Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır son devrin büyük müfessirlerindendir. Eserlerini okuyan herkes onun ilmine, tefekkürüne ve kudret-i kalemiyesine hayran kalmaktadır. İslâmî ilimlerle birlikte mantık ve felsefeyle de meşgul olması ona farklı bir derinlik kazandırmıştır. “Âyetler arasında ilk bakışta var olduğu sanılan ihtilâflar”ı ele alan “Müşkilü’l-Kur’ân” konusu her hâlde Elmalılı tefsirinin en zevkli yerlerini teşkil etmektedir. Çünkü Hamdi Efendi zora talip olan bir tabiata sahiptir. Eşref Edib Fergan, Elmalılı Hamdi Efendi’nin vefatının ardından, 15 Haziran 1942 tarihli İslâm-Türk Ansiklopedisi (İTA) Mecmuası’nda onun hakkında kısa bir yazı neşretmiş, burada onun hakkında şu satırları yazmıştır:
“…Tetkik ettiği herhangi bir meseleyi derinleştirmekten, ne kadar mümkünse incelemekten zevk alırdı. En zor meseleler onun keyfini getirirdi. Alelâde meseleler üzerinde çok durmazdı. Daha ziyade fikir ve muhakemeye müteallik meselelerle meşgul olmak isterdi. Nakilciliği pek sevmezdi. Okuduklarını dimağında hamur ederek yeni bir şekilde ortaya koymaya çalışırdı…”[1]
Müşkil’in Çözüm Yolları
Hamdi Efendi müşkil meselelerin “taleb ü taharrî, teemmül ve usûle müracaat suretiyle” tefsir edilebileceği görüşünde olup “Kur’an’da hafî ve müşkil kabîlinden bulunanları ehl-i dirayet ve ictihad olan ulemâ taleb ve teemmül ve usûle müracaat suretiyle beyan ve izhâr edebilirler ve buna dahi ‘tefsîr’ ıtlak olunur” demiştir.[2] Bunun yanında âyetlerin birbirlerindeki müşkilât ve mücmelâtı tefsir ve îzah ettiğini söyler,[3] hadis-i şeriflere ve sahabe kavline müracaat eder,[4] te’vil, tahsis ve nesih yolunu kullanır.
Hamdi Efendi’nin müşkil âyetlerin îzah yollarını maddeler hâlinde şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Taleb ü taharrî
2. Teemmül
3. Usûle müracaat
4. Diğer âyetlere, hadis-i şeriflere ve sahâbe kavline müracaat
5. Te’vil, tahsis ve nesih
Müşkilin çözümünde dikkat edilecek en mühim hususun muhkem âyetleri esas ittihaz etmek olduğunu ısrarla vurgular.[5]
Hamdi Efendi’nin, tefsirini yazdığı esnada Diyanet İşleri Başkanlığı’na yazdığı mektuplarda yer alan şu cümleler onun Müşkilü’l-Kur’ân üzerindeki çalışma usûlünü açıkça ortaya koymaktadır:
“Bu teahhurun iki sebebi oldu; birisi gerek Sûre-i Bakara’nın nihâyetlerinde ve gerek Sûre-i Âl-i İmrân’ın bidâyetlerinde o kadar derin ve o kadar muʻdil ve yüksek hakāik ve maʻârif-i ilâhiye karşısında kaldım ki, imdâd-ı ilâhîye sığınarak geceleri gündüzlere katıp uğraştım. Anlayabildiğim kadar îzah etmekten kendimi alamadım.”[6]
“Azamet-i Kur’ân beni eritti. O benim öteden beri iman edegeldiğimden daha büyük bir mucize olduğunu her lahzada isbat ettikçe ediyor. Sûre-i Âli İmrân’ın başı büsbütün ilmî, usûl, kelâm, hikmet, tasavvuf, fünûn-ı tabî’iye, ictimâ’iye ilh. her şey. Dîn-i İslâm’ın isbât-ı hakkiyeti, mes’ele-i İsâ’nın halli, neler neler.”[7]
“Fakirhânemde münzeviyâne oturuyor, gece gündüz tefsir yazmakla uğraşıyorum. Bu meşgale bana o kadar hoş ve zevkli geldi ki ve gittikçe Kur’ân’ın azameti gözümde öyle büyüdü ki bilhassa Sûre-i Yûnus’dan beri gönlüm büsbütün başka bir âlem ve hayât yaşıyor. Fakat çok yoruldum, hele bu sene büsbütün durgunlaştım. (…) geceleri uyku uyuyamıyorum. Henüz düşünebiliyorsam da zihnimdekini kaleme almakta zahmet çeker oldum. Yazı yazıp dururken birdenbire kendimden habersiz kalkıp odanın içinde gezinmeye başlamış olduğumu sonradan fark ediyorum. Bunun için iş üretemiyorum. Henüz Sûre-i Hûd’u bitirmek üzereyim. شَيَّبَتْنِي سُورَةُ هُودٍ [Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı] hadîs-i nebevîsi mazmûnunu duyar gibi oluyorum.”[8]
Hamdi Efendi çoğu zaman âyette işkâl olduğunu ifade etmeden uzun açıklamalar yaparak işkâlin varlığını hissettirir ve meseleyi bir sonuca bağlar.
Bir işkâl için birden fazla çözüm ortaya koyduğu yerler çoktur.
Kur’ân’ın kelime seçimindeki hassasiyetini dikkate alarak mezkur kelimelerin manaları üzerinden yürür, “niçin şu kelime kullanılmadı da bu kelime kullanıldı” diye sorgulayarak ince bir şekilde müşkili çözüverir.
İşkâlin çözümünde gramer kâidelerinden de istifade eder.
Bazen çözümle ilgili farklı görüşleri zikredip tercih yapmaz.
Bazen de müşkil noktalara mealde kısaca işaret ediverir. Kelimenin iki anlamı varsa birini mealde, diğerini de tefsirde verdiği olur.
Müşkilü’l-Kur’ân konusunun ana âyeti olan “Hâlâ Kur’ân’ı imʿân ile teemmül etmezler mi? Eğer o Allah’tan başkası tarafından olsa idi elbette içinde birçok âhenksizlikler bulacaklardı”[9] âyetinin tefsirinde müşkilin çeşitlerini ve çözüm yollarını ifade ettikten sonra bazı örnekler de vermiştir:
“{اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَ} Bunlar Kur’ân’ı tedebbür ve teemmül etmiyorlar mı? {وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللّٰهِ} Eğer bu Kur’an yahut senin söylediklerin Allah’tan başkası tarafından olsa idi {لَوَجَدُوا ف۪يهِ اخْتِلَافاً كَث۪يراً} bunda birçok tehallüf bulacaklardı, bu suretle gāibden verilen haberin ve bâhusus gizli gizli kalblerinde yatırdıkları şeyleri ihbar eden bu kadar haberlerin şaşan, doğru olmayan, vâkı‘a mutâbık bulunmayan yalanlarını yanlışlarını bulabilirlerdi, hâlbuki bulamıyorlar ve bulamazlar. Kendilerinden başka kimsenin âgâh olmadığı ahvâl ü efkâr ve esrarlarını Kur’ân’ın ve Peygamber’in aynen ve bilâ tehallüf haber verdiğini görüyorlar. Bunu tedebbür etmeleri ve Allah tarafından olduğunu tasdik eylemeleri iktizâ eder. Kur’ân’ın ne haberlerinde, ne va‘d ü va‘îdinde tehallüf eden hiçbir şey bulunamamıştır ve bulunamaz. Bundan başka Kur’an bir dâd-ı hak olmasa idi bunu baştan başa i‘câzkâr, nâkābil-i tanzir bir belâgat ü fesâhat içinde cereyan etmiş gitmiş bulmazlar; bazısını fasih, bazısını rekîk, bazısını kolay ve bazısını zor mu‘âraza edilir ve fakat her hâlde edilir muhtelif, çok muhtelif bir surette bulurlardı. Bu kadar tenevvü‘ât-ı beyan ve tefâvüt-i makāmât ile beraber hepsini müteşâbih ve mütenâsık bir nizâm-ı fıtrat, bir nazm-ı metîn ü muhkem içinde bulmazlardı. Üslûb-ı beyânında cebr-i tabiattan, tekellüfât-ı fikriyeden, hakk u hayrı, istikāmet-i rûhu istihdaf etmeyen ağrâz-ı nefsiye ve temâyülât-ı hevâiyeden birçok nişâneler bulurlardı. Daha sonra kırâât ve ahkâmında ve süver ü âyâtında makāsıd u me‘ânînin, hikem ü mesâlihin, muktezayât-ı ahvâlin tefâvüt ve tehâlüfü ile mütenâsib ve hepsinde hükm-i hakkın cereyân-ı mahsûsunu gösteren âhenkdâr bir tenevvü‘ ve ihtilâf bulmazlar; muhtelif ve muharref Tevrat ve İncil nüshalarında açıktan açığa görüldüğü üzre mevzû‘-ı nesh ü ta‘dîl olmayan aynı hâdisede, aynı zamanda ihtilâf-ı kesîr ile muhtelif ve mütenâkız nice haberler, hükümler bulurlardı. Evet, Kur’an’da ezmân ve emkine ve ahvâlin ihtilâfına göre muhtelif ahkâm ve tenevvü‘-i me‘ânî ifade eden kırâât ve elfâz vardır. Ve bu cihetle müte‘ârız mevki‘de görünen âyât mevcuddur. Fakat bunların hiçbiri vahdet-i hakkı ihlâl eden aynı hâdisede, aynı zamanda, aynı şerâit altında mütenâkız ve perîşan mecrâ üzerinde değil, peyderpey yekdiğerini beyân-ı takrîr, beyân-ı tefsîr ve muktezayât-ı ahvâle göre beyân-ı tağyîr ve ta‘dîl ve zaman zaman beyân-ı tebdîl ve nesh ile beyan ederek giden ve ebedî bir hayâtın cereyan ve hizmetini idâme eden bir inkişâf-ı mahsûs u muntazam üzerinde yürür gider ve gülşen-i hakikatte açılan bütün tecelliyyât-ı fıtrat ve mehâsin-i hilkat gibi kesret içinde vahdetin ve vahdet içinde tenevvü‘ ifade eden mütkan bir ıttırad ve mütenâsık bir ihtilâf ve tenevvü‘ arz eder. Ve ilm-i Kur’ân’ın en büyük ehemmiyeti ve zevki de ihtilâf-ı kesîrden ârî bulunan bu tenâsük-ı mütenevvi‘ içinde kemâl-i tedebbür ile müteşâbihâtı muhkemâta ircâ‘ ederek âyât-ı Kur’an’dan ahkâm-ı Hakk’ı ve şuûn-ı âlemden vücûd-i Hakk’ı okuyup bulmaktır. Mesela كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ ile مَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ düsturları arasında zâhir bir te‘âruz ve tenakuz var zannedilebilir. Hâlbuki bunlar yekdiğerinin mütemmim bir beyânı olarak beraberce düşünülmek ve aradaki tenakuz noktaları atılıp cihet-i vahdetleri mülâhaza edilmek üzere îrad buyurulmuş ve فَمَالِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ الْقَوْمِ لَا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَد۪يثاً ile de bu nokta bilhassa ihtar olunmuş, burada da sebk eden ahkâm-ı muhtelifenin bu gibi tenevvü‘-i beyânın hükümde tenakuzdan değil, hikem ü mesâlih ve muktezayât-ı ahvâl ile mütenâsib ve mütenâsık bir hikmetten münba‘is olduğu sûret-i mahsûsada anlatılmak ve münafıkların tezvîrâtına tamamen sed çekilmek için ihtilâf-ı kesîr nefy olunup لَوَجَدُوا ف۪يهِ اخْتِلَافاً كَث۪يراً buyurulmuş ve tedebbüre sevk olunmuştur.
Bâlâda اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ وَاُو۬لِي الْاَمْرِ مِنْكُمْ [en-Nisâ 4/59] diye itâ‘atullah ile itâ‘at-i Resûlullah temyiz edildiği hâlde burada مَنْ يُطِـعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ diye bi’t-tevhîd Resûl’e itaat, Allah’a itaate ircâ‘ olunduğu sırada hem ulü’l-emre itaat kaziyyesinin itâ‘at-i Resûl’e merbut ve mülhak olduğu anlatılmak, hem de Müslümanların terbiye-i siyâsiyesi yükseltilmek için buyuruluyor ki:”[10]
Müşkil Âyetleri Çözüm Örnekleri
1. el-Bakara 2/31’de Hz. Âdem’e öğretildiği bildirilen isimlerin ne olduğuyla ilgili müşkili iki yolla halleder:
“Binâenʻaleyh en zâhir mâna bu müsemmeyâtın Hazret-i Âdem’e halef olacak olan zürriyetleri olmasıdır. Sâlifü’z-zikr esmâ dahi bunların isimleri, yani insan isimleri demek olur. Maʻamâfîh bütün esmânın tâlim edilip de yalnız bunların arz edilmiş olması da ihtimal dâhilindedir. Lâkin her iki hâlde böyle olmak için zürriyetlerin halk edilmiş bulunması lâzım gelir. Hâlbuki âyette henüz Hazret-i Havvâ’nın bile halkına işaret yoktur. Ve kıssanın siyâkı da buna muhalif görünmektedir. Bu müşkil, mâruf bir hadis[11] ile îzah olunuyor ki bunlar melâikeye küçük zerreler, ince karıncalar, mikroplar misâlinde arz edilmişlerdir أمثال الذر ki “zürriyet” kelimesi bundan müştaktır. Bu hadis bunların o zaman Âdem’de henüz tohum hâlinde, yani istikbalde bütün Benî Âdem’i temsil eden ilk büzeyrât-ı meneviye suretinde bulunduklarını ifham eder.[12]
Elmalılı bu müşkile farklı bir hal yolu daha bulur ve şöyle der:
“Eğer burada bu vakıʻâtın cismâniyyet-i kesîfe âleminde olmayıp Hazret-i Âdem’in nefs-i nâtıkasının takdîrî veya rûhunun esîrî bir cismâniyyet-i latîfe iktisab etmesi hâlinde olduğunu tasavvur edebilirsek o cism-i esîrî eczâsında kıyamete kadar gelecek Benî Âdem’in müteselsilen temessülleri veya nefs-i nâtıkasındaki suver-i maʻneviyye-i zürriyyât o esmânın melâikeye arz olunan medlûlâtı olarak mülâhaza edilebilir. Ve böyle olmasına vâkıʻanın arza hübûttan mukaddem olması kârine demektir. Bu surette melâikeye arz, arz-ı hissî değil, arz-ı ilmî ve hakīkī olur. Fi’l-vâkiʻ isimlerin asıl medlûlâtı eşyânın suver-i ilmiyesidir. Kelimelerin mevzûʻun lehi asıl bunlardır. Demek Âdem’e evvelâ eşyâya ve bilhassa zürriyetine müteʻallik ilim ihsan edilmiş ve bundan başka bu maʻlûmâta ait isim ve suver-i lisâniye dahi tâlim buyurulmuştur. Melâikede olmayan da budur. Bunlar takdir edilmiş ve hübûttan sonra da Hazret-i Âdem bunların fiiliyâtını arzda görmüştür. Burada bilfiil ilmin fıtriyeti veya adem-i fıtriyeti meselesi vardır.”[13]
2. Hamdi Efendi tefsirlerde yer alan rivayetlerin üzerini kolayca çiziverme taraftarı değildir. Bunun yerine telif ve teville çözüm yoluna gider. el-Bakara 2/248’de zikredilen Benî İsrâil’in Tabut’u ile ilgili şunları söyler:
“Demek oluyor ki Benî İsrâilde Tabut, emânât-ı mukaddeseden olup Hıristiyanlıktaki Salîb gibi bir mevkiʻde tutulurmuş. Nitekim Hıristiyanların salîb-i kebîri de buna şebîh bir vakʻa geçirmişti. Tabut’un tâ Hazret-i Âdem’den beri gelmesi, içi resimli bir sandık olması, bunun Ebü’l-beşer olan Hazret-i Âdem olmasıyla tevfîki müşkil ve aynı zamanda bu ahbâr-ı şâyiʻayı ceffe’l-kalem tekzib de haksız olacağından İbn Abbas hazretlerinden rivayet olunduğu üzere bunun zâyiʻ olmuş “Tevrat sandığı” olmasıyla iktifâ etmek ve şu kadar ki bunu Hazret-i Mûsâ yaptırmış olmayıp daha kadîm târihî bir sandık olduğunu da kabul etmek muvâfık olacaktır. Maʻamâfîh Râgıb’ın naklettiği vechile “Tabut kalb, ve sekîne ondaki ilimden ibarettir” de denilmiş. Çünkü kalbe سَفَطُ الْعِلْم, بَيْتُ الْحِكْمَه, تَابُوت عِلْم, وِعَاء عِلْم, صَنْدُوق عِلْم tesmiye edilir.[14] Bu gerçi meşhûra ve zâhire muhalif görünürse de onun lâzımı olan mühim bir maʻnâ-yı işârî olduğu da inkâr edilemez. Buna göre hâsıl-ı meâl: Onun hakīkī âyet-i mülkü isyan ve gurur ile zâyiʻ olmuş ve sizi perişan etmiş olan kalbinizin yerine gelmesi ve hakikate iman ederek sükûnet ü itmi’nâna ermenizdir. Beyyine-i hakīkiye âfâkī olmaktan ziyade enfüsîdir. Siz fikr-i fesad ile zâyiʻ olmuş kalbinizi bulup davayı bırakarak ona beyʻat ettiniz mi mesele biter. Aksi hâlde Allah’ın ona verdiği kudret ve vereceği muvaffakiyet size melikliğini bi’l-iʻcâz teslîm ettirir. İşte onun mülküne katʻî delîl, işbu zâhirî ve bâtınî tabutun gelmesidir.”[15]
3. el-Bakara 2/269’daki hikmetin tariflerini verirken İbrâhim Nehaʻî’nin “Hikmet; meânî-i eşyâyı mârifet ve fehmdir”[16] şeklindeki tarifinde gördüğü müşkili şöyle halleder:
“Eğer bu târife ‘amel’ kaydı ilâve edilmiş olsaydı, o zaman bu hikmetin sâhibi bütün eşyâyı yapabilmek iktizâ ederdi ki o zaman âyetteki hikmete sâdık olamaz. Mârifet ve fehm kaydıyla sıfat-ı ilâhiyenin târifi olmak da müşkil olurdu. Bu târif bütün ulûm ve fünûnun vahdete ircâʻıyla nesak-ı küllîsini ifade eden ve ilm-i hikmet-i ilâhiye tâbir olunan ilm-i aʻlâya muntabık olur. Meşhur olduğu üzere ilm-i hikmetin “hakāik-i eşyâyı mârifet” diye târifi de buna şebîh olmakla beraber bundan kāsırdır. Hakāik, sırf mâbaʻdettabîʻî olduğu gibi makāsıda şâmil de olmaz. Lâkin beşerde böyle bir ilm-i hikmet mümkin midir? Evvelâ marifet ve fehm bilfiil değil meleke ve kuvve-i karîbe mânasına olunca mümkin ve vâkiʻdir. Sâniyen Allah murad edince mümkindir. Ve böyle bir ilm-i hikmet enbiyâda ve eʻâzım-ı evliyâullahda tasavvur olunabilir ve fi’l-hakīka Kur’ân’ın birçok yerlerinde hikmet, nübüvvet ile müfesserdir. Nitekim Süddî bu âyette de böyle tefsir etmiştir. Zira nübüvvet hem ilmî hem amelî haysiyetle hikmet-i mevhûbenin en yüksek mertebesini ifade eder. Bunun içindir ki İbn Rüşd Tehâfüt’ünde “Her nebî hakîmdir, fakat her hakîm nebî değildir” diye bu hikmeti itiraf etmiştir.”[17]
4. Bakara sûresindeki müşkil konulardan biri de 284. âyette ifade edilen “kalplerden geçen düşüncelerden hesaba çekilme” meselesidir. Elmalılı âyete şöyle meal verir:
“Allahındır hep göklerdeki ve yerdeki. Siz nefislerinizdekini açsanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesâba çeker, sonra dilediğine mağfiret eyler, dilediğine de azab ve Allah her şeye kadirdir.”
Sonra işkâli ortaya koyarak gayet ince bir şekilde getirdiği çözüm önerilerini şu şekilde sunar:
“مَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ ıtlâkıyla nefsin her türlü ahvâl ve efʻâl ve keyfiyyâtına muhtemildir. İrâdât ve ihtisâsât ve temâyülât, tasavvurât ve tahayyülât ve efkâr ve her nevi havâtır ve vesveseler, reyb ü itikad, ahlâk u melekât ve hâlât ü harekât, ihtiyârî ve gayr-i ihtiyârî, müstakir ve gayr-ı müstakir, iyi ve kötü nefiste bulunan her şey bunda dâhil olabilir. Fakat evvelâ siyâk, ketm-i şehâdet gibi fena şeylere dair olduğundan iyi olanlar zâhiren muhasebeden hâriç gibi görünür. Sâniyen ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ zarf-ı müstekarrı sâbit ve müstakir olanlarda zâhir olduğundan bir var bir yok olan zâil ve gayr-i müstakirler hâriç görünür. Sâlisen izhar ve ihfâ efʻâl-i ihtiyâriyeden oldukları için insanların iradesi ile alâkası olan aʻmâl-i zâhire ve bâtına dâhil olup gayr-i irâdî olanlar muhasebeden hâriç kalır. Zira muhasebe, mutlak zuhur ve hafâ takdirlerine değil, insanların izhar ve ihfâsı takdirlerine müterettibdir. Bu ise behemehâl kasd ü niyetle olur. Böyle olmayanların zuhur ve hafâsı bizzat Allah teâlâ’nın izhar ve ihfâsına müsteniddir. Lâkin kötülük, kötülük olduğundan haddizâtında sebeb-i elem ve azaptır. Bunun için her ne suretle olursa olsun insanlara zuhûru bir azaptır. Hele zarûrîsi, zarûrî bir azaptır. Bunda muhasebe olmamak da felâhı temin etmez. O zaman bunu temin edecek olan ancak Allah’ın ihfâsı ve mağfiretidir. Bunun için insanlar mağfiret-i ilâhiyeye ihtiyaçtan kurtulamazlar. Hâsılı insanların hiçbir şeyi Allah’tan gizli kalamaz. Bunlardan kendilerinin izhâr ü ihfâsıyla irade ve ihtiyarları taʻalluk edenlerin hepsinin hesâbını Allah sorar, mes’ul eder.”[18]
5. el-Bakara 2/286 âyetinin tefsirinde kişinin unutma ve hatadan sorumlu olup olmayacağı problemini çözmüştür. Şöyle der:
“Nisyan ve hata iki nevidir, birisi sâhibi mâzur görülebilir, diğerinde görülmez. Meselâ bir kimse üzerinde bir necaset görse de izâlesini tehir eylese, sonra unutup namaz kılsa mâzur olmaz. Görür görmez izâle etmediğinden dolayı taksir etmiş olur, lâkin görmezse mâzurdur. Kezâlik bir kimse bir ava tüfek atsa da bir insanı vursa, orada insan bulunabileceğini ve bulunduğu surette ona isâbet edip etmeyeceğini hesâba katmamış ve bu hususta lâzım gelen tekayyüdâta riayet etmemiş ise mâzur olmaz. Kezâlik insan vezâif-i dîniye ve şerʻiyesini bellemeye çalışmaz ve belledikten sonra da unutmamak için tekrar tekrar mütâlaa eylemez de unutursa nisyanda mâzur olmaz. Bunun için bâlâda usûl-i tevsîk gösterilmiştir. Binâenʻaleyh bizzat nisyan ve hatânın bazılarından ihtiraz, vüsʻ-i beşerin hâricinde ise de bazılarında böyle değildir. Binâenʻaleyh اِلَّا وُسْعَهَا ʻale’l-ıtlâk nisyân ü hatâdan muâhaze ihtimâlini refʻ etmemiş, bunların وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ’de duhûlleri melhuz bulunmuştur. Demek ki mesele müşkildir. Nisyan ve hata ile yapılmış olan fenâlıklar haddizâtında muzır, gayr-i meşrûʻ ve vüsʻ dâhilindedirler. Unutarak veya hata ederek yutulmuş olan bir zehrin zararı yoktur denilemeyeceği gibi bunlar da böyledir. Seyyiât ve meʻâsî tıpkı zehir gibi muzırdır. Hatâen bir kuyuya düşmek tehlike olduğu gibi, hatâen birinin gözünü çıkarmak da bir zarardır. Hâsılı hiç nisyan ve hata yapmamak vüsʻ-i beşerden hâriç de olsa bunlar sebep oldukları fiilin ʻindallah, yani haddizâtındaki netâicini değiştirmez, وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ’de dâhil olurlar. Bunun için insanlar bunlardan mümkin olduğu kadar tevakkī ile de mükelleftirler. Katl-i hatada olduğu gibi, hata mesâilinde bazı ahkâm-ı teklîfiye vardır. Nisyan ve hata hukūk-ı ʻibâddaki zararın damânına mâniʻ olmaz. Bunlara işâretendir ki لَا تُكَلِّفْنَا denilmemiş, لَا تُؤَاخِذْنَا denilmiştir. Bu suretle gerek hata ve nisyandan ve gerek esbâb-ı mütekaddimesinden, gerekse netâic-i müterettibesinden ʻadem-i teklif değil ʻale’l-ıtlâk ʻadem-i muâhaze istidʻâ olunmuştur. Ve bu tâlim birr ü adli de tazammun eylemiştir. Nitekim رُفِعَ عَنْ أُمَّتِي اَلْخَطَأُ وَالنِّسْيَان hadîs-i şerîfi[19] bununla alâkadardır. Evet, nisyan ve hataya düşmemiz de kötü bir şeydir. Fakat lütfunla bunlardan bizi muâhaze etme.”[20]
6. Hamdi Efendi müşkil gibi görünen yerlerin çözümünde gramer kâidelerinden de faydalanmıştır. Bunun bir örneği “Ey o bütün iman edenler! Mallarınızı aranızda bâtıl bahanelerle yemeyin, kendiliğinizden rızâlaşarak akdettiğiniz bir ticaret olmak başka. Kendilerinizi öldürmeyin de, Allah size cidden bir rahîm bulunuyor”[21] âyetinde zikredilen ticaretin bâtıl bir yol olup olmadığı meselesine getirdiği çözümdür. Âyetin tefsirinde: “Bu istisnânın mâkablindeki muʻâmelât-ı bâtılede mefhûmen dâhil olmadığı cihetle istisnâ-yı munkatıʻ olduğu ve binâenʻaleyh kasr ifade etmediği ve şu ticaretten başka hibe, sadaka, temlik, ibâha ve irs gibi diğer esbâb-ı meşrûʻanın vücûduna mâniʻ olmayacağı beyan olunuyor… Sâniyen, istisnâ-yı munkatı bu tevehhümün defi için istidrak mevkiinde bulunacağından, burada hukūkī ve şerʻî nokta-i nazardan mühim bir müşkilin de halli vardır.” dedikten sonra sırf aklî bir kıyasla bakıldığında ticarette bir tarafın kâr elde etmesinin fâiz gibi bâtıl bir muamele gibi görülebileceğini, bu istisnâ-i munkatıʻ ile bu vehmin def edileceğini söyler.[22]
7. el-Mâide 5/3, 5 âyetinde farklı rivayetlerin âyetlerin nüzul zamanıyla ilgili ortaya çıkardığı bir müşkili, âyetlerin ifadeleri üzerinde teemmülde bulunarak çözmüştür.[23]
8. el-Mâide 5/87-89 âyetlerinde tezâd gibi görünen meseleyi şöyle halletmiştir:
“Şimdi burada bir müşkil vardır. اَوْفُوا بِالْعُقُودِ emri ‘ale’l-‘umûm ‘ukūda şâmil ve şüphe yok ki yeminler de bu ‘ukūdda dâhil idi. Burada da لَا تُحَرِّمُوا طَيِّبَاتِ مَٓا اَحَلَّ اللّٰهُ لَكُمْ buyurulmuştur. Şu hâlde bir kimse herhangi bir sebeple yemin eder ve bu yemin ile bir helâli kendine tahrim etmiş bulunursa ne yapacak? Zira yemîninde dursa لَا تُحَرِّمُوا mîsâkını nakz etmiş olacak, durmasa ‘akd-i yemîni îfâ etmemiş olacak. İşte bu müşkili hal için buyuruluyor ki: {لَا يُؤَاخِذُكُمُ اللّٰهُ بِاللَّغْوِ ف۪ٓي اَيْمَانِكُمْ} Allah yeminleriniz içinde lağv olan kasemlerle sizi muâhaze etmez. -O bir akid değildir.-… Bu suretle bütün keffâretlerde hem ukūbet hem de ibadet mânası vardır. Ve herhangi bir yemîn-i münʻakide bozulduğu zaman da dünyada bir keffâret ile muâhaze edilir. Ve bu keffâret ile bâlâdaki müşkil hallolunur.”[24]9. el-Mâide 5/106. âyetle ilgili olarak “Bu âyet Kur’ân’ın iʻrabı, mânası, hükmü itibariyle en müşkil âyâtından olduğu söylenmiştir”[25] demiş ve bütün müşkilâtı çözerek âyeti tefsir etmiştir.
[1] Eşref Edib Fergan, “İslâm ilim âlemi için büyük bir ziya: Elmalılı Hamdi Efendi’nin vefatı”, İslâm-Türk Ansiklopedisi Muhitülmaarif, C. 1, S. 36, s. 2.
[2] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, thk. A. Cüneyt Köksal – Murat Kaya, İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, 2021, I, 112, II, 38.
[3] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 115.
[4] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 425-426.
[5] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 43.
[6] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 40.
[7] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 41.
[8] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 45.
[9] en-Nisâ 4/82.
[10] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 378-380.
[11] Hâkim, el-Müstedrek, II, 354.
[12] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 425-426.
[13] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 426.
[14] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 162:
وقيل: عبارة عن القلب، والسكينة عمّا فيه من العلم، وسمّي القلب سفط العلم، وبيت الحكمة، وتابوته، ووعاءه، وصندوقه.
[15] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 892.
[16] Taberî, Câmiʻu’l-beyân, V, 578; Begavî, Meʻâlimü’t-Tenzîl, I, 334.
[17] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 969-970.
[18] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 1039-1040.
[19] Zeylaʻî, Nasbu’r-râye’de (thk. Muhammed Avvâme, Beyrut: er-Reyyân, 1418, II, 64) bu rivayetle ilgili şöyle bir açıklama yapmaktadır:
وَهٰذَا لَا يُوجَدُ بِهٰذَا اللَّفْظِ، وَإِنْ كَانَ الْفُقَهَاءُ كُلُّهُمْ لَا يَذْكُرُونَهُ إلَّا بِهٰذَا اللفظ، وأقرب مَا وَجَدْنَاهُ بِلَفْظِ: “رَفَعَ اللهُ عَنْ هٰذِهِ الْأُمَّةِ ثَلَاثًا”، رَوَاهُ ابْنُ عَدِيٍّ فِي الْكَامِلِ مِنْ حَدِيثِ أَبِي بَكْرَةَ، وَسَيَأْتِي، وَأَكْثَرُ مَا يُرْوَى بِلَفْظِ: “إنَّ اللهَ تَجَاوَزَ لِأُمَّتِي عَنْ الْخَطَأِ وَالنِّسْيَانِ”، هٰكَذَا رُوِيَ مِنْ حَدِيثِ ابْنِ عَبَّاسٍ وَأَبِي ذَرٍّ وَثَوْبَانَ وَأَبِي الدَّرْدَاءِ وَابْنِ عُمَرَ وَأَبِي بَكْرَةَ.
Ebû Dâvûd, Talâk, 16:
قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِنَّ اللهَ قد تَجَاوَزَ عَنْ أُمَّتِي الْخَطَأَ وَالنِّسْيَانَ وَمَا اسْتُكْرِهُوا عَلَيْهِ.
“Allah teâlâ ümmetimden hata, nisyan ve ikrahın sorumluluğunu kaldırmıştır.”
Bu hadisin hukukî analizine dair Takıyyüddîn es-Sübkî’nin (ö. 756/1355) İbrâzü’l-hikem min hadîsi rufiʻa’l-kalem isimli bir eseri vardır (thk. Keylânî Muhammed Halîfe, Beyrut: Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiye, 1992).
[20] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, I, 1051-1052.
[21] en-Nisâ 4/29.
[22] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 323-325.
[23] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 534.
[24] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 748.
[25] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 773.