Yaptığımız Alışverişin Farkında mıyız?

Kureyş İslâm’ı kabul etmemekte direnince Rasûlullah (s.a.v) risâlet vazifesini yaparken kendisini düşmana karşı koruyacak bir kabile aramaya başladı. Ancak hiçbiri buna cesaret edemiyordu. Medine’den bir grup gençle karşılaştı. Onlara İslâm’ı anlattı. Çok hoşlarına gitti, müslüman olup Medine’ye döndüler. Sayıları çoğaldı, kabilelerinin çoğu müslüman oldu ama Rasûlullah’ı davet etmeye cesaret edemiyorlardı. “Evet” dediklerinde göze alacakları tehlikenin büyüklüğünü biliyorlardı. Müşrikler Efendimiz’e karşı zulümlerini iyice artırınca artık ne olursa olsun onu Medine’ye davet etmeye karar verdiler. Beyʻat etmek için Mekke’ye gittiler. Hac mevsiminde Akabe’de Peygamber Efendimiz’le gizlice buluştular. Abdullah b. Revâha (r.a), Rasûlullah (s.a.v)’e, “Rabbin ve kendin için dilediğin şartı koş!” dedi. Efendimiz (s.a.v):

“Rabbim için sadece O’na kulluk etmenizi ve hiçbir şeyi kendisine şirk koşmamanızı şart koşuyorum. Kendim için de kendi canlarınızı ve mallarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanızı şart koşuyorum” buyurdular.

Medîneliler, “Peki bunu yaparsak karşılığında bize ne var?” diye sordular. Rasûlullah (s.a.v) “Cennet” buyurdular. Ensâr-ı kirâm:

“Alışveriş çok kârlı oldu, bu akdi ne bozarız ne de bozulmasını isteriz” dediler. Bunun üzerine şu âyet-i kerimeler nâzil oldu:

 “Allah mü’minlerden, canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır. Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok ahdine vefâ edecek kim vardır! O hâlde O’nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı size müjdeler olsun! İşte gerçek büyük kazanç ancak budur.

Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar. O mü’minleri müjdele!”[1]

İbn Abbâs (r.a) “Vallahi Allah insanlarla alışveriş akdi yaptı ve çok yüksek bir fiyat verdi” demiştir.[2]

Hz. Ali’nin oğlu Muhammed b. Hanefiyye (r.a) de “Allah teâlâ cenneti canlarınızın ücreti kıldı, onları bundan başka bir şeye satmayın!” demiştir.[3] Yüce Rabbimiz bize değer verip bedelimizi yükseltti, ancak bazı insanlar çok basit ücretlere canlarını ve mallarını satabilmektedirler.

Hasan Basrî (r.a) bu âyeti okuyunca: “Canlar desen O yarattı, mallar desen rızık olarak O verdi!” diye hayretini ifade eder[4] ve “Allah sana dünyayı verdi, sen de onun bir kısmıyla cenneti satın al!” dermiş.[5] Kerîm olan Rabbimiz önce sermayeyi veriyor, sonra onun bir kısmına karşılık hayal ötesi bir nimet lütfediyor.

Bütün müslümanlar bu anlaşmaya dâhildir. İhtiyaç ânında canlarını ortaya koyup düşmana baskın yapar ve müslümanlara faydalı olurlar. Kim kendisine ihtiyaç olduğu anda düşmana saldırmazsa bu anlaşmadan çıkmış olur.[6] Süleyman b. Mûsâ “Allah’ın mü’minlerden canlarını satın aldığı bu beyʻate dâhil olduğu için her müslümanın, diğer müslümanlara yardım etmesi vacip olmuştur” der.[7] Normal vakitlerde ise müslümanlar tevbe, ibadet, hamd, mârufu emretmek gibi âyette sayılan vasıflar üzere güzel bir hayat yaşarlar.

Allah ile yaptığımız bu alışverişin farkında mıyız acaba? Gereğini yerine getiriyor ve şartlarına uyuyor muyuz? Bazen bir satıcı malını satar ama henüz müşteriye teslim etmemiş olur. O esnada başka bir müşteri gelip o mala tâlip olduğunda “o mal satıldı” der ve onunla ilgili bir tasarrufta bulunmaz. Bu mala, sahibinin istediği şekilde muamele eder. Canını ve malını Allah’a satan bir mü’min de aynen böyledir. Artık “Vücut benim değil mi, istediğimi yaparım”, “mal benim değil mi istediğim gibi harcarım” deme hakkına sahip değildir. Eğer böyle diyecek olursa o zaman bunların karşılığı olan “Cennet”i bekleme hakkının olmadığını bilmelidir. Bu beyʻatin farkında olmayan bazı insanlar hem canlarını ve mallarını kendi arzularına göre kullanmak, hem de cennetin üst tabakalarına yerleşmek isterler. Bu şeytanın aldatmasından başka bir şey değildir. Cenâb-ı Hak Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da bütün kullarına bu vaadde bulunmuştur. Sonu olmayan gerçek hayatımızın güzel olabilmesi bu anlaşmaya uymaya bağlıdır.

Canımızı ve malımızı Allah’a sattıysak artık bunları sahibine teslim edinceye kadar onun istediği şekilde muhafaza etmek durumundayız. Süfyân b. Uyeyne (r.a) şöyle demiştir: “Allah insanların canlarını satın aldı ki onu ancak kendine itaatte kullansınlar, mallarını satın aldı ki onları da ancak kendi yolunda harcasınlar.”[8]

Bu alışveriş ciddi bir anlaşmadır. Bunun ciddiyet ve öneminin farkında olmak gerekir. Bazı fedâkârlıkları gerektirse de son derece kârlı bir alışveriştir. Ashâb-ı kirâm bu alışverişin farkındaydı ve sevinçliydi. Bu âyet-i kerimeler mescidde okunduğunda bütün insanlar tekbir getirmişlerdi.[9] Çünkü Allah teâlâ “yaptığınız bu alışveriş sebebiyle müjdeler olsun size, sevinin” buyuruyor. Bir müddet sonra Ensâr’dan bir adam ridâsının iki ucunu omzuna atmış vaziyette Rasûlullah (s.a.v)’in yanına gelip “Yâ Rasûlallah, gerçekten böyle bir âyet indi mi?” diye sordu. Efendimiz (s.a.v) “Evet” buyurdular. Ensârî “Kazançlı bir satış, ne bozarız ne de karşı taraftan bozmasını isteriz” dedi.[10]

Âlimler bu âyet-i kerimeden, birinci âyette bahsedilen gerçek şehidlerden olabilmek için, ikinci âyette zikredilen güzel vasıflara sahip olmak gerektiğini anlamışlardır. Nitekim İbn Abbâs (r.a) “Şehîd, kendisinde dokuz haslet bulunan kimsedir” demiş ve bu âyeti okumuştur.”[11]

Yunus Emre Hazretleri bu alış verişi sehl-i mümtenî sanatıyla ne güzel ifade etmiştir:

Elif okuduk ötürü,

Pazar eyledik götürü;

Yaratılanı hoş gördük,

Yaratandan ötürü.

Elifi ötre ile okuyunca “O” deriz, yani “Hû”. Malı götüre vermek de toptan satmak demektir, canımızı ve malımızı ölçmeden toptan Allah’a sattık. Böyle olunca da hayata bakışımız değişti, her şeye hikmet nazarıyla bakmaya başladık, her hareketimizi Allah’ın rızasına uydurma gayretindeyiz.


[1] et-Tevbe 9/111-112; Taberî, Câmiʻu’l-beyân, XIV, 499.

[2] Taberî, XIV, 499.

[3] İbn Ebi’d-Dünyâ, ez-Zühd, s. 144; Ebû Nuaym, Hilye, III, 176.

[4] İbn Ebî Şeybe, Musannef, XIV, 20.

[5] Semʻânî, Tefsîru’l-Kur’ân, thk. Yâsir b. İbrâhim, Riyâd: Dâru’l-Vatan, 1418/1997, II, 351.

[6] Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, IV, 295.

[7] Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, IV, 296.

[8] İbn Atıyye, el-Muharraru’l-vecîz, III, 87.

[9] İbn Ebî Hâtim, Tefsîr, VI, 1886.

[10] İbn Ebî Hâtim, Tefsîr, VI, 1886; Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, IV, 295.

[11] Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, IV, 296. Krş. Taberî, XIV, 500.

%d bloggers like this: