmek isteyen kişi nerede?” diye sordular. O sahabi:

“−Buradayım yâ Rasûlallah!” deyince Allah Rasûlü (s.a.v):

“−Namazlar, bu gördüğün vakitler arasında kılınır” buyurdular. (Müslim, Mesâcid, 176)

 

 

 

Namaz Günahlara Keffârettir

Huzeyfe (r.a) anlatıyor:

Hz. Ömer’in yanında oturuyorduk. Bize:

«–Rasûlullah (s.a.v)’in fitne hakkındaki hadis-i şerifini kim hafızasında tutuyor?» dedi. Ben atılıp:

«–Ben biliyorum! Hem de nasıl söylediyse öylece!» dedim.

«–Sen ona yani Efendimiz’den hadis nakletmeye (veya) buna yani bu hususta söz söylemeye karşı çok cür’etkârsın! Söyle bakalım!» dedi.

Ben:

«–Rasûlullah (s.a.v)’i işittim, şöyle buyuruyorlardı:

“Kişinin fitnesi ehlinde, malında, evlâdında ve komşusunda olur. Namaz, oruç, sadaka, emr bi’l-maruf ve nehy ani’l-münker bu fitneye (bu sebeplerle girdiği günahlara) keffaret olur!”.»

Ömer (r.a):

«–Ben bu fitneyi kastetmemiştim. Ben denizin dalgaları gibi dalgalanacak (bütün cemiyeti sarsacak) fitneyi kastetmiştim!» dedi. Bunun üzerine ben:

«–Ey Mü’minlerin Emîri! O fitneden size bir zarar dokunmayacak. Çünkü sizinle onun arasında kilitli bir kapı mevcut!» dedim.

«–Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?» dedi.

«–Kırılacak!» dedim. Hz. Ömer (hayıflanarak):

«–(Eyvah!) Öyleyse bir daha ebediyyen kilitlenmeyecek!» buyurdu.”

Râvî diyor ki:

Huzeyfe’ye:

“–Ömer (r.a) bu kapının kim olduğunu biliyor muydu?” diye sorduk.

Huzeyfe (r.a):

“–Evet, yarından evvel bu gecenin geldiğini bildiği gibi biliyordu. Ben ona hadis-i şerif naklettim, kendiliğimden yalan yanlış şeyler söylemedim!” cevabını verdi.

Huzeyfe’ye kendimiz sormaya cesâret edemedik de Mesrûk’a o kapının kim olduğunu sordurduk. Huzeyfe (r.a):

“–Kapı, Hz. Ömer’in kendisiydi!” cevabını verdi. (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât 4, Zekât 23, Savm 3, Menâkıb 25, Fiten 17; Müslim, Fiten 17)

Şerh:

Sağlam kapı açıldığında tekrar kilitlenebilir, kırılan kapı ise kilitlenmesi bir tarafa kapatılması bile imkânsızdır. Hz. Ömer’in şehîd edilmesi, dış kapının, Hz. Osman’in şehid edilmesi de iç kapının kırılmasıdır.

{{{

İbn-i Mes’ûd (r.a) şöyle demiştir:

“Bir defasında bir kimse yabancı bir kadından bir bûse aldı. Sonra da pişman olarak Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e gelip keyfiyyeti haber verdi. Bunun üzerine Allah (azze ve celle) Hazretleri şu âyet-i kerimeyi inzâl buyurdu:

«Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl! Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır.» (Hûd, 114)

O kimse:

«–Yâ Rasûlallah, bu yalnız benim için mi?» diye sordu.

Rasûlullah (s.a.v):

«–Ümmetimin tamamı içindir!» buyurdular.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 4)

Şerh:

Mü’minin sâlih amelleri, muhtelif sebeplerle içine düştüğü küçük günahlarının affedilmesine vesile olur.

 

 

 

Namazı Vaktinde Kılmanın Fazileti

Abdullah ibn-i Mes’ûd (r.a) şöyle demiştir:

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e:

“–Amellerin hangisi Allah’a daha sevgilidir?” diye sordum.

“–Vaktinde kılınan namaz!” buyurdular.

“–Sonra hangisi?” dedim.

“–Anne-babaya iyilik!” buyurdular.

“–Sonra hangisi?” dedim.

“–Allah yolunda cihâd!” buyurdular.

Bunları bana Rasûlullah (s.a.v) söylediler. Daha fazla soraydım başka ameller de söylerlerdi.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 5)

Şerh:

Muhtelif hadis-i şeriflerde Rasûlullah Efendimiz’in bu suâle verdikleri cevaplar farklılık arzetmektedir. Bu durum, sual soran kişilerle suâlin sorulduğu vakitlerin farklı olmasından kaynaklanmaktadır.

“En faziletli” ifâdesinin, “faziletli olan amellerden biri” manasına geldiğini söyleyenler de vardır.

Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ’yı münâcât ve kelâmı için davet ettiğinde Mûsâ (a.s) acele etti ve hemen gitti. Cenâb-ı Hak ona:

“Seni acele ile kavminden ayrılmaya sevkeden nedir, ey Mûsâ!” buyurdu. O da:

“İşte, onlar da benim peşimdeler. Ben, râzı olasın diye sana acele ile geldim ey Rabbim!” dedi. (Tâ-hâ, 83-84)

Demek ki Allah ile münâcât için acele etmek, onun rızâsını kazanmaya vesile oluyor. Bu sebeple, mü’minin Allah ile münâcâtı olan namazı hemen ilk vaktinde kılmaya gayret etmek lazımdır.

 

 

 

Beş Vakit Namaz, Aralarındaki Günahlara Keffâret Olur

Ebû Hüreyre (r.a) Rasûlullah Efendimiz’in şöyle buyurduklarını işitmiştir:

“–Söyleyin, birinizin kapısı önünde bir akarsu bulunsa, (hâne sâhibi de) günde beş defa içinde yıkansa, bu durum onun vücûdunun kirinden, pasından bir şey bırakır mı, ne dersiniz?”

Ashab-ı kiram:

“–Hayır, onun kir ve pasından hiçbir şey bırakmaz” dediler.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

“–Beş (vakit) namaz da işte bunun gibidir. Allah Teâlâ onlarla günahları yıkar, siler.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 6)

Şerh:

Bu hadis-i şerif zâhiren küçük ve büyük günahlara şâmil ise de, cumhûr bunları küçük günahlar ile kayıtlamaktadır.

 

 

Namaz Kılan Kişi Rabbiyle Başbaşa Görüşmektedir

Enes (r.a)’den nakledildiğine göre Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Secde ederken (secdenizi) i’tidâl üzere yapınız! (Namaz kılan kimse) kollarını köpek gibi yere yaymasın! (Mecbur kalıp) tükürdüğü vakit de ne önüne, ne sağına tükürsün! Çünkü o, Rabbi ile münâcât etmektedir.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 8)

Şerh:

Münâcât, kişinin Rabbiyle başbaşa gizlice konuşması, kimseye duyurmadan fısıldaşması, içini açıp samimiyetle dua etmesidir. İşte namaz böylesine yüksek bir mana taşır.

Secdede i’tidâl, iki avucu yere dayayıp dirsekleri yerden ve iki yanından ayırmak ve karnını uyluğun­dan uzak tutmak sûretiyle olur ki, buna “Tecnîh” denir. Bu şekilde insan daha canlı ve diri olur.

Dirsekleri yere yapıştırıp kolları yaymak, köpek oturuşuna benzer çir­kin bir hâldir. Namazda gevşekliğin ve ona îtinâ göstermemenin bir alâmetidir.

 

 

Yazın Sıcağında Öğle Namazını Serine Bırakmak

Ebû Hüreyre’den nakledildiğine göre Nebî (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Sıcak şiddetlendiği vakit Öğle namazını serinliğe bırakınız! Zira sıcağın şiddeti Cehennem’in kaynamasındandır. Cehennem, Rabbine şikâyette bulunarak:

«–Yâ Rabbî, bir kısmım bir kısmımı yiyor!» dedi.

Allah Teâlâ da iki defa nefes almasına izin verdi. Nefesin biri kışın, diğeri yazındır. En çok marûz olduğunuz sıcak ile sizi en ziyâde üşüten zemherîr (işte budur).” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 9)

Şerh:

İbrâd (serine bırakmak), burada Öğle namazını vaktinin evvelinde kılmayıp ortalığın biraz se­rinlediği zamana kadar tehir etmektir. İbrâd hakkındaki bu emir, vücûb için olmayıp, müstehaplık bildirmektedir. Gölge olmayan saatte, sıcakta cemaate gitmekte me­şakkat olacağından, ümmet hakkında bir hafifletme olmak üzere buna ruhsat verilmiştir. Vaktin evvelinde kılmanın faziletine bakarak, bu ibrâdı namaz vak­tinin tazeliği manâsına hamledenler de vardır…

Yeryüzünde sıcaklığın şiddetinin Cehennem’in kaynamasından olması, kinâye ve me­câz kabilinden olduğu gibi, ateşin şikâyeti ve nefes alması da mecâzîdir. Bununla beraber bunların hakikat olmasına da hiçbir aklî engel yoktur. Aklî bir mâni gösterebilmek için bunların hakikatlerine muttali olmamız lazım gelir ki, böyle bir iddia kimsenin hatırından geçmez. (Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 477-478)

 

 

 

 

Seferde Öğle Namazını Serinliğe Bırakmak

Ebû Zerr (r.a) şöyle anlatır:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) ile birlikte bir seferde bulunuyorduk. Müezzin (Bilâl-i Habeşî) Öğlen ezânını okumak istedi. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

«–Serinliği bekle (de öyle oku)!» buyurdular.

(Bir müddet) sonra yine okumaya davrandı. Yine:

«–Serinliği bekle (de öyle oku)!» buyurdular.

(Müezzin) tepelerin gölgelerini uzanmış gördüğümüz zamana kadar bekledi. Bunun üzerine Nebî (s.a.v):

«–Şüphesiz sıcağın şiddeti Cehennem’in kaynamasındandır. Binâenaleyh sıcak şiddetlendiği zaman namazı serinliğe bırakınız!» buyurdular.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 10)

Şerh:

Namazı serinliğe bırakmanın illeti, Rasûlullah Efendimiz’in beyan buyurduğu üzere, sıcaktan meydana gelecek ezâ ve meşakkat ol­duğundan, bu hususta hazarın seferden farkı yoktur. Ve serinliğe bırakmaktaki müstehaplık sefere kasredilmiş de değildir.

 

 

 

 

Öğle Namazının Vakti Zevâldir

Enes ibn-i Mâlik (r.a) şöyle anlatır:

“Bir defasında Rasûlullah (s.a.v) güneş (tam tepeden) meylettiğinde (Hücre-i Saâdet’ten) çıktılar. Öğleni kıldırdıktan sonra minbere çıkıp ayakta durdular. Kıyametten bahsettiler. O gün pek büyük şeyler olacağını haber verdiler. Sonra:

«–Bana bir şey sormak isteyen varsa şimdi sorsun. Bu makamımda durduğum müddetçe bana her ne sorarsanız hemen haber vereceğim!» buyurdular.

İnsanlar (Efendimiz’in gazabından müteessir olarak) pek ziyâde ağlaştılar. (Rasûlullah [s.a.v] de) tekrar tekrar hep:

«–Sorsanıza!» buyuruyorlardı.

Derken Abdullah ibn-i Huzâfe es-Sehmî (r.a) ayağa kalkıp:

«–Benim babam kimdir?» diye sordu.

«–Baban Huzâfe’dir» buyurdular.

Efendimiz (s.a.v) yine:

«–Sorsanıza!» diye ısrar ettiler.

Bunun üzerine Ömer ibn-i Hattâb (r.a) diz üstü çöküp:

«–Rab olarak Allah Teâlâ’dan, din olarak İslâm’dan, Nebî olarak Muhammed (s.a.v)’den râzı olduk!» dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) biraz sükût buyurduktan sonra:

«–Az evvel Cennet ile Cehennem şu duvarın yüzünde bana arz olundu. Ne böylesine bir hayır, ne de böylesine bir şer aslâ görmedim!» buyurdular.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 11)

Şerh:

Münafıklardan bazı kimselerin, gûyâ cevap vermekten âciz bırakacak bir takım suâller tertip ettiklerini işitmesi Efendimiz’in bu haklı öfkesine sebep olmuş ve gazabın izleri mübarek yüzlerinde belli olarak “Sorunuz!” diye bu kadar ısrar etmişlerdir. Sahabileri ağlatan şey, o hutbede kıya­met gününün büyük ve korkunç hallerini duymaları kadar, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in öfkesi sebebiyle üzerlerine İlâhî azâbın inmesinden korkmaları da olmuştur. Ni­tekim eski ümmetlerin peygamberlerine karşı muhalefetlerinden dolayı nice azâblara uğradıklarını Kur’ân-ı Kerîm’den öğrenmişlerdi.

İnsanlar, eskiden beri kızdıkları zaman hadiste ismi geçen Abdullah’ın nesebi hakkında ileri geri konuşurlardı. O da önüne çıkan bu fırsatı değerlendirerek hakîkî babası hakkında yakîni bir bilgi elde etmek istedi ve böylece insanların ayıplamasından kurtuldu.

Zevâl vakti, gündüzün tam ortasında Güneş’in tam tepeden batı cihetine meyletmesinin başlangıcıdır. Bu rivayet, vaktin evvelini gösterdiği için, bundan önceki “se­rinliğe bırakma” hadislerine zıt değildir.

{{{

Ebû Berze (r.a) şöyle anlatır:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) sabah namazını her birimiz yanında oturanı tanıyacak kadar aydınlık olduğu zaman kıldırır, bu namazda altmıştan yüz âyete kadar okurdu. Öğlen namazını Güneş (mağribe doğru) meylettiği vakitte kıldırırdı. İkindi’yi de (öyle bir saatte kıldırırdı ki,) birimiz (namazdan sonra Mescid’den) Medine’nin en uzak yerine gidip (evine) dönerdi de Güneş henüz dipdiri bulunurdu.”

Râvî (Ebü’l-Minhâl, Ebû Berze’nin) Akşam namazı hakkında ne dediğini unutmuş.

Ebû Berze (r.a) devamla:

“Rasûlullah (s.a.v) Yatsı namazını gecenin ilk üçtebirinin sonuna kadar tehir etmekte beis görmezdi” demiş, daha sonra da “yarısına kadar” demiştir.

Râvî Şu’be şöyle demiştir:

“Sonra Ebü’l-Minhâl ile bir daha karşılaştım:

«–Veya gecenin üçte birine kadar» dedi.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 11)

Şerh:

Güneş’in dipdiri olması, henüz sıcağı geçmemiş, rengi değişmemiş, göz kamaştırır vaziyette bembeyaz olması demektir ki, bundan, ikindinin ilk vaktinde kılınmasının müstehap oldu­ğu istidlal olunur.

Yatsı namazının müstehap vakti gecenin ilk üçte birinden yarısına kadardır. Ge­cenin sonuna kadar caiz olduğuna da kat’î deliller vardır.

 

 

Öğle Namazını İkindiye Kadar Geciktirmek

İbn-i Abbas (r.a) şöyle demiştir:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Öğlen ile İkindi’yi, Akşam ile Yatsı’yı (birlikte) yedi (rekât) ve sekiz (rekât) olarak kıldırdılar.”

Eyyûb Sahtiyani, râvîlerden biri olan Câbir’e:

“–Muhtemelen bu yağmurlu bir günde olmuştur?” dedi. Câbir de:

“–Muhtemelen!” dedi. (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 12)

Şerh:

Müzdelife’de Akşam namazı ile Yatsı namazını, Yatsı vaktinde kılmak hak­kında bütün ümmetin ittifakı vardır. Rasûlullah (s.a.v), Veda Haccı’nda Öğle ile İkin­di’yi Arafat’ta, Akşam ile Yatsı’yı da Müzdelife’de kıldırmıştır. Başka zaman ve mekânda namazları cem et­meyi Hanefiler ile İmam Evzâî caiz görmezler. Bununla birlikte korku, sefer ve şiddetli yağmur gibi özürlerden dolayı Öğle ile İkindi’nin, Akşam ile Yatsı’nın bazı şartlar dâhilinde cem edilebileceğini söyleyenler de çoktur…

 

 

 

 

İkindi Namazının Vakti

Seyyâr ibn-i Selâme (r.a) şöyle anlatır:

Ben ve babam, Ebû Berze el-Eslemî’nin yanına gittik. Babam ona:

“–Rasûlullah (s.a.v) farz namazları nasıl kılarlardı?” diye sor­du.

Ebû Berze (r.a) şöyle cevap verdi:

“Rasûlullah (s.a.v) sizin Salât-ı Ûlâ dediğiniz Öğle namazını, güneş semanın ortasından batı cihetine kaydığında kıldırırlardı. İkindi namazını kıldırdıklarında, birimiz namazdan sonra Medine’nin en uzak yerindeki evine dönerdi de güneş henüz dipdiri bulunurdu.”

(Râvî Seyyâr dedi ki:) Ben Ebû Berze’nin Akşam namazı hakkında söylediği sözü unuttum. Ebû Berze (r.a) şöyle devam etti:

“Rasûlullah (s.a.v), sizin Ateme ismini verdiğiniz Yatsı namazını tehir etmeyi severlerdi. Bu namazdan evvel uyumayı ve on­dan sonra oturup konuşmayı çirkin görürlerdi. Sabah namazından da, insan kendi yanında oturanı tanıyacak kadar aydın­lık olduğu zaman çıkar ve (bu namazda) altmışla yüz âyete kadar okurlardı.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 13)

Şerh:

Beş vakit namazın farz kılınmasının ardından Cibril (a.s)’ın gelip Efendimiz’e kıldırdığı ilk namaz Öğle olduğundan bu namaza “Salât-ı Ûlâ: İlk namaz” denilmiştir.

Yatsıdan evvel uyumak tenzihen mekruhtur. Zira uykuya dalmakla yatsı namazını kaçırma korkusu vardır. Uyandıracak kimse varsa bunda bir beis yoktur.

Yatsıdan sonra oturup konuşmak da mekruhtur. Çünkü bu da insanı, tâatten, gece ibâdetinden alıkoyduğu gibi, sabah namazının geçirilmesine de sebep olabilir. Bununla birlikte ilim müzâkeresi, misafir ağırlamak, ehl ü ıyâl ile görüşmek gibi hayırlı işlerden dolayı uykuyu bir müddet geri bırakmakta hiçbir kerahet yoktur.

{{{

Enes ibn-i Mâlik (r.a) şöyle demiştir:

“Biz (vaktiyle) İkindi namazını kılardık. Sonra insan Benû Amr ibn-i Avf yurduna giderdi de onları İkindi’yi kılıyor bulurdu.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 13)

Şerh:

Amr ibn-i Avf Oğulları Medine’ye iki mil mesafede Kuba’da otururlardı. Ziraatle meşgul oldukları için ikindi namazını biraz tehir ettikleri anlaşılıyor.

{{{

Enes ibn-i Mâlik (r.a) şöyle demiştir:

“Rasûlullah (s.a.v), Güneş henüz yüksek ve dipdiri iken İkindi namazını kıldırırlardı. (Namazdan sonra) Avâlî’ye giden insan oraya varırdı da güneş hâlâ yüksekte olurdu.”

(Râvî der ki:) Avâlî’nin bazı yerleri Medine’ye dört mil veya ona yakın mesafededir. (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 13)

Şerh:

Avâlî, Medine civârında Necid tarafına doğru meskûn olan yerlerin ismidir. En yakın yeri iki, en uzak yerleri altı ilâ sekiz mil mesâfede idi. Burada mesafeyi bildirmelerinin gayesi Rasûlullah Efendimiz’in İkindi namazını ilk vaktinde kılmakta acele ettiklerini anlatmaktır.

 

 

İkindi Namazını Kaçıranın Günahı

Abdullah ibn-i Ömer (r.a) şöyle buyurur:

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

“İkindi namazını kaçıran kimse sanki ehl ü ıyâlini ve malını elinden kaçırmış, (bunların helâkiyle büyük bir musibete uğramış) gibidir.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 14)

Şerh:

Ehl ü evlâdı katledilmiş, serveti telef olmuş kimsenin başına gelen musibet ne kadar bü­yükse, bir İkindi namazını geçiren kimsenin musibeti de o kadar büyüktür. Bu namazın geçirilmesi, ya Güneş’in batma vaktine, ya tercih edilen vakitten sonraya veya Güneş’in sararması zamanına kadar bilerek tehir edilmesidir. Beş vakit namaz için­den İkindi’nin tahsis edilmesi hakkında türlü türlü tevcihler varsa da, en doğru söz “Allah Teâlâ dilediği namaza dilediği fazileti tahsis eder” demektir.

 

 

 

İkindi Namazını Terk Edenin Cezâsı

Ebü’l-Melîh (r.a) şöyle demiştir:

Biz bulutlu bir günde Büreyde bin Husayb el-Eslemî (r.a) ile birlikte bir gazvede idik. Bize şöyle dedi:

“İkindi namazını kılmakta acele ediniz. Zira Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

«Her kim İkindi namazını (kasten) terkederse ameli bâtıl olur, boşa gider» buyurdular.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 15)

Şerh:

Büreyde ibnü’l-Husayb el-Eslemî (r.a), hayli rivayetleri olan büyük bir sahabidir. Hicrî 62 senesinde Merv’de gazada iken vefat etmiştir. Horasan diyarında en son ve­fat eden sahabidir. Efendimiz (s.a.v), Ebû Bekir (r.a) ile birlikte hicret yolunda iken, onları yakalamak maksadıyla 70 süvârî ile karşılarına çıkıp, kısa bir kelâmdan sonra müslüman olmaları çok ibretlidir. Medine’ye girişte bayrak açılmasını teklif edip, sarıktan bir bayrak yaparak en önde Livâ-i Muhammedî’yi tutarak yürümüştür.

Bulutlu günde acele etmenin hikmeti, Güneş’in görülmemesinden dolayı namazı tercih edilen vakitten sonraya bırakma veya farkında olmadan Güneş’in batışına yaklaşma korkusudur.

Bu hadisi şöyle tevil etmek gerekir: Bu namazı terkedenin amelinin sevabı -sonradan ka­za etse bile- heder olur veya azalır ya da diğer sâlih amellerinin sevapları kendisine ancak tevbe ettikten sonra verilir. Veya meleklerin güzel şehâdetin­den mahrum kalır.

Rasûlullah (s.a.v) bu sözleriyle Müslümanları, İkindi namazını kasten terketmekten şiddetle sakındırmak istemişlerdir.

 

 

İkindi Namazının Fazileti

Cerîr ibn-i Abdullah el-Becelî (r.a) şöyle demiştir:

“Bir gece Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’le birlikte bulunuyorduk. Ayın on dördü idi. Dolunaya bakıp şöyle buyurdular:

«–Şu ayı nasıl hiç biriniz mahrûm olmaksızın zahmetsizce görüyorsanız, mutlakâ Rabbiniz (Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri)’ni de öylece göreceksiniz! Artık Güneş’in doğuşundan ve batışından evvelki namazların hiç birinden alıkonmamak elinizden gelirse buna çalışın, (sakın onları kaçırmayın!)».”

Sonra Cerîr (r.a) şu âyet-i kerimeyi okudu:

“Güneş’in doğuşundan evvel de batışından evvel de Rabbini hamd ile tesbih eyle!” (Tâ-hâ, 130) (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 16)

Şerh:

Yani bu iki vakitteki namazı kılmaktan alıkoyacak, sabah uykusu, gündüzdeki meşgaleler gibi engelleri var gücünüzle bertaraf ediniz!

Farz namazların hep­si de faziletçe müsâvidirler. Ancak her birinin kendine hâs bir meziyetle diğer­lerinden ayrılmasına da bir mâni yoktur. Bu iki vakte hâs olan fazilet ve meziyet, gece melekleri ile gündüz meleklerinin bir araya gelme za­manları ve amellerin Allah Teâlâ’ya arzı gibi hususiyetlerdir. Bu iki vakitte Allah Teâlâ’ya yükselen amellerin mükâfatının, âhirette Cemâlullah’ı müşâhede olacağı haber verilmiştir.

Kıyamet gününde mü’min kullara Rablerinin cemâlini hicâbsız olarak görme ve müşa­hede etmenin müyesser olacağına dâir hadisleri en az yirmi kadar sahabi rivayet etmiş olduğundan, bu husus, mânen mütevâtir derecesine ulaşmıştır. Ayrıca şu âyet-i kerîmeler de bunu teyid etmektedir:

“Nice yüzler o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır (onu göreceklerdir).” (el-Kıyame, 22-23)

“Hayır! Onlar şüphesiz o gün Rablerinden (onu görmekten) mahrum kalmışlardır.” (el-Mutaffifîn, 15)

{{{

Ebû Hüreyre’den nakledildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“(Hergün) birtakım melek geceleyin, diğer bir kısım melek de gündüzün nöbetleşe size gelip içinizde kalırlar. Bunlar sabah ile ikindi namazlarında buluştuktan sonra (evvelce) içinizde kalmış olanlar semaya yükselirler. Rableri kullarının hallerini daha iyi bildiği hâlde o meleklere:

«–Kullarımı ne halde bıraktınız?» diye sorar. Onlar da:

«–Onları namaz kılarken bıraktık. Nitekim namaz kılarken bulmuştuk» cevabını verirler.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 16)

Şerh:

Her iki kısım meleğin de namaz vaktinde gelip gitmeleri, müslümanlarla birlik­te namazda hâzır olmaları, mü’minler hakkında ilâhî bir lütuf ve keremdir. Çün­kü Cenâb-ı Hak, melekleri, insanların en iyi hâllerine muttalî kılıp haklarında güzel övgü ve şehadette bulundurmuş olmaktadır.

Bu melekler, yanımızdan hiç ayrılmayan Kirâmen Kâtibîn ve Hafaza Melekleri’nden farklıdırlar.

 

 

 

Kişi, Gün Batmadan İkindi’nin Bir Rekâtına Yetişirse

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle demiştir:

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

“Biriniz ikindi namazından bir secdeyi gün batmadan evvel yetiştirecek olursa namazını tamamlasın! Sabah namazından da bir secdeyi gün doğmadan yetiştirecek olursa namazını tamamlasın!” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 17)

Şerh:

Güneş’in batmasından evvel ikindi namazının bir rekâtı kılındıktan sonra gün batarsa, namaz bâtıl olmayıp, tamamlanması lazım geldiği hususunda fakihlerin ittifakı vardır. Sabah namazı hakkında da cumhurun kavli budur. Yalnız Hanefiler, “Sabah namazı tamamlanmadan Güneş doğarsa namaz bâtıl olur” derler. Çünkü Güneş doğduktan sonra kerahat vakti girmekte ve o vakitte herhangi bir namaz kılınamamaktadır.

{{{

Abdullah ibn-i Ömer (r.a), Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in şöyle buyurduklarını işitmiştir:

“Sizden evvel gelen ümmetlere nisbetle sizin dünyada kalma müddetiniz, bütün güne nisbetle ikindi namazından Güneş’in batışına kadarki müddet gibidir. Ehl-i Tevrât’a Tevrat verildi. Onunla amel edip çalıştılar. Lâkin gün yarıyı bulunca çalışmaktan âciz kalıp vazgeçtiler. Fakat yine de kendilerine birer kırat olan gündelik ücret verildi.

Ehl-i İncil’e İncil verildi. Onlar da İkindi vaktine kadar onunla amel edip çalıştıktan sonra âciz kalıp vazgeçtiler. Onlara da birer kırat olan gündelik verildi.

Sonra bize Kur’ân verildi. Güneş batıncaya kadar çalıştık. Bize ise ikişer kırat olarak gündelik verildi. Bunun üzerine önceki iki kitabın ehli:

«–Ey Rabbimiz, onlara ikişer kırat, bize ise birer kırat verdin. Hâlbuki biz daha çok çalıştık!» dediler.

Allah (Celle ve Alâ Hazretleri):

«–Gündeliğinizden bir şey kestim mi?» diye sordu. Onlar:

«–Hayır» dediler.

Cenâb-ı Hak da:

«–Bu benim lûtfumdur, onu dilediğime veririm!» buyurdu.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 17)

Şerh:

Demek ki ömrünü ibâdet üzere hayırla tamamlayan bir Müslüman, bütün dünya hayatı müddetince Allah Teâlâ’ya ibâdet ve tâat üzere amel etmiş gibi ecir alır.

Bu hadisin burada nakledilmesinin sebebi, İkindi namazının vaktinin güneş batıncaya kadar devam ettiğini göstermektir.

 

 

Akşam Namazının Vakti

Râfi’ bin Hadîc (r.a) şöyle demiştir:

“Biz akşam namazını Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’le birlikte kılardık da her birimiz namazdan çıktığında attığı okun nereye düştüğünü görürdü.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 18)

Şerh:

Bu söz yalnız temsil ve beyân için zikredilmiyor. Bazı rivayetlerden, Akşam namazından sonra ka­ranlık büsbütün basıncaya kadar ok yarışlarının yapıldığı anlaşılıyor.

{{{

Câbir ibn-i Abdullah (r.a) şöyle der:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Öğle’yi (zevâlden sonra) gündüzün sıcağında, İkindi’yi henüz Güneş (beyaz ve) tertemiz iken, Akşam’ı Güneş battığında, Yatsı’yı da gâh (erken) gâh (geç) kıldırırlardı. Cemaati toplanmış bulduklarında erken kıldırır, gecikmiş bulduklarında tehir ederlerdi. Sabah namazını ise onlar veya Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) karanlıkta kılarlardı.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 18)

Şerh:

Bir rivayete göre Cebrail (a.s) Rasûlullah Efendimiz’e namaz vakitlerinin başlangıç ve bitişlerini öğretirken Akşam namazını iki günde de aynı vakitte yani güneş batınca hemen kıldırmıştır.[25] Demek ki onun vakti dardır ve hemen geçivermektedir.

Akşam namazının vakti, Güneş battığı andan itibaren başlar, şafak kayboluncaya kadar devam eder. Şafağın ne olduğu hususu ise ihtilaflıdır. İbn-i Ömer, İbn-i Abbas, Mekhûl, Tâvûs, Mâlik, Süfyan es-Sevrî, İbn-i Ebî Leylâ, Ebû Yûsuf, İmam Muhammed, Şafiî, Ahmed ibn-i Hanbel, İshâk ibn-i Râhûye ve İmam-ı Azam’dan bir kavle göre şafak güneşin battığı taraftaki kırmızılıktır. Ebû Hüreyre, Ömer ibn-i Abdülaziz, İmam Ebû Hanife’nin en sahih görüşü ve Evzâî’ye göre ise, ufuktaki kızıllıktan sonra beliren beyazlıktır.

Âlimlerden bazıları “Akşam namazının vakti abdest alıp, ezan ve ka­metle birlikte üç rekât namaz kılıncaya kadarlık bir müddettir. Bundan son­raya kalırsa edâ olmaz kaza olur” derler.

Her ne kadar cumhurun görüşü bu değilse de, Akşam namazının ilk vak­tinde kılınması müstehaptır.

 

 

 

 

Mağrib’e Işâ Demek Doğru Değil

Abdullah ibn-i Muğaffel el-Müzenî (r.a), Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in şöyle buyurduklarını nakleder:

“Bedevîler Mağrib (Akşam) namazınızın ismi hususunda size galip gelmesinler!”

Rasûlullah (s.a.v) veya Abdullah ibn-i Muğaffel (r.a) sözüne şöyle devam etmiştir:

“Bedevîler Mağrib’e Işâ (Yatsı) derler.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 19)

Şerh:

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Sakın Bedeviler yatsı namazınızın ismi hususunda size galebe çalmasınlar! Zîra o namaz, Allah’ın Kitabında «Işâ’» diye zikredilmiştir. Bedevîler, develeri sağma işini iyice karanlığa bırakırlar. (O vakti ifâde etmek için de «Ateme» kelimesini kullanırlar. Buradan hareketle yatsı namazına da «Ateme» derler.)” (Müslim, Mesâcid, 229)

Mağrib’e “Işâ”, Işâ’a “Ateme” ve “Işâ-i Âhire”, her ikisine birden tağlîb tarîkıyla “Işâeyn” demek Araplar arasında pek yaygındır. Nitekim Rasûlullah (s.a.v) ve sahabiler tarafından da bu lâfızlar çok kullanılmıştır. Binâenaleyh bu hadis-i şerifteki nehiy, tahrim için değildir. Yalnız Allah’ın Kitâbı’na uymak için yatsı vaktine “Işâ”, Yatsı namazına da “Işâ” dedikten sonra, Akşam namazı vaktine “Mağrib” demeye ümmeti alıştırmak istenilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak Yatsı namazını Kur’ân-ı Kerîm’de Işâ diye isimlendirmiştir. Rasûlullah (s.a.v) de devamlı Kur’ânî tâbirleri ve tertibi tercih etmiştir.

Hadis-i şerif: “Bedevîlerin dediği gibi siz de Mağribe Işâ diye diye her iki vakti de aynı görmeye başlarsınız, bir müddet sonra da isim benzerliğine aldanarak Akşam namazını Yatsı vaktine kadar geciktirmekte bir beis görmemeye başlarsınız” demek istiyor.

 

 

Yatsı Namazının Fazileti

Âişe (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) bir gece Yatsı namazını geç vakte kadar bırakmışlardı. Bu dediğim İslâm henüz yayılmadan evvel idi. O gece hücre-i saâdetlerinden çıkmadılar. Nihayet Ömer (r.a):

«–Yâ Rasûlallah, kadınlar ve çocuklar uyudular!» dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) çıkıp Mescid’deki müslümanlara:

«–Şu anda yeryüzü ehlinden sizden başka hiç kimse bu namazı beklemiyor!» buyurdular.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 22)

{{{

Ebû Mûsâ el-Eş’arî (r.a) şöyle anlatır:

“Ben ve gemide benimle (Medine’ye) gelenler Bakî-i Buthân’a inmiştik. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) de Medine’de idiler. Her gece Yatsı Namazı vaktinde Efendimiz’in huzûruna bizimkilerden beş on kişi nöbetle giderlerdi. Bir defasında arkadaşlarımla ben Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in yanına vardığımızda kendileri bir işle meşguldüler. Bu sebeple namazı gecenin yarısı oluncaya kadar geciktirdiler. Derken Efendimiz (s.a.v), (hücre-i saâdetlerinden) çıkıp hazır olanlara (namazı) kıldırdıktan sonra oradakilere:

«–Yavaş olun, acele etmeyin. Sizlere müjdem var! İnsanlar içinde sizden başka bu saatte namaz kılan hiçbir kimsenin bulunmaması Allah’ın size hâs olan nimetlerindendir!» veya:

«–Bu saatte sizden başka kimse namaz kılmadı!» buyurdular.

(Bu iki sözün hangisini buyurduklarını Ebû Mûsâ (r.a) kestiremiyor.)

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den işittiğimiz bu sözlere sevinerek yerimize döndük.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 22)

Şerh:

Eş’ârîler’in misâfir kaldığı Bakîu Buthân, Medine etrafındaki üç vâdiden bi­ridir.

Taberânî, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in bu esnada ordu techizi ile meşgul olduklarını sahih bir senedle tasrih eder.

Bu hadis-i şerifler, Yatsı namazını gecenin ilk üçte biri geçinceye veya gecenin yarısına kadar tehir etmenin faziletini beyan eder.

Rasûlullah (s.a.v) Yatsı namazı hakkında şöyle buyurmuşlardır:

“Bu namazı geciktiriniz! Çünkü siz onunla diğer ümmetlere üs­tün kılındınız. Sizden önce onu hiç bir ümmet kılmadı.” (Ebû Dâvûd, Salât, 7/421)

 

 

 

Uykusu Çok Gelen Kişinin Yatsıdan Evvel Uyuması

Ümmü’l-Mü’minîn Âişe (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) bir gece Yatsı namazını geç vakte kadar bırakmışlardı. Nihayet Ömer (r.a) ona:

«–Namaz! Kadınlar ve çocuklar uyudular!» diye nidâ etti.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) çıktılar ve:

«–Şu anda yeryüzü ehlinden sizden başka hiç kimse bu namazı beklemiyor!» buyurdular.

O zamanlar namaz (cemaatle) sadece Medine-i Münevvere’de kılınırdı. Yatsı’yı da şafağın kaybolmasından gecenin ilk üçtebiri geçtikten sonraya kadar olan vakit içinde kılarlardı.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 24)

{{{

İbn-i Abbas (r.a) şöyle buyurur:

“… Nihayet Rasûlullah (s.a.v) çıktılar. Mübarek başından su damladığı ve elini başına koyduğu halde (teşrifleri) hâlâ gözümün önündedir. Teşriflerini müteâkib buyurdular ki:

“Ümmetime meşakkat vermiş olmasaydım (bu namazı hep) böyle kılmalarını emrederdim.”

İbn-i Cüreyc dedi ki: Ben Atâ’dan, Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in kendi elini ba­şına koyması keyfiyyetini, İbn-i Abbas’ın haber verdiği gibi iyice tesbit ve tarif etmesini istedim. Atâ (r.a) benim için parmaklarının arasını biraz ayırdıktan sonra parmak uçlarını tepesi üzerine koydu. Sonra bitişti­rip o şekilde başının üzerine yürüttü, gezdirdi. Nihayet başparmağı yüz cihetinden kulak yumuşağına değinceye kadar (yukarıdan aşağı) şakağına ve sakalının kenarına doğru indirdi. Bunu böylece (tek­rar tekrar yaparken) de ne ağır davranıyor, ne de acele ediyordu. (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 24)

Şerh:

Bu rivayete göre, Yatsı namazının faziletli vakti, gecenin ilk üçte biri geçtikten sonraki vakittir.

Normalde Yatsı’dan evvel uyumak yasaklanmıştır ancak uykusu çok bastıran kişilerin namazı kaçırmamak şartıyla uyumaları caizdir.

 

Yatsı Namazının Vakti Gece Yarısına Kadardır

Enes (r.a) şöyle anlatır:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Yatsı namazını gece yarısına kadar tehir ettiler, sonra namazı kıldırdılar. Ondan sonra da:

«–İnsanlar namazlarını kılıp uyudular. Siz ise namazı beklediğiniz müddetçe namazdaymış (gibi sevap kazandınız)» buyurdular.”

Diğer rivayette Enes (r.a):

“O gece (mübarek ellerinde bulunan) yüzüğün parıltısı hâlâ gözümün önündedir!” demiştir. (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 25)

Şerh:

Rasûlullah (s.a.v) Yatsı namazını biraz tehir etmeyi severlerdi.

Yatsı namazının tercih edilen müstehap vakti gece yarısına kadardır. Ondan sonra fecrin doğuşuna yani imsak vaktine kadar kılınması da caizdir.

 

 

Sabah Namazının Fazileti

Ebû Mûsâ (r.a), Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in şöyle buyurduklarını nakleder:

“Salât-ı Berdeyn’i (iki serinlik namazını yani Sabah ve İkindi namazlarını) her kim kılarsa Cennet’e girer.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 26)

Şerh:

Berdân, iki serinlik zamanı demektir, Sabah ve İkindi namazlarıyla tefsîr edil­miştir.

Bu hadis-i şerif, Sabah ve İkindi namazlarının ne kadar faziletli olduğunu beyan etmektedir. Yoksa iki vakit namazın insana yeteceği gibi yanlış bir anlayışa sürüklenmek doğru değildir.


 

Sabah Namazının Vakti

Enes (r.a) şöyle buyurur:

Zeyd ibn-i Sâbit (r.a) Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’le beraber sahûr ettikten sonra namaza durduklarını bana anlattı.

«–(Sahûr ile namaz) arasında ne kadar (zaman) geçmişti?» diye sordum.

«–Elli veya altmış (âyet okuyacak) kadar» dedi.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 27)

Şerh:

Bundan sabah namazının erken kılındığı ve sahuru, fecrin doğuşuna yakın zama­na kadar geciktirmenin müstehap olduğu anlaşılır. Elli, altmış âyet oku­yacak kadar zaman, dört dakika kadar takdir edilmiştir ki, bir abdest alacak zamandır. Bazıları el-Hâkka sûresini misâl olarak vermiş, bu sûreyi okuyacak kadar bir müddet beklediklerini söylemişlerdir.

{{{

Sehl ibn-i Sa’d (r.a) şöyle demiştir:

“Evimde sahûru ederdim de Sabah namazını Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le birlikte kılabilmek için (evimden çıkmakta) acele ederdim.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 27)

Şerh:

Sabah namazını kılmak için tağlîs yani ortalık iyice aydınlanmadan evvelki vakti seçmek mi, yoksa isfâr, yani aydınlığa kadar gecikmek mi efdaldir? Mâ­lik, Şafiî, Ahmed ibn-i Hanbel, İshâk ibn-i Râhûye hep tağlîsi tercîh ederler, bu ve benzeri hadis-i şerifleri de delil olarak gösterirler. Hanefiler ise isfâr’ı daha faziletli görürler. Delilleri bu hadisin kuvve­tinde olmadığı hâlde, müteaddid tariklerle rivayet edilen diğer hadis­lerdir.

 

 

Sabah Namazından Sonra Güneş Yükselinceye Kadar Namaz Kılmak

İbn-i Abbas (r.a) şöyle anlatır:

“Kendilerinden râzı olunmuş (adaletinde, sıdkında, emanetinde ve diyanetinde hiç şüphe olmayan) birçok kişi -ki bence onların en çok güvenileni Ömer ibnü’l-Hattâb’dır- Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in, Sabah namazından sonra Güneş doğup biraz yükselinceye (işrâk vaktine) kadar, İkindi namazından sonra da gün batıncaya kadar namaz kılmaktan nehyetmiş olduklarına benim yanımda şehadet etmişlerdir.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 30)

Şerh:

Bu hadisin, dîninde adl ile mevsûf, hadisinde sıdk ile mârûf pekçok sahabi tarafından nakledildiği ifâde ediliyor. İçlerinden sadece Hz. Ömer’in ismi veriliyor.

İmsak kesildikten sonra Sabah namazının sünnetinden başka hiçbir nafile namaz kılınmaz. Sabah namazının farzı kılındıktan sonra da Güneş doğup biraz yükselerek İşrak vakti girinceye kadar yine namaz kılınmaz. Aynı şekilde İkindi namazı kılındıktan sonra da nafile namaz kılınmaz.

Ebû Hanîfe’ye göre herhangi bir nafile namazı bu vakitlerde kılmak tahrîmen mekruh olduğu gibi o günün ikindi namazı müstesna olmak üzere farzların, hatta nezredilmiş bir namazın da kılınması tahrîmen mekruhtur. (Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 526)

{

İbn-i Ömer (r.a) Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in şöyle buyurduklarını söylemiştir:

“(Kılacağınız) namaz için Güneş’in ne doğuş zamanını, ne batış zamanını taharrî etmeyiniz! (O vakitleri araştırıp, gözetleyip de tam o zamanda namaz kılmaya çalışmayın!)”

Yine İbn-i Ömer (r.a) Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in şöyle buyurduklarını söylemiştir:

“Güneş’in üst kavisi göründüğü vakit tâ yükselinceye kadar, batmaya başlayınca da tâ kayboluncaya kadar namazı tehir ediniz!” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 30)

Şerh:

Şeytan bu esnada Güneş’i iki boynuzu arasına alarak durur ve insanları iğvâ ederek Güneş’e taptırır. Kâfirler, doğarken ve batarken Güneş’e secde ederler. Buradaki yasağın hikmeti de ibadet için Güneş’in doğuş ve batış vakitlerini araştıran kâfirlere benzememektir.

Bu sebeple Güneş doğarken, tam tepedeyken ve batarken namaz kılmak tahrîmen mekruhtur.

{{{

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyurur:

“…Rasûlullah (s.a.v) iki namazdan nehiy buyurdular: Sabah namazından sonra gün doğuncaya kadar, İkindi namazından sonra da gün batıncaya kadar namaz kılmaktan (nehiy buyurdular)…” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 30)

 

 

 

Güneş’in Batışından Evvel Namaz Kılmayı Gözetmek

Muâviye (r.a), bazı insanların İkindi’den sonra kıldığı iki rekât namazı kastederek şöyle buyurmuştur:

“Sizler öyle bir namaz kılıyorsunuz ki, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le (o kadar) beraber bulunduk da onu kıldıklarını hiç görmedik. Bilâkis onu kılmaktan nehiy buyurmuşlardır.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 31)

Şerh:

Burada hâssaten İkindi namazından sonra namaz kılmak için gayret edilmesi, o vaktin gözetilmesi ve seçilmesi yasaklanmaktadır. Kişi kılacağı bir namaz için Güneş’in doğuş ve batış vakitlerini seçip de tam o vakitlerde namaz kılmamalıdır.

İkindi’den sonraki vakit mekruh vakitlerdendir ve o vakitte o günün İkindi namazından başka namaz kılınmaz.

 

 

İkindi Namazından Sonra Kazâ ve Benzeri Namazları Kılmak

Hz. Âişe (r.a) İkin­di’den sonraki iki rekâtı kasdederek şöyle demiştir:

“Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ruhunu kabzeden Allah’a yemin olsun ki, Efendimiz (s.a.v) o iki rekâtı Allah’a kavuşuncaya kadar terk etmediler. Namaz kılmakta iyice zorlanmadıkça da Yüce Al­lah’a kavuşmadılar. Son günlerinde namazlarının birçoğunu oturarak kılarlardı.

Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) bu iki rekâtı kılarlardı. Lâkin ümmetine ağır gelir korkusuyla bunları Mescid’de kılmazlardı. Üm­metinin mes’ûliyetlerini hafifletmeyi gerektirecek şeyleri (yapmayı pek) severlerdi.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 33)

{{{

Hz. Âişe (r.a) şöyle demiştir:

“İki namaz vardır ki, Rasûlullah (s.a.v) onları ne gizlide, ne de açıkta (yani ne evlerinde, ne de dışarda) terketmezlerdi. (Onlar da) Sabah namazından evvel iki, İkindi namazından sonra da iki rekât idi.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 33)

Şerh:

İkindi’den sonra nafilenin kazâ edilmesini caiz görenler bu ve benzeri rivayetlere istinâd ederler. Câiz görmeyenler ise, bunun Efendimiz’in hususiyetlerinden olduğunu ileri sürerler.

Bu hadisler ile, İkindi namazından sonra namaz kılmayı nehyeden hadislerin arası şöyle cem edilir: Nehiy hadisleri, sebepsiz olan nafileler hakkındadır. Bu son hadislerdeki namazın sebebi ise, bâb başlığında da geçtiği üzere Öğle namazının kaçan son sünnetinin kaza edilmesidir.

 

 

 

 

 

Vakit Geçtikten Sonra Ezan Okumak

Ebû Katâde (r.a) şöyle anlatır:

“Bir gece Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le birlikte yolculuk yapıyorduk. İçimizden biri:

«–Yâ Rasûlallah, gecenin sonuna doğru emretseniz de konaklasak!» dedi.

Allah Rasûlü (s.a.v):

«–Korkarım uyuyakalıp namazı kaçırırsınız» buyurdular.

Bilâl (r.a):

«–Ben sizi uyandırırım» dedi.

Yattılar. Bilâl (r.a) de arkasını devesine dayayıp bekledi. Derken gözleri kapanıp o da uyuyakaldı. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) uyandıkları vakit Güneş’in üst kavisi gözükmüştü.

«–Bilâl, sözün nerede kaldı?» buyurdular.

Bilâl (r.a):

«–Bugüne kadar bana böylesine ağır bir uyku hiç basmamıştı!» dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

«–Allah Teâlâ istediği zamanda ruhlarınızı aldı, yine istediği zaman size iâde etti. Ey Bilâl, kalk, ezan okuyarak insanları namaza çağır!» buyurdular.

Rasûlullah (s.a.v) abdest aldılar. Güneş yükselip bembeyaz olduğu vakit de kalkıp namazı kıldırdılar.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 35)

Şerh:

Bu rivayet, geçmiş namaz için ezan okunacağına delildir. Geçmiş namazlar için ezan ve kâmet[26] meselesinde âlim­lerin görüşleri farklıdır. Hanefilere göre geçmiş namaz için hem ezan okunur, hem kâmet edilir. Geçmiş namazlar birden fazla ise, birincisi ezan ve kâmetle kılınır, diğerlerinde yalnız kâmet getirilir.

Güneş doğduktan sonra yükselinceye kadar geçmiş namazları kaza etmenin caiz olmadığına Hanefiler bu rivayeti delil getirirler.

Bu hadis-i şeriften, kaçırılan namazların cemaatle kaza edilebileceği de anlaşılır.

 

 

Vakti Geçen Namazı Cemaatle Kılmak

Câbir ibn-i Abdullah (r.a) şöyle anlatır:

“Hendek günü Ömer ibnü’l-Hattâb (r.a) gün battıktan sonra gelip Kureyş kâfirlerine sövmeye başladı ve:

«–Yâ Rasûlallah, İkindi’yi az daha gün batmadan kılamayacaktım!” dedi.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

«–Vallahi ben de kılamadım!» buyurdular.

Bunun üzerine kalktık, Buthân’a gittik. Orada Rasûlullah (s.a.v) namaz için abdest aldılar. Biz de namaz abdesti aldık. Ondan sonra gün batmışken İkindi’yi, arkasından da Akşam’ı kıldırdılar.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 36)

Şerh:

Bu rivayetten kaza namazlarının cemaatle kılınabileceği ve vakit namazı ile geçmiş namazlar arasında tertibi gözetmek gerektiği anlaşılıyor.

Bu hadis-i şeriften, “Namaz kıldınız mı?” ve benzeri sorulara, “kılmadım, kılmadık” ifadelerini kullanarak cevap vermekte bir beis olmadığı da anlaşılıyor. (Buhârî, Ezân, 26)

Buthân, Medine yakınlarındaki bir vâdînin ismidir.

 

 

Namazı Unutan Kişi Hatırlayınca Kılsın!

Enes (r.a), Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in şöyle buyurduklarını rivayet etmiştir:

“Her kim bir namazı (kılmayı) unutursa (onu) hatırladığında kılsın! Onun bundan başka keffâreti yoktur. «Beni hatırlamak için namaz kıl!» (Tâ-hâ, 14)” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 37)

Şerh:

Bu âyeti Efendimiz (s.a.v) mi zikretmiştir, yoksa râvî Katâde mi? En sahih olan, bunun Rasûlullah (s.a.v) tarafından okunmuş olmasıdır.

Bu hadis-i şerife göre, unutulan veya uyuyakalıp da kılınamayan bir namazı kaza etmek lazımdır. Kasten kılınmayan namazın kazası ise daha öncelikle lazımdır. Cum­hûrun mezhebi budur. Özürlünün kaza etmesi gerekiyorsa, kasten kılmayanın öncelikle kaza etmesi gerekir.

Namaz kılmadığını kerahat vaktinde hatırlarsa, bekler, mekruh vakit çıktıktan sonra kılar.

Âyet-i kerime birkaç şekilde tefsir edilmiştir:

  1. Namazı, içinde beni zikretmek için ikâme et!
  2. Namazı ikâme et, tâ ki ben seni methederek zikredeyim!
  3. Zikir vakitlerinde, yani namaz vakitlerinde namazı ikâme et!
  4. Ben kitaplarda zikredip emrettiğim için namazı ikâme et!
  5. Riyâsız olarak beni anmak için, benden başkasını anar gibi olmadan namazı ikâme et! Namazda benden başkasını düşünme!
  6. Emrimi hatırladığının şükrânesi olarak namazı ikâme et!
  7. Beni anmak demek olduğu için namazı ikâme et ki namaz Allah’a ibadettir. Namazı hatıra getirmek, Allah Teâlâ’yı hatırlamaktır.
  8. Türbüştî’ye göre hadis-i şerifin gelişine en uygun olan tefsir, “Namazı hatırladığında ikâme et. Çünkü onu hatırladığında Allah’ı hatırlamış olursun” şeklindedir. Veya muzâfın hazfı ile “li-zikri salâtî” manasına alıp “Namazımı hatırladığında namazı ikâme et!” şeklinde olması gerekir. Allahu a’lem![27]

 

 

Yatsıdan Sonra Fıkıh Öğrenmek ve Hayırlı Bir İş Yapmak İçin Beklemek

Kurre bin Hâlid (r.a) şöyle anlatır:

“Bir gün Hasan Basrî Hazretleri’ni ders verecek diye bekledik. Gecikti. Ni­hayet (mescidden ve dersten) kalkıp gideceği vakit yaklaşınca geldi ve:

«–Şu komşularımız beni çağırdılar» dedi. Sonra şöyle dedi: Enes (r.a) şöyle anlatmıştı:

«Bir gece Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’i hemen hemen gece yarısına kadar bekledik. Teşrif edip bize namaz kıldırdılar. Sonra bize hutbe îrâd edip şöyle buyurdular:

“Şimdi herkes namazlarını kılmış ve uyumuşlardır bile. Siz ise namazı beklediğiniz müddetçe hep namaz kılmış gibi oldunuz!”

Daha sonra Hasan Basrî (r.a):

«İnsanlar, bir hayrı gözetleyip bekledikleri müddetçe o hayrı yapmış sayılırlar» dedi.”

Kurre, “Bu son söz, Enes’in Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’den naklettiği hadis-i şerife dâhildir” demiştir. (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 40)

Şerh:

Rasûlullah (s.a.v), Yatsı namazından sonra beklemeyip hemen istirahate çekilmeyi ve böylece Gece Namazı ile Sabah namazına kolayca kalkabilmeyi tavsiye ederlerdi. Bunun için de Yatsı’dan sonra lüzumsuz konuşmaları yasaklarlardı. Ancak İslâm’ı neşretmek, Müslümanların zaruri ihtiyaçlarını karşılamak ve onlara yardımcı olmak gibi ilmî ve hayrî faaliyetler için kendilerinin de geç vakitlere kadar çalıştıkları ve Müslümanlara müsaade ettikleri olurdu.

{{{

Abdullah ibn-i Ömer (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah (s.a.v) âhir hayâtında bir defasında bize Yatsı’yı kıldırmışlardı. Selâm verince ayağa kalkıp:

«‒Bu geceyi görüyorsunuz ya, işte bu geceden îtibâren yüz sene sonra, bugün yeryüzünde olanlardan hiç kimse kalmayacaktır» buyurdular.

İnsan­lar Rasûlullah Efendimiz’in bu kelâm-ı âlîsini anlamakta yanıldılar, biraz da korkuya kapılıp yüz sene hakkındaki şu malûm dedikodulara (yani yüz sene sonra kıyamet kopacaktır demeye) daldılar. Hâlbuki Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

«Bugün yeryüzünde olanlardan hiç kimse kalmayacaktır» buyurmakla yüz sene sonra bu asırda yaşayanlardan kimsenin kalmayacağını haber vermek istemişlerdi.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 40; İlim, 41)

Şerh:

Bu hadis-i şerif de Yatsı’dan sonra fıkıh ve diğer hayırlı işler için oturup konuşmanın caiz olduğuna delildir.

Bu hadis-i şerif, aynı zamanda Efendimiz’in mucizelerinden biridir. Âlimlerin istatistiklerine göre, Rasûlullah (s.a.v)’in bu haberi verdikleri hicrî 11. seneden itibâren yüz sene sonra, o gün hayâtta olanlardan hiç kimse kalmamıştır. En sona kalan sahabi Ebu’t-Tufeyl Âmir ibn-i Vâsile (r.a)’dir. Bütün hadisciler de bu zâtın hicrî 110 senesinde vefat ettiğinde müt­tefiktirler. Onun vefat ettiği gün yeryüzünde hiçbir sahabi kalmamıştır. Allah Teâlâ hepsinden râzı olsun!

 

 

Yatsı’dan Sonra Âile ve Misâfirlerle Oturmak

Abdurrahman ibn-i Ebî Bekir (r.a) şöyle anlatır:

Ashab-ı Suffe fakir kimselerdi. Bir defasında Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

«–İki kişilik yiyeceği olan (Suffe ehlinden) bir üçüncüsünü, dört kişilik yiyeceği olan bir beşincisini veya altıncısını alıp evine götürsün!» buyurdular.

Babam Ebû Bekir (r.a) bunlardan üçünü eve getirdi. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) de on tanesini alıp Hâne-i Saâdetlerine götürdüler. Bizim ev halkı; ben, babam, vâlidem, bir de bizim ev ile babam Ebû Bekir’in evinde müştereken hizmet eden hizmetçiden ibaretti.

(Râvî Ebû Osman Nehdî: “«Bir de benim zevcem» dedi mi, demedi mi bilemiyorum” diyor.)

Babam Ebû Bekir (r.a) Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in hânelerinde akşam yemeğini yedi. Yatsı Namazı kılınıncaya kadar orada kaldı. (Sonra misâfirlerini eve getirip âilesine onları ağırlamalarını tembih etti.) Tekrar Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in hâne-i saâdetlerine gitti. Efendimiz’in istirahate çekileceği vakte kadar orada kaldı. Geceden Allah’ın dilediği kadar bir müddet geçtikten sonra evine geldi. Haremi ona:

«–Seni misâfirlerinin yanında bulunmaktan alıkoyan nedir?» diye sordu. O da:

«–Onlara hâlâ yemek vermedin mi?» diye çıkıştı. Hanımı:

«–Sen gelmedikçe yemek yemeyeceklerini söylediler. Kendilerine yemek ikram edildi, ama kabul etmediler» dedi.

Ben savuşup saklandım. Babam bana:

«–Be hey nâkes herif!» diye seslendi. Sövüp saydı. Sonra hiddetle:

«–Yiyin, yemekte tat, tuz bırakmadınız! Vallahi bu yemekten aslâ yemeyeceğim!» dedi.

Allah’a yemin ederim ki biz yemek yerken her bir lokmayı aldıkça alttan daha fazla artıyordu. Nihayet misafirler doydular. Yemek de ilk hâlinden daha ziyâde artmış vaziyette duruyordu. Ebû Bekir (r.a) yemeğe baktı, bir de gördü ki olduğu gibi duruyor, hatta daha da artmış. Haremine:

«–Bu ne, ey Benî Firâs’ın kızı!» dedi. O da:

«–Gözümün nûruna yemin olsun ki o şimdi öncekinden üç kat fazla!» dedi.

Babam Ebû Bekir o yemekten yedi ve ettiği yemini kastederek:

«–O olan şey şeytandan idi» dedi. Sonra yemekten bir lokma daha yedikten sonra onu Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e götürdü. Yemek orada sabaha kadar durdu. Bizim ile bir kavim arasında bir anlaşma vardı. Müddet sona erdiği için Medine’ye gelmişlerdi. İçlerinden oniki temsilci ayırmıştık. Her biri ile beraber kaç kişi olduğunu ancak Allah bilir. İşte onların hepsi o yemekten yediler.”

Râvî rivayetini bitirdikten sonra: “Böyle veya buna benzer lâfızlarla rivayet olunmuştur” diyor. (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 41; Müslim, Eşribe, 176)

Şerh:

Bu rivayetten, kıtlık zamanlarında varlıklı olanların yoksulları evlerinde doyurmaları gerektiği hükmü çıkıyor. Yine, zaruret vaktinde yardımlaşmanın, zenginle­rin fakirlere bakıp onları aç bırakmamasının farz olduğu anlaşılıyor. Nitekim Ömer (r.a) kıtlık senesinde fakirlerin çokluğundan dolayı her eve nüfusları sayısınca aç ve yoksul dağıtmayı düşünmüş ve:

“–Bir insan günlük azığının yarısıyla yetinmekle ölmez!” buyurmuştur.

“Şübhesiz malda zekâttan başka bir takım hak­lar da vardır” ifadesi, işte bu gibi şeylere işaret etmektedir.

Ebû Bekir (r.a) dört nüfuslu bir âileye sâhip olduğuna göre, o akşamki yemeğinin üçte birinden fazlasını; Rasûlullah (s.a.v) de, Mü’minlerin Anneleri’nin sayısına bakarak, günlük rızıklarının yarısını fakîrlere îsâr buyurmuşlardır.

İhtiyaç hâlinde kişi, Yatsı’dan sonra âile ve misâfirlerinin işleriyle meşgul olarak uykuyu tehir edebilir.

 

 

KİTÂBÜ’L-EZÂN

Ezan’ın Başlaması

İbn-i Ömer (r.a) şöyle anlatırdı:

“Müslümanlar (Muhacir olarak) Medine’ye geldikleri zaman bir araya toplanıp namaz için vakit tayin ederlerdi. Namaz için nidâ edilmezdi. Bir gün bu husus hakkında konuşuldu. Bazıları «hristiyanların çanı gibi çan kullanılsın», diğer bazıları da «Çan olmasın da yahûdilerin borusu gibi boru olsun» dediler. Ömer (r.a):

«–İnsanları namaza çağırmak için bir adam gönderseniz olmaz mı?» dedi.

Rasûlullah (s.a.v) bunun üzerine:

«–Bilâl, (haydi) kalk, namaz için nidâ et (yani ezan oku)!» buyurdular.” (Buhârî, Ezân, 1)

Şerh:

Namaz vaktini cemaate duyurmak için önceleri yalnızca “Namaza, namaza!” denirdi.

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), insanları namaz için nasıl toplayacağını tesbit etmek istediler. Kendisine «Namaz vakti girince bir bayrak dikerseniz, onu görenler birbirlerine haber verirler» denildi. Fakat Efendimiz (s.a.v) bu teklifi be­ğenmediler. Kendilerine borudan bahsedildi. Nebî (s.a.v) bunu da beğenmediler ve «Bu yahudilerin işidir» buyurdular. Bu sefer kendilerine çan’dan bahsedildi. «O da hristiyanların işlerindendir» buyurdular.

Abdullah ibn-i Zeyd (r.a) Rasûlullah Efendimiz’in yapmak istediği bu işe çareler düşünerek (onun derdiyle dertlenerek) gitti. Rüyasında kendisine Ezan gösterildi. Sabahleyin hemen Allah Rasûlü’ne gelerek haber verdi ve:

«‒Yâ Rasûlallah! Ben uyku ile uyanıklık arasında iken biri geldi ve bana Ezan’ı öğretti» dedi.

Ömer bin Hattâb (r.a) de bu rüyâyı görmüş fakat onu yirmi gün kimseye söylememişti. Daha sonra bu rüyasını Efendimiz’e haber verdi. Rasûlullah (s.a.v):

«‒Bunu bana daha evvel neden haber vermedin?» buyurunca, Ömer (r.a):

«‒Abdullah ibn-i Zeyd beni geçti, ondan sonra söylemeye de utandım» dedi.

Ra­sûlullah (s.a.v):

«‒Ey Bilâl, kalk, Abdullah ibn-i Zeyd’in sana söyleyeceği şeyleri oku!» buyurdular.

Hz. Bilâl de hemen kalkıp ezan okudu. (Ebû Dâvûd, Salât, 27/498)

Her ne kadar sefîr Abdulah (r.a) ise de gaybî feyze mazhar olan her zaman için Rasûlullah (s.a.v) idi. Onun tasdiki ile ezan meşrû kılınmış oldu.

Ezanın başlamasında, sahabilerin rüyâlarının vahiyle tekid edilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Namaza çağırdığınız (ezan okuduğunuz) zaman onu alay ve eğlence konusu yaparlar. Bu davranış, onların düşünemeyen bir toplum olmalarındandır.” (el-Mâide, 58)

“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ın zikrine koşun ve alımsatımı bırakın. Eğer bilirseniz elbette bu, sizin için daha hayırlıdır.” (el-Cum’a, 9)

Ezanın ilk olarak Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’den başkasının lisanından sâdır olması da ilâhî bir hikmet sebebiyledir. Zira ezan, “Senin şânını yüceltmedik mi?”[28] âyet-i kerimesine binaen Allah Rasûlü’nün nâm-ı mübarekini yüceltmektedir. Ezan, ilk olarak başka birinin lisanından çıkınca, bu yüce maksat daha parlak bir sûrette hâsıl oldu. (Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 557)

Ezân, lügatte i’lâm yani bildirmek demektir. Şer’î örfte ise hususî vakitlerde hususî lâfız­larla yapılan hususî bir i’lâmdır. Ezan, ihtiva ettiği az ve kısa cümlelerle İslâm’ın itikâdî ve amelî esaslarının hemen hepsini öz olarak kendinde toplamıştır.

Ezan aynı zamanda, İslâm’ın şiârlarını, sembollerini günde beş defa ızhar ve ilan etmek gibi pek mühim bir vazife icra eder. İnsanlar işlerine dalmış çalışırlarken “Allahu Ekber” diye bir nida gelir. Allah’ın çok büyük olduğu hatırlatılarak insanlardan dünyaya aldanmamaları, yanlış duygu ve düşüncelere sapmamaları istenir. Sonra Allah’ın birliği ve Rasûlullah Efendimiz’in onun elçisi olduğu hatırlatılır. Bunları kabul edenler kulluğa ve bunun en açık tezahürü olan namaza çağrılır. Her müslüman bulunduğu yerde mutlaka namazını kılmalıdır. Ancak herhangi bir mazereti olmayanlar, özellikle de erkekler cemaatle namaza gelmelidirler. Bunun için “Hayye ale’l-felâh” nidasıyla mü’minler camiye ve cemaate davet edilirler. Âlimlerimiz buradaki felâh’ı “cemaatle namaz” diye tefsir etmişlerdir. Yani Müslümanların kurtuluşu cami ve cemaattedir. Bu emirleri tekit etmek için tekrar Allah’ın büyüklüğü ve tekliği hatırlatılır. Dünyevî menfaat ve zevkler için Allah’ın emirleri karşısında umursamaz davranmamak gerektiği, ondan başka sığınılacak gücün olmadığı ve herkesin ona hesap vereceği telkin edilerek mü’minler uyarılır.

Rasûlullah (s.a.v) Hz. Bilal’e “Kalk, namaza çağır!” buyurdukları için ezanı ayakta okumak sünnettir.

 

 

Ezan Lâfızları İkişer İkişerdir

Enes (r.a) şöyle der:

Hz. Bilâl’e ezan lâfızlarını ikişer ikişer, kâmet lâfızlarını da birer birer söylemesi emrolundu. Yalnız «Kad kâmeti’s-salâtü» lâfzı müstesna, (o iki defa söylenir).” (Buhârî, Ezân, 2, 3)

Şerh:

Ezan cümlelerinin ikişer, kâmet cümlelerinin birer defa söylenmesinin hik­metine dâir şöyle denilmiştir: Ezan caminin dışında, uzakta olup da görünmeyen insanlara namaz vaktinin girdiğini bildirmek içindir. Bunlara duyurmak zor olduğu için cümleleri tekrar edilir. Kâmet ise camide bulunan cemaat içindir. İşte bundan dolayı ezanın yüksek bir yerde okunması, sesin kâmete göre daha yüksek olması, ezanın tertil ile, kâmetin ise sür’atli okunması müstehaptır. (İbn-i Hacer, Fethü’l-Bârî, II, 84)

Hanefi mezhebine göre kâmet de ikişer ikişer getirilir.

 

 

Ezan Okumanın Fazileti

Ebû Hüreyre’den rivayete göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Namaza nida edildiği vakit şeytan ezanı işitmemek için (veya ezan sesini duymayacak yere kadar) arkasını dönüp (büyük bir telâş ile) yellene yellene kaçar. Ezan bitince (vesvese vermek üzere) geri gelir. Namaz için kâmet getirilince yine arkasını dönüp kaçar. Kâmet bitince geri gelip insan ile nefsi arasına sokulur ve «Falan şeyi hatırla, falan şeyi hatırla!» diyerek (namazdan evvel insanın) hiç de aklında olmayan şeyleri hatırlatır durur. Sonunda kişi kaç rekât kıldığını bilemez hâle gelir.” (Buhârî, Ezân, 4)

Şerh:

Şeytanın ezandan bu kadar şiddetle ürküp kaçması, onun ne kadar faziletli olduğunu gösterir.

 

 

Ezân Okurken Sesi Yükseltmek

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a), Abdullah ibn-i Abdurrahman’a şöyle demiştir:

“–Görüyorum ki, sen davarı ve kırları seviyorsun. Da­varların başında veya kırlarda olur da namaz için ezan okuyacak olursan sesini yükselt! Zira müezzinin sesinin yetiştiği yere kadar insan, cin, (hatta) hiçbir şey yoktur ki, ezanı duymuş olsun da kıya­met gününde müezzin için hüsn-i şehâdette bulunmasın!

Ebû Saîd (r.a), “Ben bunu Rasûlullah Efendimiz’den işittim” demiştir. (Buhârî, Ezân, 5)

Şerh:

Müezzinin sesini uzaklara eriştirmek için yükseltmesi ve ezan okumak için yüksek bir yere çıkması menduptur. Kişi münferiden de ezan okuyabilir.

Ezanı, külfetsiz okumalı, kelimeleri belli etmeyecek derecede nağmeye boğmamalıdır.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Müezzin, sesinin ulaştığı yer miktarınca mağfirete nâil olur, (sesinin ulaştığı yerlerde) yaş-kuru ne varsa hepsi de ona şahitlik eder. Cemaatle namaz kılan kimseye de yirmi beş namaz sevabı yazılır ve (cemaatle kıldığı) iki na­maz arasındaki (küçük günahları) affedilir.” (Ebû Dâvûd, Salât, 31/515)

Müezzin, sesini ne kadar yükseltirse o kadar çok mağfirete nâil olur. Günahları, ezan okuduğu yerden sesinin ulaştığı son noktaya kadar bütün mekânı doldurmuş bile olsa hepsi de affedilir.

 

 

Ezan İle Kanlar Bağışlanır

Enes ibn-i Mâlik (r.a) şöyle der:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bizi bir kavmin üzerine gazâya götürdükleri vakitlerde sabah olmadıkca hücum ettirmezlerdi. Beklerlerdi, sabahleyin ezan sesi işitirlerse harpten vazgeçerlerdi. Ezan sesi işitmezlerse o kavme baskın yaparlardı.” (Buhârî, Ezân, 6)

Şerh:

Bir memlekette ezan okunması, oranın Müslüman olduğuna delalet eder ve ahalisinin kanına dokunulmaz.

Ezan, İslâm dîninin şiârı olduğu için, terk edilmesi caiz olmayan hüküm­lerdendir.

Şâfiî âlimlere göre ezandaki şehâdet kelimelerini söyleyen kişi Müslüman sayılır. Ancak Îsevîler bunun dışındadır. Çünkü “Îsevî” denen tâife, Emevîler’in sonuna doğru zuhur eden Ebû Îsâ isminde bir yahûdiye tâbîdirler. Bunlar Muhammed (s.a.v)’in Rasûlullah olduğunu kabul ederler, lâkin “Yalnız Araplara gönderilmiştir” derler. (Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 568)

 

 

Müezzini İşiten Kişi Ne Der?

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“(Müezzinin) nidâsını işittiğinizde, (siz de) onun dediği gibi deyiniz.” (Buhârî, Ezân, 7)

{{{

Hz. Muâviye bir gün ezan okunurken müezzinin dediklerini “Eşhedü enne Muhammede’r-rasûlullah” sözüne kadar aynen tekrar etmiştir. (Buhârî, Ezân, 7)

Diğer rivayete göre Hz. Muâviye, müezzin “Hayye ale’s-salâh” dediği vakit “Lâ hav­le ve lâ kuvvete illâ billah” demiş, ondan sonra da:

“–Nebînizin (s.a.v) böyle söylediklerini işittik” diye ilave etmiştir. (Buhârî, Ezân, 7)

Şerh:

Müezzinin sözlerini aynen tekrar etmeli, “Hayye ale’s-salâh” ve “Hayye ale’l-felâh”lardan sonra da “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah” demelidir.

Bu son cümle, “Allah’a karşı mâsiyet ve günah işlemekten dönmek ve korunmak ancak Allah’ın verdiği güç ve onun koruması iledir. Allah’a tâate kuvvet ve iktidar da ancak onun yardımı ile hâsıl olabilir” manasınadır.

Ezanı işiten mü’min bunu söyleyince, müezzine icabet edip camiye gittiğinde elde edeceği nimetler ile gitmediğinde kazanacağı günahın azametini hatırlar. Ancak Allah Teâlâ’nın yardımıyla felâha erebileceğini idrak edip hemen ona sığınır.

Bazı kaynaklara göre “Hayye ale’l-felâh”tan sonra:

مَا شَاءَ اللهُ كَانَ وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ

“es-Salâtü hayrun mine’n-nevm”den sonra:

صَدَقْتَ وَبَرِرْتَ

denir.[29]

Ezanı işiten herkes, bir mâni olmadıkça müezzine icabet eder. Kur’ân oku­mak, zikir ve tesbih gibi fiillerle meşgul iken ezanı duyarsa, kıraati, zikri, tesbihi bırakarak ezanı dinler ve cümle cümle tekrar eder, icabetten başka hiçbir şeyle meşgul olmaz. Hatta selam bile verip almaz.

Kâmet getirilirken de cümleler aynen ezandaki gibi tekrar edilir. Sadece “Kad kâmeti’s-salâh”tan sonra:

أَقَامَهَا اللهُ وَأَدَامَهَا

denir. (Ebû Dâvûd, Salât, 36/528; Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, IV, 88)

 

 

Ezandan Sonra Dua Etmek

Câbir ibn-i Abdullah’tan rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Kim ezanı işittiği zaman:

اَللّٰهُمَّ رَبَّ هٰذِهِ الدَّعْوَةِ التَّامَّةِ وَالصَّلَاةِ الْقَائِمَةِ آتِ مُحَمَّدًا الْوَسِيلَةَ وَالْفَضِيلَةَ وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا الَّذِي وَعَدْتَهُ

«Ey şu mükemmel davetin ve kılınacak namazın Rabbi olan Allah’ım! Muhammed (s.a.v)’e “Vesîle”yi ve fazileti ver. Onu, kendisine vaad ettiğin “Makâm-ı Mahmûd”a ulaştır» diye dua ederse, kıyamet gününde o kimseye şefâatim vacip olur.” (Buhârî, Ezân, 8; Tefsîr, 17/11. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 37/529; Tirmizî, Salât, 43/211; Nesâî, Ezân, 38/678; İbn-i Mâce, Ezân, 4)

Şerh:

Beyhakî’nin rivayetinde duanın sonunda:

إِنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْمِيعَادَ

“Hiç şüphe yok ki sen va’dinden dönmezsin!” ziyâdesi vardır. (es-Sünenü’l-kübrâ, I, 603)

Dâvet, ezan lâfızlarıdır ki tevhide davettir.

Tam olması da sözlerin en tamı olan Tevhîd kelimesini ihtiva etmesi sebebiyledir. Tam ve kâmil olmasının bir yönü de, tebdil ve tağyîre (değiştirmeye) maruz olmaması, Kıyamet Günü’ne kadar bâkî kalması ve akâidi tam olarak ihtiva etmesidir.

es-Salâtü’l-Kâime, “şu kılınmak üzere olan namaz” demek olduğu gibi, “dâim, yer ve gökler bâkî kaldıkça nesh ve tebdile (değişikliğe) uğramayacak olan namaz” manasına da gelir.

Vesîle, Cennet’te bir makamdır ki, Allah Teâlâ kullarından yalnız birine ihsan edecektir.

Fazilet, diğer mahlûkâttan üstün bir mertebe demek ise de başka bir makam ve menzilenin ismi olması kuvvetle muhtemeldir.

Makâm-ı Mahmûd, her lisanın hamd ve senasına layık olan makam demektir ki, o makamda olanı bütün evvelkiler ve sonrakiler medh ü sena ederler. Bu ma­kam, İsrâ sûresinin 79. âyetinde Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e va’d edilen makamdır, büyük şefaat makamıdır.

Namaz vakitlerinde sema kapıları açılır ve rahmet inmeye başlar. O vakitlerde çokça dua etmeye çalışmalıdır.


 

Ezan Okumak İçin Kur’a Çekmek

Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“İnsanlar, ezan okumakta ve ilk safta bulunmakta ne (bereketler, hayır)lar olduğunu bilseler de onlara nâil olmak için kur’a çekmekten başka çare bulamasalar mutlaka kur’a çekerler. (Her namazın) ilk vaktinde(ki cemaatlerde) olan (fazilet)i bilseler (onlara yetişmek için) yarış ederler. Yatsı ile sabah (cemaatlerin)deki ilâhî lûtufları bilseler emekleye emekleye (veya sürtüne sürtüne) de olsa onlara gider (terketmez)ler.” (Buhârî, Ezân, 9)

Şerh:

Ömer ibn-i Hattâb (r.a) zamanında 15. hicrî senede, bir öğle öncesi Kâdisiye fethedilmişti. Herkes yerine döndüğünde müezzinin şehit olduğu meyda­na çıktı. Birçok kişi ezanı ben okuyayım diye niza ettiler. Başkuman­dan, Kâdisiye fâtihi ve Sâsânî Devleti’ne son veren Sa’d ibn-i Ebî Vakkâs’a geldiler. O da kur’a ile birini müezzin tayin ederek ihtilafı bertaraf etti.[30]

İlk safta namaz kılmak, imam açıktan okuyunca Kur’ân dinlemek, Fâtiha’nın kıraatini müteakip “âmîn” diyebilmek, imamın tekbirlerini müteakip hemen tekbir almak, şayet imam birini yerine geçirmeye ihtiyaç duyacak olursa ona halife olmak gibi büyük ecir ve faydaları ihtiva eder.

Rasûlullah (s.a.v):

“Allah Teâlâ ilk saftakilere rahmet eder, melekler de dua ederler.” buyurmuşlardır. (Ebû Dâvûd, Salât, 93/664)

Yine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Bir takım insanlar vardır ki birinci saftan geri kala kala nihayet Allah Teâlâ onları Cehennem’e varmak üzere geriye bırakır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 97/679)

Arka safta olanlar daima ileri safların boşluklarını doldurmakla mükelleftirler. İleride yer varken arkadaki safa durmak doğru değildir. Bütün saflar dolduktan sonra sadece son safın eksik kalmasında ise bir beis yoktur. Cehennem ile tehdit edilenler, ön safta yer varken geriye duranlardır.

Rasûlullah (s.a.v) birgün ashabının yanına çıktıklarında:

“‒Meleklerin Rablerinin huzûrunda saf yaptıkları gibi saf bağlasanız olmaz mı?” buyurdular. Onlar:

“‒Yâ Rasûlallah! Melekler Rableri katında nasıl saf bağlarlar?” diye sordular. Efendimiz (s.a.v):

“‒İlk saftan îtibâren safları tamamlaya tamamlaya giderler ve safları sık tutarlar” buyurdular. (Müslim, Salât, 119)

Ebû Mes’ûd (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) namazda bizim omuzlarımıza dokunarak:

«Safları dümdüz tutun, farklı farklı hizâlarda durmayın ki kalpleriniz de farklı farklı düşüncelerde olmasın! Benim arkama aklı başında olanlarınız dursun, sonra onları tâkip edenler, sonra da onları tâkip edenler (derece derece) safa dursunlar!» buyur­dular.”

Hadisi rivayet eden Ebû Mes’ûd (r.a) şöyle dedi:

“Bugün siz çok şiddetli ihtilaflara düşmüş durumdasınız, (çünkü saflarınızı düz tutmuyorsunuz).” (Müslim, Salât, 122)

Abdullah ibn-i Mes’ûd (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v):

«Benim arkama yaşlı başlılar dursun, sonra derece itibariyle onlardan sonra gelenler dursun!» buyurdular ve bunu üç defa tekrarladıktan sonra:

«Pazar yerlerindeki keşmekeş(e benzemek)ten sakının!» buyurdular. (Müslim, Salât, 123)


 

Âmânın Ezan Okuması

Abdullah ibn-i Ömer’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Bilal, ezanını gece okuyor. İbn-i Ümmi Mektûm ezan okuyuncaya kadar yiyip içiniz!”

(İbn-i Ömer veya aradaki râvîleriden biri) der ki:

“İbn-i Ümmi Mektûm âmâ bir kimse idi. Kendisine: “Sabah oluyor, sabah oluyor” denmedikce ezan okumazdı.” (Buhârî, Ezân, 11)

Şerh:

Kendisine vakti haber veren biri olursa âmânın ezan okuması caizdir.

Rasûlullah (s.a.v) zamanında birincisi fecr-i kâzibin, diğeri de fecr-i sâdıkın doğuşunda ezan okurlardı. Hz. Bilal’in erken ezan okuması, namaza davet için değil, uykuda olan uyansın, oruç tutacak olan sahurunu hemen yapsın, gece namazında olan kısa kesip vitire başlasın diye idi.

 

 

Fecr-i Sâdık’tan Sonra Ezan Okumak

Hafsa (r.a) şöyle demiştir:

“Müezzin sabah vaktini bekleyip de sabah belirince, Rasûlullah (s.a.v) farzdan evvel hemen hafifçe iki rekât sünnet kılarlardı.” (Buhârî, Ezân, 12)

Şerh:

Sabah namazı için mûteber olan ezan, fecrin doğuşundan sonra okunan ezandır.

Sabah namazının sünnetini hafif kılmak müstehaptır. Allah Rasûlü (s.a.v) zaman zaman bu sünnetin ilk rekâtında Fâtiha ile “Kul yâ eyyühe’l-kâfirûn”, ikinci rekâtında Fâtiha ile “Kul huva’llâhu ehad” okurlardı. Başka sûre ve âyetleri de okurlardı.

Fecr-i sâdık ile Sabah namazının farzı arasında, bu iki rekât sünnetten başka nafile namaz kılmak mekruhtur.

 

 

Fecr-i Sâdık’tan Evvel Ezan Okumak

Abdullah ibn-i Mes’ûd (r.a), Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in şöyle buyurduklarını nakletmiştir:

“Bilal’in ezânı hiç birinizi sahurundan alıkoymasın. Çünkü o, henüz gece iken ezan okur. Tâ ki namazda kâim olanınızı (artık sabah yaklaşıyor diye kıyamından) vaz geçirsin, uykuda olanınızı da uyandırsın. Fecir böyle değildir. Tâ böyle olmayınca (fecir olmaz).”

Râvî der ki: Rasûlullah (s.a.v) “böyle değildir” buyururlarken mübarek parmaklarını yukarıya kaldırıp baş aşağı diktiler. “Tâ böyle olmayınca” derken de şahâdet ve orta parmaklarını üst üste koyup sağa sola uzatmak sûretiyle işaret buyurdular. (Buhârî, Ezân, 13)

Şerh:

Buhârî (r.a) bu hadisi, fecirden evvel ezan okuna­bileceğine delil olarak getirmiştir. Ancak Sabah namazı için sadece bu ezan kâfî değildir, Fecr-i Sâdık’tan sonra tekrar okumak lazımdır.

Rasûlullah (s.a.v) burada Fecr-i Kâzib ile Fecr-i Sâdık’ı târif etmişlerdir. Birincisi, ufuktaki dikey aydınlıktır. Bu esnada henüz Sabah namazının vakti girmemiştir. İkincisi, ufukta gö­rünen yatay ve yaygın olan aydınlıktır ki bu esnada imsak kesilir, oruç başlar ve Sabah namazının vakti girer.

Hadis-i şerifte bahsedilen, Teheccüd namazına kalkmış kimseyi namazından alıkoymak, ibadetine mâni olmak değildir. Gece yarısından beri ibadet edip yorulan bu mü’mine, sabahın yaklaştığı hatırlatılarak, biraz istirahat edip Sabah namazına dinç bir şekilde gitmesi sağlanır.

Uykuda olan kişi de Sabah vakti girmeden uyandırılarak biraz teheccüd kılması, oruç tutacaksa sahur yapması, ihtiyacı varsa gusletmesi ve Vitir namazını tehir ettiyse kılması sağlanır.

 

 

Ezan İle Kâmet Arasındaki Müddet

Abdullah ibn-i Muğaffel’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) üç kere:

“Her iki ezan (yani ezan ile kâmet) arasında, isteyen için bir namaz vardır” buyurdular. (Buhârî, Ezân, 14)

{{{

Abdullah ibn-i Mugaffel (r.a) şöyle buyurur:

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

“Her iki ezan arasında bir namaz vardır, her iki ezan arasında bir namaz vardır” buyurduktan sonra üçüncüsünde, “İsteyen için” sözünü ilave ettiler. (Buhârî, Ezân, 16)

Şerh:

Ezândan sonra hemen namaza başlamak mekruhtur. Zira ezandan maksat, insanların hazırlanıp namaza gelmeleri için vaktin girdiğini bildirmektir. Hemen namaza başlandığında ise bu maksat hâsıl olmaz.

Buhârî (r.a) bu hadisi ezan ile kâmet arasında ne kadar fasıla bırakmak gerekti­ğini bildirmek için nakletmiştir. Bu işarete göre, ikisi arasında bir namaz kıla­cak kadar fâsıla bırakmak lazım gelir. Tâ ki bu müddet zarfında cemaat hazırlansın, abdestlerini alıp toplanabilsinler. Akşam ezanından sonra fazla beklemek ise mekruhtur. Zira onun vakti dardır. Burada kısa bir ara verilmesi yeterlidir.

Akşam haricindeki vakitlerin farzlarından evvel sünnet kılınabileceğinde şübhe yoktur. Yalnız Akşam na­mazından evvel kılınmasında, fakihler arasında görüş ayrılığı vardır.

 

 

“Seferde Bir Müezzin Ezan Okusun!”

Mâlik ibn-i Huveyris (r.a) şöyle anlatır:

“Kavmimden beş on kişi ile beraber Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in huzûr-u âlîlerine gelmiştik. Yanlarında yirmi gün kaldık. Rasûlullah (s.a.v) çok merhametli ve yumuşak bir kişi idiler. Âilemizi özlediğimizi görünce bize:

«–Haydi, ehlinizin yanına dönün, aralarında bulunun! Onlara dîni öğretin! (Beni nasıl namaz kılar gördüyseniz öylece) namaz kılın! Namaz vakti geldiğinde içinizden biri ezan okusun, en yaşlınız da imam olsun!» buyurdular.” (Buhârî, Ezân, 17)

Şerh:

Seferde ve hazarda tek müezzin ve bir ezan yeterlidir. Aynı anda birden fazla kişinin ezan okuması doğru değildir. Mekân çok büyükse herkes kendi tarafındakilere duyurmak üzere birden fazla müezzin ezan okuyabilir.

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Bir topluluğa, içlerinden Allah’ın Kitâbı’nı en çok okuyup belleyen ve okumaya en evvel başlayan kişi imam olsun! Kıraat hususunda aynı seviyede iseler, sünneti daha iyi bilen, sünnet hususunda da müsâvî iseler hicreti daha kadim olan, hicrette de müsâvî iseler İslâm’a daha önce giren (veya yaşı daha büyük olan) imamlık yapsın! Bir kişi diğerine, onun mekânında imamlık yapmasın ve evinde makamına oturmasın! Ancak izin verirse o başka.” (Müslim, Mesâcid, 290-291; Ebû Dâvûd, Salât, 60/582-590)

Mâlik ibn-i Huveyris (r.a) ve arkadaşları, Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in yanında aynı müddet kaldıkları için, Kur’ân’ı ve sünneti öğrenme hususunda aralarında bir fark oluşmamıştı. Hicretleri ve İslâm’a girişleri de aynı gün olmuştu. Geriye sadece yaş üstünlüğü kaldı. Bu sebeple Allah Rasûlü (s.a.v), en yaşlılarının imam olmasını emir buyurdular.


 

Yolcular da Ezan Okur, Kâmet Getirir

Mâlik ibn-i Huveyris (r.a) şöyle anlatır:

“İki kişi sefere niyet ederek Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in huzur-u âlîlerine (vedâlaşmaya) geldiler. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

«Buradan çıktığınızda (her namaz vakti geldikçe) ezan okuyunuz, sonra kâmet getiriniz, sonra en yaşlınız imam olsun!» buyurdular.” (Buhârî, Ezân, 18)

Şerh:

Yani “Biriniz ezan okusun, yine biriniz kâmet getirsin!”

Yolcular da ezan okumalı, kâmet getirmeli ve cemaatle namaz kılmalıdır. Arafat ve Müzdelife’de de böyle yapılır. Bir kişinini ezanı, bütün cemaate yeter. Ama şehir geniş olursa herkese duyurmak için birden fazla ezan okunabilir.


 

Soğuk veya Yağmurlu Gecede Müezzin “es-Salâtu fi’r-Rihâl” der

Nâfi (r.a) şöyle anlatır:

İbn-i Ömer (r.a), Dacnân’da iken soğuk bir gecede ezan okudu. Sonra «صَلُّوا فِي رِحَالِكُمْ: Namazlarınızı bulunduğunuz yerlerde kılınız!» dedi. Daha sonra bize şunu haber verdi:

“Rasûlullah (s.a.v) seferde iken soğuk veya yağmurlu bir gecede müezzine ezan okumasını ve ardından da « أَلاَ صَلُّوا فِي الرِّحَالِ: Dikkat! Namazlarınızı bulunduğunuz yerlerde kılı­nız!» diye nidâ etmesini emrederlerdi.” (Buhârî, Ezân, 18)

Şerh:

Diğer rivayetlerde bu tatbikatın hazarda da uygulandığı ifade edilmektedir. O hâlde seferde olsun hazarda olsun kişi sağuk, yağmurlu ve şiddetli rüzâr esen günlerde cemaate gelmemekte mâzur sayılır.

Rahl, insanın meskeni ve eşyasının bulunduğu yere denir. Bu yer ister bina olsun, ister binasız bir yer olsun farketmez.

Ezan okurken arada konuşmamak evlâdır, daha güzeldir.

Ezan okurken müezzinin şehadet parmağını kulağının içine koyması müstehaptır.

Ezan okurken abdestli olmak sünnettir.

Müezzin, ezan okurken kıbleye döner. “Hayya ale’s-salâh” derken yüzünü sağa, “Hayya ale’l-felâh” derken de sola çevirir.

 

 

 

“Namazı Kaçırdık” Denir mi?

Ebû Katâde (r.a) şöyle anlatır:

“Bir defasında biz Rasûlullah Efendimiz’le birlikte namazda iken birçok kimsenin koşuşma seslerini duydular. Namazı kıldırdıktan sonra:

«–Ne oluyorsunuz?» diye sordular. Ashab-ı kiram:

«–Namaza yetişmek için acele ettik!» dediler.

Bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular:

“–Hayır, öyle yapmayınız! Namaza geldiğinizde vakar ve sekinetten ayrılmayınız. (Ağır ağır yürüyünüz). Namazın yetiştiğiniz kadarını (imam ile beraber) kılınız, kaçırdığınız rekâtleri de sonra kendiniz tamamlayınız!” (Buhârî, Ezân, 20)

Şerh:

Namaza niyet ederek evinden çıkan kişi zaten namazda sayıldığı için acele etmeye gerek yoktur. Bu sebeple namaza vakar ve sekinetle yürüyerek gitmelidir.

İbn-i Sîrin (r.a), kişinin “namazı kaçırdık” demesini kerih görmüş, “namaza yetişemedik ifadesini kullanmayı tercih etmiştir. Buhârî (r.a) de “Rasûlullah Efendimiz’in sözleri daha doğrudur” diyerek bu hadis-i şerifi nakletmiştir. Allah Rasûlü (s.a.v) bu ifadeyi kullandıklarına göre bizim de kullanmamızda bir beis yoktur.


 

Namaz İçin Ne Zaman Kalkılır?

Ebû Katâde’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Namaz için kâmet getirildiği vakit beni (odamdan çıkarken) görmedikçe ayağa kalkmayınız! (Sekinet üzere olunuz!)” (Buhârî, Ezân, 22)

Şerh:

İmam camide değilse, geldiğini görmedikçe cemaat ayağa kalkmamalıdır. Bunun dışında kâmet başladıktan sonra herkes durumuna göre ayağa kalkıp safları sık ve düz tutmaya gayret gösterir, imamın hemen peşinden tekbir alarak ilk tekbire yetişmenin faziletini idrak etmeye çalışır.

Kâmet getirildikten sonra imam veya cemaatten biri, bir zaruret sebebiyle dışarı çıkıp tekrar gelebilir. Dışarı çıkması gereken imam ise cemaat onu bekler.

 

 

 

Kâmetten Sonra İmamın Zaruri Bir İşi Çıkarsa

Enes (r.a) şöyle anlatır:

“Bir defasında (Yatsı) namazı için kâmet getirilirken Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Mescid’in bir tarafında biri ile hafif sesle konuşuyorlardı. Cemaat(in bir kısmı) uyuklayıncaya kadar (sözleri uzadı ve) namaza durmadılar.” (Buhârî, Ezân, 27)

Şerh:

Kâmet getirildikten sonra imamın zaruri bir işi çıkarsa onu yaptıktan sonra namaza durabilir.

İhtiyaç anında kâmet ile tekbir arasında konuşmak da caizdir. Ancak Hanefilere göre bu esnada zaruret olmaksızın konuşmak mek­ruhtur.

 

 

Cemaatle Namazın Vacip Oluşu

Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim içimden öyle geçiyor ki, odun toplanmasını emredeyim, odunlar toplansın, sonra namaz için toplanılmasını emredeyim, onun için ezan okunsun, sonra birine emredeyim de cemaate imam olsun. Ondan sonra ben de cemaatten geri kalan erkeklerin yanına gidip evlerini üzerlerine yakayım. Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, onlardan biri camide semiz etli bir kemik parçası veya iki tane güzel paça bulacağını bilse mutlaka Yatsı’ya gelir.” (Buhârî, Ezân, 29, Ahkâm, 52; Müslim, Mesâcid, 251-254)

Şerh:

Allah Rasûlü (s.a.v) namazların birinde bazı kimseleri göremeyince bu sözleri söylemişlerdir. (Müslim, Mesâcid, 251)

Hasan Basrî (r.a) şöyle demiştir:

“Annesi, şefkati sebebiyle oğlunu yatsı namazına cemaate gitmekten men ederse, o kişi annesine itaat etmez.” (Buhârî, Ezân, 29)

İmam Buhârî (r.a) bu sözü, cemaatin vacip (farz) olduğuna delil getirmektedir. Zira Allah’a isyanı (günahı) emretmediği müddetçe anaya itaat etmek vaciptir. Anne cemaati terk etmeyi emrederse ona itaat edilmez. O hâlde cemaati terk etmek, Allah’a isyan etmek manasına gelir ve günahtır.

Rasûlullah Efendimiz’in bu sözlerindeki maksatları, cemaate gelmeyenlerin evlerini yakmaya cevaz vermek değil, cemaat mevzuunda ihmalkâr davranmanın ne kadar büyük bir hata olduğunu bildirmektir.

Cemaatle namazı terk edenleri tehdit eden çeşitli lâfızlarla birçok hadis-i şerif vardır. Bu hadislerin toplamından fakihlerin çıkardığı hüküm özet olarak üçtür:

Cemaatle namaz;

  1. Ahmed bin Hanbel, Dâvud-i Zâhirî ve diğer bazı âlimlere göre farz-ı ayndır.
  2. İmam Şâfiî, Tahâvî, Kerhî ve diğer bazı âlimlere farz-ı kifâyedir.
  3. Ebû Hanîfe ile İmam Mâlik’e göre sünnet-i müekkededir.

Bu hadis-i şerifte cemaati terk edenler, en basit dünya menfaati ile en manasız oyun eğlenceyi, büyük uhrevî sevapların önünde tuttukları için yeriliyorlar.

{

İbn-i Ömer (r.a), “Sabah akşam Rablerine, onun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et!”[31] âyeti hakkında şöyle buyurmuştur:

“Bu âyet-i kerimede bahsedilen kişiler, beş vakit namaz için camiye cemaate devam edenlerdir.” (Taberî, Tefsîr, XI, 383 [el-Enʻâm, 52])

{

Fakih ve hadis âlimi olan Muhammed ibn-i Hafîf’in (v. 371) belinde zaman zaman bir ağrı olurdu. Ağrısı geldiğinde hareket edemez hâle gelirdi. Bu durumda ezan okunduğunda bir kişi onu sırtına alıp camiye götürürdü. Ona:

“‒Böyle durumlarda namazı evinde kılsan da kendine eziyet etmesen!” dediler. O da şu cevabı verdi:

“‒Hayye ale’s-salâh’ı duyar da beni safta göremezseniz o vakit beni mezarlıkta arayınız!” (Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, XII, 348)

 

 

 

 

Cemaatle Namazın Fazileti

Abdullah ibn-i Ömer’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Cemaatle kılınan namaz, yalnız kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.” (Buhârî, Ezân, 30; Müslim, Mesâcid, 249)

Şerh:

İki kişi ve üstü cemaattir.[32] Ancak cemaat ne kadar çok olursa faziletin de o kadar çok olacağına dâir rivayetler vardır. Übeyy ibn-i Ka’b (r.a) şöyle anlatır:

Rasûlullah (s.a.v) bir gün bize sabah namazını kıldırdılar ve:

“–Filan kimse burada mı?” buyurdular. Ashab-ı kiram:

“–Hayır!” dediler.

“–Filan burada mı?” buyurdular. Yine:

“–Hayır!” dediler.

Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular:

“–İşte bu iki namaz, münafıklara en ağır gelen namazdır. Bu iki namazda ne kadar çok ecir ve sevap olduğunu bilseydiniz, diz üstü emekleyerek de olsa cemaate gelirdiniz. Birinci saf meleklerin safı gibidir. Ondaki fazileti bilseydiniz ona ulaşmak için yarışırdınız. Bir kimsenin başka bir kimseyle kıldığı namaz tek başına kıldığı namazdan daha faziletlidir. İki kişi ile kıldığı namaz ise bir kişi ile kıldığı namazından daha üstündür. Beraber kılanların sayısı ne kadar çok olursa, kılınan namaz, Allah (c.c) katında o kadar sevimli olur.” (Ebû Dâvûd, Salât, 47/554)

Tâbiînin büyüklerinden Esved ibn-i Yezîd en-Nehaî, cemaati kaçırdığı zaman başka bir camiye giderdi. (Oradaki cemaate yetişmeye gayret ederdi.) (Buhârî, Ezân, 30)

“Bir camide namaz kılındıktan sonra bir daha orada aynı vaktin namazı cemaatle kılınamaz” diyen âlimler olmuştur. Onların bu ictihâdları, müslümanların birliğinin bozulması, fırka fırka ayrılmaları korkusuyla olmuştur. Bid’at ehlinin cemaate muhalefet ederek namazı ayrıca kılmasından sakınmak istemişlerdir. İmam Buhârî ve diğer âlimler ise tekrar cemaat yapmayı caiz görmüşlerdir.

Derecelerin fazlalığı hakkındaki hadislerin kiminde yirmi beş, kiminde yirmi yedi adedi bildirilmiştir. Bu iki rivayet arasını, “azın zikri çoğu nefyetmez, çünkü adedin mefhûmu mûteber değildir” veya “Rasûlullah (s.a.v) evvelâ 25’i haber verdi, daha sonra Allah Teâlâ ona faziletin 27 kat olduğunu haber verdi” şeklinde cem edenler olmuştur. Cemaatin durumuna göre de bu fazilet artıp eksilebilir. En doğrusunu Allah (c.c) bilir.

 

 

Sabah Namazını Cemaatle Kılmanın Fazileti

Ebû Hüreyre (r.a) Rasûlullah Efendimiz’in şöyle buyurduklarını işitmiştir:

“Cemaatle kılınan namazın sevabı, sizden birinin yalnız başına kıldığı namazın sevabından yirmi beş kat daha fazladır. Gece vazifeli olan meleklerle gündüz vazifeli olan melekler sabah namazında bir araya gelirler.”

Ebû Hüreyre (r.a) demiştir ki:

“İsterseniz şu âyet-i kerîmeyi okuyunuz: «Zira sabah namazı hakikaten meşhûddur (Allah ile gece ve gündüz insanın amellerini kaydeden melekler tarafından gözlenmektedir)[33]” (Buhârî, Ezân, 31)

{{{

Ebû Mûsâ (r.a) anlatıyor: Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular:

“Namazdan daha çok sevap alanlar, derece derece, yolu daha uzak olanlardır. İmamla kılıncaya kadar namazı bekleyen kimse de, hemen kılıp uyuyandan daha çok sevap kazanır.” (Buhârî, Ezân, 31)

Şerh:

Yani bir kimse camiye giderken ne kadar çok yürürse sevabı da o kadar çok olur. Meşakkatin çok olması ecrin de artmasına sebep olur. Yatsı ve Sabah namazlarını cemaatle kılabilmek için uykudan fedakârlık yapmak, kişiye büyük ecirler kazandırır.

Sabah namazında daha fazla Kur’ân okunduğu için yukarıdaki âyet-i kerimede bu namaza “Kur’ân” ismi verilmiştir. Nitekim içinde rükû ve sücûd (secdeler) bulunduğu için namaza “Rükû” ve “Sücûd” da denir. Âyette, namazda okunan Kur’ân’ın bizzat kendisinin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Gündüz ve gece insanın yanında nöbetleşe bulunan iki grup melek Sabah namazında bir arada olduğu için bu namaz veya Kur’ân şahitlidir. Yani Sabah namazına daha çok ihtimam gösterilmektedir.

 

 

 

Öğle’yi İlk Vaktinde Kılmanın Fazileti

Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“(Vaktiyle) bir kimse yolda yürürken, yolu üstünde bir diken dalı gördü. Onu alıp yolun kenarına attı. Allah Teâlâ onun bu amelini kabul bu­yurdu ve onun günahlarını mağfiret etti.”

Sonra Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

“Şehitler beştir: Tâûndan (vebâdan) ölen, karın (yani iç) hastalığından ölen, suda boğulan, yıkıntı altında kalıp ölen, bir de Allah yolunda şehit olan.”

Yine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

“İnsanlar ezan okumakta ve birinci safta olan (hayır ve bere­ketleri) bilseler de (onları elde etmek için) kur’a çekmekten baş­ka çare bulamasalardı, muhakkak kur’a çekerlerdi. Onlar namazı ilk vaktinde kılmaktaki fazileti bilselerdi, muhak­kak ona koşarlardı. Yatsı ile Sabah namazlarında olan sevabı bilse­lerdi, emekleye emekleye de olsa bu namazlara gelirlerdi.” (Buhârî, Ezân, 32)

Şerh:

Hadis-i şerifin baş tarafında, yolculara zahmet verecek şeyi yoldan kaldırıp atmanın fazileti haber veriliyor. Memleket halkının rahat yolculuk yapabilmesi için umûmî yollar yapmak ve bunları güzelce muhafaza etmek de elbette bu faziletin en yükseklerinden sayılmalıdır.

Bir diken dalını kenara atmak kadar kolay bir amel-i sâlih, Hak Teâlâ Hazretleri’nin kabulüne mazhar olur ve günahları affettirirse, daha büyük amel-i sâlihlere Cenâb-ı Hakk’ın ne büyük mükâfatlar ihsan edeceğini tasavvur edelim!

Genel olarak namazları ilk vaktinde kılmak faziletli olunca Öğle namazı da buna dâhil olmaktadır. Sadece yazın şiddetli sıcaklarında Öğle’yi serinlik vaktine tehir etmeye izin verilmiştir.

