Meallerde Sünnet (Kur’an-Sünnet Bütünlüğü) ve Rivayetlerin Dikkate Alın(ma)masıyla İlgili İyileştirme Örnekleri

Doç. Dr. Murat Kaya*

Giriş

Kur’ân-ı Kerim’in ilk tefsiri yine bizzat kendisi, ikinci tefsiri ise sünnettir. Onun âyetlerinin anlaşılıp yorumlanmasında bu iki kaynak re’y ile tefsirden önce gelir. Zira inzâl edilen âyetleri tebliğ ettikten sonra onları söz ve fiilleriyle beyan etmek Rasûlullah (s.a.v)’e verilmiş bir vazife idi.[1] Ona her konuda itaat edip tâbî olmak da mü’minlere yüklenmiş bir mes’ûliyettir.[2] Nitekim Kur’ân-ı Kerîm peygamberlerin kendilerine itaat edilmek üzere gönderildiğini haber verir.[3] Müslümanların anlaşmazlık hâlinde Hz. Peygamber’e müracaat etmelerini ise bizzat Allah teâlâ emreder.[4] Allah (c.c), Rasûlullah (s.a.v)’in hüküm koyma yetkisinin olduğunu da haber verir.[5]

Dikkatlice incelendiğinde Kur’ân ile sünnet arasında çok kuvvetli bir bağın olduğu görülür. Hz. Peygamber’in (s.a.v) konuşmaları ve uygulamaları çoğu zaman onun Kur’ân’dan anladığı mânalar istikametinde gerçekleşmiştir. Bunu, Kûfe ekolüne mensup muhaddis ve fakih tâbiî Mesrûk (ö. 63/683 [?]) “Herhangi bir konuda Nebiyy-i Ekrem’in ashâbına ne sorduysak onun mutlaka Allah’ın Kitabında olduğunu ancak bizim görüşümüzün onu anlamakta yetersiz kaldığını gördük”[6] sözleriyle ifade etmiştir.

Vahyin inişine şâhitlik eden sahâbîler, Kur’ân âyetlerini umumiyetle anlıyor, tefsire fazla ihtiyaç hissetmiyorlardı. Çünkü vahyin nüzulüyle ashabın hayatı iç içeydi, âyetler onların yaşadığı hâdiseler üzerine iniyor, konuyla ilgili hükmü bildiriyor ve onları yönlendiriyordu, bu sebeple de Kur’ân’ı anlamamaları için bir sebep yoktu. Onlar daha çok lehçelerinde bulunmayan veya alışık oldukları mânadan başka anlam kastedilen lafızları[7] ve Müşkilü’l-Kur’ân konusuna giren âyetleri soruyorlardı.[8] Dolayısıyla Hz. Peygamber’den âyetlerin doğrudan tefsirine dair gelen rivayetler azdır. Allah Rasûlü’nün Kur’ân tefsiri daha çok onun tatbîkâtında ve ahlakî davranışlarında ortaya çıkıyordu. Diğer bir ifadeyle Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân’ı anlatmakla birlikte daha çok yaşayarak açıklıyor ve öğretiyordu. Bu sebeple hayatın her alanını ilgilendiren sünnet ve hadisler, aslında Kur’ân’ın hayata geçirilmesinden ibaretti. O hâlde burada çok önemli bir hususa dikkat etmek gerekir. O da Rasûlullah (s.a.v)’in tefsirinin sadece hadis kaynaklarının tefsir bölümlerinde değil, onun bütün hadislerinde, sünnet ve sîretinin tamamında aranması gerektiğidir.[9]

Rasûlullah (s.a.v), kendisine vahiy gelmeyen hususlarda elbette şahsî görüşü ile hareket ediyordu. Hz. Ümmü Seleme’nin (ö. 62/681)  anlattığına göre iki kişi miras ve kaybolmuş mallar konusunda anlaşamayıp Hz. Peygamber’e gelince o “Bana (vahiy) gelmeyen hususlarda aranızda kendi kanaatime göre hüküm veririm”[10] buyurmuştu. Ancak Peygamber Efendimiz’in şahsî görüşü şüphesiz herhangi bir insanın görüşü gibi değildir. Çünkü o seçilmiş bir insandır, aklı saf, gönlü berrak ve fetanet sahibidir, daima vahiyle meşgul olduğu için vahiy nosyonu en kuvvetli insandır. Daha önemlisi ilâhî gözetim altında bulunmaktadır. Allah teâlâ “sen gözlerimizin önündesin”[11] buyururken bunu ifade ediyordu. Hz. Ömer (ö. 23/644) bir gün minberde insanlara hitap ederken “Ey insanlar! Re’y (şahsî kanaat ve düşünce), ancak Rasûlullah’a aitse isabetlidir. Çünkü Allah ona doğruyu gösteriyordu. Re’y bizden olduğunda ise zan ve tekellüften (zorlamadan) ibarettir”[12] demişti. O bu sözüyle “İnsanlar arasında Allah’ın sana gösterdiğine göre hükmedesin diye hakkı içeren kitabı sana indirdik”[13] âyetine işaret ediyordu. Kur’ân’ı en iyi anlayan insan Rasûlullah (s.a.v) olduğundan, ondan sonra gelenler içinde Kur’ân’ı en iyi kavrayanların sünneti ve hadisleri en iyi bilenler olması gâyet tabiîdir. Bunu ifade etmek için Hz. Ömer “Bazı insanlar gelip Kur’ân’daki müteşâbih âyetleri öne sürerek sizinle tartışacaklar. Onlara karşı sünnetlerle mücâdele edin! Şüphesiz ashâb-ı sünen Allah’ın kitâbını en iyi bilen kimselerdir” demiştir.[14] Tabiî burada İmam-ı Aʻzam Ebû Hanîfe’nin “Kim hadis öğrenir de onun tefsirini ve mânasını öğrenmezse gayretleri zâyi olur ve bu yaptığı onun boynuna vebal olur”[15] ikazını da hiçbir zaman unutmamak gerekir. Zira insanların hadis ve sünnet fıkhına olan ihtiyacı çok büyüktür. Hadislere fakihlerin nazarıyla bakılmadığında, eksik ve yanlış anlamaların çok olacağı âşikârdır.

