Hz. İbrâhim’in Sâre vâlidemizden çocuğu olmamıştı. Yaşları da hayli ilerliyordu. Hz. Sâre, zâlim Mısır melikinin kendisine hediye ettiği câriyesi Hâcer’i âzâd edip Hz. İbrâhîm’le evlendirdi. Bu evlilikten Hz. İsmâîl dünyaya geldi. Bununla birlikte kumalar arasındaki kıskançlık da yüz gösterdi. Allah Teâlâ Hz. İbrahim’e, hanımı Hâcer’le süt emmekte olan İsmâil’i Belde-i Harâm’a götürmesini vahyetti.[1] İbrâhim (a.s) da Allah’ın emrine uyarak derhal yola çıktı. Onları bugün Mekke’nin olduğu yere getirip büyük bir ağacın altına bıraktı. Yanlarına içi hurma dolu bir dağarcık ile su dolu bir kırba bıraktı ve geri döndü. Hâcer vâlidemiz arkasından koşarak:
“–Ey İbrâhim, hiçbir insan ve eşyanın olmadığı bu vâdiye bizi bırakıp da nereye gidiyorsun?” dedi. Cevap yoktu. Sorusunu birkaç defa tekrar etti ama İbrâhim (a.s) dönüp bakmıyordu. En sonunda:
“–Bunu sana Allah mı emretti?” diye sorunca “evet” cevabını aldı. Bunun üzerine:
“–Öyleyse O bizi yalnız bırakmaz!” dedi ve döndü.
Diğer rivayette Hâcer vâlidemiz, “Bizi kime bırakıyorsun?” deyince İbrahim (a.s) “Allah’a” demiş, o da “Allah’tan râzı oldum” diyerek geri dönmüştür.
İbrâhim (a.s) Seniyye tepesini aşıp gözden kaybolunca yüzünü Beyt’e dönerek şöyle yalvardı:
“Ey Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını, senin kutsal evinin (Kâbe) yanında tarıma elverişli olmayan bir vadiye yerleştirdim. Bunu yaptım ki Rabbim, namazı kılsınlar! İnsanların bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve çeşitli ürünlerden onlara rızık ver ki şükretsinler!”[2]
Allah’a İtaatin Mükâfâtı: Zemzem
Hayvan yok, ekin yok, arkadaş yok, yiyecek yok, içecek yok, etrafında hiçbir şey yoktu… Hz. Hâcer oğlunu emziriyor ve yanındaki sudan içiyordu. Bir müddet sonra erzakları bitti. Açlık ve susuzluktan kıvranmaya başladılar. Anne yüreği yavrusuna dayanamıyordu. Onun acı hâlini görmemek için yanından uzaklaştı. Bir çare bulabilme ümidiyle en yakınındaki Safâ tepesine çıktı. Kimseyi görebilir miyim diye etrafına bakındı. Oradan hızla inerek Merve tepesine çıktı. Büyük bir çaresizlik ve telaş içinde koşuyordu. Orada da etrafa bakındı ancak yine kimseyi göremedi. İki tepe arasında gidip geliyordu. Kalbi hep yavrusunda idi, arada bir ona da uğruyor, can çekiştiğini gördükçe yanında duramıyor, daha bir gayretle koşuyordu. Yedi defa böyle gidip geldi. En son Merve tepesine vardığında bir ses işitti ve kendi kendine “Sus!” dedi. Sonra dikkatle dinledi. Sesi tekrar işitti. “Sesini duyurdun, imkânın varsa yardım et!” dedi. Bir de baktı ki Zemzem kuyusunun olduğu yerde Cibrîl (a.s)… Topuğuyla yeri kazıyor. Birden su kaynamaya başladı. Hâcer vâlidemiz dehşete düştü, hemen suyun çıktığı yeri kazarak etrafını havuz gibi çevirmeye başladı. Avucuyla su alarak kırbasına dolduruyordu. O avuçladıkça altından su kaynıyordu. Hemen ondan içti ve yavrusunu emzirdi. Melek:
“–Sakın helâk oluruz diye korkmayın! İşte şurası Beytullah’ın yeri. O beyti şu çocukla babası yapacak. Allah -celle celâlühû- bu beytin ehlini zâyî etmez!” dedi.
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Allah, İsmâîl’in annesi Hâcer’e rahmet eylesin! Eğer o zemzemi kendi hâline bırakıp etrafını çevirmeseydi o şimdi bir akarsu olurdu.”
Zemzem muazzam bir itaat, tevekkül, sabır ve gayretin semeresi olarak fışkırmıştı. Bu sebeple kıyâmete kadar ümmete şifâ olarak devam edecek bir mucize oldu. Zemzem içerken Hz. Hâcer’in bu vasıflarını düşünmek gerekir.
Mekke’yi Kuran Sabır ve Sebât
Ana-oğul kurak ve ıssız vâdide hayatlarına devam ediyorlardı. Zemzem hem yiyecekleri hem de içecekleriydi. Su içmeye gelen kuşlarla dost olmuşlardı. O günlerde Cürhüm kabilesinden bir grup oradan geçerken Mekke’nin alt tarafında konakladılar. Bir yerin etrafından dönüp duran kuşları gördüler. “Bu kuşlar bir su etrafında dönüyor ama bildiğimiz kadarıyla bu vâdide su yoktu” dediler. Bir veya iki kişiyi gönderdiler. Orada suyun çıktığını öğrenince zemzemin yanında oturan Hâcer vâlidemize geldiler.
“–Yanına yerleşmemize izin verir misin?” dediler. O da:
“–Olur ancak suda bir hak iddia etmeyeceksiniz” dedi. Cürhümîler de kabilelerini getirip oraya yerleştiler. Hâcer vâlidemiz hem Allah’ın kullarına iyilik etmek istiyor, hem de ünsiyet kuracağı bir insan arıyordu.[3]
Allah’a İtaat ne Güzel Şey!
İsmâîl (a.s) yedi yaşına geldiğinde Hz. İbrahim bir rüyâ gördü. Oğlu İsmâil’i kurban ediyordu. Rüyanın hak olduğuna kanaat getirince annesinin yanında duran İsmâil’in elinden tutarak Rabbinin emrini yerine getirmek için yürüdü. Şeytan onu Hakk’a itaatten vazgeçirmeye çalıştı ancak başaramadı. Bu sefer Hâcer vâlidemizin yanına geldi:
“–İbrâhîm, oğlunu nereye götürüyor biliyor musun?” dedi. O da:
“–Bir işi varmış” cevâbını verdi. Şeytan:
“–Hayır, onu kesmek istiyor” dedi. Hâcer vâlidemiz:
“–Sen hiç bir babanın oğlunu kestiğini gördün mü?” dedi. Şeytan:
“–O, Allah’ın bunu kendisine emrettiğini söylüyor!” dedi. Hâcer (r.a):
“–O zaman Allah’a itaat ederek ne güzel bir şey yapmış!” dedi. Şeytan bu sefer Hz. İsmâil’e koştu. Ondan da aynı cevabı aldı.[4]
Tevekkül ve Teslîmiyetin Bereketi
Hâcer vâlidemizin tevekkülünü ve Allah’a itaatini düşünelim… Sadece Allah’a güvenerek ıssız bir çölün ortasında ikâmet etmeye râzı oldu. Kendisi korunmaya muhtaç iken bir de yanında yavrusu vardı. Allah’a iman ve güveni o kadar kuvvetliydi ki hiçbir şeyden korkmuyordu. Ne düşman, ne açlık, ne susuzluk, ne yırtıcı hayvan… Ona bu imanı kim kazandırmıştı? Hiç şüphesiz Hz. İbrahim’in son derece açık ve tesirli anlatımının bunda katkısı büyüktü.
Sonra kocası geldi ve biricik oğlunu Allah’a kurban edeceğini söyledi. O, hiç tereddüt etmeden “Allah emrediyorsa itaat ederiz” dedi. “Ben bu yavrumu ne çilelerle büyüttüm, çölde yalnız başıma neler çektim!” demedi. Âdetâ:
Cân ile bizden eğer hoşnûd ola Cânân’ımız
Câna minnettir O’nun kurbânı olsun cânımız (Fuzûlî) diyordu.
Bu da Allah’a muhabbet ve teslîmiyetin zirvesiydi. O, nefsinin arzu ve isteklerini hiçbir zaman Allah’ın rızâsının önüne geçirmedi.
Allah Teâlâ Hz. Hâcer’in kendisine itaatinden, bu uğurda gösterdiği sabır ve gayretinden öylesine râzı olmuş ki onun hâtırâsını ebedîleştirdi. Yaptığı fiilleri kıyamete kadar bütün mü’minlere tekrarlatıyor. Hz. Hâcer gibi koşmayan, onun gibi şeytanı taşlamayan kimseye Allah’ın lütuf ve ihsânı gelmiyor, onun hac ve umresi kabul olmuyor. Herkes onun zemzemini içmeye koşuyor.
Şunu unutmayalım ki büyük lütuflar büyük imtihanlardan sonra gelir. Allah Teâlâ kulunu çaresiz bırakmaz, bazen imtihan için iyice sıkar ama sonunda en güzel şekilde imdadına yetişir. Yeter ki kalbimizi O’ndan ayırmayalım.
Nereden Nereye…
Allah, Hâcer vâlidemizi câriyelikten alıp peygamber hanımı ve peygamber anası makâmına yükseltti, hâtırası bütün ümmet tarafından canlandırılan dâsitânî bir şahsiyet hâline getirdi. Mekke’nin teşekkülünde onun sabır, sadâkat ve muhabbetinin büyük bir payı vardır. O, nice fedâkârlıklarla Mekke’yi imar etti, doksan yaşında vefat edince de Mekke’nin merkezine, hatta âlemin kalbine, Hıcr-i İsmâil’e defnedildi. Orada hergün sayısız dua alıyor. İbadet ve zikrin mânevî havâsının en kesif olduğu yerde, bereket yağmurunun altında bulunuyor.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz onun hatırını gözeterek ashâbına şu tâlimâtı vermiştir: “Siz Mısır’ı fethedeceksiniz. Oranın (parasına) kırat denir. Orayı fethettiğinizde halkına iyi davranın; çünkü onlarla ahdimiz ve akrabalığımız vardır”, “sıhriyet bağımız vardır.”[5]
Akrabalık, Hâcer vâlidemizin, sıhriyet de Mâriye vâlidemizin Mısır’lı olması sebebiyledir.
[1] İbn Saʻd, Tabakat, I, 50; İbn Kuteybe, Maârif, s. 16; Taberî, Tarih, I, 130.
[2] İbrâhîm 14/37.
[3] Buhârî, Enbiyâ, 9.
[4] Hâkim, Müstedrek, II, 606/4040.
[5] Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 227; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 174.