Müslümanca Konuşmanın Temel Taşları

Murat Kaya

Atalarımız “Üslûb-u beyân ayniyle insan” demişlerdir. Yani insanın konuşmadaki üslûbu, onun kalbî ve zihnî dünyasının bir aynasıdır. İnanç ve fikir dünyasını aynen yansıtır. Bir de “كَمَالُكَ تَحْتَ كَلَامِكَ: Kemâlüke tahte kelâmik” derler. Yani senin kemâlin, olgunluğun sözünün altında gizlidir. Allah Teâlâ Kehf sûresinde müslümanın konuşmasına, dolayısıyla iç dünyasına hâkim olması gereken temel unsurları unutulmaz derslerle kuvvetli bir şekilde öğretmiştir.

el-Hamdü lillâh

Yüce Rabbimiz, Kehf sûresine “el-Hamdü lillâh: bütün hamdler Allah’a mahsustur” diye Yüce Zât’ına hamd ederek başlar. Fâtiha, En‘âm, Sebe’ ve Fâtır sûreleri de aynı şekilde başlar. Bunun dışında aralardaki pekçok âyette de bunu tekrar eder. Çünkü her şeyin sahibi ve idarecisi O’dur. Gerçekten hamde lâyık olan sadece O’dur. Bu sebeple O, hamd’in kendisine mahsus olduğunu vurgulu bir şekilde bildirmiştir. Böylece biz müslümanlara fiilî bir ders vermiş, her fırsatta “el-Hamdü lillâh” demeyi öğretmiştir. Zaten Allah’ı tanıyan, O’nun ilmini, kudretini, merhametini bilen mü’minler bunu fıtraten, kendiliklerinden söyleyiverirler. Rasûlullah (s.a.v): “Sözlerin en faziletlisi, (Allah’a en sevgilisi) dört tanedir: Sübhânallâh, el-hamdü lillah, Lâ ilâhe illallah, Allahu ekber. Hangisiyle başlasan sana zarar vermez” buyurmuşlardır.[1] Bu sözler, bizim için ebediyyen bâkî kalacak olan sâlih amellerin başında gelir.

Rasûlullah (s.a.v) bir sahâbîsi ile karşılaşmıştı. Ona: “Nasılsın?” diye sordu. O da “İyiyim” dedi. Efendimiz (s.a.v) tekrar sordu, bir daha sordu. Sahâbî ancak üçüncüde: “Allah’a hamd ederim hayır üzereyim” dedi. Bunu üzerine Allah Rasûlü (s.a.v): “İşte benim senden istediğim bu cevaptı!” buyurdu.[2] Abdullah bin Ömer (r.a): “Biz bazen bir kardeşimizle günde birkaç defa karşılaşır ve her defasında birbirimize hâlimizi sorardık. Bunu da sırf Allah’a hamd edelim diye yapardık” der.[3] İmrân bin Husayn (r.a) kıyamet günü Allah’ın kulları arasında en hayırlı olanların “Hammâdûn: çok çok hamd edenler” olduğunu rivayet etmiştir.[4]

İnşaallah

Kureyş müşrikleri, Medine’deki yahudi hahamlarına haber gönderdiler. Peygamber Efendimiz’in durumunu soruyorlardı. Yahudiler, “Ona Ashâb-ı Kehf’i, Zülkarneyn’i ve rûhu sorun!” dediler. Müşrikler Allah Rasûlü’ne gelerek bunları sordular. Rasûlullah (s.a.v) de “İnşaallah” demeyi unutarak: “Yarın gelin, sorduklarınızın cevabını size bildireyim” buyurdular. Allah Rasûlü (s.a.v) 15 gün (bir rivayete göre 40 gün) beklediği hâlde vahy gelmedi. Müşrikler seviniyor, ortalığı yaygaraya veriyorlardı. Rasûlullah (s.a.v) ise çok üzülüyordu. Sonunda Allah Teâlâ Kehf Sûresi’ni ve İsrâ sûresindeki rûh’la ilgili âyeti indirdi.[5]

Yüce Rabbimiz unutulmayacak bir dersin ardından çok mühim bir esas öğretti: “«Allah dilerse» demeden hiçbir şey için, «Şu işi yarın yapacağım» deme! Unuttuğun takdirde Rabbini an ve «Umarım Rabbim bana, doğruya bundan daha yakın yolu gösterir» de!” (el-Kehf 18/23-24)

Konuşurken “inşaallah” demeyi unutan kişi, hatırlayınca bunu hemen söylemelidir. Söylemek istediği herhangi bir sözü unutan kişi de hemen Rabbini zikretmelidir. Çünkü unutmak şeytandan kaynaklanır. Allah’ı zikredince şeytan kaçar ve unutulan şey de hatıra geliverir. (el-Kehf 18/24, 63; İbn Kesîr, V, 150)

Mâşâallâh Lâ Kuvvete İllâ Billâh

Daha sonra Allah (c.c) bize iki kişiyi örnek verdi. Bunlardan birine Allah iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla donatmış, aralarında da ekin bitirmişti. İki bağın arasından bir de ırmak akıtmıştı. Böylece adamın bol ürünü oluyordu. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken: “Ben, servetçe senden daha zengin; nüfusça daha güçlüyüm” dedi. Böyle bir böbürlenme içinde kendisine yazık ederek bağına girdi. “Bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmam. Kıyametin kopacağını da düşünmüyorum. Rabbimin huzuruna götürülürsem bile, hiç şüphem yok ki, orada bunun yerine daha iyisini bulurum” diyordu. Arkadaşı “Yoksa sen, seni topraktan, sonra nutfeden yaratan, daha sonra seni bir adam biçimine sokan Allah’a da mı inanmıyorsun? Halbuki O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam. Keşke bağına girdiğinde, “Mâşâallâh lâ kuvvete illâ billâh: Allah ne dilerse o olur, güç ve kuvvet yalnız Allah’a âittir” deseydin! Eğer malca ve evlâtça beni kendinden güçsüz görüyorsan, ben de Rabbimin, senin bağından daha iyisini bana vereceğini umuyorum. Allah senin bağına gökten âfetler gönderir de bağ boş ve kaygan bir zemin haline gelebilir. Yahut bağının suyu dibe çekilir de bir daha onu aramaya bile gücün yetmez” dedi. Gerçekten de çok geçmeden adamın ürünleri felâketlerle kuşatılıverdi. Çardakları yere çökekaldı. Adam, bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü çırpınıyor, “Ah keşke Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmasaydım!” diyordu. Ona Allah’tan başka yardım edecek kimse yoktu. Zira yardım ve dostluk, Hak olan Allah’a mahsustur. Mükâfatı en iyi olan ve en güzel âkıbeti veren de O’dur. (el-Kehf 18/32-44)

Allah (c.c) yine etkili bir ders eşliğinde önemli bir esas daha öğretti: Hoşa giden mal, mülk gibi lutuflar karşısında büyük bir hamd ve şükür içinde “Mâşâallâh lâ kuvvete illâ billâh” demek lâzımdır. Zira mülkün gerçek sahibi Allah’tır, onu dilediğine verir, dilediğinden çekip alır. (Âl-i İmrân 3/26)

Allâhu A‘lem

Son olarak da Yüce Rabbimiz konuşmalarımızda “Allâhu a‘lem: Allah en iyisini bilir” demeyi îtiyad hâline getirmemizi öğretiyor. Musa (a.s) bir gün insanlara tesirli bir hitabede bulunmuştu. Gözler dolmuş, kalpler yumuşamıştı. Dönüp giderken arkasından biri yetişip “Ey Allah’ın Rasûlü, yeryüzünde senden daha bilgili biri var mı?” diye sordu. O da “Hayır” dedi. Allah Teâlâ, ilmi kendisine havale etmediği için onu azarladı ve kendisine unutulmaz bir ders verdi. (Buhârî, Tefsîr, 18/3) Onu Hızır (a.s)’a göndererek şaşırtıcı şeyler gösterdi. Allah’ın ilminin genişliğini ve kullar tarafından ihata edilmesinin mümkün olmadığını anlattı. (el-Kehf 18/60-82)

Ashâb-ı Kehf daha sonra bu esası güzel bir şekilde tatbik ederler. Birbirlerine mağarada ne kadar kaldıklarını sorarken “Rabbimiz ne kadar kaldığımızı daha iyi bilir” derler. (el-Kehf 18/19) Zira Allah (c.c) insanların bilmedikleri bir konuda zanlarına dayanarak racmen bi’l-ğayb konuşmalarını, karanlığa taş atmalarını sevmez. “Rabbim daha iyi bilir, Allah en iyi bilendir” demelerini ister. (el-Kehf 18/22, 26)

Hâsılı hayatımızın her alanında; tefekkür dünyamızda, konuşmalarımızda ve işlerimizde daima Allah’ın ilmini ve kudretini, kendimizin de acziyetini hatırlamalıyız. Sûrenin sonunda Rabbimizin ilmine nihâyet olmadığı şöyle tasvir ediliyor: “De ki: Rabbimin sözleri için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar mürekkep ilâve etseydik dahi Rabbimin sözleri bitmeden önce mutlaka deniz tükenirdi.” (el-Kehf 18/109)

[1] Buhârî, Eymân, 19; Müslim, Âdâb, 12.

[2] İbnü’l-Mübârek, Zühd, I, 328/937; Heysemî, VIII, 46.

[3] İbnü’l-Mübârek, Zühd, I, 68-69/207.

[4] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 434.

[5] Taberî, XV, 238-239 (el-İsrâ 17/85); Râzî, XXI, 204 (Meryem 19/64).

%d bloggers like this: