İbrahim (a.s) küçük yaşta, aklı ermeye başlar başlamaz hakkı aramaya başlamıştı. Son derece meraklı, cevvâl ve atılgan bir yapıya sahipti. Yaratanını araştırıyor, yaratıklar üzerinde düşünüyordu.[1] Allah’ın kendisine lutfettiği en büyük hakikati kavmine de hikmetli bir üslupla anlatmak istiyordu. Gecenin karanlığı kaplayınca bir yıldız gördü, “Rabbim budur” dedi. Yıldız batınca hiç tereddüt etmeden “Ben batanları sevmem” dedi. Ay’ı doğarken görünce, “Rabbim budur” dedi. O da batınca, “Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette yoldan sapanlardan olurum” dedi. Güneşi doğarken görünce, “Rabbim budur, zira bu daha büyük” dedi. O da batınca: “Ey kavmim! Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim” dedi. Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara: “Beni doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O’na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam…” dedi.[2]
Hz. İbrahim’in üslûbundan anlıyoruz ki dini insanlara, bilhassa da gençlere, aklî ve mantıkî olarak iknâ edici bir şekilde anlatmak gerekir.
Sevgi ve Rahmet Üslûbu
Allah, Hz. İbrahim’e genç yaşta peygamberlik verdi. O, sıdkı bütün bir peygamberdi. Vazifesine babasından başladı. Ona lutf ile doğruları anlaymaya başladı: “Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda vermeyen bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, Rahmân’a âsi oldu. Babacığım! Rahmân’dan sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum” dedi.
Babasına gittiği yolun ne kadar yanlış olduğunu gösteriyordu. Takip ettiği şeytan, rahmetin zirvesinde olan Rahmân’a isyan etmişti. Rahmân’a bile isyan eden varlıktan ne hayır gelirdi ki? Bu durumda onun yolundan gitmek de aynı şekilde büyük bir hata olurdu. Hem de merhametlilerin en merhametlisi olan Rahmân’ın bile gazabını celbedecek derecede büyük bir hata!
İbrahim (a.s) sabit fikirli, mutaassıp insanlara imanı anlatırken dahî yumuşak üslubunu sürdürüyordu. “Babacığım, babacığım” diye sevgi ve saygı üslubunu aslâ terketmiyordu. Buna rağmen babası: “Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!” dedi. İbrahim (a.s): “Selâm sana, Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana karşı çok lütufkârdır. Sizden de, Allah’ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki Rabbime dua edince elim boş dönmem” dedi. Onlardan ve Allah’tan başka taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa çekildi.[3]
Babası onu kovduğu, maddî imkânlarından mahrum bıraktığı hâlde o buna hiç aldırmadı. Çünkü onun için idealleri maddî değerlerden daha önde idi. O, Allah’ı çok seviyordu. O’nun inkâr edilmesine ve O’na karşı günah işlenmesine hiç tahammülü yoktu. Aynı zamanda son derece cesur idi. Taassup körü insanlara putlarının hakikatini hiç çekinmeden söylüyordu. İşitmeyen, fayda ve zarar vermeyen ve insanların kendi elleriyle yonttukları şeylere tapmanın mantıksızlığını çeşitli yollarla anlatıyordu.
Aklınızı Kullanın!
O zamanın kralı Nemrud, insanları, kendisine tapmaya davet ediyordu. Allah kendisine mülk, hükümdarlık ve zenginlik vermişti. O da bununla şımarmıştı. Rabbi hakkında Hz. İbrahim ile tartışmaya girdi. İbrahim (a.s): “Rabbim hayat verir ve öldürür” dedi. O da: “Hayat veren ve öldüren benim” dedi. Hz. İbrahim’in delili çoktu. Anlayışsız adama sözünün saçmalığını anlatmak için uğraşmadı. Hemen bir diğer delile geçti: “Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir” dedi. Bu fetânet karşısında kâfir susup kaldı.[4]
İbrahim (a.s) davasından vazgeçmiyordu. Aklî delillerle insanları iknâ etmeye çalışıyordu. Onları akıllarını kullanmaya zorluyordu. Babasına ve kavmine: “Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?” dedi. Onlar: “Babalarımız bunlara tapıyordu” dediler. İbrahim (a.s): “Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz” dedi. Onlar: “Ciddî mi söylüyorsun yoksa bizimle oynuyorsun?” dediler. O: “Hayır, sizin Rabbiniz, göklerin ve yerin de Rabbidir ki onları yaratmıştır ve ben buna şahitlik edenlerdenim” dedi.
Bir fırsatını bulup puthaneye giderek putları paramparça etti. En büyüklerine dokunmadı. Kavmi bu durumu görünce hemen akıllarına İbrahim (a.s) geldi. “İbrahim denen bir genç vardı, bunları diline doluyordu” dediler. Hemen onu insanların gözü önüne getirip: “Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim?” dediler. O da “Belki bu işi şu büyükleri yapmıştır. Hadi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!” dedi. Bunun üzerine vicdanlarına döndüler. Bir an haksız olduklarını düşündüler. Şeytan ve nefis hemen devreye girip onları yine tepeleri üstü ters çevirdi. Mantıksız düşüncelerine devam ettiler: “Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun” dediler. İbrahim (a.s): “Öyleyse, Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâla tapacak mısınız? Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız?” dedi.[5]
Halîlu’r-Rahmân
Kavmi Hz. İbrahim’e aklen cevap veremeyince zorbalığa başvurdular: “Onu yakarak ilâhlarınıza yardım edin!” diye homurdandılar. Büyük bir ateş yaktılar. İbrahim (a.s) ihlâsın da zirvesinde idi. Ateşe atılırken bile kimseden bir şey istemiyordu. Bütün mahlûkât ona yardım etmek istiyordu. Yağmur meleği, “Bana emredilir de yağmur yağdırıp ateşi söndürürüm” diye heyecanla bekliyordu. Allah Teâlâ’dan Hz. İbrahim’e yardım etmek için izin istediler. Yüce Rabbimiz onlara “Sizden yardım isterse yardımına koşun!” buyurdu. Hemen Cibrîl (a.s) gelip “Bir ihtiyacın var mı?” diye sordu. Ama o Halîl idi, cevabı da kendine yakışır şekilde oldu: “Sana yok, sadece Rabbime muhtacım!” dedi. Allah’ın emri hepsinden daha hızlı geldi: “Ey Ateş İbrahim için serin ve selâmet ol!” Dünya üzerindeki bütün ateşler bir anda soğuyuverdi.[6]
İbrahim (a.s) babasına ve kavmine şöyle demişti: “İyi bilin ki taptığınız putlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi benim dostumdur; Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O’dur. Beni yediren, içiren O’dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O’dur. Hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O’dur.”
Sonra Allah’a yönelerek: “Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat. Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmayı nasip eyle! Beni, Naîm cennetinin vârislerinden kıl. Babamı da bağışla (ona tevbe ve iman nasip et). Çünkü o sapıklardandır. İnsanların dirilecekleri gün, beni mahcup etme!” diye yalvardı.[7]
O, Rabbinin huzuruna kalb-i selîm ile gelmişti. Çünkü büyük kıyamet gününde, mal ve evlâdın değil ancak Allah’a kalb-i selîm ile gelenlerin fayda göreceğini biliyordu.[8] Tevhid üzere, dosdoğru yoldan hiçbir tarafa meyletmeden emin adımlarla yürüyordu. Yumuşak huylu, yufka yürekli, kendisini tamamıyla Allah’a vermiş şükür ehli bir zât idi.[9] Gerek atalarına gerek zürriyetine sık sık dua ederdi. Kur’ân’da bize en çok onun duaları nakledilir. Misafiri çok severdi. Sabah akşam yemeğini misafirsiz yemezdi. Misafir bulabilmek için iki mil ve hattâ daha fazla yürüdüğü olurdu. Ebü’l-Adyâf (Misafirler Babası) diye anılırdı.
Allah Teâlâ onu büyük imtihanlara tâbî tuttu. Allah’ın yardımıyla hepsini başarıyla geçti. Donuk fikirli kavme laf anlatmaya çalıştı, zâlimlerle tartıştı, ateşe atıldı, malını verdi, vatanından hicret etti, evladını kurban etmek için şakağı üzerine yatırdı, Allah da onu insanlara önder yaptı.[10]
Miraç gecesi Rasûlullah (s.a.v) ona uğrayıp ziyaret etmişti. O da bizlere gönül dolusu selamlar gönderdi:
“Ümmetine, benden, selâm söyle! Cennet’e fidan dikmeyi çoğaltsınlar! Çünkü Cennet’in toprağı güzel, suyu tatlı, arzı geniş ve düzlüktür!” dedi. Rasûlullah (s.a.v):
“Cennet’e dikilecek fidan nedir?” diye sordu. İbrahim (a.s):
“«Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber», «Lâ havle velâ kuvvete illâ billah»tır!” buyurdu.[11]
[1] el-Enbiyâ 21/51; Taberî, Tefsîr, XVI, 290.
[2] el-Enʻâm 6/75-81.
[3] Meryem 19/41-49.
[4] el-Bakara 2/258.
[5] el-Enbiyâ 21/51-67.
[6] Yahyâ b. Sellâm, I, 324; Taberî, XVI, 308; İbn Asâkir, Târîhu Dımeşk, VI, 182.
[7] eş-Şuʻarâ 26/77-87.
[8] eş-Şuʻarâ 26/88-89; Sâffât 37/84.
[9] Hûd 11/75; en-Nahl 16/121.
[10] el-Bakara 2/124; en-Necm 53/37.
[11] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 418; Tirmizî, Deavât, 59/3462.