Kur’ân’ı anlarken sünnete ve hadislere müracaat etmenin lüzumuna dâir sahâbe ve tâbiînden pek çok söz nakledilmiştir. Burada onların birkaçına temas etmemiz yerinde olacaktır: Bir adam, sahâbî İmrân b. Husayn’a (ö. 52/672) “Ey Ebû Nüceyd! Siz bize bir takım hadisler rivayet ediyorsunuz ama biz Kur’ân’da onların kaynağını bulamıyoruz?” dedi. Bunun üzerine İmrân (r.a) kızdı ve “Her kırk dirhemde bir dirhem, şu kadar koyunda bu kadar koyun, şu kadar devede bu kadar deve zekât vermek gerektiğini Kur’ân’da buluyor musunuz?” dedi. Adam “Hayır” cevabını verdi. İmrân (r.a) “Peki, kimden öğrendiniz bunları? Bizden öğrendiniz, biz de Nebiyyullah (s.a.v) Efendimiz’den öğrendik” dedi ve buna benzer başka misaller de zikretti.[16] Tâbiînden fıkıh ve hadis âlimi Eyyûb es-Sahtiyânî (ö. 131/749) şu hâdiseyi nakletmiştir: Bir şahıs, tâbiînin büyük muhaddislerinden Mutarrif bin Abdullah’a (ö. 95/713-14) “Bize sadece Kur’ân’da olanlardan bahsedin!” deyince Mutarrif “Vallâhi biz Kur’ân’ın yerine başka bir şey koymak arzusunda değiliz. Bilâkis Kur’ân’ı bizden daha iyi bilen zâtın (îzâhlarını öğrenmek) istiyoruz” dedi.[17] Yine o “Bir kişiye sünnetten bahsedildiğinde o «Bırak bunları, sen bize Kur’ân’dan haber ver!» (Diğer bir rivâyette) «Sen bize Kur’ân’la cevap ver!» derse bil ki o kişi kendisi sapıtmış olduğu gibi insanları da saptırmaktadır” demiştir.[18]

Bu çalışmada Kur’ân-Sünnet bütünlüğü açısından Kur’an Yolu Meâli incelenecektir. Söz konusu mealin âyetlere mâna verirken ve açıklama yaparken hadislerin ve sünnetin delalet ettiği manayı ne kadar dikkate aldığı araştırılacaktır. Bunu yaparken Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 2020 yılında Ankara’da neşredilen 8. baskı esas alınacaktır. Meali incelerken görülen ve önemli bulunan eksikler tespit edildikten sonra bunların nasıl tamamlanabileceğine dair teklifler de sunulacaktır. Öncelikle meal metni ele alınacak, ardından açıklamalar alt başlıklara ayrılarak incelenecektir.

1. Meal Metninde Sünnet ve Rivayetlerin Dikkate Alın(ma)masıyla İlgili İyileştirme Örnekleri

Kur’an Yolu Meâli’ne baktığımızda meal metninde sünnet ve hadislerde yapılan açıklamaların zaman zaman ihmal edildiği veya bunlardan farklı şeylerin tercih edildiği yerler göze çarpmaktadır. Bu gibi yerler üzerinde tekrar çalışılması ve düşünülmesi gerektiğini hatırlatmak istiyoruz. Zira meal ve tefsir yaparken son derece ihtiyatlı ve tedbirli davranmanın zarureti hususunda kimsenin şüphesi yoktur. Meal metninde anlamın sünnete uygun şekilde verilip farklı ihtimallerin açıklamada zikredilmesi en sağlam yoldur. Konuya örnek olması açısından şu tespitleri yapabiliriz:

֎ Fâtiha sûresi 7. âyette “gazaba uğramışlar” ve “dalalete sapmışlar” genel anlamda alınabilir. Ancak sünnette ifade edilen örneklerin de “yahûdiler gibi gazaba uğramış olanlar ve hristiyanlar gibi dalalete sapmışların yoluna değil” diye ifade edilmesi güzel olur. Nitekim Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: فَإِنَّ الْیَهُودَ مَغْضُوبٌ عَلَیْهِمْ وَإِنَّ النَّصَارَی ضُلَّالٌ-ضَالِّينَ “Yahudiler gazaba uğramış, mağdûbunaleyhim olmuşlar, nasârâ da sapıtmış, dalâlete düşmüşlerdir.”[19] Bu iki grup gazaba uğrayan ve dalâlete düşenlerin ya en hafif örnekleridir ki daha ağırlarından öncelikle sakınmak gerekir veya umûmî mânâya dâhildirler.[20] Kur’ân gazap ve dalâli hem umûmen tasrih etmiş,[21] hem de yahudiler için gazap,[22] hristiyanlar için de dalâlet[23] kelimelerini açıkça kullanmıştır. Her iki hâlde de bu örneklerin mealde zikredilmesi faydalı olur.

֎ el-Bakara sûresi 48 ve 123. âyetlerde “adl” kelimesine, “hiç kimsenin yerine başkası kabul edilmez” şeklinde meal verildiği görülmektedir. Kelimede bu anlam da olmakla birlikte rivayetlerde öncelikle ve çoğunlukla “fidye” mânâsı zikredilmektedir.[24]

֎ el-Bakara sûresi 143. âyetteki “iman”ın (وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُض۪يعَ ا۪يمَانَكُمْ) namaz anlamında olduğu ilgili hadislerle istidlal edilerek söylenmelidir.[25]

֎ el-Bakara sûresi 178. âyette “Ancak her kime, kardeşi tarafından bir şey bağışlanırsa artık ona hakkaniyetle uymalı ve diyeti ona güzellikle ödemelidir” ifadesi kapalı kalmaktadır. Buradaki “afv”ın, ilgili rivayetten hareketle “kısastan vazgeçip diyeti kabul etme” anlamında olduğu tasrih edilebilir.[26]

֎ el-Bakara 184. âyete şu açıklama konulmuştur: “Bizim tercüme ettiğimiz şekil ve katıldığımız manaya göre ya bünyesi veya içinde bulunduğu durum ve şartlar sebebiyle orucu zor tutan, oruç tutmakta zorlanan, devam ettiği takdirde hasta olmaktan veya mecbur olduğu işini yapamamaktan korkan kimseler oruç tutmak yerine her gün için bir fidye verebileceklerdir. İlgili kaynaklarda daha çok, yaşlılık yüzünden zayıf düşmüş kimselerle emzikli ve hâmile kadınlar «orucu tutmakta zorlananlar»a örnek olarak zikredilmiştir.”

Burada içinde bulunduğu durum ve şartlar sebebiyle orucu zor tutan ve mecbur olduğu işini yapamamaktan korkan kimselerin fidye verebileceği söyleniyor. Hâlbuki bunların şartları değişebilir, korkuları gidebilir ve orucu kaza etme ihtimalleri henüz yok olmamıştır. Fidye ise kaza ihtimali kalmayan kimseler içindir. İlgili rivayetler bizi âyeti bu şekilde anlamaya sevketmektedir.[27]

֎ el-Bakara 198 ve 199. âyetlerde “dalga dalga” ifadesi yerine “akın akın” demek daha akıcı ve yerinde olabilir.

֎ el-Bakara 223. âyette yer alan “ekenek” kelimesi Türkçede çok kullanılmayan bir kelimedir, onun yerine “tarla” ve “toprak” kelimeleri daha anlaşılır görünmektedir.

֎ el-Bakara 286. âyette yer alan “lehinde olanı da kendi kazandığıdır, aleyhinde olanı da kendi kazandığıdır” cümlesi “onun, yaptığı hayırlar lehine, işlediği şerler de aleyhinedir (kalbine gelen düşünce ve vesveselerden sorumlu tutulmaz)” şeklinde ifade edilebilir.[28]

֎ Âl-i İmrân sûresi 61. âyette geçen “Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım…” cümlesi “Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım, kendimiz de gelelim” şeklinde ifade edilse Türkçeye daha uygun olur.

֎ Âl-i İmrân sûresi 154. âyette yer alan “Bu işten bize ne?” cümlesi, “Bu işte bizim bir mesʻûliyetimiz var mı?” veya “Bu işte bize bir (zafer) var mı?” şeklinde ifade edilebilir.[29]

֎ Âl-i İmrân 161. âyetin mealinde yer alan “Hiçbir peygamber savaşanların hakkını zimmetine geçirmez” cümlesi “Hiçbir peygamberin ganimet malına ihanet etmesi düşünülemez” şeklinde ifade edilebilir.[30]

֎ Âl-i İmrân sûresi 190. âyette yer alan “gece ile gündüzün farklı oluşunda” ifadesi “gece ile gündüzün peş peşe gelişinde” diye tercüme edilebilir.[31]

֎ Âl-i İmrân sûresi 193. âyette yer alan “bize iyilerin ölümünü nasip et” tabirini “bizi iyiler safına kattıktan sonra canımızı al” şeklinde çevirebiliriz.[32]

֎ en-Nisâ sûresinin 4. âyetinde yer alan “Kadınlara mehirlerini borcunuzu öder gibi verin” cümlesi “Kadınlara mehirlerini gönül hoşluğuyla verin” şeklinde tercüme edilebilir. Açıklama kısmına da “Allah mehri kadınlara muayyen bir hak olarak vermiş, kocalara da bu farzı hediye veriyormuş gibi severek edâ etmelerini emretmiştir” cümlesi yazılabilir.[33]

֎ en-Nisâ sûresi 15-16. âyetlerin mealindeki “çirkin fiil” geniş anlamda düşünülerek yanlış anlaşılabilir. Açıklamada izah edilmekle birlikte meal metninde de parantez içinde ne olduğu belirtilse iyi olur.[34] Bu ve 25. âyetin açıklamalarından recmin kabul edilmediği anlaşılmaktadır. Rivayetlerde ise bu konuya genişçe yer verilmiştir. Dolayısıyla konunun tekrar gözden geçirilip tartışılması yerinde olur.

֎ en-Nisâ sûresinin 51. âyetindeki cibt ve tāğutu “putlara ve bâtıla” diye çevirmek yerine “putlara, sihre, kâhinlere ve şeytanlara” diye çevirmek veya tāğut kelimesini aynen kullanıp izahını açıklama kısmına havale etmek gerekir.[35]

֎ en-Nisâ sûresinin 63. âyetindeki “Onlar, kalplerindekini Allah’ın bildiği kimselerdir” ifadesi yanlış bir anlayışa imkân vermekte, okuyucu sanki -hâşa- kalplerindekini Allah’ın bilmediği kimseler de varmış gibi bir vehme kapılmaktadır. Bu sebeple âyeti “Allah onların kalplerindekini bilir” diye çevirmek daha güvenilir olabilir.[36]

֎ en-Nisâ sûresi 142. âyetteki “Allah’ı da pek az hatıra getirirler” cümlesini “Allah’ı da pek az zikrederler” diye çevirdikten sonra şöyle bir açıklama yapılabilir: Münafıklar gösteriş için namaz kıldıklarından, Allah’ı çok bile zikretseler bu az sayılmıştır. Burada bahsedilen zikir, rükû ve secdelerdeki tesbihler de olabilir. Münafıklar namaza isteksiz kalktıkları için rükû ve secdeleri hızlı yapar, tadil-i erkâna riayet etmez ve tesbîhâtı az yaparlar. Enes b. Mâlik (r.a) (ö. 93/711-12) âyetin tefsiri mâhiyetindeki şu hadis-i şerifi nakleder: “O münâfıkların namazıdır! O münâfıkların namazıdır! O münâfıkların namazıdır! Onlardan biri oturur, oturur, tam güneş sararıp batmaya yüz tutunca ve şeytanın iki boynuzu arasına girince kalkar, kuşun yem toplaması gibi hızlıca dört defâ yatıp kalkar, namazda da Allah’ı pek az zikreder.”[37]

֎ et-Tevbe sûresi 118. âyetin mealinde “geriye bırakılan (savaşa katılmayan) üç kişinin”ifadesini “(haklarındaki hüküm) geri bırakılan” diye düzeltmek gerekir. Zira hâdisenin kahramanlarından biri olan Kaʻb b. Mâlik (ö. 50/670) meseleyi şöyle açıklamıştır: “Allah Teâlâ’nın «geri bırakılan üç kişinin…» diye bahsettiği bu geri kalış, bizim savaştan geri kalmamız değildir; bu, Rasûlullah (s.a.v)’e gelip yemin ederek mâzeretleri olduğunu söyleyenlerin özürlerini Allah Rasûlü’nün kabul etmesi, bize yapacağı muameleyi ise geriye bırakması hâdisesidir.”[38]

֎ el-İsrâ sûresi 60. âyetin mealinde geçen “gösterdiğimiz o rüyâyı” ifadesini “gösterdiğimiz o şeyi” diye değiştirmek gerekir. Zira açıklamadaki “Rüya’dan maksat ise mi‘racdır” ifadesiyle birlikte düşünüldüğünde miʻrâcın rüyâda gerçekleştiği anlamı çıkabilir. Hâlbuki İbn Abbas (r.a) (ö. 68/687-88) bu kelimeyi, “O gözle görmektir, Rasûlullah (s.a.v)’e yürütüldüğü gece (İsrâ’da) gösterilen şeylerdir” diye açıklamıştır.[39]

֎ el-Ahzâb 25. âyetin mealindeki “Allah’ın desteği müminler için yeterlidir” ifadesi eksiktir, kıtâl kelimesi meale yansıtılmamıştır. “Allah savaş hususunda mü’minlere yardım etti, onlardan harbin sıkıntısını giderdi” şeklinde bir meal verildikten sonra dipnotta şu açıklama yapılabilir: Allah, Hendek’te mü’minlerin savaşmasına hâcet kalmadan düşmanı hezimete uğrattı ve bundan sonra Mekke’li müşrikler bir daha mü’minlere saldıramadılar. Bu âyet, Mekke’lilerle Müslümanlar arasındaki savaşın bittiğine işâret ediyordu. Nitekim bir sene geçmeden Hudeybiye Sulhu yapıldı, bundan iki sene sonra da Mekke-i Mükerreme savaşsız bir şekilde fethedildi.[40]

֎ Yâsîn 30. âyetin meali farklı mânaları ihtiva edebilecek şekilde verilebilir: “Yazıklar olsun o kullara, kendilerine gelen her peygamberi alaya almaları onlar için ne büyük bir pişmanlık olacak!”[41]

֎ el-İnfitâr 19. âyetin meali “O gün hiç kimsenin başkası için bir şey yapması elinden gelmez” yerine “O gün hiç kimse başkası için bir şey yapamaz” şeklinde olabilir.[42]

֎ el-Mutaffifîn 25-26. âyetlerin meali “Onlara mühürlenmiş, mührü de misk olan nefis bir içki sunulur” yerine “Onlara mühürlenmiş, sonunda da misk kokusu veren nefis bir içki sunulur” şeklinde olabilir.[43]

֎ el-Mutaffifîn 33. âyette yer alan “Oysa onlar, müminleri koruyup gözetmekle görevlendirilmiş değillerdi” cümlesi Hâlbuki onlar üzerine denetleyici olarak gönderilmiş değillerdi” şeklinde çevrilebilir.[44]

Bunlar meal metninden seçtiğimiz örneklerdir. Bütün meali rivayet tefsirleri ışığında gözden geçirip sağlam yollarla gelen ve ihticâca uygun olan rivayetlerde bildirilen mânaları tercih etmek gerekir.

2. Açıklamalar Kısmında Sünnet ve Rivayetlerin Dikkate Alın(ma)masıyla İlgili İyileştirme Örnekleri

Kur’an Yolu Meâli’nin açıklama kısmını dört başlık altında inceleyerek, sünnet ve hadislerin delalet ettiği ve öncelik verilmesi gerektiği hâlde ihmal edilen mânalara dikkat çekeceğiz.

2.1. Sûre Girişlerine Konulabilecek Açıklamalar

Kur’an Yolu Meâli’nin sûre girişlerine konulan açıklamalarda genel olarak sûrenin faziletini ve iniş sebebini bildiren sahih rivayetlere çok fazla yer verilmediği görülmektedir. Daha çok halk tarafından okunan bir mealin sûre girişlerinde bu rivayetler zikredilirse sûreyi okumaya teşvik olduğu gibi Kur’ân’ın gönüllerde yüceltilmesine de vesile olunur. Konuyla ilgili olarak şu örnekleri zikredebiliriz:

֎ el-Bakara suresinin girişinde genel olarak sûrenin faziletinden bahseden sahih rivayetlere yer vermek anlamlı olacaktır. Bu rivayetlerin bir kısmı şöyledir: Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Evlerinizi kabirlere çevirmeyiniz. Şüphesiz şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden kaçar.”[45] “Kıyamet günü Kur’ân ve onunla amel eden Kur’ân ehli (mahşer yerine) getirilirler. Bu sırada Kur’ân’ın önünde Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri vardır. Sanki onlar iki bulut gibidirler veya iki siyah gölgelik gibidirler ki aralarında bir nûr parlar veya sanki onlar kanatlarını açmış iki sürü kuş gibidirler. Kendilerini okuyan insanları müdâfaa ederler.”[46] “Bu sûre, neredeyse dînin tamamını ihtivâ eder.”[47]

֎ el-Münâfikûn sûresinin sebeb-i nüzûlü giriş kısmında zikredilebilir: Zeyd b. Erkam (ö. 68/688) şöyle anlatır: “Ben bir gazâda bulundum. Orada (münafıkların başı) Abdullah b. Übeyy’in (ö. 9/631) «Rasûlullah’ın yanındakilere infakta bulunmayın ki etrafından dağılıp gitsinler! Medine’ye bir dönelim izzet ve kuvvet sahibi olan, zelîl ve zayıf olanı mutlaka oradan çıkaracaktır!» dediğini işittim. Bunu amcama veya Hz. Ömer’e söyledim, o da Nebiyy-i Ekrem’e nakletti. Rasûlullah (s.a.v) beni çağırıp sorunca hâdiseyi olduğu gibi anlattım. Rasûlullah (s.a.v) bu sefer Abdullah b. Übeyy ile adamlarına haber gönderdi. Onlar geldiler ve böyle bir şey söylemediklerine dâir yemin ettiler. Rasûlullah (s.a.v) de beni yalanlayıp onu tasdik etti. Öyle bir kederlendim ve dertlendim ki böylesini daha evvel hiç yaşamamıştım. Eve kapandım, amcam da bana «Rasûlullah (s.a.v)’in seni yalan­lamasına ve sana öfkelenmesine sebep olan bu işi neden yaptın?» dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak «Münafıklar sana geldikleri zaman…» diye başlayan Münâfıkûn sûresini inzâl buyurdu. Rasûlullah (s.a.v) bana haber gönderdi. Huzûr-i âlîlerine vardığımda bu sûreyi oku­du ve «Allah teâlâ seni tasdik etti ey Zeyd!» buyurdu.”[48]

Bunlar ilk anda dikkat çeken örneklerdir. Diğer sûre başlarında da bu şekilde fazilete ve sebeb-i nüzûle dair sahih rivayetler konulabilir.

2.2. Dipnotlara Konulabilecek Açıklamalar

Kur’an Yolu Meâli’nde dipnotlarda bol miktarda açıklama yer almaktadır. Bunların da öncelikle sünnet ve hadisler istikametinde olması gerektiği hâlde bazen rivayetlerin hiç dikkate alınmadığı, bazen de onlara muhalif görüşlerin zikredildiği görülmektedir. Şimdi misal kabilinden bir kısmını burada zikredelim.