 

 

 

 

Camiye Giderken Atılan Adımlardan Sevap Ummak

Enes (r.a) şöyle anlatır:

“(Ensar’dan) Selime oğulları kabilesi, (Mescid-i Şerif-i Nebevî’ye uzak düşen) menzillerinden göçüp Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e yakın bir yere yerleşmek istemişlerdi. Rasûlullah (s.a.v) Medine’yi (koruyan bu yeri) ıssız bırakmalarını hoş görmediler ve onlara:

«–Attığınız adımların ecrini hesaba katmaz mısınız?» buyurdular.” (Buhârî, Ezân, 33)

Şerh:

Selime oğullarına mensup olan Câbir ibn-i Abdillah (r.a) şöyle anlatır:

“Evlerimiz Mescid’den uzakta idi. Bunları satıp Mescid’e yakın yerlere gelmeye niyet etmiştik. Rasûlul­lah (s.a.v) bizi bundan nehyedip:

«–Attığınız her adıma mukabil size bir derece vardır!» buyurdular.” (Müslim, Mesâcid, 279)

Bu hadis-i şerif namaz için atılan her adıma ecir verileceğine ve adımlar ne kadar çok olursa ecrin de o kadar fazla olacağına delalet ettiği gibi, camiye yakın bir yerde ikamet etmenin de müstehap olduğunu göstermektedir. Çünkü Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) onların asıl maksatlarını tenkit etmemişler, yalnız Medine civarının boş bırakılmasını askeri bakımdan, emniyet cihetinden münasip görmemişlerdir.

Aşağıdaki âyet-i kerimenin de bu hâdise üzerine nâzil olduğu haber verilmektedir:

“Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) sayıp yazmışızdır.” (Yâ-sîn, 12)

Büyük tefsir âlimi Mucâhid, bu âyet-i kerimede geçen “âsâr: izler” lâfzını “hutâ: adımlar” diye tefsir etmiş, bunun da “yeryüzünde yürürken ayaklarının bıraktığı izler” olduğunu söylemiştir. (Buhârî, Ezân, 33)

 

 

Yatsı Namazını Cemaatle Kılmanın Fazileti

Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Münâfıklara, (cemaatle kılınan) Sabah ile Yatsı namazlarından daha ağır gelen hiç bir namaz yoktur. (Hâlbuki) bu iki namaz(ın cemaatin)de olan (ecir ve fazilet)i bilseler emekleye, emekleye (sürtüne, sürtüne) de olsa onlara gelip hazır olurlardı.

Yemin olsun içimden öyle geçti ki, müezzine emredeyim kâmet getirsin, sonra bir kimseye emredeyim o da insanlara imamlık yapsın, sonra ben elime ateşli meşaleler alayım, ezanı işittiği halde namaza çıkmayanların evlerini başlarına yakayım!” (Buhârî, Ezân, 34)

Şerh:

Buradaki münafıklık, amel ve masiyet nifakıdır, küfür nifakı değildir. Yani bu hadis-i şerifte kötülenenler, mü’minlerin cemaate devam hususunda tembel davra­nan zümresidir. Bunlar, imandan büsbütün soyulmuş kâfir münafıklar gibi de­ğildir. Bunlar imansız münafıkların hallerine benzediklerinden, bu hâlden sakınmaları için kendilerine münafık denmiştir. Zira bu insanlar evlerinde namaz kılmaktadırlar. Hakiki münafıklar ise kâfir olduklarından evlerinde namaz kılmazlar.

Münafıkların bariz vasıfları namazda tembellik, zekât ve infakta isteksizliktir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Namaza kalktıklarında tembel tembel kalkarlar.” (en-Nisâ, 141)

“… Namaza ancak üşenerek gelirler ve istemeye istemeye infakta bulunurlar.” (et-Tevbe, 54)

Bu gibi kötü sıfatları taşıyan mü’minler, münafıklara benzetilmişlerdir ki gafletten uyanarak bu tembellikten kurtulup çirkin vasıflardan uzaklaşsınlar.

Diğer namazlar için camiye gelmek de münafıklara ağır gelmektedir ancak en ağırı bu iki namazdır.

 

 

Camilerin Fazileti

Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Allah Teâlâ kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı Kıyamet gününde şu yedi sınıf insanı kendi gölgesinde barındıracaktır:

– Âdil idareci,

– Rabbine (tâat ve) ibâdet içinde yetişen genç,

– Gönlü mescidlere bağlı olan kimse,

– Birbirini Allah yolunda seven, buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan, (bu muhabbeti devam ettiren) kişiler,

– Mansıp ve cemâl sâhibi bir kadın kendisini istediği halde «Ben Allah’tan korkarım» diyerek haramı irtikâp etmeyen erkek,

– Sağ elinin infâk ettiğinden sol eli haberdâr olmayacak kadar gizli sadaka veren adam,

– Tenhâda (lisânen veya kalben) Allah Teâlâ’yı zikredip gözü yaşla dolan kişi.” (Buhârî, Ezân, 36, Zekât 16, Rikâk 24, Hudûd 19; Müslim, Zekât 91)

Şerh:

Mahşer yerinde, güneş iyice yaklaştırılıp çok uzun zamandır büyük sıkıntılar içinde bekleyen insanların döktüğü terler boylarını aşarken, bu hadiste zikredilen yedi sınıf insan Arş’ın gölgesinde nimet ve ikramlar içinde olacaklardır.

Hadis-i şerifin baş tarafında gölgenin Allah’a izafeti, mülk izafetidir. Bu itibarla her gölge Allah’ın gölgesi olmuş olur. Burada kastedilenin “Arş’ın gölgesi” olduğunu kabul ettiğimizde ise bu gölgenin Allah Teâlâ’ya izâfeti “teşrif izâfeti”dir. Nitekim bütün camiler Allah Teâlâ’nın mülkü iken hassaten Kâbe-i Muazzama’ya “Beytullah: Allah’ın evi” deniyor.

Hadisin bâb başlığına uygunluk yönü, “gönlü mescide bağlı olan kimse” kısmıdır. Eğer mescidlerde bu fazilet olmasaydı, kalbi oralara bağlı kimsede bu büyük fazilet bulunmazdı.

Camide oturup namazı bekleyen kişi namazdaymış gibi sevap kazanır.

Diğer rivayetlerde bu yedi sınıftan başka insanların da aynı ikrâm-ı ilâhîye mazhar olacağı haber verilmiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

  1. Zor durumda olan borçluya mühlet tanıyan veya borcun bir kısmını ya da tamamını bağışlayan kimse,[34]
  2. Gâzî,
  3. Gâzîye yardım eden kimse,
  4. Borçlunun veya mükâteb (anlaşmalı) kölenin borçtan kurtulmasına yardım eden kimse,
  5. Sadâkatle ticaret yapan tüccar,
  6. Güzel ahlâk sâhibi kişi.

Bu hadis-i şerifte sadece yedi tanesinin zikredilmesi, diğerlerinin olmadığı anlamına gelmez.[35]

 

 

Camiye Gidip Gelen Kişinin Fazileti

Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Her kim (namaz için) camiye gidip gelirse Allahu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri her gidiş gelişinde ona Cennet’teki konağını ve konukluğunu hazırlar.” (Buhârî, Ezân, 37)

Şerh:

Hadis-i şerifin metninde geçen “nüzül” kelimesi, camiye giden kişinin hem cennette kalacağı mekânı, konağı, hem de oradaki ikramları ve ziyâfeti ifade etmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın mü’min kulu için, camiye her gidiş gelişinde cennette bir konak ve içinde muhtelif ziyâfetler ve ikramlar hazırladığı haber verilmektedir.

 

 

Kâmet Başladıysa Farzdan Başka Namaz Kılınmaz

Ezd kabilesinden olan Abdullah ibn-i Mâlik, İbn-i Buhayne (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) (bir sabah) kâmet getirildikten sonra birinin iki rekât (sünnet) kıldığını gördüler. Allah Rasûlü (s.a.v) namazı bitirdiklerinde ashab-ı kiram onun etrâfını sardılar. Rasûlullah (s.a.v) (kâmet getirildikten sonra sünnet kılan sahabiye):

«–Sabahı da mı dört kılıyorsun? Sabahı da mı dört kılıyorsun?» buyurdular.” (Buhârî, Ezân, 38. Krş. Müslim, Müsâfirîn, 65-67)

Şerh:

Sabah namazı için kâmet getirilirken camiye giren kimse, sünneti kılar mı, kılmaz mı? Bu meselede imamlar ihtilaf etmişler­dir. Bir grup, imam sabah namazına başladıktan sonra sünnet kılmayı, yukarıdaki hadisi delil getirerek mekruh görmüşlerdir. Diğer bir taife de son rekâtta imama yetişebileceğini kestirebilen birinin caminin dışında veya geride bir direğin arkasında sünnet kılmasında bir beis olmadığını söylemişlerdir. Bu da Ebû Hanîfe ile Evzâî’nin görüşüdür.

Sabah namazının sünneti ile farzı arasına biraz boşluk koymak gerekir. Bu sebeple Müslümanlar sünneti evlerinde kıldıktan sonra farz için camiye giderler.

Kâmet başladıktan sonra sünnete başlamayıp imamla birlikte o vaktin farzına durmak gerektiği sadece Sabah namazı için değil, bütün namazlar için geçerlidir.

Râvî Abdullah (r.a), hem babası Mâlik’e hem de annesi Buhayne’ye nisbet edilmiştir. Hem kendisi hem de annesi ilk müslümanlardandır. İbadete düşkün, faziletli bir zât olup hicrî 56 senesinde vefat etmiştir.

 

 

Hasta Hangi Hadde Kadar Cemaate Gelir?

Esved ibn-i Yezîd en-Nehaî şöyle anlatır:

Biz bir gün Hz. Âişe’nin yanında idik. Namaza devamlı olmak ve ona tazim etmekten bahsettik. Âişe (r.a) şöyle buyurdu:

“Rasûlullah (s.a.v), vefatıyla neticelenen hastalığa tutuldukları zaman, bir defasında namaz vakti gelmiş, ezan da okunmuştu. Efendimiz (s.a.v):

«–Ebû Bekir’e söyleyin de insanlara namaz kıldırsın!» buyurdular. Kendilerine:

«–(Yâ Rasûlallah!) Ebû Bekir pek yufka yüreklidir. Senin makamında durup da insanlara namaz kıldıramaz!» denildi.

Allah Rasûlü (s.a.v) önceki emirlerini tekrar buyurdular. Yine kendilerine böyle söylendi.

Üçüncü defa yine o emirlerini tekrarlayıp:

«–Şüphesiz ki siz Yûsuf (a.s)’ın günündeki kadınlar gibisiniz! Ebû Bekir’e söyleyin, insanlara namazı o kıldırsın!» buyurdular.

Bunun üzerine Ebû Bekir (r.a) namazı kıldırdı.

(Bu namazlardan birinde) Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) üzerlerinde bir hafiflik hissedip iki kişiye dayanarak (namaza) çıktılar. Tâkatsizlik sebebiyle (yürürken) mübarek ayaklarını yerde sürüdükleri hâlâ gözümün önündedir. Ebû Bekir geriye çekilmek istedi. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

«–Yerinde dur!» diye işaret buyurdular. Sonra (ileriye) götürüle götürüle Ebû Bekir’in tâ yanına oturtuldular.”

Râvî A’meş’e:

“–Nasıl yani, namazı Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) kıldırıyorlardı da Ebû Bekir onun namazına, cemaat de Ebû Bekir’in namazına tâbî olarak mı namaz kılıyorlardı?” diye sordular. A’meş, başı ile “evet” dedi.

Bir rivayette de:

“(Rasûlullah -s.a.v-) Ebû Bekir’in soluna oturdular. Ebû Bekir de ayakta namaz kılıyordu” denilmiştir. (Buhârî, Ezân, 39)

Şerh:

Benzer bir rivayetin sonunda:

“Ebû Bekir (r.a) insanlara tekbiri ulaştırıyordu.” denilmektedir. (Buhârî, Ezân, 67)

Cemaat kalabalık olduğunda, imam tekbir aldıkça müezzin de yüksek sesle onu tekrar ederek cemaatin daha rahat duymasını sağlar.

Hanımlar, içlerinde gizledikleri fikrin zıddını söylemeleri ve bunda ısrar etmeleri yönüyle Yûsuf (a.s) ile maceraları anlatılan kadınlara benzetilmişlerdir. Hz. Âişe (r.a), hakiki maksadı babasını insanların nefret ve uğursuz saymala­rından korumak olduğu hâlde, bundan hiç bahsetmeyip, onun yufka yü­rekli olduğunu, sesini cemaate işittiremeyeceğini söylüyordu.

Allah Rasûlü (s.a.v) bu hastalıklarında Mescid’e çıkamamışlar ve bu zaman zarfında namazları Hz. Ebû Bekir (r.a) kıldırmıştır.

Hz. Ebû Bekir’in o günlerde kaç vakit imamlık yaptığı konusunda ihtilaf edilmiştir. Muhtelif rivayetlere göre 8, 9 veya 12 gün imamlık yaptığı hesaplanmıştır.[36] Bu ihtilafın, kişilerin rivayetlere vukufiyetindeki farklılık sebebiyle ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

{{{

Âişe (r.a) şöyle anlatır:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in hastalıkları ağırlaşıp da ağrıları şiddetlendiği zaman, benim evimde bakılmak üzere hanımlarından izin istediler. Onlar da kendisine izin verdiler. On­dan sonra Efendimiz (s.a.v) bir tarafında Abbas, diğer tarafında başka bir zât olduğu hâlde, ayakları yerde sürünerek çıktılar…” (Buhârî, Ezân, 39)

Şerh:

İmam Buhârî (r.a) bu hadis-i şerifleri, hastanın cemaate gelmesinin hangi sınıra kadar gerekli olduğunu anlatmak için nakletmiştir. Rasûlullah Efendimiz’in iki kişiye yaslanarak nama­za çıkmakla, cemaate devam hususuna ne kadar ehemmiyet verdiklerini ve bu konuda azimeti ruhsata tercih ettiklerini göstermiş oluyor.

Hasta, kendisinde bir hafiflik hisseder, yanında yardımcıları olur ve hastalığının artmasından korkmazsa cemaate çıkabilir.

 

 

 

 

 

Cemaate Gitmemeyi Mâzur Kılan Haller

Abdullah ibn-i Haris (r.a) şöyle anlatır:

İbn-i Abbas (r.a) çamurlu bir günde bize (Cuma) hutbesini îrâd edecekti. Müezzin, «Hayye ale’s-salâh»a gelince ona, «Namaz evlerde kılınacak!» diye nida etmesini emretti. İnsanlar bundan hoşlanmamış gibi birbirlerine bakıştılar. O da:

«–Galiba siz bunu beğenmediniz! Hâlbuki bunu benden çok daha hayırlı olan bir zat yapmışlardır. (Bu sözüyle Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’i kastediyordu.) Bu, mutlaka kılınması gereken vacip bir namazdır. Ben ise sizi yerinizden çıkarmak (veya günaha sokmak) istemedim».” (Buhârî, Ezân, 41)

Diğer tarikten gelen bir rivayete göre İbn-i Abbas (r.a):

“Sizi günaha sokmak istemedim. Gelip tâ dizlerinize kadar çamura batmış olacaktınız!” buyurmuştur. (Buhârî, Ezân, 41)

{{{

Enes (r.a) şöyle anlatır:

“Ensar’dan biri:

«–(Yâ Rasûlallah!) Ben Sizinle namaz kılmaya gelemiyorum» dedi.

O zat şişman bir kimse idi. Nebî (s.a.v) için yemek pişirip hânesine davet etti. Bir hasır yayıp kenarına su serpti. Rasûlullah (s.a.v) de onun üzerinde iki rekât namaz kıldırdılar.”

Âl-i Cârud’dan (bunu işiten) biri Enes’e:

“–Nebî (s.a.v) Duhâ namazı kılarlar mıydı?” diye sordu. O da:

“–O günden başka kıldığını görmedim” dedi. (Buhârî, Ezân, 41)

Şerh:

İmam Buhârî (r.a), bu rivayeti, “İmam camiye gelenlere Cuma namazı kıldırır mı? Cuma günü yağmurlu havada hutbe okur mu?” başlığı altında nakletmiştir. İlk rivayet, bu sorulara müspet cevap teşkil etmektedir.

İbn-i Abbas (r.a), camiye gelmiş olanlarla yetinerek Cuma’yı kılmak, gelmeyenleri de zahmetten kurtarmak istemiştir. Cemaate gelmeyenler evlerinde Öğle namazını kılmakla yetinirler.

Buhârî’nin bir önceki başlığı da “Yağmur ve benzeri durumlarda namazı evde kılmaya ruhsat verilmesi” şeklindedir.

Bu rivayetlerden, yağmur, soğuk, karanlık, sel, âmâ olmak ve yardımcısı bulunmamak gibi mazeretler sebebiyle kişinin namazlarını evinde kılmasına ruhsat verildiği anlaşılmaktadır.

İkinci rivayetten, cemaate gidemeyecek kadar şişman olanların da özürlüler sınıfına girdiği anlaşılıyor.

Camiye gitmemeyi meşru kılacak mazeretler, muhtelif rivayetlerden toplanarak şu şekilde sıralanmıştır:

– Camiye gidemeyecek kadar hasta olmak,

– Akşam namazı kılınırken akşam yemeği hazır olup önüne konmuş olmak,

– Bazı hallerde insa­na arız olan unutkanlık,

– Aşırı şişmanlık,

– Ezan esnasında tuvaletinin sıkışmış olması,

– Camiye giderken canı ve malı için korkmak,

– Şiddetli soğuk,

– Eziyet verecek derecede yağ­mur,

– İnsanın canı için tehlike arz eden şiddetli karanlık,

– Sarımsak, soğan, pırasa yemiş olmak.

Duhâ namazı, cumhura göre müstehaptır. Başka sahabiler de Allah Rasûlü’nün Duhâ kıldığını nakletmişlerdir. Öyle görünüyor ki Efendimiz (s.a.v) bu namazı faziletinin büyüklüğü sebebiyle bazen kılarlardı ama farz olur korkusuyla çoğu zaman terk ederlerdi.[37]

 

 

Namaz Başlarken Yemek Konmuşsa?

Enes ibn-i Mâlik’ten rivayete göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Akşam yemeğiniz önünüze konduğu vakit, akşam namazını kılmadan yemeğe başlayınız. Acele edip de yemeğinizi bırakmayınız!” (Buhârî, Ezân, 42)

Şerh:

Namaz vakti geniş olduğu zaman yemeği bırakıp namaza gitmek mekruh görülmüştür. Yemek yediği takdirde namaz vakti geçecek derecede dar olursa, namazı tehir etmek caiz olmaz.

Geciktirilince yemek bozulacaksa veya açlık ıstırap verecekse veya buna benzer bir durum söz konusu ise yemeğe başlamak evlâdır. Bunlardan hiçbiri yoksa o za­man önce namazı kılmak evlâdır.

Burada daha ziyade oruçlu olanların Akşam namazını iftardan sonraya bırakmaları mevzubahistir.

Ebu’d-Derdâ (r.a) şöyle der:

“Kişinin, kalbini başka düşüncelerden boşaltarak kendini tamamen namaza verebilmek için âcil ihtiyaçlarını karşılayıp öyle namaza durması, dinde derin anlayış sahibi olduğunun alâmetlerindendir.” (Buhârî, Ezân, 42)

Bu rivayetlerden namazı huşû ile kılmanın ne kadar ehemmiyetli olduğu ve huşûu bozacak sebepleri imkân nispetinde gidermek gerektiği anlaşılıyor.

 

 

 

Ezan Okununca İşi Bırakıp Camiye Çıkmak

Esved (r.a) şöyle anlatır:

Hz. Âişe validemize:

«–Nebî (s.a.v) hâne-i saâdetlerinde ne işle meşgul olurlardı?» diye sordum.

«–Âilesinin hizmetinde bulunurlardı. Namaz vakti gelince namaza çıkarlardı» cevabını verdi.” (Buhârî, Ezân, 44)

Şerh:

Evinin işi ile meşgul olan kimse, ezan okunduğunda hemen işini bırakıp camiye gitmek üzere evinden çıkmalıdır.

Burada Rasûlullah Efendimiz’in yüksek tevazuunu görüyoruz. En küçük hizmetine herkes canını fedâ etmek isterken Allah Rasûlü (s.a.v) âilesinin hizmetiyle meşgul olurlardı.

Allah Rasûlü (s.a.v), evinde kendi elbisesini temizler, söküğünü diker, ayakkabısını tamir eder, meşin kovasını yamar, şahsî hizmetlerini görürlerdi.[38]

Enes (r.a), Rasûlullah Efendimiz’in tevâzuunu şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) hastaları ziyaret ederler, cenazelerde bulunurlar, kölelerin davetlerine giderler, merkebe binerlerdi. Hayber’in fethedildiği ve Benî Kureyza üzerine yüründüğü gün, yuları hurma liflerinden olan bir merkebe binmişlerdi. Altlarında da liften yapılmış bir semer vardı.” (Tirmizî, Cenâiz, 32/1017; İbn-i Mâce, Zühd, 16; Hâkim, II, 506/3734)

“…Bineklerinin terkisine insanları bindirirler, yemeklerini yere koyup yerlerdi…” (Hâkim, IV, 132/7128)

Ebû Mûsâ (r.a) da şöyle der:

“Rasûlullah (s.a.v) merkebe binerler, kaba yünden elbise giyerler, oturup koyunun sütünü sağarlar, misafirleriyle ilgilenir, onlara hizmet ve ikram ederlerdi.” (Hâkim, I, 129/204)

 

İnsanlara Allah Rasûlü’nün Namazını ve sünnetini Öğretmek

Ebû Kılâbe (r.a) şöyle anlatır:

Mâlik ibnü’l-Huveyris (r.a), bi­zim şu mescidimize -yani Basra mescidine- geldi ve:

«–Asıl arzum na­maz kılmak olmadığı hâlde, size namaz kıldıracağım. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in nasıl namaz kıldıklarını gördüysem o şekilde kıl­dıracağım!» dedi…” (Buhârî, Ezân, 45)

Şerh:

Takarrub (Allah’a yaklaşma) niyeti olmadan kılınan namaz sahih olmaz. Burada sahabi, “Farz edâ edilecek zaman olmadığı veya vakit farzı­nı kılmış olduğum hâlde sırf size öğretmek için bir namaz kılıp, bunu Allah’a yaklaşma vesilesi edineceğim” demek istemiştir.

 

 

İlim ve Fazilet Erbabı İmamete Daha Layıktır

Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) son hastalıklarında:

«–Ebû Bekir’e emredin, insanlara namaz kıldırsın!» buyurdular.

Ben:

«–Ebû Bekir Sizin makamınızda durduğunda ağlamaktan (kıraati) insanlara işittiremez. Ömer’e emretseniz de insanlara namazı o kıldırsa!» dedim.

Hafsa’ya da:

«–Efendimiz’e; “Ebû Bekir Sizin makamınızda durduğunda ağlamaktan (kıraati) insanlara işittiremez. Ömer’e emretseniz de insanlara namazı o kıldırsa!” deyiver!» dedim.

Hafsa (r.a) dediğimi yaptı. Bunun üze­rine Rasûlullah (s.a.v):

«–Yeter! Şüphesiz siz Yûsuf (a.s)’ın yanındaki kadınlar gibisiniz! Ebû Bekir’e emredin, insanlara namazı kıldırsın!» buyurdular.”

Bunun üzerine Hafsa (r.a), Hz. Âişe’ye:

“Zaten bana senden bir hayır gelecek değildi!” diyerek (canının sıkıntısını dile getirdi). (Buhârî, Ezân, 46)

{{{

Zührî (r.a) şöyle anlatır:

“Bana Enes ibn-i Mâlik el-Ensarî (r.a) haber verdi ki, o, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e tabi olarak ondan hiç ayrılmamış, zât-ı şeriflerine hizmet etmiş ve sahabi olmuştur:

«Nebiyy-i Ekrem’in vefat ettikleri hastalıklarında Ebû Bekir (r.a) ashab-ı kirama namaz kıldırıyordu. Nihayet Pazartesi günü olunca sahabiler saflar hâlinde namaza durdukları esnada Nebiyy-i Muhterem Efendimiz (s.a.v) odalarının perdesini açıp bize bakmaya başladılar. Ayakta duruyor ve mübarek yüzleri Mus­haf yaprağı gibi parıl parıl parlıyordu. Sonra tebessüm ettiler. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’i görmenin sevinciyle az kalsın namazı bozuyorduk. Ebû Bekir (r.a), Nebiyy-i Ekrem’in namaza çıktığını zannederek safa girmek için geri geri gelmeye başladı. Nebî (s.a.v) bize, “Namazınızı tamamlayın!” diye işaret ettiler ve perdeyi örttüler. İşte o gün vefat ettiler».” (Buhârî, Ezân, 46)

Şerh:

Bu Sabah namazı, Rasûlullah (s.a.v) vefat etmeden evvelki namazların so­nuncusudur.

İmamete en layık olan kişi, fıkhı en iyi bilendir. Namaz caiz olacak kadar kıraati düzgün olmak şartıyla fıkhı ve sünneti yani İslâmî hükümleri en iyi bilen kişi öne geçirilir. İlim ve kıraatte eşitseler, sırasıyla verâsı (şüpheli şeylerden kaçınması), yaşı, ahlâkı, yaratılışı üstün olan imam yapılır. Bunlarda da eşitseler ya kur’a çekerler veya cemaatin tayin ettiği bir kişi namazı kıldırır.

İlk zamanlar Kur’ân’ı daha iyi okuyan, ezberi daha çok olan kişilerin imam olması tavsiye ediliyordu. Amr ibn-i Seleme (r.a) şöyle anlatıyor:

“Yaşadığımız böl­ge, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in ziyaretçilerinin yol güzergâhındaydı. Ziyaretten dönenler bize uğrar ve «Rasûlullah (s.a.v) şöyle şöyle buyurdular…» diye haber verirlerdi. Ben hafızası kuvvetli bir çocuktum, bu sayede Kur’ân-ı Kerim’den birçok (sûre) ezberlemiştim. Babam, kabilesinden bir heyetle birlikte Nebiyy-i Muhterem Efendimiz’e elçi olarak gitmişti. Allah Rasûlü (s.a.v) de onlara namazı öğretip;

«Kur’ân’ı en iyi bileniniz size imam olsun!» buyurmuşlar.

Ezberlediğim sûreler sebebiyle aralarında Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi bilen bendim. Bu sebeple beni öne ge­çirip imam yaptılar. Üzerime sarı küçük bir hırka giyerek onlara namaz kıldırıyordum. Secdeye vardığım zaman hırka vücudumdan sıyrılıp kısalıyordu. Kadın­lardan biri; «İmamınızın avret mahallini bizden gizleyin!» dedi. Bunun üzerine bana Umman kumaşından bir gömlek satın aldı­lar. Müslüman olma nimetinden sonra bundan daha fazla sevindiğim bir şey olmadı. Kavmime imamlık yaparken 7 veya 8 yaşımdaydım.” (Ebû Dâvûd, Salât, 60/585. Krş. Buhârî, Meğâzî, 53)

Ancak ilerleyen zamanlarda Kur’ân’ı daha iyi okuyup da fakih olmayan kimse kalmadı. Bu sebeple namaz sahih olacak kadar kıraati düzgün olmakla birlikte fıkhî bilgisi daha fazla olanlar tercih edildi.

Namaz Esnasında Asıl İmam Gelirse…

Sehl ibn-i Sa’d es-Sâidî (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) bir keresinde aralarını düzeltmek için Amr ibn-i Avf oğulları yurduna teşrif etmişlerdi. Namaz vakti geldi. Müezzin (Hz. Bilâl, Mescid-i Nebevî’de) Hz. Ebû Bekir’e gelip:

«–İnsanlara namaz kıldırır mısın, kâmet getireyim mi?» diye sordu. O da «Olur» dedi ve namaza başladı. İnsanlar namazda iken Rasûlullah (s.a.v) teşrif ettiler. (Safları yara yara birinci) safa vardılar. (Onu gören) cemaat el çırptılar. Ebû Bekir (r.a) namazını kılarken hiç başını çevirip bakmazdı. Arkasındaki cemaat el çırpmayı çoğaltınca başını çevirdi ve Rasûlullah Efendimiz’i gördü. Rasûlullah (s.a.v), «Yerinde dur!» diye işâret buyurdular. Ebû Bekir (r.a) ellerini kaldırıp Allah Rasûlü’nün kendisine olan bu emirlerinden dolayı Allah’a hamd ü senâ etti. Sonra Ebû Bekir (r.a) safa girinceye kadar geri geri çekildi. Rasûlullah (s.a.v) de ileri geçip namazı kıldırdılar. Namazdan çıkınca:

«–Ebû Bekir, sana emrettiğim vakit neden yerinde kalmadın?» diye sordular.

Hz. Ebû Bekir de:

«–Ebû Kuhâfe’nin oğlunun, Allah Rasûlü’nün önünde namaz kılması doğru değildir» dedi.

Rasûlullah (s.a.v) (cemaate dönüp):

«–Size ne oluyordu? El çırpmayı neden bu kadar çoğalttınız? Namazda iken her kim bir şey olduğunu görürse tesbih etsin. Tesbih ettiği vakit elbette kendisine kulak kabartılır. El çırpmak kadınlara mahsustur» buyurdular.” (Buhârî, Ezân, 48)

Şerh:

Amr ibn-i Avf oğulları, Evs kabilesinin bir koludur. Meskenleri Kuba’da idi. Kuba halkı kavga etmişler, birbirleri­ne taş atmışlardı. Bu durum Rasûlullah Efendimiz’e haber verildi. Bunun üzerine:

«–Haydi, gidelim de onları barıştıralım!» buyurdular ve bir kısım sahabileriyle birlikte gittiler. Bu haber Öğle namazı kılındıktan sonra ulaş­mıştı. Efendimiz (s.a.v) Hz. Bilâl’e:

“–İkindi namazına kadar gelemezsem Ebû Bekir’e söyle, namazı kıldırsın!” buyurmuşlardı.

 

 

İmam, Kendisine Uyulmak İçindir

Abdullah ibn-i Utbe’nin oğlu Ubeydullah (r.a) şöyle demiştir:

Hz. Âişe’nin yanına vardım ve:

«–Bana Rasûlullah Efendimiz’in hastalığını anlatır mı­sın?» dedim. O da, «Evet, anlatırım» dedi ve şöyle devam etti:

«–Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in hastalığı ağırlaştığı zaman:

“–İnsanlar namazı kıldı mı?” diye sordular. Biz:

“–Hayır, onlar Sizi bekliyorlar” dedik.

“–Öyleyse benim için leğene su koyunuz!” buyurdular.

Hemen arzularını yerine getirdik, yıkandılar. Sonra kalkmaya davranırken bayıldılar. Bir müddet sonra ayıldılar. Yine:

“–İnsanlar namazı kıldı mı?” diye sordular. Biz:

“–Hayır, onlar Sizi bekliyorlar ey Allah’ın Rasûlü!” dedik.

“–Öyleyse benim için leğene su koyunuz!” buyurdular.

Koyduk, oturup yıkandılar. Sonra kalkmaya davranırken yine bayıldılar. Bir müddet sonra ayıl­dılar. Yine:

“–İnsanlar namazı kıldı mı?” diye sordular. Biz:

“–Hayır, onlar Sizi bekliyorlar ey Allah’ın Rasûlü!” dedik.

“–Öyleyse benim için leğene su koyunuz!” buyurdular.

Yine koyduk, oturup yıkandılar. Sonra kalkmaya davranırken yine bayıldılar. Bir müddet sonra ayıl­dılar. Yine:

“–İnsanlar namazı kıldı mı?” diye sordular. Biz:

“–Hayır, onlar Sizi bekliyorlar ey Allah’ın Rasûlü!” dedik.

O sıra­da insanlar Mescid’de toplanmışlar, Yatsı namazı için Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’i bekliyorlardı. Nebî (s.a.v), insanlara namaz kıldırması için Hz. Ebû Bekir’e haber gönderdiler. Elçi Ebû Bekir’e gidip:

“–Rasûlullah (s.a.v) insanlara namaz kıldırmanı emredi­yorlar!” dedi. Ebû Bekir (r.a) yufka yürekli bir zât idi. Hz. Ömer’e:

“–Ey Ömer, insanlara sen namaz kıldır!” dedi. Ömer (r.a):

“–Buna sen daha layıksın!” dedi.

O günlerde namazları Ebû Bekir (r.a) kıldırdı. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bir ara kendilerinde hafiflik hissettiler. Hz. Abbas ile diğer bir zatın arasında Öğle namazı için Mescid’e çıktılar. Ebû Bekir (r.a) o esnada insanlara namaz kıldırıyordu. Ebû Bekir (r.a), Efendimiz’i görünce geri çekilmeye başladı. Nebî (s.a.v), “Geriye çekilme!” diye ona işaret ettiler ve:

“–Beni onun yanına oturtunuz!” buyurdular. Onlar da kendisini Ebû Bekir’in yanına oturt­tular».”

Râvî dedi ki:

“Ebû Bekir (r.a), ayakta Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e uyarak, insanlar da Hz. Ebû Bekir’e uyarak namaz kılıyorlardı. Nebî (s.a.v) ise oturdukları yerde namaz kılıyorlardı.” (Buhârî, Ezân, 51)

{{{

Mü’minlerin Annesi Âişe (r.a) şöyle demiştir:

“Rasûlullah (s.a.v) hasta iken bir keresinde evlerinde namaz kıldırmışlardı. Kendileri oturdukları yerde namaza durdular. Arkalarında bir topluluk da ayakta namaza başladılar. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) onlara, «Oturun!” diye işaret ettiler. Namaz bitince şöyle buyurdular:

«–İmam, ancak kendisine uyulmak için imam yapılmıştır. O rükû edince siz de rükûya varın, o başını kal­dırınca siz de kaldırın! O oturarak namaz kılarsa, siz de oturarak namaz kılın!».” (Buhârî, Ezân, 51)

Şerh:

Bazı âlimler, ayakta olanın, oturanın arkasında namaz kılmasını caiz görmüşlerdir. Allah Rasûlü (s.a.v), ikinci hadiste anlatıldığı üzere daha evvel attan düşmüşler, bu sebeple bir müddet otu­rarak namaz kılmışlar, arkalarında ayakta kılanlara da “Oturun!” diye işaret etmişlerdi. İlk rivayette anlatılan namazda ise kendileri oturmuşlar, cemaat ayakta kılmış, onlara “Oturun!” diye emretmediler. Bu namaz, Allah Rasûlü’nün imam oldukları son namazdır. Hüküm verirken Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in hep en son ameli dikkate alınır. Bundan dolayı amelin, ilk rivayet üzere olması gerekir.

Namazın bütün fiillerinde imama uymak vaciptir. Hiçbir hareketi ondan evvel yapmamak gerekir.

 

 

İmamın Ardındakiler Ne zaman Secde Ederler?

Berâ (r.a) şöyle demiştir:

“Rasûlullah (s.a.v) «Semiallâhu li-men hamideh» dediklerinde hiçbirimiz Nebî (s.a.v) secdeye varmadıkça belini bükmezdi. O secdeye vardıktan sonra biz de secdeye giderdik.” (Buhârî, Ezân, 52)

Şerh:

İmamın fiillerine uymak vaciptir. Hiçbir rükne imamdan evvel başlamak caiz değildir.

 

 

İmamdan Evvel Başı Kaldırmanın Günahı

Ebû Hüreyre (r.a), Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in şöyle buyurduklarını nakleder:

“Biriniz başını imamdan evvel (secdeden) kaldırdığında acaba Allah Teâlâ’nın, başını eşek başına veya sûretini eşek sûretine çevirmesinden korkmaz mı?” (Buhârî, Ezân, 53)

Şerh:

Hadisteki “başı veya sûreti” şeklindeki şüphe, râvî Şu’be’ye âittir. Kendisinden önceki râvînin hangi ifadeyi naklettiğini unutmuş veya bu hususta tereddüde kapılmıştır. İkisi de aynı manayı ifade etmekle birlikte râvî hassas davranmış, tereddüdünü ifade etmiştir.

Bu hadis-i şerifte, imamdan evvel davrananlar için şiddetli bir tehdit vardır. Bu hareketin ne kadar yanlış ve günah olduğunu göstermektedir.

 

 

Köle ve Âzatlının İmamlığı

Enes (r.a), Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in şöyle buyurduklarını nakleder:

“Üzerinize, başı kuru (kara) üzüm tânesi gibi olan Habeşli bir köle bile idareci tayin edilse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz!” (Buhârî, Ezân, 54)

Şerh:

Kölenin, veled-i zinanın, bedevinin imametleri cumhura göre sahihtir. Hanefiler ise, köleyle veled-i zinanın imamlıklarını mekruh görürler. Çünkü bunlar insanlar tarafından hafife alınırlar. Lâkin bunlardan biri imamete geçtiğinde arkasında namaz kılınabileceğini ifade ederler.

İbn-i Ömer (r.a) şöyle demiştir:

“İlk Muhacirler, Rasûlullah Efendimiz’den önce Kuba’daki Usbe isimli yere geldiklerinde, onlara Ebû Huzeyfe’nin âzatlısı Sâlim imamlık yapıyordu. Çünkü Kur’ân’ı en çok bilenleri o idi.” (Buhârî, Ezân, 54)

Köle, sebepsiz yere, herhangi bir zaruret olmadan cemaatle namaz kılmak için camiye gitmekten men edilemez. Zira Allah’ın hakkı, efendinin hakkından önde tutulmalıdır. Günümüzdeki işçi, memur ve hizmetçiler de aynı şekilde camiye gitmekten engellenmemelidir.

Bu hadisin namaz ile münasebeti şu yöndendir: Kendisine vazife verilmiş olan vali, kumandan gibi kişilerin namazlarda imam olmaları sünnet-i seniyye gereğidir. Kölenin idarecilik ve valiliği sahih olunca, arkasında namaz kılmak da sahih ol­malıdır.

İmam Buhârî, bu bölümde mushafa bakarak namaz kılma meselesine de temas eder. Hanefi imamlardan Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre mushaftan okuyarak namaz kılmak caizdir. Çün­kü mushafa bakmak da ibadettir. Yalnız hrıstiyanlara benzeme sebebiyle bunu kerahetle caiz görürler.

 

 

İmam Namazı Kusurlu, Cemaat Tam Kılarsa?

Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

 “İmamlar sizin için namaz kılarlar; eğer isabet eder, eksiksiz kıldırırlarsa hem size hem de onlara sevabı vardır; şayet hata ederlerse, size sevap, onlara da ceza vardır.” (Buhârî, Ezân, 55. Bkz. Ahmed, II, 355, 537)

Şerh:

Bu hadiste bahsedilen imamlar, namaz kıldıran imamlar olduğu gibi, valiler ve idareciler anlamına da gelir. Çünkü namaz kıldırmak asıl onların vazifesidir.

İsabetin manası, en kuvvetli görüşe göre, namazı eksiksiz kılmaktır. Bazıları ise isabetten kasıt, vakte isabet etmek, yani namazı vaktinde kılmaktır, de­mişlerdir.

Devlet başkanları ve valiler namazı geç bıraktıklarında, namazı vaktinde evde kılmak, daha sonra da fitneye sebep olmamak için idarecilerle birlikte tekrar namaz kılarak onu da nafileye saymak tavsiye edilmiştir.

Hadiste bahsedilen hata, kasıtsız vâki olan eksiklik değildir. Çünkü bunun günahı yoktur. Buradaki hatanın manası; namazı eksik kıldırmak, vaktini geciktirmek, rükünlerini, şartlarını ve sünnetlerini hakkıyla yapmamaktır.

Bu hadis-i şerif, imamın kusurundan dolayı cemaate bir şey terettüp etmeyece­ğine delil olarak getirilmiştir. İmamın bazı işlerde hatası, doğru kılmakta olan cemaatin namazının sahihliğine tesir etmez. Mesela imam abdestsiz veya cünüp olur yahut üzerinde göze görünmeyen bir pislik bulunursa cemaat namazı iade etmez. Hanefilere göre ise, imam da cemaat da o namazı iade eder. Mâlik ile Şafiî ve Ahmed ibn-i Hanbel’in mezheplerine göre, cemaat yalnız muvafa­kat yönüyle imama tabidir. Yani yalnız onun icra ettiği fiilleri ve hareketleri icra etmekle mükelleftir, imamın namazındaki sahihlik ve bozukluk ile alâka­dar olmaz. Hanefilere göre ise sıhhat ve fesad cihetinden de imama tabidir.

Hasan Basrî (r.a): “Bid’atçı imamın arkasında namaz kıl, bid’atının günahı kendi boynunadır” demiştir. (Buhârî, Ezân, 56)

İmam Zührî (r.a): “Çıkışı olma­yan bir zaruret haricinde, kadınlığa özenen kim­senin (muhannes) arkasında namaz kılınmasını doğru görmeyiz” demiştir. (Buhârî, Ezân, 56)

 

 

İmam, Soluna Duran Kişiyi Sağına Geçirirse Namazları Bozulmaz

İbn-i Abbas (r.a) şöyle anlatır:

“Ben bir gece teyzem Hz. Meymûne’nin yanında kaldım. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) o gece onun ya­nında bulunuyorlardı. Allah Rasûlü (s.a.v) abdest aldılar. Sonra kalkıp namaza durdular. Ben de sol taraflarında namaza durdum. Beni tutup sağ taraflarına geçirdiler. On üç rekât namaz kıldılar. Sonra (uyku­ya mahsus) teneffüsleri duyulacak kadar uyudular. Zaten uyuyunca sesli­ce teneffüs etmek âdetleri idi. Sonra müezzin kendilerini çağırmaya geldi. Bunun üzerine çıkıp namaz kıldırdılar ve tekrar abdest almadılar.” (Buhârî, Ezân, 58)

Şerh:

İbn-i Abbas (r.a) çocukluk haliyle yalnız başına imama uyduğu zaman ne tarafta durulacağını bilemeyerek Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in sol taraflarına geçmişti. Allah Rasûlü (s.a.v) onu sağ taraflarına geçirdiler ve namaza devam ettiler. Bu durum, namazlarının bozulmadığını göstermektedir.

Cemaat tek kişi olursa imamın sağ tarafında ve hizasında durması lazımdır. İmam Muhammed, ayaklarının parmak­larını imamın ökçesinin yanına koyarak hafif geri durması gerektiğini söylemiştir.

Uzanıp uyuduktan sonra abdest almadan namaz kılabilmek, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in hususiyetlerindendir. Nebîlerin gözleri uyusa da kalpleri uyumaz.

İmamın imamlığa niyet etmesinin şart olup olmadığında farklı görüşler vardır. Ebû Hanîfe (r.a): “İmamın imamete niyet etmesi erkekler hakkında şart değil, kadınlar hakkında şarttır. Çünkü ka­dının imamın yanında durması ile imamın namazının bozulması ihtimali var­dır” demiştir. (Aynî, Kastallânî)

 

 

İmam Namazı Uzatınca Cemaatten Biri Namazdan Çıkıp Kendi Kılarsa?

Câbir ibn-i Abdullah (r.a) şöyle anlatır:

Muâz ibn-i Cebel (r.a) Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in ardında namazını kıldıktan sonra dönüp kavmine (yani Benû Selime’ye o namaz için) imamlık yapardı. Bir gün Yatsı namazına durdu ve Bakara sûresini okumaya başladı. (Cemaatinden) biri ayrıl(ıp namazı yalnız kıl)dı. Muâz (r.a) onun hakkında fena bir söz söyler gibi oldu. Keyfiyet Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e ulaşınca Muâz’a üç kere:

«–Fettânsın, fettânsın, fettânsın! (Yani insanları cemaatten nefret ettiriyorsun)» veya «Fitneci oldun, fitneci oldun, fitneci oldun!» buyurdular ve namazı orta uzunluktaki iki Mufassal sûre ile kıldırmasını emrettiler.”

Râvî Amr ibn-i Dînâr: “Ben onların hangi sûreler olduğunu hatırım­da tutamadım” demiştir. (Buhârî, Ezân, 60)

Şerh:

Muaz (r.a) nafile kılarken arkasındaki cemaat farz kılıyordu. Hanefiler ve Mâlikîler, farz kılan kim­senin nafile kılana iktidâsı (uyması) sahih değildir, derler. Şâfiîler ile Hanbelîler ise bunu caiz görürler. Delillerinden biri de Muâz ibn-i Cebel’in bu fiilidir.

“Fitneci”, ezâ ve azap veren, işkence yapan manasına geldiği gibi nefret ettiren, dini sevmeye mani olan manasına da gelir. “Fettân” da bunun mubalağa sîgasıdır.

Bu rivayetten hareketle Şâfiîler, bir özürden dolayı namazı bozup iptal etmenin caiz olduğu görüşüne varmışlardır. Hanefiler ve Mâlikîler ise bunu, “ameli iptal etmektir” diyerek asla caiz görmezler. Zira İslâm, başlanan amelin tamamlanmasını, boşa çıkarılmamasını istemektedir.[39]

Orta uzunluktaki Mufassal sûreler, Nebe’ sûresinden Duhâ’ya kadar olanlardır.

 

 

İmamın Kıyamı Hafif Tutması, Rükû ve Secdeleri Tam Yapması

Ebû Mes’ûd (r.a) şöyle haber verir:

“Bir kişi gelip:

«–Vallahi yâ Rasûlallah, filanca bize (namaz kıldırırken) o kadar uzatıyor ki, sabah namazına gitmekten (adeta) geri kalıyorum!» dedi.

Rasûlullah Efendimiz’i hiçbir konuşmasında o günkü kadar gazaplı görmedim. Şöyle buyurdular:

«–İçinizden bazılar cemaati nefret ettirmektedir. Kim namaz kıldıracak olursa hafif tutsun! Çünkü (cemaatin) içinde zayıf olanı var, yaşlısı var, iş-güç sâhibi olanı var».” (Buhârî, Ezân, 61)

Şerh:

Kendi başına olan kılan kişi namazını istediği kadar uzatabilir, ama cemaate imam olduğunda fazla uzatmaması gerekir. Namazı hafif tutarken de rükû ve secdeleri mutlaka tam yapmak îcâb eder. Acele ederken namazın rükünlerini eksik yapmamalıdır. Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Rükû ve secdeleri arasında belini dümdüz etmeyen kişinin namazına, Allah Teâlâ bakmaz (değer vermez).” (Ahmed, II, 525)

 

 

Namazı Uzun Kıldıran İmamı Şikâyet Etmek

Câbir ibn-i Abdullah el-Ensarî (r.a) şöyle anlatır:

“Bir kişi gece karanlığı basmış olduğu hâlde iki sulama devesi ile gel­di. Muâz’ın (Yatsı namazı) kıldırdığını gördü. Hemen develerini bırakıp Muâz’ın yanına geldi. Muâz (r.a) namazda Bakara veya Nisâ sûresini okumaya başlayınca, o zât ayrıldı gitti. Daha sonra Muâz’ın kendisi hakkında kötü bir söz söylediği haberi bu kişiye ulaştı. Bunun üzerine o kişi Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e gelip Muâz’ı şikâyet etti. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) üç defa:

«–Ey Muâz, sen fettân mısın (veya) fitne çıkaran mısın?» buyurdular.

Akabinde:

«–Sebbihi’sme Rabbike’l-a’lâ, Ve’ş-şemsi ve duhâhâ, Ve’lleyli izâ yağşâ sûreleriyle kıldırsaydın ya! Zira senin arkanda yaşlısı da, zayıfı da, işi gücü olanı da namaz kılıyor!» buyurdular.

Râvî Şu’be: “Son cümlenin de bu hadise dâhil olduğunu zannediyo­rum” demiştir. (Buhârî, Ezân, 63)

Şerh:

Bu rivayetten, cemaati muhtelif yollarla camiden nefret ettiren imamların şikâyet edilebileceği anlaşılıyor.

 

 

Namazı Kısa Ama Tam Kıldırmak

Enes (r.a) şöyle der:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) namazı kısa ama tam kıldırırlardı.” (Buhârî, Ezân, 64)

Şerh:

Yani cemaate merhamet ederek namazı kısa tuttukları hâlde, rükün ve sünnetlerinden hiçbirini eksik bırakmazlar, hepsini kâmil bir şekilde yaparlardı.

 

 

Çocuk Ağlayınca Namazı Hafif Kıldırmak

Ebû Katâde (r.a), Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in şöyle buyurduklarını nakletmiştir:

“(Çok kere) ben namaza, (kıraati) uzatmak niyetiyle dururum da (geriden) bir çocuğun ağladığını işitince annesine meşakkat vermemek için namazımı kısa keserim.” (Buhârî, Ezân, 65)

Şerh:

Yine Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Ben namazı uzatmak niyetiyle namaza başlarım, ancak o esnada bir çocuk ağlaması işitirim, onun ağlamasından annesinin his­sedeceği üzüntünün şiddetini bildiğim için hemen namazı kısaltır, hafifletirim.” (Buhârî, Ezân, 65)

Allah Rasûlü’nün ümmetine olan şefkat ve merhametinin sayısız delillerinden biri de budur. Çocuğu ağlayan kadının kalbi onunla meşgul olacağından, gönül du­ruluğu ile namaza devam edemez veya namazını bozup çocuğuna bakar. Bu durumda ya cemaat veya huşu faziletinden mahrum kalır.

 

 

Kâmet Getirilirken ve Sonrasında Safları Düzeltmek

Numan ibn-i Beşîr (r.a) şöyle der:

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular:

“Ya saflarınızı düzeltirsiniz, ya da Allah Teâlâ’nın yüzlerinizi ayrı ayrı taraflara çevireceği muhakkaktır!” (Buhârî, Ezân, 71)

{{{

Enes (r.a) şöyle anlatır:

“Kâmet getirildi. Rasûlullah (s.a.v) bize doğru döndüler ve:

“Saflarınızı dosdoğru tutunuz ve birbirinize sımsıkı yapışıp aranızda boşluk bırakmayınız! Şüphesiz ki ben sizi arkamdan da görüyorum!” (Buhârî, Ezân, 72)

Şerh:

Safları dümdüz tutmaktan maksat, safa girenlerin bir hizada bulunması, safta aralık bulunuyorsa kapatılmasıdır. Saflar dolu, aralıksız ve boydan boya tam olmalıdır. Öndeki saf bu şekilde dolmadıkça ikinci safa, o da dolmadıkça üçüncü safa durmak doğru değildir.

Yüzlerin ayrı ayrı taraflara çevril­mesi, kalplerin birbirinden dönük olması, yani Müslümanlar arasında kin ve düşmanlığın peyda olması demektir. Demek ki namaz saflarının bozuk olmasına, kalplerin bozukluğu gibi şiddetli bir ceza verilmektedir. Müslümanları en fazla bir araya getiren amel namaz olduğundan, onların dirlik ve düzenleri namazın nizam ve intizamını güzelce muhafaza etmeye bağlanmıştır.

Kâmet getirilirken ve kâmet bittikten sonra namaza durmadan evvel safları düzeltmek gerekir. Bu esnada imam cemaate doğru dönerek safları düzeltmelerini söyler. Safları düzeltmek ise vaciptir.

 

 

İmam İle Cemaat Arasında Duvar veya Perde Olursa

Âişe (r.a) şöyle anlatır:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) gece vakti olunca hücre-i şerifesinde namaz kılarlardı. Hücrenin duvarı alçacık idi. İnsanlar Nebiyy-i Ekrem’in karaltısını gördüler. Bunun üzerine birtakım insanlar kendisine uyarak namaza durdular. Sabah olunca bu yaptıklarından bahsettiler. Ertesi gece Efendimiz (s.a.v) yine gece namazına kalktılar. Yine birtakım kimseler kendisine uyarak namaza durdular. Bu işi iki veya üç gece yaptılar. Ondan sonraki gece Rasûlullah (s.a.v) oturdular ve ortaya çıkmadılar. Sabah olunca bazı kişiler bunun sebebini sordular. Allah Rasûlü (s.a.v):

«Gece namazı size farz olacak diye korktum!» buyurdular.” (Buhârî, Ezân, 80)

{{{

Zeyd ibn-i Sâbit’in rivayetiyle gelen aynı hadis-i şerifin sonunda şu ziyade vardır:

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

“Yaptığınız şeylerden, (Teravih’i cemaatle kılmaya olan) hırsınızı anladım. Lakin ey insanlar, (yine de bu nafileleri) evlerinizde kılınız! Zira farz hariç, kişinin kıldığı namazların en faziletlisi evinde kıldığı namazdır.” (Buhârî, Ezân, 81)

Şerh:

İmam ile ona uyan kişi arasında bir duvar bulunursa, uyan kişi imamı görebildiği müddetçe namazı geçerlidir. Duvar herkesin üzerinden atlayabileceği şekilde alçak olursa, imama uymaya engel değildir. Duvar büyük olup üzerinde açık bir kapı veya pencere olursa, yine mâni değildir. Duvarda açık bir kapı veya pencere olmadığında, imama uymanın sahih olup olmayacağı hususunda ise ihtilaf edilmiştir.

İmamla cemaat arasında insanların geçtiği bir yol veya büyük bir nehir varsa, cemaatin namazı caiz olmaz. Yoldan maksat, arabanın geçebileceği, nehirden maksat da kayıkların geçişine elverişli olandır. Eğer yol üzerinde peş peşe saflar olursa o takdirde imama uymak caizdir. Çünkü safların oluşu orayı insanların geçiş yeri olmaktan çıkarmış, namazgâh hâline getirmiştir.[40]

Diğer rivayetlerden anlaşıldığına göre Allah Rasûlü (s.a.v) Ramazan’da bir hasır edinmişlerdi. Bu hasır gündüz yere serilir, gece de kaldırılarak Mescid’in içinde hücre hâline getirilirdi. Bahsedilen bu namaz da Tera­vih namazı idi. (Buhârî, Ezân, 81, Teheccüd, 5)

Buhârî şârihi Ebû Süleyman Hattâbî şöyle der:

“Allah Rasûlü’nün devam ettikleri şer’î fiillerde kendisine uymak, Kur’ân nasları mucibince ümmete vaciptir. Mescid’e çıkıp gece namazı kılmayı itiyat hâline getirdiklerinde, beş vakit namazdan başka yeni bir namaz farz kılınacağından korkmamışlardır. Ancak kendisine uymanın vacip olması sebebiyle bu namazın ümmete vacip olmasından korkarak sakınmışlardır. Bu, bir kişinin adakta bulunarak nafile bir namazı kendisine vacip kılması gibidir.”

Farzların camilerde cemaatle edası, dinin şeâirini (sembollerini) ortaya koymak içindir. Nafilele­rin evlerde kılınması ise riyadan uzak olduğundandır.

 

 

NAMAZIN SIFATLARI

Namaza Başlarken Eller İftitah Tekbiriyle Beraber Kaldırılır

Abdullah ibn-i Ömer (r.a) şöyle demiştir:

“Rasûlullah (s.a.v) namaza başlarken ellerini omuzlarının hizasına kadar kaldırırlardı. Rükû için tekbir aldıklarında ve rükûdan başlarını kaldırdıklarında yine (ellerini) öylece kaldırır سَمِعَ اللهُ لِمَنْ حَمِدَهُ، رَبَّنَا وَلَكَ الْحَمْدُ buyururlardı. Secdeye varırken ise bunu yapmazlardı. (Buhârî, Ezân, 83)

Şerh:

İftitah tekbirini alırken elleri nereye kadar kaldırmalı? Cumhur bu hadisle ben­zerlerine bakarak, elleri omuzların hizasına kadar kaldırırlar. Hanefiler Müs­lim’in Mâlik ibn-i Huveyris’ten rivayet ettiği hadisi[41] delil alarak elleri kulak hizasına kaldırırlar. İmam Şafiî, her iki sûreti bir araya getirmek için iki ellerini, parmak uçları ku­laklarının üstüne, başparmakları kulağın yumuşağına denk gelecek şekilde omuz­larının hizasına getirmeyi tercih etmiştir. Ellerini başından yukarıya veya göğsüne kadar kaldıranlar da vardır. Hepsi de sahih haberlere uygun düşer. Bu gibi hadislerin farklılık arzetmesi, bu konuda genişlik olduğuna ve hangisiyle amel edilirse isabet edileceğine delalet eder.

Rükûa varırken ve rükûdan kalkarken elleri kaldırmanın sünnet olup olmadığı hususunda ihtilaf edilmiştir. Hanefiler bunun sünnet olmadığı görüşündedirler.

Rükûdan kalkarken imam سَمِعَ اللهُ لِمَنْ حَمِدَهُ der, doğrulup ayakta durunca cemaat de رَبَّنَا وَلَكَ الْحَمْدُ der.

 

 

Namazda Sağ El Sol Elin Üzerine Konur

Sehl ibn-i Saʻd (r.a) şöyle demiştir:

“(Rasûlullah (s.a.v) zamanında) insanlara, namaz kılarken sağ ellerini sol bileklerinin üzerine koymaları emredilirdi.” (Buhârî, Ezân, 87)

Şerh:

Namazda kıyam esnasında sağ eli sol elin üzerine koymak Hanefi, Şafii ve Hanbelilere gö­re sünnettir. Elleri bağlamayıp salıvermek ise yalnız İmam Mâlik’in meş­hur mezhebi olup, Abdullah ibn-i Zübeyr, Hasan Basrî ve İbn-i Sîrîn’in mezheplerinin de bu olduğu rivayet edilir.

Eller Hanefilere göre göbeğin altından, Şâfiilere göre göğsün üzerinden veya altından bağlanır. Bu konuda genişlik vardır, hangisi yapılsa doğru olur.

 

 

İftitah Tekbirinden Sonra Ne Okunur?

Enes (r.a) şöyle demiştir:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), Ebû Bekir ve Ömer (r.a) namaza hep «el-Hamdü li’llâhi Rabbi’l-âlemîn» ile başlarlardı.” (Buhârî, Ezân, 89)

Şerh:

Cehrî namazlarda imamın Besmele’yi açıktan okuyup okumaması, âlim­ler arasında ihtilaflı bir meseledir. Bu rivayete göre imam besmeleyi gizli çekmeli, ardından Fâtiha’yı açıktan okumaya başlamalıdır.

{{{

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle demiştir:

Rasûlullah (s.a.v) (namaz başlangıçlarında iftitah) tekbiri ile kıraat arasında (azıcık) sükût ederlerdi. Dedim ki:

“–Yâ Rasûlallah, anam, babam size kurban olsun, tekbir ile kıraat arasındaki şu sükûtunuz esnasında ne diyorsunuz?”

Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurdular:

اَللّٰهُمَّ بَاعِدْ بَيْنِي وَبَيْنَ خَطَايَايَ كَمَا بَاعَدْتَ بَيْنَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ، اَللّٰهُمَّ نَقِّنِي مِنَ الْخَطَايَا كَمَا يُنَقَّى الثَّوْبُ الْأَبْيَضُ مِنَ الدَّنَسِ، اَللّٰهُمَّ اغْسِلْ خَطَايَايَ بِالْمَاءِ وَالثَّلْجِ وَالبَرَدِ

“«Allah’ım, benimle günahlarımın arasını, doğu ile batının arasını açtığın gibi aç! Allah’ım, beyaz kumaşın kir ve pastan temizlendiği gibi beni günahlardan temizle! Allah’ım, geçmiş günahlarımı da su ile, kar ile ve dolu ile tertemiz yıka!» derim.” (Buhârî, Ezân, 89)

Şerh:

Farz olsun, nafile olsun, namaza giriş tekbiri ile Fâtiha arasında bir iftitah dua­sı okumanın meşruiyeti bu ve benzeri hadislerle sabit olmuştur. Rivayetlere bakıldığında Allah Rasûlü’nün çeşitli iftitah duaları yapmış oldukları görülür. Bunlardan biri de Sübhâneke duasıdır.

Bugün, kar ve dolu sularının kirleri daha fazla çıkardığı söylenmektedir. Bu hadis de ona işaret ediyor olabilir.

 

 

Namazda Gözü Kaldırıp İmama Bakmak

Ebû Maʻmer şöyle demiştir: Biz Habbâb’a:

“–Rasûlullah (s.a.v) Öğle ile İkindi namazlarında (Kur’ân) okur muydu?” diye sorduk.

“–Evet” dedi.

“–Peki, bunu nasıl anlardınız?” diye sorduk:

“–Sakallarının oynamasından” diye cevap verdi. (Buhârî, Ezân, 91)

Şerh:

Namaz kılarken secde yerine bakmak sünnettir. Zira huşûa en uygun hareket budur. Bazı Hanefi âlimleri “Kıyamda secde yerine, rükûda ayaklara, secdede buruna, teşehhüdde kucağa bakmak lazımdır” demişlerdir. Bazıları da Kâbe’yi müşahede hâlini bundan istisna tutmuşlardır. Kâbe’yi görebileceği bir yerde namaz kılan kişinin ona nazar etmesi gerekir. Zira Kâbe’ye bakmak ayrıca bir ibadettir.

Ancak bazen cemaatin, namazın selameti için imamın hâllerini ve hareketlerini murakabe edip ona bakması gerekebilir. Bu durumda ona müsamaha gösterilmiştir.

 

 

Namazda Gökyüzüne Bakmak

Enes ibn-i Mâlik (r.a) şöyle demiştir:

“Rasûlullah (s.a.v) (bir defasında namaz kıldırıp mübarek yüzünü ashab-ı kiramına döndürdükten sonra):

«–Bazı kimselere ne oluyor ki, namaz kılarken gözlerini semaya dikiyorlar?» buyurdular. Bu husustaki sözlerini o kadar şiddetlendirdiler ki, nihayet:

«–Bunlar ya (bu yaptıklarından) vazgeçerler, ya da gözlerinin nûru alınıp kör olurlar» buyurdular.” (Buhârî, Ezân, 92)

Şerh:

Namaz içinde ister dua, ister başka fiilleri edâ ederken, başı yukarı kaldırıp gök­yüzüne bakmak, buradaki tekitli nehiy ve şiddetli tehditten dolayı mekruh görülmüştür. Çünkü namaz kılan kişinin kıbleye yönelmesi farzdır. Gözleri kaldırmak ise, kıbleden bir nevi yüz çevirmek ve namaz vaziyetinden bir dereceye kadar çıkmak demektir. Namaz haricinde dua ederken ise başı kaldırıp semaya bakmak çoğunluk tarafından caiz görülmüştür. Zira Kâbe, namazın kıblesi olduğu gibi gökyüzü de duanın kıblesidir.

 

 

Namazda Başı Sağa Sola Çevirmek

Âişe (r.a) şöyle demiştir:

“Allah Rasûlü’ne namazda iltifâtın (başı sağa sola çevirmenin) hükmünü sordum. «O, şeytanın kulun namazından kapıp kaçtığı bir şeydir» buyurdular.” (Buhârî, Ezân, 93)

Şerh:

Namaz kılan kişi sağa sola baktığında şeytan onu meşgul etme fırsatı bulur. Bu durumda o da namazda yanılmaya başlar ve huşû hâlini kaybeder. Rabbi ile münâcâtından mahrum kalır ve namazının içi boşalır.

Namaz kılarken başı kıbleden ayrılacak şekilde çevirmek mekruhtur. Ancak beden kıbleden başka tarafa dönerse o zaman namaz bozulur.

 

 

Namazda İmam ve Cemaatin Kıraatte Bulunması

Câbir ibn-i Semüre’den şöyle nakledilmiştir:

Kûfe ahâlîsinden bazıları (valileri olan) Saʻd’ı Hz. Ömer’e şikâyet ettiler. Ömer (r.a) onu az­ledip yerine Ammar ibn-i Yâsir’i vali tayin etti. Kûfeliler Saʻd (r.a) ile ilgili şikâyetlerini o kadar ileri götürmüşlerdi ki, “namazı güzelce kılamıyor” bile demişlerdi. Hz. Ömer ona adam gönderip çağırttı ve:

“–Ey Ebû İshâk, bu adamlar senin namazı güzelce kılamadığını iddia ediyorlar. (Sen ne yapıyordun ki?)” diye sordu. Ebû İshâk (Saʻd):

“–Vallahi ben onlara Allah Rasûlü’nün namazı gibi namaz kıldırdım ve ondan hiçbir şey eksiltmedim. Yatsı namazını (veya öğlen ile ikindiyi) kıldırırken ilk iki rekâtlarda çok dururum, son iki rekâtta hafif tutarım” dedi. Ömer (r.a):

“–Senin hakkındaki zannımız da zaten bu idi” dedikten sonra (meseleyi tahkik için) birini (veya birkaç kişiyi) kendisiyle birlikte Kûfe’ye gönderdi. Gönderilen zat Kûfe ahalisinden Saʻd’ın hâlini sordu. Hiçbir mescid bırakmadan hepsinde insanlara Saʻd’ı sordu ve onlar da hep kendisini methedip hayırla yâd ettiler. Nihayet Benû Abs’e ait bir mescide girip (and vererek herkesi, bildiği şeyi Allah için söylemeye davet etti). “Ebû Saʻde” künyesiyle anılan Üsâme bin Katâde isminde biri ayağa kalkarak:

“–Mademki bize and verdin, söyleyelim. Saʻd, askerin başına geçip harbetmez, mal taksim ederken eşitlik gözetmez, hüküm verirken adil davranmaz” dedi. Bunun üzerine Saʻd:

“–(Mademki böyle söyledin,) ben de vallahi senin için üç tane bedduada bulunacağım: Allah’ım, senin bu kulun yalancı ise, riya ve sümʻa için kalkıp bunları söylediyse ömrünü uzun eyle, fakirliğini uzat ve onu fitnelere dûçâr eyle!” dedi.

Sonraları o adama hâli sorulduğunda: “Kocamış, fitneye uğramış zavallı bir pîr-i fânîyim. Saʻd’ın bedduasına uğradım” derdi.

Bu hadisi rivayet eden Abdü’l-Melik der ki: “Sonraları onu ben de gördüm. Yaşlılıktan kaşları gözlerinin üzerine sarkmış olduğu halde yolda rastladığı kızlara sataşır, onları çimdiklerdi.” (Buhârî, Ezân, 95)

Şerh:

Câbir ibn-i Semüre (r.a) burada dayısı Saʻd ibn-i Ebî Vakkâs’ın başından geçen bir vâkıayı nakletmektedir.

Hz. Ömer’in Saʻd’ı azletmesi, şikâyete inandığından değil, azlinde maslahat gördüğündendir. O sıralarda İran fetihlerine gönderilecek orduların sevk ve idare mahalli Kûfe idi. Cihada gidecek ordularda söz birliği bulunması, kuman­danın etrafında kalp birliği olması lazım geldiği için hem bunu temin, hem de Saʻd’ı yanında alıkoyup görüşlerinden istifade etmek maksadıyla bunu yapmıştı. Bu azl, fitneyi kökünden kazımak için ihtiyaten yapılmıştı. (Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 727)

Buhârî, bu bölüme şu başlığı koymuştur: “Hazarda, Seferde, Açıktan Okunanda, Gizli Okunanda Olsun Namazların Hepsinde İmam ve Me’mûm İçin Kur’ân Okumanın Vücûbu Babı”.

Ona göre namaz kılarken cemaatin de okuması gerekir. Hanefilere göre ise cemaatin okuması gerekmez, zira imamın kıraati cemaatin de kıraatidir. Buhârî ve benzerleri bu hadisi delil olarak almış, Hanefiler de başka delillerden hareketle bu hükme varmışlardır.

Hanefilere göre dört rekâtlı farz namazların sadece iki rekâtında kıraat farzdır, son iki rekâtta hassaten Fâtiha okumak sünnettir. Burada kişinin Fâtiha okumak yerine tesbih ile meşgul olması ve sükût etmesi de caizdir. Ancak efdal olan Fâtiha okumaktır.

{{{

Ubâde bin Sâmit’ten nakledildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Fâtihatü’l-Kitâb’ı oku­mayanın namazı yoktur.” (Buhârî, Ezân, 95)

Şerh:

Şâfiîlere göre namaz kılan kişi ister tek başına kılsın, ister imam, isterse cemaat olsun, namaz da ister gizli, ister açık okunan bir namaz olsun, her rekâtta Fâtiha okumayan kişinin namazı sahih olmaz. Hanefilere göre ise Fâtiha okumak vaciptir, okunmadığı zaman namaz kâmil olmaz, sahibi de günahkâr olur.

{{{

Ebû Hüreyre’den nakledildiğine göre bir gün Rasûlullah (s.a.v) Mescid-i Şerif’e girmişlerdi. O esnada bir sahabi daha girip namaz kıldıktan sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in huzuruna gelip selam verdi. Efendimiz (s.a.v) onun selamına mukabelede bulunduktan sonra:

“–Dön de yeni baştan kıl, çünkü sen namaz kılmış olmadın!” buyurdular. O kimse dönüp önceki gibi namaz kıldıktan sonra gelip Nebiyy-i Ekrem’e selam verdi. Rasûlullah (s.a.v) yine:

“–Dön de yeni baştan kıl, çünkü sen namaz kılmış olmadın!” buyurdular. Bu durum üç kere tekrar etti. Nihayet o kimse:

“–Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki bundan daha güzelini kılamıyorum, bana doğrusunu öğret!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

“–Namaza kalktığında tekbir al. Sonra ezberden ne kadar kolayına gelirse o kadar Kur’ân oku. Sonra rükûya varıp mutmain oluncaya (yani uzuvların sakinleşip hareketleri duruncaya) kadar bekle. Sonra başını kaldırıp tam olarak doğrul ve bir müddet ayakta bekle. Sonra secdeye varıp sakinleş ve biraz bekle. Sonra başını kaldırıp otur ve sakinleş. Bunu namazının bütününde böylece yap!” (Buhârî, Ezân, 95)

Şerh:

Bu hadis, fakihler arasında Hadîsü’l-Müsîi Salâtehû (Namazını kötü kılan hadisi) namıyla şöhret bulmuştur.

Bu hadise bakarak namazda “tâdîl-i erkân”ı farz görenler olmuştur. İmam Ebû Yusuf bunlardandır. Tadil-i erkân, namazın kıyam, rükû ve secde gibi her rüknünü acele etmeden sükûnetle yerine getirmek ve bu rükünleri yaparken uzuvların sakinleşip hareketlerinin bir müddet durmasıdır. Mesela rükûdan kalkarken vücut dimdik bir hale gelmeli ve sükûnet bulmalı, en az bir kere “Sübhânallahi’l-Azîm” diyecek kadar ayakta durup ondan sonra secdeye varmalıdır. Secdede ve her iki secde arasında da böylece en az bir tesbih miktarı durulmalıdır.

Tadil-i erkân, İmam Âzam ile İmam Muhammed’e göre vaciptir. İlk görüşe göre, tadil-i erkân yapılmaksızın kılınan bir namazı yeniden kılmak gerekir, ikinci görüşe göre ise, tadil-i erkânı terk eden kişinin sehiv secdesi yapması gerekir. Fakat böyle bir namazı yeniden kılmak daha iyidir. Böylece ihtilaftan kurtulmuş oluruz. Ayrıca kerahetle kılınan namazları da yeniden kılmak vacip görülmüştür.

Hayatın en kıymetli anları namazda geçenlerdir. Dolayısıyla o anları çabucak bitirmek için acele etmek insanın kârına değildir.

 

 

Öğle, İkindi ve Sabah Namazlarında Kıraat

Ebû Katâde (r.a) şöyle buyurmuştur:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) öğle namazının ilk iki rekâtında Fâtihatü’l-Kitâb ile birer sûre tilâvet ederlerdi. İlk rekâtta uzun sûre, ikincisinde kısa sûre okur, okudukları âyeti bazen bize duyururlardı. İkindi namazında ilk iki rekâtta Fâtiha ile birer sûre tilâvet eder ve birincisinde uzun, ikincisinde kısa sûre okurlardı. Sabah namazının da ilk rekâtında kıraati uzatır, ikincisinde kısaltırlardı.” (Buhârî, Ezân, 96)

Şerh:

İlk iki rekâtta Fatiha ile bir sûre okumak gerektiği bu hadisten anlaşılmakta­dır. Hanefilere göre, farz olan, mutlak kıraat olup, kıraatin Fâtiha ile tahsisi vaciptir. Diğerleri ise Fâtiha okumanın farz manasına vacip olduğunu söylerler. Sûre ilave etmek de Hanefilere göre farz manasına olmayarak vaciptir. Diğer üç imama göre ise sünnettir.

Yine bu hadisten, tam sûre okumanın, daha uzun bir sûreden o miktarda âyetler okumaktan efdal olduğu anlaşılmıştır. Bununla birlikte uzun sûreyi tamamlamadan rükûa varmakta da beis yoktur.

Bu rivayet aynı zamanda ilk rekâtta okunan sûre veya âyetlerin, ikinci rekâtta okunanlardan daha uzun tutulmasının müstehap olduğuna delalet etmektedir. (Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 742)

 

 

Akşam Namazında Kıraat

İbn-i Abbas (r.a) şöyle buyurmuştur:

“(Bir defasında vâlidem) Ümmü’l-Fadl, Ve’l-Mürselâti urfâ sûresini okuduğumu işitti. Bana:

«–Yavrucuğum, bu sûreyi okumakla billâhi (derdimi) aklıma getir(ip depreştir)din. Bu, Allah Rasûlü’nden en son işittiğim sûredir. Onu akşam namazında okumuştu» dedi.” (Buhârî, Ezân, 98)

Şerh:

Akşam namazında Mürselât sûresi gibi bir sûre okunabileceği gibi daha kısa sûreler de okunabilir.

{{{

(Medine Vâlîsi bulunan) Mervân ibnü’l-Hakem şöyle demiştir: Zeyd ibn-i Sâbit (r.a) bana:

“Sen neden akşam namazında hep Kısâr-ı Mufassal’dan (yani Mufassal sûrelerin kısalarından) okuyor­sun? Hâlbuki ben Allah Rasûlü’nü işittim, Akşam namazında en uzun iki sûrenin uzununu okuyordu” dedi. (Buhârî, Ezân, 98)

Şerh:

Hakikatte gerek âyet sayısı, gerek lâfızlarının sayısı itibariyle en uzun sûre Bakara sûresidir. Ondan sonra da kelime sayısı itibariyle olmasa da, âyet sayısı bakı­mından en uzun sûre Aʻrâf sûresidir. Bu rivayette zikredilen Tûleyeyn, yani en uzun iki sûrenin hangileri olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir:

  1. Aʻrâf ile Mâide,
  2. Aʻrâf ile Enʻâm,
  3. Aʻrâf ile Yûnus,
  4. Aʻrâf ile Nisâ diyenler olmuştur.

Burada kastedilen her hâlukârda Aʻrâf sûresidir. Öyle anlaşılıyor ki Zeyd ibn-i Sâbit, Rasûlullah Efendimiz’in dinç iken bu sûre­den, Mufassal sûrelerden daha uzunca bir miktar okuduğunu bildirmek istemiştir. Böylece Mervân’a biraz daha dinç bir şekilde namaz kıldırıp sadece Mufassal sûrelerin kısalarıyla yetin­memesi gerektiğini anlatmak istemiştir. Yoksa Aʻrâf sûresini okumaya akşam vakti yeterli gelmez.

Hucurât sûresinden Kur’ân’ın sonuna kadar olan sûrelere Mufassal ismi verilmiştir. Kısa olmaları ve sık sık “Besmele” ile birbirlerinden ayrılmaları sebebiyle bu ismi almışlardır. Bu sûreler kendi içinde üç kısma ayrılır. Bir görüşe göre:

  1. Hucurât sûresinden Burûc sûresinin sonuna kadar Tıvâl-i Mufassal (uzun mufassal sûreler),
  2. Târık’tan Beyyine’nin sonuna kadar Evsât-ı Mufassal (orta mufassal sûreler),
  3. Zilzâl’den Kur’ân’ın sonuna kadar Kısâr-ı Mufassal (kısa mufassal sûreler).

 

 

Akşam Namazında Kıraati Sesli Yapmak

Cübeyr ibn-i Mutʻim (r.a) şöyle demiştir:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in akşam namazında Tûr sûresini okuduğunu işittim.” (Buhârî, Ezân, 99)

Şerh:

Sûrenin tamamını mı, yoksa bir kısmını mı okuduğu açık değildir. Zira buradaki lâfız, her ikisine de muhtemeldir.

Cübeyr ibn-i Mutʻim (r.a) henüz müslüman olmadan Bedir esirlerini fidye mukabili kurtarmak üzere Medine’ye gitmiş, ikindiden sonra şehre varmıştı. Yorgun olduğu için Mescid-i Şerif’e uzanıp yattı. Derken akşam namazı için kâmet getirildi. Rasûlullah (s.a.v) namazda Tûr sûresini okumaya başladılar. Sûreyi dinlerken Cübeyr (r.a) kalbinin çatlayacağını zannetti.[42] Hâdiseyi kendisi şöyle anlatır:

“Allah Rasûlü’nü akşam namazında Tûr sûresini okurken dinledim:

اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ اَمْ هُمُ الْخَالِقُونَ. اَمْ خَلَقُوا السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بَلْ لَا يُوقِنُونَ. اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَاۤئِنُ رَبِّكَ اَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُونَ

“Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Hayır! Onlar bir türlü sağlam bir şekilde iman etmiyorlar. Yahut Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Ya da her şeye hâkim olan kendileri midir?”[43] âyetine geldiğinde kalbim heyecandan neredeyse kanatlanıp uçacaktı.”[44]

İslâm’ın muhabbeti ilk defa o gün kalbine girmiş oldu.

 

 

Yatsı Namazında Kıraati Açıktan Yapmak

Ebû Râfiʻ (r.a) şöyle anlatır:

“Bir gün Ebû Hüreyre’nin ardında yatsı namazını kıldım. İze’s-semau’nşakkat sûresini okudu, secde yerine gelince secde etti. Kendisine:

«–Bu nedir?» diye sordum. O da:

«–Ben Ebü’l-Kâsım’ın (s.a.v) arkasında bu secdeyi yaptım. Binaenaleyh (Âlem-i Ukbâ’da) ona kavuşuncaya kadar bu sûrede secde etmeye devam edeceğim» dedi.” (Buhârî, Ezân, 100-101)

Şerh:

Secde âyetini okuyan veya dinleyen kimsenin secde etmesi Hanefilere göre vaciptir.

Kişi namaz kılarken secde âyetini okuduğunda, sûrenin sonunda ise veya sonuna birkaç âyet kalmışsa dilerse rükûya, dilerse secdeye gider. Tilâvet secdesi için rükûya gitmek istiyorsa, sûreyi bitirir sonra rükûya gider ve tilâvet secdesi için de niyet eder. Şayet secde yapmak istiyorsa, secde âyetini bitirince secdeye gider. Sonra kalkarak sûrenin geri kalanını okur.

Eğer secde âyeti sûrenin ortasında ise namaz kılanın tilavet secdesini hemen yapması, sonra kalkarak sûrenin geri kalan kısmını okuması gerekir. Ondan sonra rükûya gider.

Kişi namazda secde âyetini okuyunca hemen peşinden rükûya giderse bu yeterlidir, tilavet secdesi vazifesini yapmış olur.

Bir kimsenin, üzerinde tilâvet secdesi olduğu hatırına gelmeyip namazı bitirse ve selam verse, bu selam sehv/yanılma selamıdır. Bununla namazdan çıkmış sayılmaz. Bu esnada birisi gelip kendisine uysa, bu iktidâ caizdir. Secdeyi hatırlamayıp selamdan sonra konuşsa, tilavet secdesi üzerinden düşer. Bu durumda namaz bozulmaz. Çünkü tilavet secdesi namazın rükünlerinden değildir. (Serahsî, Mebsût, II, 4-13)

{{{

Berâ (r.a) şöyle anlatır:

“Bir defasında Rasûlullah (s.a.v) seferde idi. Yatsı namazının iki rekâtının birinde Ve’t-tîni ve’z-zeytûni sûresini okudu.” (Buhârî, Ezân, 100)

Diğer rivayette şu ilave de vardır:

“Sesi veya kıraati ondan daha güzel olan başka birini asla dinlemiş değilim.” (Buhârî, Ezân, 102)

Şerh:

Rasûlullah (s.a.v) seferde idi, yatsıyı iki rekât kıldırdılar. Nesâî rivayetine göre ilk rekâtta Tîn sûresini okudular. Herhalde yolcu oldukları için böyle kısa okumuşlardır. Zira seferde meşakkat bulunduğu için mükellefiyetler hafifletilmiştir.

Yatsı namazında kıraatte bulunmak farzdır ve imam cehren okur. Münferid de isterse cehren okuyabilir.

 

 

 

Sabah Namazında Kıraat

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle demiştir:

“Her namazda (Kur’ân) okunur. Rasûlullah Efendimiz’in bize duyurduklarını biz de sizlere duyuruyoruz, bizden gizlice okuduklarını biz de sizlerden gizli okuyoruz. Ümmü’l-Kur’ân’dan (yani Fâtiha’dan) başka bir şey okumazsan bu sana yeter. Daha ziyadesini kıraat edersen senin hakkında daha hayırlı olur.” (Buhârî, Ezân, 104)

Şerh:

Müslim’in rivayetinden anlaşıldığına göre sözün son kısmı, ismi söylenmeyen bir zâtın, “Ya Ümmü’l-Kur’ân’dan başka bir şey okumazsam?” sualine cevap olarak söylenmiştir. Üç imam hadisin zahirine bakıp, Fâtiha’ya sûre ilave etmenin müstehap olduğunu söylemişlerdir. Hanefilere göre ise bu vaciptir.

Rasûlullah (s.a.v) sabah namazını kıldırır, namazdan ayrılınca hava o kadar aydınlanırdı ki kişi yanında oturanı tanırdı. Sabah namazının iki rekâtında veya ikisinden birinde altmış ile yüz arası âyet okurlardı. (Buhârî, Ezân, 104)

Hazarda olsun seferde olsun sabah namazında kıraatte bulunmak farzdır. Ve bunun için muayyen bir miktar şart koşulmamıştır.

 

 

Sabah Namazında Kıraati Açıktan Yapmak

İbn-i Abbas (r.a) şöyle anlatır:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) ashab-ı kiramından bir kaç zât ile birlikte Ukâz panayırına doğru yürüyorlardı. O tarihte şeytanlar, semadan haber almaktan men edilmiş, (haber almaya çıktıkca) üzerlerine ateş topları (şihâblar) atılmaya başlamış bulunuyordu. (Semaya doğru çıkıp kovulan) şeytanlar yerlerine döndüklerinde kavimleri onlara:

«–Ne oluyor size? (Neden hiçbir haber getiremiyorsunuz?)» dediler. Onlar da:

«–Ne yapalım? Semadan haber almaktan men edildik. Üzerimize delici alevler atılıyor» dediler. Bunun üzerine kavimleri onlara:

«–Sizin haber almanıza mani olan şey her halde yeni meydana gelmiş bir olaydır. Arzın şarklarını, garblarını dolaşın da semadan haber almanıza engel olan şey neymiş öğrenin» dedi. İşte bunların içinden Tihâme cihetine yönelmiş olan takım, Ukâz panayırına gitmek üzere Nahle’de bulunan Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in bulunduğu yere varmış oldular ki, o sırada Rasûlullah (s.a.v) orada ashab-ı kiramına sabah namazını kıldırıyorlardı. Namazda okudukları Kur’ân’ı işitince şeytanlar kulak verdiler ve biribirine:

«–Semadan haber almaktan sizi men eden şey vallahi işte budur» dediler. İşte o zaman bu haberciler kendi kavimlerine döndüklerinde:

«–Ey kavmimiz, biz, doğru yolu gösteren harika bir Kur’ân dinledik ve ona iman ettik. Artık kesinlikle Rabbimize kimseyi ortak koşmayacağız»[45] dediler.

Allahu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri de Nebiyy-i Ekrem’ine, «De ki: Cinlerden bir topluluğun (Kur’an’ı) dinleyip şöyle söyledikleri bana vahyolundu»[46] diye başlayan (Cin sûresini) inzâl buyurdu. Allah Rasûlü’ne vahyolunan şey, işte cinlerin bu sözleridir.” (Buhârî, Ezân, 105)

Şerh:

Kureyş kabilesi senenin belli günlerinde üç tane umumi panayır kurardı. Bunların biri Zü’l-Mecâz’da, diğeri Merru’z-Zahrân’da Mecenne’de, üçüncüsü ve en mühimi de Ukaz’da kurulurdu. Ukaz, Tâife bir, Mekke’ye üç konak mesafededir. Ukaz panayırı, Zilkade hilâlinin ertesi gü­nünden başlar, yirmi gün devam ederdi. Oranın bozulan pazarı, Mecenne’de Zilhicce ayının başlangıcına kadar sürer, ondan sonra pazar Zü’l-Mecâz’da ku­rulup Terviye gününe, yani Zilhiccenin sekizine kadar devam eder­di. Ondan sonra da Minâ’ya, Arafat’a çıkılıp haccedilirdi. Ukaz yalnız Kureyş’in değil, bütün Arabistan pazarlarının en mühimi idi. Orası alış veriş pazarı olduğu gibi, şiir yarışmalarının da yapıldığı bir yerdi. Yedi Muallaka’nın diğer Arab şiirlerine üstün olduklarına peyderpey orada karar verilip, bütün Arabistan halkına orada ilan edilmiştir. (Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 757)

Hadisteki kıssa Allah Rasûlü’nün hicretinden önce, Tâif dönüşünden sonra vâki olmuştur. Önceden semalara çıkıp bilgi çalan şeytanlar, Rasûlullah Efendimiz’in doğumundan sonra engellenmişler, delip geçen alev toplarıyla kovalanmışlardır. (el-Hıcr 15/16-18; es-Sâffât 37/6-10; el-Cin 72/8-9)

O günden sonra Allah Teâlâ bazen ufak bir bilgi çalmalarına müsaade ederse, şeytanlar buna doksan dokuz yalan katarak kâhinlere bildirirler. İnsanlar da doğru çıkan bir bilgiye bakarak doksan dokuz yalana inanırlar. (Buhârî, Tefsîr, 15/1)

Rasûlullah (s.a.v) panayırları ve hac mevsimlerini değerlendirir, dışarıdan gelen kabilelere İslâm’ı tebliğ ederlerdi.

Bu rivayetten anlaşıldığına göre Rasûlullah (s.a.v) insanlara olduğu gibi cinlere de elçi olarak gönderilmişlerdir.

Buhârî bu hadisi, Kur’ân’ın sabah namazında açıktan okunması gerektiğine delil olarak nakletmiştir.

{{{

İbn-i Abbas (r.a) şöyle demiştir:

“Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) (namazda) emrolundukları yerde okudular, emrolundukları yerde sükût ettiler. «Senin Rabbin unutkan değildir.»[47] Ve «Rasûlullah’ta sizin için (billâhi) en güzel bir örneklik vardır.»[48] (Binâenaleyh onun yaptığı gibi yapınız). (Buhârî, Ezân, 105)

Şerh:

Buradaki okuma, açıktan okuma demektir. Sükûttan maksad da gizli okumak­tır, kıraati terk değildir. Zira Rasûlullah (s.a.v) farz namazları hep imam olarak kıl­mıştır. Münferid ile me’mûmun sırrî namazlarda kıraatle mükellef olup olmadığı ihtilaflı olsa bile, bu, imam hakkında vârid değildir. Çünkü imamın gizli ol­sun, açık olsun kıraatle mükellef olduğunda ihtilaf yoktur. Onun Sabah namazı ile Akşam ve Yatsı’nın ilk iki rekâtlarında açıktan okuduğu tevatüren sabittir.

Bu ve bundan önceki hadis, cehrî rekâtlarda kıraatin farz olduğunu gösterir.

“Nisyân” kelimesi Arapça’da “unutmak” manasına geldiği gibi “terk etmek” manasında da kullanılır.[49] Türkçesi aldırmamak, umursamamak, kendi hâline bırakmaktır. “Senin Rabbin unutkan değildir” demek, açıklama gereken yerde aldırmamazlık edip de beyanı terk etmiş değildir, demektir. İbn-i Abbas (r.a) bu sözüyle şunu demek istiyor: “Allah Teâlâ’nın namazdaki hareketleri beyan için Kur’ân’da âyet indirmemiş olmasını unutmaya, aldırmamazlık etmeye hamletmeyin. İsteseydi bunu da yapardı, lâkin bu husustaki izahı Rasûlullah Efendimiz’e bırakıp[50] bize de ona uymayı emretmiştir.

Allah Rasûlü’nün, Kur’ân-ı Kerim’in mücmelini beyan eden fiillerine uymanın bize vacip (farz) olduğunda âlimler ittifak etmişlerdir. Onun uyku, yemek gibi fiillerine uymamızın ise vacip olmadığını söylemişlerdir. İslâmî hükümlerle ilgili olup Kur’ân’ın mücmelini beyan türünden olmayan fiillerine uymanın vacip olup olmadığında ihtilaf edilmekle birlikte, daha kuvvetli ve tercihe şayan görüş bunun da vacip olmasıdır. (Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 768-769)

 

 

 

 

Bir Rekâtta İki veya Daha Fazla Sûre Okumak

Ebû Vâil şöyle anlatır:

“Bir gün Abdullah ibn-i Mesʻûd’a biri gelip:

«–Bu gece ben bütün Mufassal sûreleri bir rekâtta okudum» dedi.

İbn-i Mesʻûd (r.a) cevâben:

«–Şiir okur gibi acele acele mi? Vallahi ben Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in nazâirden hangilerini bir araya getirdiklerini biliyorum» deyip her rekâtta ikişer sûre olmak üzere Mufassal’dan yirmi sûre saydı.” (Buhârî, Ezân, 106)

Şerh:

Mufassal sûreler, Hucurât’tan Kur’ân’ın sonuna kadar olan sûrelerdir.

Nazâir, âyet miktarı birbirine yakın olan sûrelere denir.

İbn Mesʻûd (r.a) bu sözüyle Kur’ân’ı teressül ve tedebbürle yani ağır ağır, manasını düşünerek okumak gerektiğini söylemek istemiştir. Âlimlerin çoğunluğu, Kur’ân’ı tefekküre mâni olacak şekilde hızlı okumanın mekruh olduğu görüşündedirler. Tefekkür ederek okumanın ecri daha büyüktür. Kur’ân kalbe tesir edip de orada kökleştiği vakit insana faydası daha büyük olur.

Bu rivayetten anlaşıldığına göre, namaz kılarken bir rekâtta Fâtiha’dan sonra iki veya daha fazla sûre okunabilir.

Aynı şekilde bir sûrenin baş tarafından, ortasından veya son kısmından bir miktar okumak ve bir sûreyi iki rekâta taksim etmek de mümkündür.

Aynı sûreyi her iki rekâtta tekrar etmeyi caiz görenler de olmuştur.

Ahnef ibn-i Kays (r.a) sabah namazının ilk rekâtında Kehf sûresini, ikinci rekâtında Yûsuf veya Yûnus sûresini okuyup, Sabah namazını Hz. Ömer’in arkasında bu sûrelerle kıldığını söylemiştir. (Buhârî, Ezân, 106)

Bu rivayete göre sûre tertibine riâyet edilmediği gibi ikinci rekâtta, birinciden daha uzun okunmuştur. Ancak Hanefiler, kıraatte sûrelerinin tertibine riâyet etmemeyi, yani ilk rekâtta bir sûreyi okuduktan sonra ikinci rekâtta ondan önceki sûrelerden birini okumayı mekruh görmüşlerdir. İlk rekâtta daha uzun, ikincide daha kısa okumanın da müstehap olduğu söylenmiştir.

 

 

Son İki Rekâtta Sadece Fâtiha Okunur

Ebû Katâde (r.a) şöyle demiştir:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Öğle namazının ilk iki rekâtında Ümmü’l-Kitâb (yani Fâtiha) ile birer sûre, son iki rekâtında da yalnız Ümmü’l-Kitâb’ı okurlardı. (İçlerinden okudukları) âyeti (bazen) bize de işittirirlerdi. İlk rekâtta kıraati, ikinci rekâttan daha fazla uzatırlardı. İkindi namazında da, sabah namazında da böyle yaparlardı.” (Buhârî, Ezân, 107)

Şerh:

Dört rekâtlı farz namazların son iki rekâtında sadece Fâtiha okunur.

Bu hadisten ayrıca, namazda gizli okurken, insanın okuduğunu kendine işittirmesi gerek­tiği, bunun için de dilini ve dudaklarını hareket ettirmesinin zaruri olduğu anlaşılmıştır. (Kastallânî)

 

 

İmamın Açıktan “Âmîn” Demesi

Ebû Hüreyre’den nakledildiğine göre Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“İmam (Fâtiha’dan sonra) «Âmîn» dediğinde (arkasından) siz de «Âmîn» deyiniz. Zira her kimin «Âmîn» demesi meleklerin «Âmîn» demesine tevâfuk ederse, geçmiş günahları mağfiret edilir.”

Râvî İbn-i Şihâb ez-Zührî, “Rasûlullah (s.a.v) de «Âmîn» derlerdi” demiştir. (Buhârî, Ezân, 111)

Şerh:

Âmîn; “böyle olsun”, “kabûl et”, “ümidimizi boşa çıkarma” manalarına gelen İbrânice veya Süryânice bir lafızdır.

Bazı âlimlere göre cehrî namazlarda imam ile cemaatin “Âmîn”i açıktan söylemesi sünnettir. Ebû Hanîfe’nin de içlerinde bulunduğu bazı âlimler ise bir kısım delillerden hareketle hem imamın hem de cemaatin “Âmîn”i gizli söyle­mesi gerektiği neticesine varmışlardır.

Cemaatin “Âmîn” derken meleklere muvâfakati, söz ve zaman olarak uygunluktur. Bazıları bundan, “Meleklerin «Âmîn» demesi gibi ucubdan, riya ve sümʻadan arınmış bir şekilde ihlasla söyleme”yi anlamışlardır. Buna göre mağfireti gerektiren şey, tam bir ihlas ve huşu ile “Âmîn” demek, yani dikkatle gözetleyip “Âmîn” vazifesini gerektiği şekilde ve tam yerinde yapmaktır. Meleklerin “Âmîn” derkenki hâlleri de zaten böyledir.

 

 

Fâtiha’dan Sonra “Âmîn” Demenin Fazileti

Ebû Hüreyre’den nakledildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Sizden biri (Fâtiha’dan sonra) «âmîn» der, Melâike de semada «âmîn» der ve biri diğerine muvâfık düşerse o kimsenin geçmiş günahları mağfiret edilir.” (Buhârî, Ezân, 112)

Şerh:

Hadis-i şerifin lâfzı mutlaktır, yani herhangi bir kayıtla sınırlandırılmamıştır. Buna göre, ister namaz içinde, ister dışında, ister imam, ister cemaat olarak biri Fatiha okur da “âmîn” derse bu fazilete nail olur. Bazıları da Müslim’deki rivayetten hareketle bu faziletin sadece namazda Fâtiha okuduktan sonra “âmîn” demekte olduğunu söylemişlerdir.

 

 

Safın Gerisinde Rükûya Varmak

Ebû Bekre (r.a) bir defasında koşa koşa Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in Mescid-i Şerif’ine varmıştı. Rasûlullah (s.a.v) o esnada rükûda idiler. O da safa kadar gidip içine girmeden hemen olduğu yerde rükûya varıverdi. Sonra bu yaptığını Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e haber verdi. Allah Rasûlü (s.a.v) de:

“–Allah senin (ibadetlere ve hayra olan) hırsını arttırsın. Lâkin bir daha böyle yapma!” buyurdular. (Buhârî, Ezân, 114)

Şerh:

Burada bir daha yapılmaması emredilen şeyin ne olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir: İmam Şafiî’nin tefsîrine göre bu ifade, “safın gerisinde bir daha yalnızca rükûya varma” demek­tir. Bazıları “namaza koşa koşa, nefes nefese gelme”, diğer bazıla­rı da “cemaate vaktinde yetiş, bir daha bu kadar geç kalma” manasını anlamışlardır.

“Bir daha yapma” nehyi, bu sayılan şeylerin hangisiyle alâkalı olursa olsun, Ebû Bekre’ye namazı yeniden kılması emredilmemiştir. Cum­hura göre, bu fiiller namazı bozucu şeyler olmayıp, sakınılması gereken mekruhlar­dır.

Saf gerisinde tek başına imama uyan kimsenin namazına gelince, Ebû Bekre’nin bu rivayetteki fiiline kıyasen böyle bir namazın sahih olduğu söylenmiştir. Ancak âlimler böyle yapan kimsenin günahkâr olacağını söylemişlerdir.

 

 

Tekbiri Rükûda Tamamlamak

İmrân ibn-i Husayn (r.a) bir gün Basra’da Hz. Ali’nin ardında namaz kılmıştı. (Namazdan sonra râvî Mutarrif bin Abdullah’a):

“–Vallahi bu zât bize, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’le kıldığımız (o güzelim) namazları hatırlattı” deyip (namazı tarif ederken) Allah Rasûlü’nün her kalkıp eğildikçe “Allahu Ekber” dediklerini zikretmiştir. (Buhârî, Ezân, 115)

Şerh:

Başlıkta ifade edilen “Tekbirin rükûda tamamlanması”, kıyamdan rükûya geçerken tekbiri uzatıp, Allahu Ekber’in “r”sını rükûda söylemektir. Veya burada kasıt, tekbirde bir uzatma yapmaksızın harf­lerini iyice belli etmektir. Veya namaz tekbirlerinin sayısını rükû tekbiriyle ta­mamlamaktır. (Kastallânî)

Buhârî’nin maksadı, hem rukûya varırken “Allahu Ekber” demek, hem de tekbirin evvelindeki elif kıyama, sonundaki “r” rukûya bitişik olacak şekilde tekbir almaktır.

Namazda İftitah tekbiri farzdır. Ondan sonraki İntikal tekbirlerinin vacip veya sünnet olduğunda ihtilaf edilmiştir. Hanefiler sünnet olduğunu söylemişlerdir.

 

 

Secdeden Kalkarken Tekbir Almak

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle demiştir:

“Rasûlullah (s.a.v) namaza kalktıklarında ayakta iken (iftitah) tekbirini alırlardı. Sonra rükûya varırken tekbir alırlardı. Rükûdan belini doğrulturken «Semiallâhu li-men hamideh» derlerdi. Doğrulduklarında «Rabbenâ ve leke’l-hamd» derlerdi.” “Sonra (secdeye) inerken tekbir alır, secdeden başını kaldırırken tekbir alır, (ikinci) secdeye varırken tekbir alır, başını kaldırırken tekbir alır, bitirinceye kadar namazın tamamında böyle yaparlardı. İkinci rekâtı bitirip oturduktan sonra ayağa kalkarken de tekbir alırlardı.” (Buhârî, Ezân, 117)

Şerh:

İlk intikal tekbirini, rukûya başlarken başlayıp, rükûya varıncaya ka­dar uzatmak sünnettir. Kıyamdan ve celseden secdeye, secdeden celseye ve kı­yama, kâdeden kıyama intikal ederken de böyledir.

 

 

Rükûda Elleri Dizler Üzerine Koymak

Musʻab ibn-i Saʻd (r.a) şöyle anlatır:

“Ben bir defasında babam Saʻd ibn-i Ebî Vakkâs’ın yanında namaz kıldım. Rukûda iki avucumu birbirine yapıştırıp dizlerimin arasına koydum (tatbîk). Babam beni bundan nehyederek:

«–Biz ilk zamanlar bunu yapardık, ancak daha sonra bundan nehyolunduk ve ellerimizi dizlerimizin üzerine koymamız emredildi» dedi.” (Buhârî, Ezân, 118)

Şerh:

Hadis metninde geçen “Tatbîk”, rukûda iki avucu birbirine yapıştırıp iki dizin arasına koymaktır. Tatbîk’in mukabili “Tefrîc”dir. Bu da rükûda dizleri avuç­ların içine alıp parmakları dağınık olarak kıbleye doğru bacaklar üzerine sarkıtmaktır. Bugün bütün mezheplerce uygulanan koyuş şekli budur ve sünnettir. Hadisten anlaşıldığına göre, önce tatbîk ile başlanmış, sonra Rasûlullah (s.a.v) yahûdilere benzememek için bunu yasaklayıp tefrîci emretmişlerdir. Bununla birlikte İbn-i Mesʻûd ve ashabı, eski şekli devam ettirmişlerdir. Buna göre nehyin tenzîhî kerâhate hamledilmiş olması mümkündür. Çünkü Hz. Ömer ile Saʻd (r.a), tatbîk yapmaktan nehyettikleri kimselere na­mazı tekrar kılmalarını emretmemişlerdir.

 

 

Rükûda ve Rükûdan Kalktıktan Sonra Ne Kadar Durulur?

Berâ bin Âzib (r.a) şöyle demiştir:

“Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in kıyam ile kaʻdesi müstesna; rükûu, secdeleri, iki secde arasındaki oturuşu (celse), rükûdan başını kaldırıp durması (kavme) takriben birbirine eşit idi.” (Buhârî, Ezân, 121)

Şerh:

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in kıyam ile kaʻdeyi diğer rükûnlara nisbetle daha uzun tuttuğu anlaşılıyor. Rukûya, secdelere, iʻtidâle (rükûdan sonraki doğrulmaya), secde aralarındaki celselere ayırdığı zaman ise nisbeten kısadır. Şayet bunlardan birini uzatsa diğerlerini de uzatır, birini kısaltsa diğerlerini de kısaltırmış. Bundan iʻtidâlin de rükû ve secdelere yakın uzunca bir rükün olduğu manası çıkmaktadır. Ancak Şâfiî’ye göre tercihe şayan olan, bunun, diğerlerine nisbetle daha kısa bir rükün olmasıdır.

 

 

Rükûda Dua Etmek

Hz. Âişe (r.a) şöyle demiştir:

“Nebî (s.a.v) rukûunda ve secdelerinde;

سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ رَبَّنَا وَبِحَمْدِكَ اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِي

«Ey bizim Rabbimiz olan Allahım! Seni kendi gayret ve kuvvetimle değil, hamde layık olan tevfik ve hidayetinle sana mahsus olan hamd ile tesbih ederim. Allah’ım, beni mağfiret eyle!» diye dua ederlerdi.” (Buhârî, Ezân, 123)

Şerh:

Diğer bir rivayette Âişe vâlidemiz:

“Rasûlullah (s.a.v) bu duayı okumakla Kur’ân’a imtisâl ediyor, onun emrine uyuyorlardı” demiştir. (Buhârî, Ezân, 139)

Yani Nasr sûresindeki tesbih, hamd ve istiğfar emrini yerine getiriyorlardı.

Mâsum olan, hiç günah işlememiş olan Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in mağfiret istemesi, Allah’a karşı ihtiyacını arzetmek, ona boyun eğdiğini göstermek, kulluğunu ortaya koymak, şükretmek ve nimetin devamını istemek gibi manalara gelir.

Bunun yanında evlâ (daha iyi) olan bir şeyi yapmayıp ona göre daha az iyi olan bir şeyi yaptığı veya ibadetini hakkıyla eda edemediğini düşündüğü için de istiğfar etmiş olabilir.

Bunun yanında zaten duanın kendisi de bir ibadettir. Dolayısıyla dua, tesbih, tahmid ve istiğfarda bulunarak ibadetlerini artırmış, dünya ve âhirette derecesinin yükselmesi için gayret etmişlerdir.

Namaz esnasındaki vakit, diğer vakitlerden daha faziletli olduğu için Allah Rasûlü (s.a.v) namaz içinde dua etmeye ehemmiyet vermişlerdir. Bilhassa rükû ve secdede huşu ve tevazu daha kâmil bir hâlde bulunduğu için özellikle buralarda dua etmişlerdir.

Bir de bu rivayette rükû ve secdede zikrin sünnet olduğu görülmektedir.

Rasûlullah (s.a.v) rükû ve secdelerde başka dua ve zikirler de yapmışlardır. Namaz kılan kimse bunlardan dilediğini okuyabilir.

 

 

“Rabbenâ leke’l-hamd” Demenin Fazileti

Ebû Hüreyre’den nakledildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“İmam, سَمِعَ اللّٰهُ لِمَنْ حَمِدَهُ dediği zaman siz, اَللّٰهُمَّ رَبَّنَا لَكَ الْحَمْدُ deyiniz. Zira her kimin (böyle) demesi meleklerin (böyle) demesine denk düşerse, geçmiş günahları mağfiret edilir.” (Buhârî, Ezân, 125)

Şerh:

Diğer bir rivayette Rasûlullah Efendimiz’in bu hamdi اَللّٰهُمَّ رَبَّنَا وَلَكَ الْحَمْدُ şeklinde söylediği de nakledilmiştir.[51] Bazı âlimler bu şekilde hamdetmenin, harflerinin daha fazla olması sebebiyle daha faziletli olduğunu söylemişlerdir.

Allah Rasûlü (s.a.v) rükûdan doğrulunca burada nakledilenden başka dualar da etmişlerdir.

 

 

Kunût

Ebû Hüreyre (r.a) bir gün:

“Yemin olsun sizlere Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in namazına yakın bir namaz kıldıracağım” dedi. O, Öğle, Yatsı ve Sabah namazlarının son rekâtlarında سَمِعَ اللّٰهُ لِمَنْ حَمِدَهُ dedikten sonra kunût yapar, bu kunutta mü’minlere dua ve kâfir­lere lânet ederdi. (Buhârî, Ezân, 126)

Şerh:

Enes (r.a), “(Vaktiyle) kunut akşam ile sabah namazlarında okunurdu” demiştir. (Buhârî, Ezân, 126)

Yukarıda zikredilen bu üç vakitte kunutu meşru görenler, bu hadisi delil getirirler. Ebû Hanîfe’ye göre diğer namazlarda kunut duası yapmak neshedilmiş, bu dua sadece Vitr namazına has kılınmıştır.

Kunutun namaz içindeki yeri Şafiî’ye göre rukûdan sonra, İbn-i Ebî Ley­lâ’ya göre rukûdan evveldir. Ebû Hanîfe’ye göre Vitr namazına has olmak üzere rukûdan evveldir.

{{{

Rifâa bin Râfiʻ ez-Zürakî (r.a) şöyle anlatır:

“Bir gün Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in arkasında namaz kılıyorduk. Rükûdan başını kaldırdığında, سَمِعَ اللّٰهُ لِمَنْ حَمِدَهُ buyurdular. (Ardında namaz kılan) biri, رَبَّنَا وَلَكَ الْحَمْدُ حَمْدًا كَثِيرًا طَيِّبًا مُبَارَكًا فِيهِ dedi. Allah Rasûlü (s.a.v) namazdan çıkınca:

«–Biraz önce o hamdi yapan kimdi?» diye sordular. O da:

«–Bendim yâ Rasûlallah!» dedi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v):

«–Vallahi otuz küsur melek gördüm, (bu hamdi) hangimiz önce yazıp (Huzûr-ı Hakk’a çıkacak) diye yarış ediyorlardı» buyurdular.” (Buhârî, Ezân, 126)

Şerh:

Diğer bir rivayette bu hamd:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ حَمْدًا كَثِيرًا طَيِّبًا مُبَارَكًا فِيهِ مُبَارَكًا عَلَيْهِ، كَمَا يُحِبُّ رَبُّنَا وَيَرْضَى

“Allah’a, sevip râzı olduğu gibi riya ve sümʻadan (gösterişten) uzak bir şekilde, hiç eksilmeden devamlı artan tertemiz bir hamd ile daima ve bol bol hamd olsun” şeklinde nakledilmiştir. (Ebû Dâvûd, Salât, 118-119/773)

Bu hadis, namaz içinde yapılan hamdin faziletini gayet güzel ve açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Başka rivayetlerden anlaşıldığına göre bu zikri okuyan sahabi, hâdiseyi nakleden Rifâa’dır. Ancak tevazu ve mahviyeti sebebiyle “birisi” diye meçhul bir ifade kullanmıştır. Bu faziletli davranış, hadis rivayet eden sahabiler arasında sıkça görülmektedir.

 

 

Rükûdan Kalkınca Uzuvların Tamamen Sakinleşip Yatışması

Sâbit ibn-i Eslem el-Bünânî (r.a) şöyle demiştir:

Enes (r.a) bize Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in namazını tarif ederdi. Namaz kılarken başını rükûdan kaldırınca, «secdeye varmayı unuttu galiba» diyecek kadar ayakta kalırdı.” (Buhârî, Ezân, 127)

Şerh:

Ebû Humeyd, “Nebî (s.a.v) başını kaldırdığında omurga kemiklerinden herbiri yerli yerine gelinceye kadar dümdüz doğrulurlardı” demiştir. (Buhârî, Ezân, 127)

 

 

Secdeye Giderken Tekbir Alarak Süzülmek

Ebû Hüreyre (r.a) farz olsun, olmasın, Ramazan’da olsun olmasın, her namazda tekbir alırdı. Şöyle ki: Namaza kalkınca tekbir alırdı, rükûya varırken tekbir alırdı, sonra سَمِعَ اللّٰهُ لِمَنْ حَمِدَهُ derdi. Secdeye varmadan evvel رَبَّنَا وَلَكَ الْحَمْدُ derdi. Sonra secdeye inerken اَللّٰهُ أَكْبَرُ derdi, başını secdeden kaldırırken tekbir alırdı, (ikinci) secdeyi yaparken tekbir alırdı, başını secdeden kaldırırken tekbir alırdı, ikinci rekâttaki oturuştan kalkarken tekbir alırdı. Namazı bitirinceye kadar her rekâtta bunu yapardı. Namazı bitirip kalkarken:

“–Canımı elinde tutan Zât’a yemin ederim ki, içinizde Rasûlullah (s.a.v)’in namazına en çok benzeyen namazı kıldıran benim. Onun dünyadan ayrılıncaya kadar namazı vallahi işte böyleydi” derdi.

Yine Ebû Hüreyre (r.a) şöyle demiştir:

“Rasûlullah (s.a.v) başını rükûdan kaldırırken سَمِعَ اللّٰهُ لِمَنْ حَمِدَهُ رَبَّنَا وَلَكَ الْحَمْدُ der, isimlerini söyleyerek bir takım kimseler için şöyle dua ederlerdi:

«İlâhî! Velid ibn-i Velid’i, Seleme bin Hişâm’ı, Ayyâş ibn-i Ebî Rebîa’yı (küffâr elinde bunalıp) zayıf ve aciz görülen diğer mü’minleri kurtar. İlahi, Mudar kabilesini daha beter çiğne! İlahi, içinde bulundukları bu yılları Yûsuf (a.s)’ın o şiddetli yıllarına benzet!»

O günlerde Mudar’ın doğusundaki insanlar Rasûlullah’a muhalif idiler.” (Buhârî, Ezân, 128)

Şerh:

Bu başlıktan anlaşıldığına göre İʻtidâl’den (rükûdan sonra doğrulup bir müddet beklemekten) secdeye intikal ederken tekbire başlayıp alnı yere koyuncaya kadar uzatmak lazımdır. Diğer intikal tekbirleri de bunun gibidir.

 

 

Secdenin Fazileti

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle haber verir:

“Bir defasında bazı insanlar:

«‒Yâ Rasûlallah! Kıyamet günü Rabbimizi görecek mi­yiz?» diye sordular. Rasûlullah (s.a.v):

«‒Önünde hiçbir bulut yokken dolunay gecesi ayı görme hususunda şüphe ve ihtilaf eder misiniz?» buyurdular. Sahabiler:

«‒Hayır, yâ Rasûlallah!» dediler. Allah Rasûlü (s.a.v) tekrar:

«‒Önünde hiçbir bulut yokken güneşi görme hususunda şüphe ve ihtilaf eder misiniz?» diye sordular. Sahabiler:

«‒Hayır, yâ Rasûlallah!» deyince Allah Rasûlü (s.a.v) sözlerine şöyle devam ettiler:

«‒İşte şüphesiz sizler kıyamet günü Cenâb-ı Hakk’ı böyle rahat bir şekilde göreceksiniz. Allah Teâlâ bütün insanları bir araya toplayıp, “Kim neye taptıysa onun peşinden gitsin!” buyurur. Bunun üzerine kimisi Güneş’in ardına, kimisi Ay’ın peşine, kimi de tâğûtların ardına takılıp (Cehennem’e) giderler. Yalnız bu ümmet, içinde münafıkları da olduğu hâlde ye­rinde kalır. Allah Teâlâ onlara, (evvelce tanıdıklarından farklı bir sû­rette) tecellî edip: “Ben sizin Rabbinizim!” buyurur. Onlar (Rabblerini o tecellî ile tanıyamadıkları için); “Rabbimiz bize gelinceye kadar bizim yerimiz burasıdır, (yerimizden ayrıl­mayız). Rabbimiz bize geldiğinde biz onu tanırız!” derler.

Allah Teâlâ onlara (bu defa da tanıdıkları sûrette) tecellî edip: “Ben sizin Rabbinizim!” buyurur. Onlar da, “Sen bizim Rabbimizsin!” derler. Allah Teâlâ onları davet eder, (onlar da kendisine tâbi olurlar).

Bundan sonra cehennemin üstüne Sırat Köprüsü kurulur. Ümmetini onun üstünden en evvel geçiren ben olurum. O gün rasullerden başka hiç kimse konuşmaz. O gün rasullerin sözleri de “اَللّٰهُمَّ سَلِّمْ سَلِّمْ: Allah’ım, selamet ver, selamet ver!”dir. Sırat Köprüsü’nde saʻdân dikenlerine benzer birçok çengeller vardır. Sizler saʻdân dikenlerini gördünüz mü?»

Sahabiler:

«‒Evet, gördük yâ Rasûlallah!» dediler. Rasûlullah (s.a.v) devamla şöyle buyurdular:

«‒İşte bu çengeller saʻdân dikenlerine benzerler. Ancak şu var ki, onların ne kadar büyük olduğunu Allah Teâlâ’dan başka kimse bilemez. İşte bu çen­geller insanları (kötü) amellerinden dolayı kapıp alırlar. Kimi kötü ameli sebebiyle helâk olur, kimi hardal gibi ezim ezim ezildikten sonra kurtulur.

Nihayet Allah Teâlâ Cehennem ehlinden her kime rahmet etmeyi dilemişse onları oradan çıkarır. Dünyada iken Allah’a ibadet edenleri Cehennem’den çıkarmalarını meleklere emreder, onlar da bunları çıkarırlar. Melekler onları secde izlerinden tanırlar. Ve işte onlar böylece çıkarılacaklardır. Zira Allah Teâlâ, Cehennem’e, Âdemoğlu’nun secde izlerini yakmayı haram kılmıştır. Cehennem Âdemoğlunun her tarafını yer de yalnız secde izlerini (secde ederken yere koyduğu uzuvlarını) yiyemez. Onlar, kavrulup simsiyah olmuş vaziyette Cehennem’den çıkarılırlar. Üzerlerine “Hayat Suyu” dökülür de sel uğrağında biten yabani reyhan to­humları gibi hızla canlanırlar. Sonra Allah Teâlâ kulları arasındaki hükmünü bitirir. Ancak Cennet ile Cehennem arasında yüzü Cehennem’e dönük bir adam kalır. O, Cehennem ehlinden Cennet’e en son giren kimsedir. Şöyle der:

«‒Yâ Rabbî! Yüzümü Cehennem’den başka tarafa çevir, zira kokusu beni zehirliyor, alevi de yakıyor.»

Allah Teâlâ ona:

«–Bu senin dediğin yapılacak olursa, acaba baş­ka şey istemeyecek misin?» buyurur. O ise:

«–İzzetine yemin olsun ki hayır!» der ve Allah’a, onun dilediği bir şekilde söz verir. Ondan sonra Allah Teâlâ onun yüzünü Cehennem’den Cennet tarafına çevirir. Yüzünü Cennet’e doğru döndürünce, Cennet’in güzelliğini görür. Allah’ın dilediği kadar bir müddet sü­kût ettikten sonra:

«–Yâ Rabb! Beni Cennet’in kapısına yaklaştır» der. Allah Teâlâ ona:

«–Daha önce, istediğin şeyden başka birşey istemeyeceğine dair ahd ü misak vermemiş miydin?» buyurur. O da:

«–Yâ Rabb! Mahlûkâtının en bedbahtı ben olmayayım» der. Bu­nun üzerine yine Allah Teâlâ:

«–Bu sana verilse başka bir şey daha istersin!» buyurur. O da:

«–İzzetine yemin olsun ki hayır, bundan başka hiçbir şey istemeyeceğim» cevabını verir. Ve Rabbine dilediği ahd ü misakı verdikten sonra, Rabbi onu Cenne­t’in kapısına yanaştırır. O kimse Cennet kapısına varıp da ondaki revnak ve letâfeti ve içindeki tazelik, güzellik ve sevinci görünce, yine Allah’ın dilediği kadar bir müddet sükût eder. Sonra:

«–Yâ Rabbi, beni içeriye koy!» diye yalvarır. Allah Teâlâ da:

«–Yazıklar olsun sana ey Âdemoğlu, sen ne sözünde durmaz birisin! Verdiğimden baş­ka birşey istemeyeceğine dair söz vermiş değilmiydin?» buyu­rur. O da:

«–Yâ Rabbi beni mahlûkâtın en bedbahtı kılma!» der. Nihayet Azîz ve Celîl olan Allah ona güler ve Cennet’e girmesine izin verir. Oraya alırken de ona:

«–İste!» buyurur. O da uzun uzun taleplerde bulunur. Nihayet dilekleri kesilince Azîz ve Celîl olan Allah, «Şunu da, şunu da, şunu da, bunu da iste!» buyurarak ona isteyebileceği başka şeyleri de hatırlatır. Nihayet dileklerinin hepsi de sona erince Allah Teâlâ:

«–Bunların hepsi ve bir o kadarı daha hep senindir» buyurur.”

Hadisi Ebû Hüreyre’den rivayet edenlerden biri olan Atâ bin Yezîd el-Leysî der ki:

Ebû Hüreyre bunu rivayet ederken Ebû Saîd el-Hudrî de yanında oturuyor ve onun dediklerinden hiçbir şeyi de­ğiştirme ihtiyacı hissetmiyordu. «Bunların hepsi ve bir o kadarı daha hep senin» sözüne gelince: «Rasûlullah (s.a.v), “Azîz ve Celîl olan Allah, ‘Bunlar ve daha on misli senindir’ buyurur” demişti» dedi. Ebû Hüreyre, «Ben Rasûlullah’tan yalnız “Bunların hepsi ve bir o ka­darı daha hep senindir” buyurduğunu belledim» dedi. Ebû Saîd ise «“Bunların hepsi ve on misli daha senindir” buyurduğunu ben işittim» dedi.” (Buhârî, Ezân, 129, Rikâk, 52)

Şerh:

Secde esnasında yere konulan uzuvları ateşin yakmaması, secdenin ne kadar faziletli bir ibadet olduğunu göstermektedir.

Yine bu hadiste Ekremu’l-Ekremîn olan Allah’ın keremi, lûtfu ve geniş ihsanları görülmektedir. Bunun yanında Sırât, Cennet, Cehennem, Haşr, Neşr, Suâl gibi âhirete dair hususların hak oldu­ğu da anlaşılmaktadır.

 

 

 

 

Secde Uzuvları

İbn-i Abbas’tan nakledildiğine göre Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Yedi kemik (yani uzuv) üzerine secde etmekle emrolundum: Alın (alnını gösterirken eliyle) burnuna da işâret etti, eller, dizler ve ayakuçları. (Namaz kılarken) elbisemizle saçımızı (durumu bozulmasın veya tozlanmasın diye) toplamaktan da nehyolundum.” (Buhârî, Ezân, 134)

Şerh:

Alın ile burun tek uzuv olarak sayılmıştır.

Elbise ile saçların namaz için veya namaz içinde toplanması mekruhtur. Bu kerahat, tenzîhî bir kerahattir. Dolayısıyla bunun namazı bozmadığında ittifak vardır. Saçları ve elbise uçlarını olduğu gibi bırakmalı, onlar da secdeden hissesini almalıdır. Bu durum aynı zamanda büyüklenip kendini beğenenlerin tavırlarından uzaklaşmayı da temin etmiş olur.

Ufak tefek toz toprak, secdemize mâni olmamalıdır. Rasûlullah (s.a.v), yağmur neticesinde oluşan hafif çamur ve ıslaklık üzerine bile secde etmişlerdir. (Buhârî, Ezân, 135)

 

 

Secdede Dirsekler Yere Konmaz

Enes (r.a), Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in şöyle buyurduklarını nakletmiştir:

“Secdede iʻtidâl üzere bulununuz. Sizden biri (secde esnasında) kolunu kelb gibi yere yaymasın!” (Buhârî, Ezân, 141)

Şerh:

Secdede iʻtidâl, sırtı düz tutmak, elleri yere koyup dirsekleri kaldırmak, kolları açmak, karnı dizlerden ayırmak, hâsılı secdeyi sünnete uygun yapmaktır.

Secde edince elleri yere koyup dirsekleri kaldırmak gerekir. Kolları kelbin (köpeğin) oturuşu gibi yere yaymak, tenzîhen mekruhtur.

 

 

Tek Rekâtlardan Sonra Bir Müddet Oturmak

Mâlik ibnü’l-Huveyris el-Leysî (r.a), Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’i şöyle namaz kılarken görmüş: Namazının tek rekâtlarından sonra bir müddet oturup dümdüz olmadan sonraki rekâta kalkmazmış. (Buhârî, Ezân, 142)

Şerh:

Bu hadis birinci ve üçüncü rekâtlardan sonraki istirahat otu­ruşundan, yani azıcık oturduktan sonra bir sonraki rekâta kalkmaktan bahsetmektedir. Buna dayanarak İmam Şâfiî gibi bazı âlimler bu celsenin müstehap olduğunu söylemişlerdir. Bazı Şâfiî fakihleri bu celseyi ihtiyarlık ve zaaf kaydıyla müstehap gör­müşlerdir. Diğer âlimler ise bunu hiçbir şekilde müstehap görmemişlerdir. Zira Allah Rasûlü’nün namazını tarif eden diğer hadislerde bu oturuştan bahsedilmemiştir. O hâlde bu rivayette bahsedilen oturuş, bir hastalık sebebiyle gerçekleşmiş olabilir.

 

 

İkinci Secdeden (Rekâttan) Kalkarken Tekbir Almak

Saîd ibnü’l-Haris şöyle anlatır:

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) bize namaz kıldırdı. Bu namazda secdeden başını kaldırırken, (ikinci) secdeye varır­ken, bu secdeden başını kaldırırken, ikinci rekâttan (veya ikinci secdeden) ayağa kalkar­ken tekbirleri açıktan aldı ve «Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in böyle yaptıklarını gördüm» dedi.” (Buhârî, Ezân, 144)

Şerh:

Emevîler ile onların tayin ettiği valiler, namazdaki intikâlât tekbirlerini cehren (açıktan) almazlarmış. İşte Ebû Saîd’in ihya etmek istediği, unutul­muş ve cemaatten çoğunun meçhûlü olan bu sünnettir. (Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 857)

 

 

Teşehhüdde sünnet Olan Oturuş Şekli

Abdullah ibn-i Ömer’in oğlu Abdullah, babasının namazda teşehhüd için oturduğunda bağ­daş kurduğunu görürmüş. Diyor ki:

“Ben de öyle yaptım. O günlerde yaşım küçüktü. Ba­bam beni bu oturuştan nehyetti ve «Namazın sünneti, sağ ayağını dikip sol ayağını bükmendir» dedi. Ben, «Ama sen böyle yapıyorsun» deyince, «Ayaklarım beni taşımıyor» cevabını verdi.” (Buhârî, Ezân, 145)

Şerh:

Namazda otururken sağ ayağı dikip sol ayağı bükmek sünnettir. Hanefilere göre kadınların oturuşu, erkeklerden farklıdır ve teverrük şeklindedir. Onlar yere oturup ayaklarını sağ taraftan kenara çıkarırlar.

Zaruret halleri dışında namazda bağdaş kurmak caiz görülmemiştir.

{{{

Muhammed ibn-i Atâ şöyle anlatır:

Nebiyy-i Ekrem’in ashabından bir takım zevat ile birlikte otururken Efendimiz’in namazından bahsettik. Ebû Humeyd es-Sâidî (r.a) şöyle dedi:

“Rasûlullah’ın namazını en iyi belleyeniniz ben idim. Ben onun iftitah tekbirini aldığında ellerini omuzları hizasına geti­rdiğini gördüm. (Sonra Kur’ân’dan bir miktar okurlardı). Rukûya vardıklarında elleriyle dizlerini tutarlardı. Sonra belini (kamburlaştırmadan) büker, başını kal­dırdığında kemiklerinden her biri yerli yerine gelinceye kadar doğru­lurlardı. Secde ettiklerinde kollarını yere yaymaksızın ve biribirine yanaştırmaksızın koyup, ayaklarının parmaklarını kıbleye karşı ge­tirirlerdi. İlk iki rekâtın sonunda (teşehhüd için) oturduklarında, sol ayağının üzerine oturup sağ ayağını dikerlerdi. Son rekâtta oturduklarında ise, sol ayağını ileri alır, diğerini diker ve makʻadı üstüne otururlardı.” (Buhârî, Ezân, 145)

Şerh:

Ebû Humeyd (r.a), Allah Rasûlü’nü namaz kılarlarken gözetleyip nasıl kıldıklarını iyice bellediği için böyle söylediğini ifade etmiştir.

 

 

 

İlk Teşehhüdü Farz Görmeyenler

Ezd-i Şenûe’den ve Abdi Menâf Oğulları’nın anlaşmalılarından olan Abdullah İbn-i Buhayne -ki Nebiyy-i Ekrem’in sahabilerinden idi- şunu nakletti:

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bir de­fasında onlara Öğle namazı kıldırmışlar. Bu namazda ilk iki rekâttan sonra teşehhüde oturmaksızın (üçüncü rekâta) kalkmışlar. İnsan­lar da ona uyarak birlikte ayağa kalkmışlar. Namazı bitirip de insanlar selam vermesini bekledikleri sırada Allah Rasûlü (s.a.v) oturdukları yerde tekbir alıp selam vermeden iki kere secde etmiş ve sonra selam vermişler. (Buhârî, Ezân, 146)

Şerh:

Rasûlullah (s.a.v) ilk teşehhüdü unuttuğunda, namazı sehiv secdesiyle tamamlamışlardır. Bu da ilk teşehhüdün farz olmadığını göstermektedir. Hanefiler bunun vacip olduğunu söylemişlerdir.

Sehiv secdesinin selamdan önce mi yoksa sonra mı olduğu konusunda ihtilaf edilmiş, diğer rivayetlerden hareketle Hanefiler sonra olması gerektiği kanaatine varmışlardır. Bu ihtilaf hangisinin daha evlâ olduğunu tesbit noktasındadır, yoksa secdenin selamdan önce veya sonra olması namazı bozmaz.

 

 

Son Oturuştaki Teşehhüd

Abdullah ibn-i Mesʻûd (r.a) şöyle anlatır:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in ar­kasında namaz kıldığımız vakitlerde:

اَلسَّلاَمُ عَلَى جِبْرِيلَ وَمِيكَائِيلَ اَلسَّلاَمُ عَلَى فُلاَنٍ وَفُلاَنٍ

«Cibril’e ve Mikâîl’e selam olsun. Fulan ve fulan (meleklere) selam olsun» derdik. Rasûlullah (s.a.v) bize döndüler ve şöyle buyurdular:

«–Selâm Allah’ın kendisidir. Her­hangi biriniz namaz kıldığında,

اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ، اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ، اَلسَّلاَمُ عَلَيْنَا وَعَلَى عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِحِينَ

“Kavlî, fiilî ve mâlî ibâdetler ve her türlü tâzim ve tekrîmât Allah’a mahsustur. Ey Nebî, selam, Allah’ın rahmeti ve bere­ketleri senin üzerine olsun. Bize ve Allah’ın sâlih kullarına da selam olsun!” desin.

Siz bunu söylediğinizde gökte ve yerde olan bütün sâlih kullar buna dâhil olur. (Bundan sonra da şöyle desin):

أَشْهَدُ أَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ

“Şehadet ederim ki, Allah’tan başka hak mabud yok­tur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed onun kulu ve rasûlüdür”.».” (Buhârî, Ezân, 148)

Şerh:

Buhârî’nin diğer rivayetinde, sahabenin sözleri arasında “es-Selâmu ale’llâh: Allah’a selam olsun” ifadesi de vardır. Selâm, Allah’ın güzel isimlerinden olunca, bu ifade “es-Selâmu ale’s-Selâm: Selâm’a selam olsun” takdirinde oluyor ki, makul bir tabir olmuyor. Rasûlullah (s.a.v) bu sebeple “Selâm Allah’ın kendisidir (yani ona selam vermek gerekmez)” buyurmuştur.

Hadiste öğretilen dua aslında bütündür. Ancak “sâlihler” kelimesi geçince bir ara cümle ile bu kelimenin muhtevasıyla ilgili bilgi verilmiştir.

Bu dua Rasûlullah Efendimiz’in cevâmiu’l-kelim sözlerinden biridir. Bu ifade meleklere şâmil olduğu gibi, pey­gamberleri, rasulleri, sıddıkları ve sâlih olan bütün kulları da içine almaktadır.

 

 

Selamdan Önce Dua

Âişe (r.a) şöyle demiştir:

“Rasûlullah (s.a.v) namazın içinde (yani sonunda):

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ، وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَّالِ، وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ فِتْنَةِ الْمَحْيَا، وَفِتْنَةِ الْمَمَاتِ، اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْمَأْثَمِ وَالْمَغْرَمِ

«Allah’ım, kabir azabından sana sığınırım. Mesih Deccal’in fitnesinden sana sığınırım. Hayatın ve ölümün fitnele­rinden sana sığınırım. Allah’ım, günah işlemekten ve borçlu olmaktan sana sığınırım!» diye dua ederlerdi. Bir kişi kendisine:

«–Borçtan ne kadar çok Allah’a sığınıyorsunuz?» dedi.

Bunun üze­rine Rasûlullah (s.a.v):

«–Kişi borçlandığında, konuşur ama yalan söyler, söz verir sözünde duramaz!» buyurdular.” (Buhârî, Ezân, 149)

Şerh:

Kişi teşehhüd ve salli-bârikten sonra Kur’ân ve sünnette zikredilen dualardan dilediğini okuyabilir. Bunlardan biri de bu duadır.

Mesîh, Hz. İsa’ya da, Deccal’e de denir. İkincisi daima Deccal kay-dıyle birinciden ayırdedilir. Deccal’e mesih denilmesi, kendisinden hayır silin­diği, gözlerinden biri silik olup tek gözlü olduğu veya yeryüzünü kısa sürede dolaşacağı içindir. İsa (a.s)’a mesih denmesi hakkında muhtelif vecihler serdedilmiştir. Kelimenin Ârâmîce aslı olan meşîhâ ve İbranice aslı olan mâşiah, “sıvazlanmış” anlamına gelmekte olup, İsrailoğulları’nda hükümdarlık vazifesine başlarken kâhin (üst düzey din adamı) tarafından kutsal yağ sürülmesi geleneğine bağlı olarak krala mesih unvanı verilir olmuştur.[52] Bazı müfessirler mesih kelimesinin İbranicede “mübarek, kutlu” anlamına geldiğini belirterek bu anlam ile “Nerede olursam olayım, o beni kutlu ve bereketli kıldı”[53] âyeti arasında bağ kurmuşlardır. (Zemahşerî, I, 363)

Deccal kelimesi, hak ile batılı karıştıran, batılı hak gibi gösteren hilekâr, yalancı ve yaldızlayıcı mânalarına gelir.

{{{

Ebû Bekir (r.a) bir gün Rasûlullah Efendimiz’e:

“–Yâ Rasûlallah! Bana bir dua öğretiniz de onu namazımda okuyayım” demişti. Allah Rasûlü (s.a.v) ona:

“–Şöyle dua et!” buyurdular:

اَللّٰهُمَّ إنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْماً كَثِيراً وَلَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إلَّا أَنْتَ فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ وَارْحَمْنِي، إنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ

“Allah’ım, ben kendime çok zulmettim. Günahları bağışlayacak ise yalnız sensin. Öyleyse tükenmez lütfunla beni bağışla, bana merhamet et! Çünkü affı sonsuz, merhameti nihayetsiz olan yalnız sensin!” (Buhârî, Ezân 149, Deavât 17, Tevhîd 9; Müslim, Zikir 48)

Şerh:

Ebû Bekir (r.a) bu duayı teşehhüd ve salli-bârikten sonra ve selamdan evvel okumuştur.

Mağfiret, cehennem ateşinden uzak tutulmak, rahmet de cennete nail olarak Yüce Rabbimizin cemaline nazardan hissedar kılınmaktır.

 

 

Kişi Teşehhüdden Sonra İstediği Duayı Okur

Abdullah ibn-i Mesʻûd şöyle demiştir:

“Biz Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’le birlikte namaz kılarken:

اَلسَّلَامُ عَلَى اللّٰهِ مِنْ عِبَادِهِ، اَلسَّلَامُ عَلَى فُلاَنٍ وَفُلاَنٍ

«Allah’a kullarından selam olsun. Fulan ve fulan meleklere de selam olsun» derdik. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurdular:

«–Allah’a selam olsun de­meyin. Çünkü Selâm, Allah’ın kendisidir. Lâkin şöyle deyiniz:

اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ، اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ، اَلسَّلاَمُ عَلَيْنَا وَعَلَى عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِحِينَ

“Kavlî, fiilî ve mâlî ibadetler ve her türlü tâzim ve tekrîmât Allah’a mahsustur. Ey Nebî, selam, Allah’ın rahmeti ve bere­ketleri senin üzerine olsun. Bize ve Allah’ın sâlih kullarına da selam olsun!”

Siz bunu söylediğinizde gökte veya gökle yer arasında bulunan bütün sâlih kullar buna dâhil olur. (Bundan sonra da şöyle deyiniz):

أَشْهَدُ أَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ

“Şehadet ederim ki, Allah’tan başka hak mabud yok­tur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed onun kulu ve rasûlüdür.”

Bundan son­ra kişi en ziyade beğendiği duayı seçer ve onunla niyazda bulunur».” (Buhârî, Ezân, 150)

Şerh:

“Bundan sonra kişi en ziyade beğendiği duayı seçer” ifadesi, duaların vacip olma­yıp mendup olduğuna delalet eder.

Teşehhüdden sonra Rasûlullah Efendimiz’e salât okumak Şafiî’ye göre vaciptir. Ba­zılarına göre ise bu da menduptur.

 

 

 Selam

Ümmü Seleme (r.a) şöyle demiştir:

“Rasûlullah (s.a.v) namazdan selam ver­diklerinde, selamını tamamladığı zaman kadınlar hemen kalkarlar, Rasûlullah (s.a.v) de ayağa kalkmadan evvel azıcık beklerlerdi.”

İbn-i Şihâb şöyle demiştir:

“Öyle sanıyorum ki -Allah en iyi bilendir- Rasûlullah’ın bu beklemesi, namazdan çıkan erkekler yetişmeden evvel kadınların gitmeleri içindir.” (Buhârî, Ezân, 152)

Şerh:

Namazdan çıkmak için selamın farz veya sünnet olduğu mes’elesinde farklı görüşler vardır. İmam Mâlik, Şafiî ve Ahmed ibn-i Hanbel’e göre selam rükündür, namaz­dan bir cüzdür, namaz onunla tamam olur. Selam vermedikçe namazdan çıkılmış olmaz. Ebû Hanîfe’ye göre bir rivayette vacip, diğerinde sünnettir.

Rasûlullah (s.a.v), kadın-erkek ihtilatına meydan vermemiş, lüzumlu tedbirleri almışlardır. Erkeklerle kadınların Mescid’e giriş kapılarını ayırmış, saflarını ona göre tanzim etmiş ve yolda giderken karışmamaları için kadınlara biraz çabuk gitmelerini, erkeklere de namazdan sonra hemen kalkmamalarını tenbih etmişlerdir.

Bu rivayetten anlaşıldığına göre, namazdan sonra erkeklerin kalkmak için imamı beklemeleri sünnettir.

Hadisten çıkarılacak derslerden biri de kadınların bulunduğu tarafı görmemek için yere bakmanın (gadd-ı basar) vacip olduğudur.

 

 

 İmam Selam Verince Selam Vermek

Itbân (r.a) şöyle demiştir:

“Nebiyy-i Ekrem ile birlikte namaz kıldık. O selam verdiği vakit, biz de selam verdik.” (Buhârî, Ezân, 153)

Şerh:

Bura­da Buhârî’nin çıkarmak istediği hüküm, cemaatin dua ve diğer şeylerle meşgul olarak selamını imamın selamından çok sonraya bırakmamasının müs­tehap olduğudur. İmamın peşinden hemen selam vermelidir.

 

 

 Namazdan Sonra Zikir

İbn-i Abbas (r.a) şöyle demiştir:

“Farz namazdan çıkınca insanların yüksek sesle zikretmeleri tâ Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in zamanında var idi.” “Ben bu sesi işitir işitmez bununla (yani zikir seslerinin yükselmesiyle) namazdan çıktıklarını anlardım.” (Buhârî, Ezân, 155)

Şerh:

Mezheb imamları, tekbir ve zikr ile ses yükseltmenin müs­tehap olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. İmam Şafiî, bu hadisi, Rasûlullah Efendimiz’in daima yapmayıp bazen sahabilerine zikrin keyfiyetini öğretmek için cehren zikretmiş olduğuna ham­letmiştir. Bu sebeple namazdan çıktıktan sonra imam ve cemaatin gizlice zikretmeleri gerektiğini, tâlim maksadı olursa, öğretmek için bazen açıktan zikredip sonra tekrar gizlemeleri gerektiğini söylemiştir.

{{{

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle anlatır:

“Fakirler Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e gelerek:

«–Servet sahipleri en yüksek dereceleri ve devamlı nimeti alıp gittiler. Onlar bizim kıldığımız gibi namaz kılıyor, bizim tuttuğumuz gibi oruç tutuyorlar. Buna ilaveten, fazla malları olduğu için haccediyor, umre yapıyor, cihad ediyor, sadaka veriyorlar» dediler.

Rasûlullah (s.a.v) onlara şöyle buyurdular:

«–Size bir şey haber vereyim mi ki, siz onu yaptığınız takdirde hem (bu hususlarda) sizi geçmiş olan­lara yetişirsiniz, hem de sizden sonraya kalanlardan hiçbir kimse size yetişemez. Aynı zamanda içinde bulunduğunuz cemaat içinde en hayırlı insanlar olursunuz. Meğerki (onların içinde size tavsiye ettiğim amelin) benzerini yapan biri bulunsun. Her farz namazdan sonra otuzüçer kere tesbih eder, tahmidde bulunur ve tekbir alırsınız».”

(Râvî Sümeyy der ki): Aramızda ihtilaf ettik, bazımız “otuz üç kere tesbih, otuz üç ker­e tahmid eder, otuz dört kere tekbir alırız” dedi. Bunun üzerine sor­mak için (râvî Ebû Sâlih’in) yanına döndüm. O:

“–Her biri otuz üç oluncaya kadar Sübhânallah, Elhamdülillah, Allahuekber dersin” buyurdu. (Buhârî, Ezân, 155)

Şerh:

Hadisteki “sizlerden sonraya kalanlar” ifadesiyle, bu zikri yapmayıp, de­recelere nail olmakta geri kalanlar kastedilmektedir.

En hayırlı olan insanların, sadaka veren zenginlerle zikreden fakirlerin toplamı olması daha uygundur. Zira hayırlılık, sadece zikreden fakirlere tahsis edilirse, zikrin sadakadan mutlaka efdal olduğuna hükmetmek gerekir ki, bu daima böyle olmaz.

Fakirleri teselli eden Rasûlullah Efendimiz’in onlara zikir öğretmesinden maksat, zenginleri fakirlerin aşağısında bırakmak değil, fakirlerin mâlî kudretleriyle yetişemeyecekleri sevaplara, yüksek derecelere ve devamlı nimete kolaylıkla yetişebilmelerinin yolunu göstermektir. Çünkü “Bu Allah’ın bir fadlıdır ki, onu kime dilerse ona verir.” (el-Mâide, 54; el-Hadîd, 21; el-Cuma, 4) (Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 904-906)

{{{

Mugîre bin Şuʻbe’nin kâtibi Verrâd şöyle demiştir:

“Mugîre bin Şuʻbe, Muâviye’ye yazdığı bir mektupta bana şöy­le imlâ etti:

«Nebî (s.a.v) her farz namazdan sonra:

لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ، لَهُ الْمُلْكُ، وَلَهُ الْحَمْدُ، وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ، اَللّٰهُمَّ لَا مَانِعَ لِمَا أَعْطَيْتَ، وَلَا مُعْطِيَ لِمَا مَنَعْتَ، وَلَا يَنْفَعُ ذَا الْجَدِّ مِنْكَ الْجَدُّ

“Allah’­tan başka hiçbir ilâh yoktur, onun hiçbir ortağı yoktur, mülk onundur, hamd ona mahsustur, her şeye kudreti yeten de odur. Allah’ım, senin verdiğine mâni olabilecek, vermediğini verebilecek yoktur. Servet sahibinin zenginliği ve bahtı, senin lûtuf ve ihsanının yerine geçip de ona fayda veremez” derlerdi».” (Buhârî, Ezân, 155)

Şerh:

Bu zikri, selam verip namazdan çıktıktan sonra okumak müstehaptır. Bundan başka okunması müstehap olan zikirler de vardır.

 Selamdan Sonra İmam Cemaate Döner

Semüre bin Cündeb (r.a) şöyle demiştir:

Rasûlullah (s.a.v) bir namaz kıldırdıklarında (selam verdikten sonra mübarek) yüzlerini bize doğru döndürürlerdi.” (Buhârî, Ezân, 156)

Şerh:

Bazı âlimler: “İmamın, cemaate arkasını dönmesi, imam­lık hakkı sebebiyledir. Namaz bitince bu sebep ortadan kalkacağından, mü’minlere karşı büyüklenmiş olmamak için onlara yönel­mesi gerekir” demişlerdir. Bazılarına göre de bu hareket, yeni gelen kimselerin namazın bittiğini anlamaları için müstehap kılınmıştır.

Hanefilere göre, imam namazdan sonra zikrullah gibi bir sebeple bir müddet yerinde oturacaksa yüzünü cemaate dönmelidir. Şâfiîler ise, sağ tarafını cemaate, sol tarafını da mihraba dönmesi gerektiğini söylemişlerdir. (Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 916)

{{{

Zeyd ibn-i Hâlid el-Cühenî (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) Hudeybiye’de geceleyin yağan yağmurdan sonra bize sabah namazını kıldırdılar. Namazdan çıkınca (mübarek) yüzlerini cemaate döndürüp:

«–Rabbiniz (azze ve celle) ne buyurdu biliyor musunuz?» diye sordular. Sahabe:

«–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir» dediler.

Rasûlullah (s.a.v) şöyle devam ettiler:

«–Allah Teâlâ şöyle buyurdu: Kullarımdan kimi bana iman ederek, kimi de beni inkâr ederek sabaha çıktı. “Allah’ın fazl u rahmeti ile üzerimize yağmur yağdı” diyenler, bana iman etmiş, yıldızın (ilahlığını) inkâr etmişlerdir. “Falan ve falan yıldızın batıp doğması ile üzerimize yağmur yağdı” diyenler ise beni inkâr etmiş, yıldıza iman etmişlerdir».” (Buhârî, Ezân, 156)

Şerh:

Yağmur ve saireyi tabiat hâdiselerine bağlayanlar ya şirke düşüyor veya gaflete dalarak nankörük yapıyorlardır. En hafifini düşünsek bile çirkin bir hata işliyorlardır. Zira sözleri hem dine aykırıdır, hem de kâfirlerin söyledikleri bir söze benzemektedir.

 

 

 İmamın Cemaatin Omuzlarından Atlayarak Gitmesi

Ukbe bin Haris (r.a) şöyle anlatır:

“Medine’de Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in arkasında ikindi namazı kıldım. Efendimiz (s.a.v) selam verdiler, sonra kalkıp aceleyle ve cemaatin omuzlarından aşarak, hanımlarına ait odalardan birine gittiler. İnsanlar, onun bu acele gidişi sebebiyle endişelenip korktular. Allah Rasûlü (s.a.v) biraz sonra onların yanına çıkıp aceleyle gidişine şaşırdıklarını görünce şöyle buyurdular:

«–Yanımızda biraz altın olduğunu hatırladım da beni (huşudan veya Cennet yolundan) alıkoymasın diye hemen muhtaçlara taksim edilmesini emrettim!».” (Buhârî, Ezân, 158)

Şerh:

İmam Buhârî buradaki başlıkla, bundan önce geçen “Selamdan sonra biraz oturma” hükmünün, hemen kalkmayı gerektiren bir ihtiyaç olmadığı zaman geçerli ol­duğunu, bir ihtiyaç varsa, imamın beklemeden kalkabileceğini göstermek istemiştir. (Aynî)

Mühim bir işini hatırlayan imam, cemaatin omuzlarından atlayarak camiden çıkabilir. Herhangi bir zaruret yokken insanların omuzlarından atlayarak ilerlemek çirkin bir fiil olup İslâm tarafından yasaklanmıştır. Ancak ön saflarda yer varken arkaya oturanların omuzlarından atlayarak ilk safları doldurmak faziletli bir ameldir.

 

 

 Namaz Bitince Sağdan ve Soldan Kalkmak

Abdullah ibn-i Mesʻûd (r.a) şöyle demiştir:

“Herhangi biri­niz (namazdan sonra) mutlaka sağ tarafından kalkıp gitmesi gerektiğini zannederek namazından şeytana bir hisse ayırmasın! Yemin olsun ki ben Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’i sol tarafından kalkarken çok defa görmüşümdür.” (Buhârî, Ezân, 159)

Şerh:

Enes ibn-i Mâlik (r.a), namazdan çıkınca kâh sağa, kâh sola döner gider ve sadece sağa dönmeye gayret eden ve bunu âdet edinen kimseleri ayıplardı. (Buhârî, Ezân, 159)

Ali bin Ebî Tâlib (r.a) de: “Namaz kılanın işi sağ taraftaysa sağına, sol taraftaysa soluna döner” demiştir.

Şeytana hisse ayırmak, böyle batıl bir itikad yüzünden vesveseye düşüp şeyta­nı sevindirmek ve onun oyuncağı olmak demektir.

Sağ taraftan kalkmak, Allah Rasûlü’nün teyâmün hassasiyetine uygundur. Burada yasaklanan, sağdan kalkmanın gerektiğine inanmaktır. Efendimiz’in solundan kalktığı da olmuştur. Âlimler, “Kişinin işi ne taraftaysa o tarafa döner, her iki yön de eşit ise sağ tarafa dönmek efdaldir” demişlerdir.

 

 

 Çiğ Sarımsak, Soğan ve Pırasa Yemek

Câbir ibn-i Abdullah (r.a) şöyle der:

“Nebî (s.a.v) sarımsağı kasdederek:

«–Her kim bu yeşillikten yerse mescidlerimize namaza gelmesin!» buyurdu.”

Hadisin ravilerinden biri olan Atâ bin Ebî Rebâh dedi ki: Câbir’e (veya Abdulmelik ibn-i Cüreyc dedi ki: Atâ’ya):

“–Aca­ba hangi sarımsağı kasdediyor?” dedim.

“–Öyle zannediyorum ki sarmısağın an­cak çiğini kastediyordu” dedi.

Bir rivayete göre: “Ancak kokusunu kastediyordu” demiştir. (Buhârî, Ezân, 160)

Şerh:

Çiğ sarımsağı yemek haram değil, mekruhtur. Kerahati kokusundan kaynaklanmaktadır. Zira gerek camideki cemaat, gerekse dışardaki insanlar onun kokusundan rahatsız olurlar. Pişmiş sarımsağı yemek ise mekruh değildir.

Soğan, pırasa, turp gibi çirkin kokusu olan yeşillikler de sarımsak hükmündedir. Bunları yiyenler koku gidinceye kadar camiye ve diğer topluluklara çıkmaktan nehyolunmuşlardır.

Sigara gibi rahatsız edici şeyleri de burada hatırlamak gerekir.

{{{

Câbir ibn-i Abdullah (r.a) Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in şöyle buyurduklarını bildirmiştir:

“Her kim sarımsak veya soğan yerse bizden -veya mescidimizden- uzak dursun ve evinde otursun!”

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in yanına, içinde taze sebzeler bulunan bir tencere getirilmişti. Allah Rasûlü (s.a.v) ondan hoş ol­mayan bir koku aldılar ve içinde ne olduğunu sordular. Kendisine tencerede hangi sebzelerin bulunduğu söylendi. Bunun üzerine yanında bulunan bir sahabisine işaret ederek, “Ona götürün” buyurdular. O sahabi de Efendimiz’in böyle yaptığını görünce, onu yemek is­temedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

“–Sen bundan ye, zira ben senin konuşmadığın kimselerle (meleklerle) başbaşa konuşuyorum (münâcât ediyorum)” buyurdular. (Buhârî, Ezân, 160)

Şerh:

Buradaki münâcât, orada bulunan insanların görüp işitemeyeceği şekilde meleklerle konuşmak demektir. Rasûlullah (s.a.v) vahiy meleği ile sık sık görüştüğü için onu rahatsız etmeme düşüncesiyle sarımsak yemediğini, diğer insanların bunu yiyebileceğini ifade etmektedir.

 

 

 Çocuklar ve Cemaat

İbn-i Abbas’ın nakline göre Nebî (s.a.v) kenarda kalmış bir kabre uğramış, kabrin yanında sahabilerine imam olmuş, onlar da kabrin arkasında saf bağlamışlar­dır. (Buhârî, Ezân, 161)

Şerh:

Bu başlık altında çocukların abdest almaları, temizlenme ve guslün onlara ne zaman vacip olacağı, cemaatle namaz ile bayram ve cenaze namazlarına katılıp yetişkinlerin saflarına dâhil olmaları gibi konulara işaret ediliyor.

Buhârî’nin yukarıdaki rivayeti zikretmesinin sebebi, hâdisenin cereyan ettiği sırada henüz büluğa ermemiş olan İbn-i Abbas’ın o cenaze namazında ve cema­atte hazır olmasıdır. Böylece çocukların cemaate gelip saflara dâhil olabileceğini anlatmak istemiştir.

{{{

Ebû Saîd el-Hudrî’den rivayet edildiğine göre Nebî (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Cuma günü gusletmek büluğa eren herkese vaciptir.” (Buhârî, Ezân, 161)

Şerh:

Buluğ ve ihtilam, Cuma günü gusletmenin şartı olunca, cuma ve diğer na­mazlar buluğdan önce farz olmamış olur.

Buradaki vacip, “gerekli” mânasınadır, bu sebeple Cuma günü gusletmek sünnet veya müstehap kabul edilmiştir.

{{{

İbn-i Abbas’a biri:

“–Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte (bayram namazgâhına) çıktın mı?” diye sordu. İbn-i Abbas (r.a):

“–Evet. Ona olan yakınlığım olmasaydı, orada bulunamayacaktım” dedi.

Hadisin râvîlerinden biri şöyle demiştir: “Yaşımın küçüklüğünden dolayı (bulunamayacaktım) demek isti­yordu.”

Yine İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir:

“Rasûlullah (s.a.v), Kesîr ibnü’s-Salt’ın evinin hizasındaki sütunun yanına gelip orada hutbe îrâd ettiler. Sonra kadınların bulunduğu tarafa geçip onlara vaaz ederek hatırlatmalarda bulundular ve sadaka vermelerini tavsiye ettiler. Bunun üzerine kadınlar, ellerindeki (yüzük vesaire gibi) halkaları (zînet eşyalarını) Bilâl’in eteğine atmaya başladılar. Sonra Rasûlullah (s.a.v), Bilâl ile birlikte evine döndüler.” (Buhârî, Ezân, 161)

Şerh:

Bu rivayetlerden, kendine sahip olup oyuna kapılmayacak yaşa gelen çocukların bay­ram ve diğer ibadet mekânlarına gidebileceği anlaşılmaktadır.

 

 

 Kadınların Gece Camiye Gitmeleri

İbn-i Ömer’den nakledildiğine göre Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Kadın­larınız sizden geceleyin mescide gitmek için izin istediklerinde kendilerine izin veriniz!” (Buhârî, Ezân, 162)

Şerh:

Bu hadise göre kadınların cemaatle namaz için camiye çıkabilecekleri ve na­maz için de olsa dışarı çıkmak için kocalarından veya velilerinden izin almaları gerektiği anlaşılmaktadır.

Hz. Âişe (r.a): “Rasûlullah (s.a.v) şimdiki kadınların ortaya çıkardıkları (fazla süslenme gibi) şeyleri görseydi, İsrailoğulları kadınlarının dışarı çıkmaktan (veya mesci­de gitmekten) men edildikleri gibi bu kadınları da bundan men ederdi” de­miştir. (Buhârî, Ezân, 162)

Bu hadise göre, kadınların camilere gitmeleri, çarşı ve pazarlarda gezinebilmeleri için her türlü fitneden emin olunması şarttır.

 

 

Kitâbiyât

Abdurrazzâk b. Hemmam b. Nâfiʻ el-Himyerî el-Yemânî es-Sanʻânî, Ebû Bekir (v. 211/826-27), Musannef (I-XI), thk. Habîburrahmân el-Aʻzamî, Beyrut: el-Mektebetü’l-İslâmî, 1403.

Ahmed b. Muhammed b. Hanbel b. Hilâl b. Esed eş-Şeybânî, Ebû Abdullah (v. 241/855), Müsned (I-VI), Kâhire: Müessesetü Kurtuba, ts.

Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Ankara, 1993.

Âlûsî, Şihabüddin Seyyid Mahmûd b. Abdullah el-Huseynî (v. 1270/1854), Rûhu’l-meânî fî tefsîri’l-Kur’âni’l-azîm ve’s-sebʻi’l-mesânî (I-XVI), thk. Ali Abdülbârî Atıyye, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1415.

Aynî, Ebû Muhammed Mahmûd b. Ahmed b. Musa b. Ahmed b. Huseyn el-Ğaytâbî el-Hanefî, Bedrüddin (v. 855/1451), Umdetü’l-kârî şerhu Sahîhi’l-Buhârî (I-XXV), Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, ts.

Beydâvî, el-Kâdî Nâsıruddîn Ebû Saîd Abdullah b. Ömer b. Muhammed eş-Şîrâzî (v. 685/1286), Envâru’t-Tenzîl ve esrâru’t-te’vîl (I-V), thk. Muhammed Abdurrahman el-Merʻaşlî, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1418.

Beyhakî, Ahmed b. Huseyn b. Ali b. Musa Husrevcirdî Horasânî, Ebû Bekir (v. 458/1066), Şuabu’l-iman (I-XIV), thk. Abdülalî Abdülhamid Hâmid – Muhtâr Ahmed en-Nedvî, Riyâd: Mektebetü’r-Rüşd, 1423/2003;

_____, es-Sünenü’l-kübrâ (I-X), thk. Muhammed Abdülkadir Atâ, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1424/2003.

Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed bin İsmail el-Cuʻfî (v. 256/870), el-Edebü’l-müfred, thk. Muhammed Fuâd Abdülbaki, Beyrut: Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiye, 1409;

_____, el-Câmiʻu’l-müsnedü’s-sahîhu’l-muhtasar min umûri Rasûlillâh (s.a.v) ve sünenihî ve eyyâmih (I-VIII), İstanbul: Çağrı Yayınları, 1992;

_____, et-Târîhu’l-kebîr (I-VIII), nşr. Muhammed Abdülmuîd Hân, Haydarâbâd: Dâiretü’l-Maârifi’l-Osmaniye, ts.

Dârimî, Ebû Muhammed Abdullâh bin Abdirrahman (v. 255/869), Sünenü’d-Dârimî (I-II), İstanbul: Çağrı Yayınları, 1992.

Ebû Dâvûd Süleymân b. el-Eşʻas b. İshâk es-Sicistânî el-Ezdî (v. 275/889), Sünenü Ebî Dâvud (I-V), İstanbul: Çağrı Yayınları, 1992.

Ebû Nuaym Ahmed b. Abdillâh b. İshâk el-İsfahânî (ö. 430/1038), Hilyetü’l-evliyâ ve tabakâtü’l-asfiyâ (I-X), Mısır: es-Saâde, 1394/1974.

Ebû Yaʻlâ Ahmed b. Alî b. el-Müsennâ et-Temîmî el-Mevsılî (v. 307/919), Müsnedü Ebî Yaʻlâ (I-XIII), thk. Hüseyin Selim Esed, Dımeşk: Dâru’l-Me’mûn, 1404/1984.

Ebû Yûsuf Yakub b. İbrahim b. Habib b. Saʻd b. Büceyr el-Ensârî (v. 182), el-Âsâr, thk. Ebü’l-Vefâ, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, ts.

Ebü’s-Süûd, Muhammed b. Muhammed b. Mustafa el-Imâdî (v. 982/1574), İrşâdü’l-akli’s-selîm ilâ mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm (I-IX), Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, ts.

Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, I-X, İstanbul 1971.

Hâkim, Ebû Abdillah Muhammed bin Abdillah b. Muhammed en-Neysâbûrî (v. 405/1014), el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn (I-IV), thk. Mustafa Abdülkâdir Atâ, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1411/1990.

Halebî, Ebü’l-Ferec Nûrüddîn Alî b. Burhâniddîn İbrâhîm b. Ahmed (v. 1044/1635), İnsânü’l-uyûn fî sîrati’l-Emîni’l-Me’mûn (I-III), Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1427.

Heysemî, Ebü’l-Hasen Nureddin Ali bin Ebî Bekr bin Süleyman (v. 807/1405), Mecmau’z-zevâid ve menbau’l-fevâid (I-X), thk. Hüsâmüddîn el-Kudsî, Kâhire: Mektebetü’l-Kudsî, 1414/1994.

İbn Asâkir, Ebü’l-Kâsım Ali b. Hasen b. Hibetüllah (v. 571), Târîhu Dımeşk (I-LXXX), thk. Amr b. Arâme el-Amrî, Dâru’l-Fikr, 1415/1995.

İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekir Abdullah b. Muhammed b. İbrahim b. Osmân el-Absî (v. 235/849), Kitâbü’l-Musannef fi’l-ehâdîsi ve’l-âsâr (I-VII), thk. Kemâl Yûsuf el-Hût, Riyâd: Mektebetü’r-Rüşd, 1409.

_____, Müsned (I-II), thk. Âdil b. Yûsuf el-Azâzî – Ahmed b. Ferid el-Mezîdî, Riyâd: Dâru’l-Vatan, 1997.

İbn Hacer, Ebü’l-Fadl Ahmed b. Ali b. Muhammed b. Ahmed el-Askalânî (v. 852/1449), Fethu’l-Bârî şerhu Sahîhi’l-Buhârî (I-XIII), haz. Muhammed Fuâd Abdülbaki – Muhibbuddin el-Hatîb, Beyrut: Dâru’l-Maʻrife, 1379;

_____, el-İsâbe fî temyîzi’s-sahâbe (I-VIII), thk. Âdil Ahmed Abdülmevcûd – Ali Muhammed Muavviz, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1415.

İbn Hibbân, Ebû Hâtim Muhammed b. Hibbân b. Ahmed el-Büstî (v. 354/965), Sahîhu İbn Hibbân bi-tertîbi İbn Belbân (I-XVIII), thk. Şuayb Arnaût, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1414.

İbn Hişâm, Ebû Muhammed Cemâlüddîn Abdülmelik b. Hişâm b. Eyyûb el-Himyerî el-Meâfirî el-Basrî el-Mısrî (v. 218/833), es-Sîratü’n-nebeviyye (I-II), thk. Mustafa es-Sekkâ – İbrahim el-Ebyârî – Abdülhafîz Şelebî, Mısır, 1375/1955.

İbn Huzeyme, Ebû Bekir Muhammed b. İshak b. Huzeyme b. Muğire b. Sâlih b. Bekr en-Neysâbûrî (v. 311/924), Sahîhu İbn Huzeyme (I-IV), thk. Muhammed Mustafa el-Aʻzamî, Beyrut: el-Mektebetü’l-İslâmî, ts.

İbn İshâk, Ebû Abdillâh Muhammed b. İshâk b. Yesâr b. Hıyâr el-Muttalibî el-Kureşî el-Medenî (v. 151/768), Sîratü İbn İshâk (Kitâbü’l-Mübtede’ ve’l-mebʻas ve’l-meğâzî), thk. Muhammed Hamidullah, Konya 1401/1981.

İbn-i Kuteybe, Tevîlü müşkili’l-Kur’ân, Beyrut, ts.

İbn Mâce, Ebû Abdillâh Muhammed b. Yezîd Mâce el-Kazvînî (v. 273/887), es-Sünen (I-II), nşr. Muhammed Fuad Abdülbaki, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1992.

İbn Saʻd, Ebû Abdillah Muhammed b. Saʻd b. Menîʻ el-Hâşimî bi’l-velâ el-Basrî el-Bağdâdî (v. 230), et-Tabakâtü’l-kübrâ (I-VIII), thk. İhsan Abbas, Beyrut: Dâru Sâdır, 1968.

İbn Şebbe, Târîhu’l-Medîne, Cidde, ts.

Kettânî, Muhammed Abdülhayy b. Abdilkebîr b. Muhammed el-Hasenî el-İdrîsî (v. 1382), et-Terâtîbü’l-idâriyye (Nizâmü’l-hukûmeti’n-nebeviyye) (I-II), thk. Abdullah el-Hâlidî, Beyrut: Dâru’l-Erkam, ts.

Kevserî, Makâlât, Kâhire: Mektebetü’t-Tevfîkıyye, ts.

Kıvâmü’s-Sünne (v. 535), et-Terğîb ve’t-terhîb, Kâhire: Dâru’l-Hadis, 1414/1993.

Mâlik b. Enes b. Mâlik b. Ebî Âmir el-Asbahî el-Yemenî, Ebû Abdillâh, (v. 179/795), el-Muvatta’ (I-II), nşr. Muhammed Fuad Abdülbaki, İstanbul 1992; Muvatta’ (Zührî rivayeti), thk. Beşşâr Avvâd Maʻrûf – Mahmûd Halîl, Müessesetü’r-Risâle, 1412.

Müslim, Ebü’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc b. Müslim el-Kuşeyrî (v. 261/875), es-Sahîh, I-III, İstanbul 1992.

Müttakī el-Hindî, Alî b. Hüsâmiddîn b. Abdilmelik b. Kâdîhân (v. 975/1567), Kenzü’l-ummâl fî süneni’l-akvâl ve’l-efʻâl (I-XVI), thk. Bekrî Hayyânî – Safvet es-Sekkâ, Müessesetü’r-Risâle, 1401/1981.

Nesâî, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb b. Ali el-Horâsânî (v. 303/915), el-Müctebâ mine’s-sünen (es-Sünenü’s-suğrâ) (I-VIII), İstanbul: Çağrı Yayınları, 1992;

_____, es-Sünenü’l-kübrâ (I-XII), thk. Hasan Abdülmünʻim Şelebî, Beyrut: Risâle, 1421/2001.

Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ bin Şeref, Şerhu Sahîh-i Müslim, I-XVIII, Mısır 1981.

Serahsî, Ebû Bekr Şemsü’l-eimme Muhammed b. Ebî Sehl Ahmed (v. 483/1090 [?]), el-Mebsût (I-XXX), Beyrut: Dâru’l-Maʻrife, 1414/1993; İstanbul: 2008.

Taberânî, el-Hâfız Ebu’l-Kâsım Süleyman bin Ahmed b. Eyyûb (v. 360/971), el-Muʻcemü’l-kebîr (I-XXV), thk. Hamdî b. Abdilmecîd es-Selefî, Kâhire: Mektebetü İbn Teymiyye, 1983-1994;

_____, el-Muʻcemü’l-evsat (I-X), thk. Târık b. Ivazullah b. Muhammed – Abdülmuhsin b. İbrahim el-Huseynî, Kâhire: Dâru’l-Harameyn, ts.;

_____, er-Ravdu’d-dânî (el-Mu’cemü’s-sağîr) (I-II), thk. Muhammed Şekur Mahmud el-Hâc Emrîr, Beyrut: el-Mektebü’l-İslâmî, 1405/1985.

Taberî, Muhammed b. Cerîr b. Yezîd b. Kesîr b. Gâlib el-Âmulî, Ebû Cafer (v. 310/923), Târîhu’r-rusül ve’l-mülûk (I-XI), Beyrut: Dâru’t-Türâs, 1387;

_____, Câmiu’l-beyân fî te’vîli’l-Kur’ân (I-XXIV), thk. Ahmed Muhammed Şâkir, Müessesetü’r-Risâle, 1420/2000.

Tahâvî, Ebû Ca’fer Ahmed b. Muhammed b. Selâme el-Ezdî el-Hacrî el-Mısrî (v. 321/933), Şerhu Meâni’l-âsâr (I-V), thk. Muhammed Zührî en-Neccâr – Muhammed Seyyid Câd el-Hak, haz. Yûsuf Abdurrahman el-Mar’aşlî, Âlemü’l-Kütüb, 1414/1994;

_____, Şerhu Müşkili’l-âsâr (I-XVI), thk. Şuayb Arnaût, Müessesetü’r-Risâle, 1415.

Tâhiru’l-Mevlevî, Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri, sad. Abdullah Sert, İstanbul: Bahar Yayınları, 1974.

Tayâlisî, Ebû Dâvûd, Süleyman b. Sâvud b. Cârud el-Basrî (v. 204/820), el-Müsned (I-IV), thk. Muhammed b. Abdilmuhsin et-Türkî, Mısır: Dâru Hecer, 1419/1999.

Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ b. Sevre (Yezîd) b. Musa b. Dahhâk (v. 279/892), es-Sünen (I-V), thk. Ahmed Muhammed Şâkir – M. Fuad Abdülbâkî – İbrahim Atve Ivaz, Mısır: Mektebetü Mustafa el-Bâbî, 1395/1975; İstanbul 1992;

_____, eş-Şemâilü’l-Muhammediyye ve’l-hısâlü’l-Mustafaviyye, Âsitâne, 1285.

Vâhidî, Ebü’l-Hasen Ali b. Ahmed b. Muhammed b. Ali en-Neysabûrî eş-Şâfiî (v. 468/1076), Esbâbu nüzûli’l-Kur’ân, thk. Kemâl Besyûnî Zağlûl, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1411/1990.

Vâkıdî, Muhammed b. Ömer b. Vâkıd es-Sehmî el-Eslemî bi’l-velâ el-Medenî, Ebû Abdillah (v. 207/822), el-Meğâzî (I-III), thk. Marsden Jones, Beyrut: Dâru’l-Aʻlemî, 1409/1989.

Zehebî, Şemsüddîn Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed b. Osman b. Kaymâz (v. 748/1348), Mîzânü’l-iʻtidâl fî nakdi’r-ricâl, (I-IV), thk. Ali Muhammed el-Becâvî, Beyrut: Dâru’l-Maʻrife, 1382/1963;

_____, Siyeru aʻlâmi’n-nübelâ (I-XXV), thk. Şuayb Arnaût, Müessesetü Risâle, 1405/1985.

Zemahşerî, Ebü’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer b. Muhammed el-Hârizmî, Cârullah (v. 538/1144), el-Keşşâf an hakâiki’t-Tenzîl ve uyûni’l-ekâvîl (I-VI), Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, 1407.

 

Dipnotlar

[1] er-Raʻd, 39.

[2] 1 berid 22740 metreye eşittir.

[3] İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, haz. Muhammed Fuâd Abdü’l-Bâkî, Dâru’l-Fikr, III, 441.

[4] İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, III, 441.

[5] Rükûdan kalkıp bir müddet ayakta durmaya kavme denir.

[6] Amel-i kesîr, çok iş ve hareket demektir. Dışardan bakan bir kimse bu hareketleri yapan kişinin namazda olup olmadığında şüphe edecek olursa bu hareketler amel-i kesir’e girer ve namazı bozar.

[7] Tirmizî, Şemâil, s. 154; İbn-i Sa’d, I, 465.

[8] Ahmed, I, 325.

[9] el-Bakara, 125.

[10] et-Tahrîm, 5.

[11] Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 346.

[12] O dönemde mescidlerde halı, kilim ve benzeri yaygılar bulunmayıp zemin kumla kaplı idi. Bu sebeple İslâm’a yeni giren insanların zaman zaman yerlere tükürdüğü oluyordu.

[13] Bu kaide, amellerin faziletini beyan eden bütün rivâyetler için geçerlidir. Allah Rasûlü’nün, herhangi bir ameli yapan kişilerin çok büyük ecirler kazanacağını bildirmesi, insanları o amele teşvik etmek ve kıymetini bildirmek içindir. Dolayısıyla, sadece bir amel için va’dedilen büyük sevaba bakarak, “Bu bana yeter, başka bir şey yapmama gerek yok” demek doğru değildir. Onunla birlikte diğer amellere de devam etmek îcâb eder.

[14] el-Cinn, 18.

[15] Bkz. Tâhiru’l-Mevlevî, Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri, sad. Abdullah Sert, İstanbul: Bahar Yayınları, 1974, II, 313, 175. dipnot.

[16] Medine’nin Necd cihetinden Tihâme’ye doğru gelen köy ve mâmûrelerine Âli­ye, Tihâme cihetinden Medine’ye doğru olanlarına Sâfile denir. (Mu’cemu’l-Büldân)

[17] Ebû Dâvûd, Edeb, 87/5015; Tirmizî, Edeb, 70/2846; Ahmed, VI, 72.

[18] Sâd, 35.

[19] Bkz. Buhârî, Meğâzî, 30; Müslim, Cihâd, 67; Tirmizî, Siyer, 29/1582; Vâkıdî, II, 525; İbn-i Sa’d, III, 423.

[20] Tirmizî, Siyer, 29/1582; Ahmed, III, 350.

[21] Tevrât’ın hükmüne göre bu şekilde hareket edenlerin cezâsı, eli silâh tutan erkeklerin öldürülmesi, mallarına el konulması ve kadınlarıyla çocuklarının da esir alınmasıydı. (Bkz. Ahd-i Atîk, Tensiye, 20/10-15)

[22] Bkz. İbn-i Hişâm, III, 271.

[23] İbn-i Şebbe, Târîhu’l-Medîne, Cidde, ts., s. 7; İbn-i Kuteybe, Tevîlü müşkili’l-Kur’ân, Beyrut, ts., s. 51.

[24] Müslim, Mesâcid, 42.

[25] Ebû Dâvûd, Salât, 2/393; Tirmizî, Salât, 1/149.

[26] Kâmet’in aslı “İkâmet”tir, ancak kolay olması için dilimize kâmet diye yerleşmiştir.

[27] Bkz. İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, II, 72; Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 538.

[28] el-İnşirâh, 4.

[29] İbn-i Receb, Fethü’l-Bârî, V, 252; Aynî, Umdetü’l-kârî, V, 118.

[30] İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, II, 96; Aynî, Umde, V, 124; Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 577.

[31] el-Kehf, 28.

[32] Buhârî, Ezân, 35.

[33] el-İsrâ, 78.

[34] Müslim, Zühd, 74; Tirmizî, Büyû’ 67/1306; İbn-i Mâce, Sadakât 14.

[35] Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 623.

[36] Bkz. İbn Asâkir, XXX, 298; Kettânî, I, 118.

[37] Ahmed Naîm Efendi, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 640-641.

[38] Bkz. Ahmed, VI, 121, 256; İbn-i Hibbân, Sahîh, XII, 490/5676.

[39] el-Bakara 2/196.

[40] Serahsî, Mebsût, I, 344-345.

[41] Müslim, Salât, 24-25.

[42] Ahmed, IV, 83, 85.

[43] et-Tûr, 35-37.

[44] Buhârî, Tefsîr, 52.

[45] Bkz. el-Ahkâf 46/30-31; el-Cin 72/1-2.

[46] el-Cin 72/1.

[47] Meryem 19/64.

[48] el-Ahzâb 33/21.

[49] Bkz. et-Tevbe 9/67.

[50] en-Nahl 16/44.

[51] Buhârî, Ezân, 124.

[52] Ömer Faruk Harman, “Hz. Îsâ”, İFAV Ansiklopedisi, II, 423; a.mlf., “Mesih”, a.g.e., III, 224.

[53] Meryem 19/31.

%d bloggers like this: