Namaz imandan sonra en büyük ahlâkî ve toplumsal bir esastır. Onun üzerine çok büyük bir toplumsal yapı inşa edilir. Bu büyük binanın orta direği ferdî namazlarla hazırlanıp düzeltilir ve cemaatle birlikte dikilir, sonra da binanın kalan kısımları tamamlanır. Bu sebeple Kur’an’da “namazı ikāme edin”, yani dosdoğru kılın ve devam ettirin, “namazları muhâfaza edin” diye emredilir.
“Namazı ikāme edin” demek “namazı kılın” demekten daha fazla bir mâna ifade eder. En azından doğru dürüst yani taʻdîl-i erkân ile huşûʻ ve hudûʻ içinde güzelce kılın ve hatta kıldırın demektir. Bunun için namazda taʻdîl-i erkân vâcib olduğu gibi bilhassa namaz için emr bi’l-maʻrûf ve nehy ani’l-münkerde bulunmak, namazın gerektirdiği şeyleri tamamlamak üzere çalışmak da dinin emirlerindendir. Anne-babanın evlâdına namaz terbiyesi vermesi, müslümanların din kardeşlerine namazı tavsiye edip hatırlatması, idarecilerin namaz önündeki engelleri kaldırıp en güzel şekilde îfâ edilebilmesi için gerekli sebepleri hazırlayarak halkı namaza teşvîki, cuma ve cemaate ihtimam gösterip bunları devam ettirmesi namazın ikâmesi için yapılan gayretler cümlesindendir.
“İkāme” kelimesi kaldırıp dikmek, düzeltip doğrultmak, revaç verip devam ettirmek ve büyük bir ihtimamla yapmak mânalarına gelir. Bu anlamları namaz için düşündüğümüzde öncelikle “Namaz dinin direğidir”[1] hadîs-i şerifi akla gelir. Bu hadiste din yüksek bir binaya, namaz da onun ana direğine benzetiliyor. İman da bu binânın temelidir. İslâm yüksek ve büyük bir bina olduğuna göre namaz da ancak cemaatle kaldırılabilecek büyük bir direktir. “Onlar ki gayba iman edip namazı dosdoğru kılarlar…”[2] gibi pek çok âyette bu direk güzelce dikilip doğrultularak o yüksek din binâsının inşâ ve muhafaza edilmesi ve devamının sağlanması emredilir. Bir de bu binânın diğer âyet ve hadislerde açıklanan başka rükunları, tezyînâtı ve güzelleştirici unsurları vardır.
Gerçekten din gayet büyük ve kudsî bir binâdır. Ve bu binânın kerestesi, malzemesi, şekli ve planı, yani şeriat bizzat Allah tarafında yapılıp ortaya konmuştur. Bu plana uygun olarak inşâsı, kurulup meydana gelmesi ve içinde saadetle yaşanması da insanlara aittir. Temsîlen diyebiliriz ki bu binânın mimarı Allah teâlâ, baş kalfası Peygamber (s.a.v), amelesi de ümmettir. Bu binânın temeli kalblerin derinliklerinde atılacak ve ağızlardan taşacak, direği ferdî namazlarla hazırlanıp tesviye edilecek ve cemaatle meydân-ı şuhûda dikilecek, sonra üzerine diğer kısımları inşâ edilecektir.
Ancak şunu unutmayalım ki bu bina câmid ve donuk bir yapı değil son derece canlı ve hareketlidir. İlk müslümanlar tarafından bir kere yapıldıktan sonra arkadan gelenler hazır bir şekilde onun içine girip oturacak değillerdir. O canlı bir bünye gibi her gün yapılıp işletilecek, her gün geliştirilip inkişâf ettirilecektir. Bu bina ve direk teşbîhi bize İslâm’ın toplum yapısını ve bu yapıda namazın yerinin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Gerçekten cemaatle namaz İslâm toplum yapısının direğidir ve bütün İslâmî unsurların üzerine bina edildiği bir esastır. Dosdoğru, içi dışı temiz ve muntazam bir şekilde namaz kılmak, imanın nemalanıp bütün vücuttan fışkırmasını, hayâtın muntazam ve müstakīm bir şekilde akmasını sağlar.[3]
Bu ulvî vazifenin gerçekleşeceği yer de “Allah’ın evleri” diye yüceltilen camilerdir. Allah teâlâ mü’minlerden evini îmâr etmelerini ister. Caminin imârı iki mânaya gelir. Birisi binasını yapıp yenilemek, diğeri de ziyaret edip içinde bulunmak ve ibadet etmektir. Nitekim Beyt-i Şerîf’i husûsî bir şekilde ziyaret etmeye “umre”, camilere çok gidip içlerinde çok duran kimselere de “ummâr-ı mesâcid” denilir.
Camilerin manevî îmârı, maddî îmârından daha mühimdir. Zira “Dünya insanla şendir” denilmiştir. İnsanların gelip gitmediği yerler kısa sürede yıpranıp harâb olmaya mahkûmdur. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Bir kimsenin camilere gitmeyi îtiyâd hâline getirdiğini görürseniz, onun îmânlı olduğuna şâhitlik edin. Çünkü Allâh teâlâ şöyle buyurmuştur:
«Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namaza devam eden, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler ma‘mur eder, işte bunların muvaffak olmaları umulur».”[4]
“Müslüman bir kimse, namaz ve zikir için camileri vatan edindiği zaman, Allah teâlâ onun bu hâlinden dolayı, tıpkı gurbette yakını olan bir âilenin, onun dönmesiyle duydukları sevinç gibi sevinir, (yani bundan râzı olur).”[5]
“Allah -azze ve celle- camileri evi edinen kimselere emniyet vermeyi ve kıyamet günü Sırat’tan geçirmeyi garanti etmiştir.”[6]
Ebu’d-Derdâ (r.a) oğluna şöyle demiştir:
“–Yavrucuğum, cami evin olsun, çünkü ben Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işittim:
«Camiler müttakīlerin evidir. Cami kimin evi olursa (Allah) ona rahatlık, rahmet ve Sırat’tan geçip cennete kavuşmayı garanti eder».”[7]
Bir kudsî hadiste Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: “Yeryüzü halkının azabı hak ettiği zamanlar olur ancak evlerimi îmâr edenlere (ummâru büyûtî), benim için birbirlerini sevenlere ve seherlerde istiğfar edenlere bakınca onları cezalandırmaktan vaz geçerim.”[8]
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:
“Allah’ın evlerini imar edenler, işte onlar ehlullahtır, (Allah ehli olan kimselerdir).”[9]
“Her kim mescide ülfet ederse Allah teâlâ da ona ülfet eder.”[10]
Bunun yanında mescidlerin maddî îmârı da gereklidir. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Her kim Allah teâlâ’nın rızâsını kastederek (büyük, küçük) bir mescid binâ ederse, Allah teâlâ da ona cennette onun gibi bir ev binâ eder.”[11]
Demek ki camilerin ma‘mûriyeti bu iki yönü birleştirmekle olur. Birisi binası, ta‘mîrâtı, temizliği, tefrîşâtı, aydınlatılması ve bunların devam ettirilmesi, diğeri de içinde Allah için ibadet, zikir, ilim tedrîsi gibi amellerin devam ettirilmesidir.
[1] Beyhakī, Şuʻabu’l-îmân, IV, 300/2550. Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 245-246.
[2] el-Bakara 2/3.
[3] Bkz. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, haz. Asım Cüneyd Köksal – Murat Kaya, İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, 2021, I, 304-306.
[4] et-Tevbe 9/18; İbn Mâce, Mesâcid, 19.
[5] İbn Mâce, Mesâcid, 19.
[6] Bezzâr, Müsned, X, 85/4152.
[7] İbn Ebî Şeybe, Musannef, VII, 114/34610; Beyhakî, Şuab, IV, 380/2688.
[8] Beyhakî, Şuab, IV, 379/2685.
[9] Bezzâr, Müsned, XIII, 329.
[10] Taberânî, el-Muʻcemü’l-evsat, VI, 269:
[11] Buhârî, Salât, 65; Müslim, Zühd, 43-44.