֎ Besmele’nin mealine düşülen notta besmeleyle ilgili hadislere ve pratik uygulamaya işaret etmek yerinde olur. Çünkü bir müslümanın hayatında besmele ilk sıralarda yer almakta ve o her anını besmeleyle yaşamaktadır. Meselâ Rasûlullah (s.a.v)’in yemeye içmeye besmeleyle başlamayı ve eve besmeleyle girmeyi emrettiği söylenmelidir.[49]

֎ Fâtiha sûresi 2. âyette hamdin faziletine temas etmek gerekir. Rasûlullah (s.a.v) hamdin sözlerin en üstünü olduğunu bildirmiş[50] ve şöyle buyurmuştur: “Allah’a sözlerin en sevgilisi dört tanedir: Sübhânallâh, el-hamdü lillah, lâ ilâhe illallah, Allahu ekber. Hangisiyle başlasan sana zarar vermez.”[51] “‘Elhamdülillah’ demek mizanı, ‘Sübhânallahi ve’l-hamdülillâhi’ sözü ise göklerle yer arasını sevapla doldurur.”[52]

֎ Fâtiha sûresi 3. âyetin mealinde Allah’ın rahmet sıfatı şu rivayetle açıklanabilir: “Allah teâlâ’nın yüz rahmeti vardır. Bunlardan birini insanlar, cinler, hayvanlar ve böcekler arasına indirmiştir. Onlar bu sebeple birbirlerini sever ve birbirlerine acırlar. Yabani hayvan, yavrusuna bu sebeple şefkat gösterir. Allah, geri kalan doksan dokuz rahmeti kıyamet günü kullarına merhamet etmek için yanında alıkoymuştur.”[53]

֎ Fâtiha sûresi 4. âyetin açıklamasına şu hadis-i şerif konulabilir: “Kıyâmet günü Allah teâlâ yeryüzünü avucuna alacak, gökleri sağ eliyle dürüp katlayacak ve «Hükümdar benim, nerede yeryüzünün hükümdarları?» buyuracaktır.”[54]

֎ el-Bakara sûresinin 22. âyetinin açıklamasına şu rivayet konulabilir: Allah katında günahların en büyüğünün hangisi olduğu sorusuna Rasûlullah (s.a.v) “Seni Allah yarattığı hâlde bir başkasını O’na denk tutmandır” diye cevap vermiştir.[55]

֎ el-Bakara sûresinin 28. âyetinin açıklamasına şu kudsî hadis konulabilir: “Hiç hakkı olmadığı hâlde insanoğlu beni yalanlamaya kalktı, hiç hakkı olmadığı hâlde bana hakaret etti. Beni yalanlamaya kalkması, kendisini yeniden diriltip aynen yaratamayacağımı ileri sürmesidir. Bana olan hakareti de yüce zâtıma oğul izafe etmesidir. Bir eş veya oğul edinmek gibi insânî sıfatlardan kendimi tenzih ederim.”[56]

֎ el-Bakara sûresi 59. âyeti şu rivayetle açıklamak mümkündür: İsrail oğulları şehre arkaları üstü sürünerek girdiler ve kendilerine söylemeleri emredilen sözü değiştirerek “hıttatün (veya: hıntatün) habbetün fî şaʻaratin” dediler.[57]

֎ el-Bakara 223. âyetin açıklamasında cinsî münasebet esnasında her türlü pozisyonun serbest olduğu ancak ilişkinin sadece dişilik organından kurulması gerektiği açıkça ifade edilmelidir.[58] Zira günümüzde sapık ilişkiler iyice artmış ve bu insanlara normal gösterilmeye çalışılmaktadır. Âyetten kesinlikle anal ilişkinin anlaşılamayacağı vurgulanmalı, Kur’ân’ın ilk ve asıl müfessiri olan Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) bunu şiddetle yasakladığı, böyle yapanların lânetleneceğini ve kıyamet günü Allah teâlâ’nın onların yüzüne bakmayacağını haber verdiği hatırlatılmalıdır.[59] Bu âyetin açıklamasında şu duanın zikredilmesi de yerinde olur: Nebî (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Biriniz hanımıyla cinsî münâsebette bulunacağı zaman:

بِاسْمِ اللهِ، اَللّٰهُمَّ جَنِّبْنَا الشَّيْطَانَ وَجَنِّبِ الشَّيْطَانَ مَا رَزَقْتَنَا

«Allah’ın ismiyle… Allah’ım, bizi şeytandan uzaklaştır ve şeytanı bize lûtfedeceğin yavrumuzdan uzaklaştır!» diye dua eder ve bu münâsebetten kendilerine bir evlâd ihsân edilirse, şeytan o yavruya zarar veremez.”[60]

֎ el-Bakara 275. âyette Allah’ın faizi haram, alışverişi ise helâl kıldığı beyan ediliyor. Allah Rasûlü (s.a.v) bunu tefsir ederek, şarap ticaretinin bundan istisnâ edildiğini haber vermiştir. Yani alışveriş helal kılınmıştır ama her alışveriş değil, haram olan şeylerin alışverişi helal değildir. Hz. Âişe (ö. 58/678) şöyle der: “Bakara sûresinin son âyetleri indiği zaman, Nebî (s.a.v) mescide çıktı ve «Şarap ile alâkalı ticaret yapmak haram kılındı!» buyurdu.”[61] “Bakara sûresinin (sonlarındaki) fâiz âyetleri nâzil olduğu vakit Nebî (s.a.v) mescide çıktı ve bu âyetleri insanlara okuyup sonra şarap ticaretini haram kıldı.”[62]

֎ Âl-i İmrân sûresi 64. âyetin açıklamasındaki “ulûhiyet birliği”, rubûbiyet birliği” ayrımını tekrar gözden geçirmek gerekir.

֎ Âl-i İmrân sûresi 77. âyetin açıklamasında şu rivayetlere yer vermek uygun olur: Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) bir defasında “Üç sınıf insan vardır ki kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, yüzlerine bakmaz, onları temize çıkarmaz, hem de onlar için elîm (can yakıcı) bir azap vardır” buyurdu ve bu sözünü üç kere tekrarladı. Ebû Zer (r.a) (ö. 32/653) “O hâlde bu kimseler tam bir mahrumiyete ve hüsrana uğramışlardır, onlar kimlerdir ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordu. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) de “Elbisesini kibirle yerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek ticaret malını iyi bir fiyata satmaya çalışandır” cevabını verdi.[63]

Tâbiînin muhaddislerinden Abdullah b. Ebî Müleyke (ö. 117/735) şöyle anlatır: İki kadın bir evde veya bir hücrede deri dikerlerdi. Bunlardan birisi avucuna biz batırılmış olarak dışarı çıktı ve öbür kadın aleyhine davada bulundu. Dava İbn Abbâs’a arz olundu. İbn Abbas (r.a): “Rasûlullah (s.a.v) «Eğer herkese iddiasına göre (delilsiz, şâhidsiz) istediği verilecek olsaydı, insanların malları ve kanları zâyi olup giderdi» buyurdu. O kadına Allah adına yalan yere yemîn etmenin fenalığını hatırlatınız ve (bahis konusu) âyeti de kendisine okuyunuz” dedi. Kadına bunları hatırlattıklarında suçunu itiraf etti. İbn Abbas “Nebî (s.a.v) «Yemîn davalıya düşer» buyurdu” dedi.[64]

֎ Âl-i İmrân sûresi 93. âyetin açıklamasında yahûdîlerin Tevrat’ta bulunan recm gibi bazı ahkâmı gizlediklerine temas edilebilir.[65]

֎ Âl-i İmrân sûresi 110. âyetin açıklamasında tebliğ ve cihad arasındaki kuvvetli bağa işaret edilebilir. Bunu Ebû Hüreyre şöyle ifade etmiştir: “Siz insanlara insanların en hayırlısı oldunuz. Onları boyunlarında zincirlerle getirir, İslâm’a girmelerini sağlarsınız.”[66] Yani İslâm’ı tebliğ eder, bu yolda karşınıza çıkan düşmanlarla kahramanca savaşır, onlardan esirler alır, getirip bunlara İslâm’ı, yaşantınız ve ahlâkınızla en güzel şekilde tanıtır ve müslüman olmalarına, böylece ebedî cenneti kazanmalarına vesile olursunuz. İşte insana yapılabilecek en büyük hayır budur.

֎ Âl-i İmrân sûresi 180. âyetin açıklamasında şu rivayet zikredilirse mânâ daha açık hâle gelir: Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Bir kimseye Allah teâlâ mal verir, o da zekâtını ödemezse, bu mal kıyamet günü oldukça zehirli büyük bir yılan hâlinde karşısına çıkarılır. Yanaklarının üzerinde (gazap ve zehrinin şiddetini gösteren) iki siyah nokta vardır. O gün bu azgın yılan, mal sahibinin boynuna dolanıp (ağzını kapatacak şekilde) iki yanağından şiddetle ısırır ve «Ben senin (dünyada çok sevdiğin) malınım, ben senin hazînenim!» der.” Rasûlullah (s.a.v) bu sözlerine delil olarak (bahis konusu) âyet-i kerimeyi okudu.[67]

֎ Âl-i İmrân sûresi 191. âyetinin açıklamasında zikir ve tefekkürün nasıl olması gerektiğini gösteren nebevî örnekler zikredilebilir: Hz. Âişe şöyle anlatır: “Bir gece Rasûlullah (s.a.v) bana «Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibâdet ederek geçireyim» dedi. Ben de «Vallâhi seninle beraber olmayı çok severim, ancak seni sevindiren şeyi daha çok severim» dedim. Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam ıslandı. O bu hâldeyken Hz. Bilâl namaza çağırmaya geldi. Ağladığını görünce «Yâ Rasûlallâh! Allah teâlâ sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı affettiği hâlde niçin ağlıyorsunuz?» dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v) «Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallahi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onları okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» buyurdu ve Âl-i İmrân sûresi 190-191. âyetleri okudu.[68]

İbn Abbas (r.a), 10 yaşlarında bir çocukken Hz. Peygamber’in teheccüd namazını öğrenmek için teyzesi Meymûne vâlidemizin (ö. 51/671) odasında kalmıştı. Hâdisenin devamını kendisi şöyle anlatır: “Gece teyzem Meymûne’nin odasında kaldım. Rasûlullah (s.a.v) âilesiyle bir müddet sohbet ettikten sonra uyudu. Gecenin son üçte biri olunca kalktı, semâya baktı ve 190. âyeti okudu…”[69] Diğer bir rivâyette de şu ifâdeler yer alır: “…Gecenin yarısı olunca veya ondan az önce ya da az sonra olunca Rasûlullah (s.a.v) uyandı. Oturup elleriyle yüzünden uykuyu sildi. Âl-i İmran sûresinin son 10 âyetini okudu. Daha sonra kalkıp su kırbasına yöneldi ve güzelce abdest aldı…”[70] Peygamber Efendimiz’in bu âyetleri seherde okumayı âdet edinmesi, tefekkürün en güzel o vakitte yapılacağını göstermektedir.

֎ en-Nisâ sûresinin 11. âyetine açıklama konularak Arapların o günkü uygulamalarına ve bunun tashihi için getirilen çözümlere temas edilebilir. Teaddüd-i zevcâtın zulme maruz kalan yetim kızları kurtarmak için bir yol olarak gösterildiği, bunun da ancak belli hukūka riayetle yapılabileceği izah edilebilir.[71]

֎ en-Nisâ sûresinin 11 ve 12. âyetlerine şöyle bir not düşülebilir: Âyetlerde önce vasiyet, sonra borç zikredilir. Hadise göre ise vefat eden kişinin malından evvelâ techiz işlemleri yapılır, sonra borcu ödenir, sonra da vasiyeti yerine getirilir.[72] Âyet-i kerîmede vasiyetin önce zikredilmesi, insanların vasiyeti ihmal etmeleri sebebiyledir, insanların vasiyete ihtimam göstermeleri için dikkatler ona çekilmiştir, yoksa burada tertip bildirilmemiştir. Borcun ise talipleri vardır ve onlar haklarını sıkı sıkıya takip ederler. Burada sünnet, Kur’ân’ı tefsir etmiş ve âyetle nasıl amel edileceğini göstermiştir.

֎ el-Mâide sûresinin 33. âyetinde “yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanlar” ifadesini sünnetten örneklerle net bir şekilde açıklamak gerekir.[73] Aksi takdirde bazı insanlar “bozgunculuk çıkarma” mefhumunun içini kendi düşüncelerine göre doldurup insanlar hakkında haksız hükümler vermeye kalkabilirler.

֎ el-Mâide sûresinin 117. âyetinin açıklaması, Nüzûl-i İsa ile ilgili tevatür derecesine varan rivayetler[74] dikkate alınarak tekrar gözden geçirilmelidir.

֎ el-Enʻâm sûresi 146. âyetin açıklamasına şu rivayetin konulması bir müslümanın haramlar karşısında takınması gereken tavrı anlamaya yardımcı olur: Nebî (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Allah Yahûdîlere lanet etsin! Allah onlara hayvanın iç yağlarını haram kılınca o yağları eritip satarak bedelini yediler.”[75]

֎ el-Enʻâm sûresi 158. âyetin mealinde geçen “Rabbinden bazı işaretler geldiği gün” ifadesi şu rivayetle açıklığa kavuşturulabilir: Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Güneş battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmayacaktır. İnsanlar onu gördükleri zaman yeryüzünde kim varsa îmân eder. İşte bu «Daha evvel îmân etmiş olmayan kimseye îmânının fayda vermeyeceği» andır.”[76]

֎ el-Aʻrâf sûresi 33. âyetin açıklamasına şu hadis-i şerif konulabilir: Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Mü’minleri Allah’tan ziyâde fenalıklardan koruyan (kıskanan) bir kim­se yoktur. Bu sebeple açık gizli bütün çirkin işleri haram kılmıştır…”[77]

֎ el-Aʻrâf sûresi 199. âyetin açıklamasına şu rivayet konulabilir: Bu âyet-i kerîme nâzil olduğunda Rasûlullâh (s.a.v): “Ey Cibrîl, bu âyet-i kerîmeden kastedilen nedir?” diye sordu. Cebrâîl (a.s): “Ben de bilmiyorum, hakīkī Âlim’e yani Rabbime sorayım” dedi. Bir müddet sonra gelip şöyle buyurdu: “Ey Muhammed! Allah teâlâ sana şunları emrediyor: 1) Seninle akrabalık bağını kesene sen sıla-i rahimde bulun, onunla bağlantı kur, ona elinden gelen iyiliği yap. 2) Sana vermeyene sen ver. 3) Sana zulmedeni sen affet!”[78]

“Cahillerden yüz çevirme”ye de şu rivayet güzel bir örnektir: Abdullah b. Abbas (r.a) şöyle anlatır: Uyeyne b. Hısn (ö. 30/650 [?]) Medine’ye geldi ve sahabeden olan yeğeni Hur b. Kays’a (ö. ?) misâfir oldu. Hur, Hz. Ömer’in istişare heyetinde idi, zaten genç yaşlı bütün âlimler (kurrâ) Hz. Ömer’in danışma meclisinde bulunurlardı. Bu sebeple Uyeyne, Hur b. Kays’a “Yeğenim, senin devlet başkanının yanında itibarın yüksektir, beni onunla görüştür!” dedi. Hur (r.a) Hz. Ömer’den izin aldı. Uyeyne Hz. Ömer’in yanına girince “Ey Hattâb oğlu! Allah’a yemin ederim ki bize fazla bir şey vermiyorsun, aramızda adâletle de hükmetmiyorsun!” dedi. Ömer (r.a) hiddetlenerek Uyeyne’ye ceza vermek istedi. Bunu hisseden Hur “Ey mü’minlerin emiri! Allah Peygamberine «Af yolunu tut, iyiliği emret, câhillerden yüz çevir!»[79] buyuruyor, benim amcam da câhillerdendir” dedi. Allah’a yemin ederim ki Hur bu âyeti okuyunca Ömer (r.a) olduğu yerde kalakaldı, Uyeyne’yi cezalandırmaktan derhâl vazgeçti. Zaten Hz. Ömer Allah’ın koyduğu sınırlara son derece riayet eden biri idi.[80]

֎ el-Enfâl sûresi 24. âyette geçen “hayat verecek şeyler”i açıklar mâhiyette şu rivayete yer verilebilir: Ebû Saîd ibnü’l-Muallâ (r.a) şöyle anlatır: Ben na­maz kılıyordum. Rasûlullah (s.a.v) yanıma uğradı ve beni çağırdı. Ben hemen yanına gitmedim, namazı kılıp öyle yanına vardım. Rasûlullah (s.a.v) “Gelmene mâni ne idi, Allah teâlâ «Ey iman edenler! Sizi hayat verecek şeylere çağırdıklarında Allah ve Rasûlünün çağrısına uyun…»[81] buyurmuyor mu?” dedi. Sonra “Mescidden çıkmadan önce sana Kur’ân’daki en büyük sûreyi öğreteceğim” buyurdu. Rasûlullah (s.a.v) çıkmak üzere kapıya doğru yöneldi. Ben de kendisine az önceki sözünü hatırlattım. Efendimiz (s.a.v) “O sûre el-Hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn’dir, namazda tek­rar tekrar okunan yedi âyettir” buyurdu.[82]

֎ el-Enfâl sûresi 39. âyetteki “fitne”nin daha iyi anlaşılmasını sağlayacak olan şu rivayetler açıklama kısmında özetlenebilir: (Abdullah b. Zübeyr [ö. 73/692] ile Yezîd b. Muâviye (ö. 64/683) arasındaki harbin devam ettiği günlerde) Abdullah b. Ömer’e (ö. 73/693) bir adam gelerek “Ey Ebû Abdurrahmân! Allah’ın kitabında zikrettiği şu âyeti işitmiyor musun: «Eğer mü’minlerden iki zümre birbiriyle savaşırlarsa aralarını bulup barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecâvüz ediyorsa, siz o tecâvüz edenle, Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın…»[83] Allah’ın kitabında zikrettiği gibi savaşmaktan seni men eden nedir?” diye sordu. İbn Ömer (r.a) “Ey kardeşim oğlu! Okuduğun âyeti delil edinip harp etmektense Allah teâlâ’nın şu sözünü delil ittihaz edip savaşmamak bana daha sevimlidir: «Kim bir mü’mini kasten öldürürse cezası, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir…»[84]” dedi. İbn Ömer’in bu sözü üzerine o hâricî zât “Şübhesiz ki Allah «Fitne kalmayıncaya ve din tamamıyla Allah’ın oluncaya kadar onlarla muharebe edin…» buyuruyor” dedi. İbn Ömer de “Biz Rasûlullah (s.a.v) zamanında müslümanlar henüz az iken o harbi müşriklere karşı yaptık. O zaman kişi dîni hususunda fitneye uğratılıyor, ya onu öldürüyorlar veya sımsıkı bağlıyorlardı. Nihayet İslâm kuvvetlendi ve artık fitne kalmadı” dedi…[85]

Tâbiînin muhaddis ve müfessirlerinden Saîd b. Cübeyr (ö. 94/713 [?]) şöyle der: İbn Ömer yanımıza gelmişti. O sırada biri ona “Fitne kalmayıncaya kadar yapılması gereken savaşla ilgili ne düşünüyorsun?” diye sordu. İbn Ömer (r.a) “Fitnenin ne olduğunu biliyor musun? Muhammed (s.a.v) müşriklerle harp ederdi. Müşriklerle savaşmak, fitneyi (ve müşriklerin baskısını kaldırmak) içindi, yoksa sizin yaptığınız gibi meliklik ve saltanat üzerine açılmış bir savaş değildi” diye cevap verdi.[86]

֎ et-Tevbe sûresi 79. âyetin açıklamasında ashâbın bazı infak örnekleri zikredilerek meal daha anlaşılır hâle getirilebilir: Ebû Mesʻûd el-Ensârî (ö. 42/662 [?]) şöyle der: “Rasûlullah (s.a.v) sadaka vermeyi emrederdi de bizden biri çalışıp didinir ve nihayetinde bir müdd (bir avuç) sadaka getirirdi. Bugün ise onlardan birinin yüz binlik (dirhem veya dînâr) serveti var.”[87]

֎ et-Tevbe sûresi 118. âyetin açıklamasında geçen “sıhhî ve malî durumları elverişli olduğu halde Tebük Seferi’ne katılmayan, bundan pişmanlık duymakla beraber hatalarını itiraf edip süratle tövbeye yönelmeyen üç kişiye” ifadesini düzeltip “sıhhî ve malî durumları elverişli olduğu halde Tebük Seferi’ne katılmayan, bundan derhal pişmanlık duymakla birlikte dürüst davranıp herhangi bir mazeret ileri sürmeyen ve bu sebeple affedilmeleri biraz geciktirilen üç kişiye” şeklinde yapmak rivayetlerin verdiği bilgiye daha uygundur.[88]

֎ Yûnus sûresi 26. âyetin açıklamasında, âyette zikredilen “ziyâde” kelimesinin Allah’ın mağfireti, rızâsı ve cemâlini seyretmek gibi nimetlerle tefsir edildiği söylenebilir.[89]

֎ Hûd sûresi 18. âyete şu açıklama yapılabilir: Allah bazı kullarını gizlice hesaba çekerken bazı kullarını da herkesin huzurunda hesaba çekecektir ki bunun kâfirler için büyük bir mahcûbiyete sebep olacağı âşikârdır. Rasûlullah (s.a.v) Necvâ hadîsinde şöyle anlatır: “Muhakkak ki Allah teâlâ kıyâmet günü mü’mini yaklaştırır, üzerine perdesini indirerek onu örter (ve hiç kimsenin görmediği bir vaziyette tek başına hesâba çeker) «Filân günahı biliyor musun, falan gü­nahı biliyor musun?» diye sorar. Mü’min de «Evet biliyorum, biliyorum ey Rabbim!» der. Bu şekilde günahlarını ikrâr edip artık kesinlikle helâk olacağına kanaat getirdiği bir anda Allah teâlâ «Onları dünyada gizlemiştim, bugün de senin için hepsini mağfiret ediyorum!» buyurur ve mü’mine hasenat defteri verilir. Kâfirlere ve münâfıklara gelince şahitler onlar hakkında herkesin içinde «İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir, derler. Bilin ki Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerinedir!»[90][91]

֎ Hûd sûresi 102. âyete şu açıklama yapılabilir: Rasûlullah (s.a.v) “Allah zâlime mühlet verir, sonunda onu yakaladı mı cezasını tam olarak vermeden bırakmaz” buyurmuş ve bu âyeti okumuştur.[92]

֎ Yûsuf sûresi 36. âyete şöyle bir açıklama konulabilir: Yûsuf (a.s)’ın şu vasıfları sebebiyle muhsinlerden olduğu da söylenmiştir: O, dara düşmüş birini görürse onun sıkıntısını giderip rahatlatır, hasta birini görürse hizmetini görür, muhtaç birini görürse imkânı olanlardan onun için ister, bir şeyler toplayarak ihtiyacını giderirdi.[93]

֎ İbrâhim sûresi 27. âyete şu açıklama ilave edilebilir: Rasûlullah (s.a.v) “Mü’min, kabrinde (hesâba çekilmek üzere) oturtulduğunda melekler yanına gelir. Sonra o mü’min Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet eder. İşte bu hâl Allah teâlâ’nın şu kavl-i şerîfinde bahsedilen durumdur” buyurmuş ve bu âyeti okumuştur.[94]

֎ el-Hıcr sûresi 91-92. âyetlere şu açıklama yazılabilir: İbn Abbas âyette bahsedilenlerin ehl-i kitap olduğunu ve bunların Kur’ân’ı kısım kısım ayırıp bir kısmına inandıklarını, diğer kısmını ise inkâr ettiklerini söylemiştir.[95]

֎ en-Nahl sûresi 70. âyetin açıklamasına şu bilgiler ilave edilebilir: Ömrün en düşkün çağına “erzelü’l-ömr” denir. Rasûlullah (s.a.v) erzel-i ömre kalmaktan Allah’a sığınmıştır.[96]

֎ el-İsrâ sûresi 16. âyetin muhtemil olduğu diğer anlamlara açıklama kısmında işaret edilebilir. Abdullah b. Mesʻûd “Biz câhiliye devrinde bir kabilenin nüfusu çoğaldığı vakit أَمِرَ بَنُو فُلاَنٍ derdik” demiştir.[97] Buna göre âyete “oranın şımarıklarının çoğalmasına müsaade ederiz” gibi bir anlam da verilebilir. Şımarıkların sayıları ve malları çoğalırsa, bu durum toplumun helâkine sebep olabilir. Emmernâ kıraati ise “şımarıklarına idareci olma imkânı veririz” anlamına gelir. Bu da şımarıkların idareci yapılmasındaki içtimâî zarara işaret eder.[98]

֎ el-İsrâ sûresi 78. âyette geçen “sabah namazı şahitlidir” ifadesi açıklanmalıdır. “Gece melekleriyle gündüz melekleri sabah namazında toplanırlar” hadisi[99] bunu izah ediyor olabilir.

֎ el-İsrâ sûresi 110. âyetin açıklamasına şu cümle ilâve edilebilir: “sesini fazla da kısma ki ashâbın rahatlıkla işitebilsinler”[100].

֎ el-Kehf sûresi 59. âyete konulan dipnotun, 60. âyete kaydırılması gerekmektedir.

֎ Meryem sûresi 18. âyete şu açıklama yapılabilir: Hz. Meryem, takvâ sâhibi kimsenin, insanı kötülüklerden alıkoyan bir akla sahip olacağını bildiğinden dolayı “Beni senden koruması için çok esirgeyici olan Allah’a sığınıyorum! Eğer Allah’tan sakınan bir kimse isen (bana dokunma)” dedi.[101]

֎ Meryem sûresi 39. âyete şu açıklama veya özeti ilave edilebilir: Rasûlullah (s.a.v) o günkü pişmanlık ânını şöyle tasvir etmiştir: “Kıyâmet günü ölüm alaca bir koç sûretinde getirilip cennetle cehennem arasında durdurulur. Sonra «Ey cennet ehli bunu tanıyor musunuz?» diye sorulur. Onlar da başlarını uzatıp baktıktan sonra «Evet bu ölümdür!» derler. Sonra «Ey cehennem halkı bunu tanıyor musunuz?» denilir. Onlar da başlarını uzatıp bakarlar ve «Evet bu ölümdür!» derler. Bunun üzerine emredilir ve ölüm kesilir. Sonra da «Ey cennet ehli, ebediyet üzeresiniz, artık ölüm yok! Ey cehennem halkı ebediyet üzeresiniz, artık ölüm yok!» denilir.” Bundan sonra Rasûlullah (s.a.v) bu âyeti okurken bir taraftan da eliyle dünyaya işaret ediyordu.[102]

֎ el-Enbiyâ 47. âyetin açıklamasında şu rivayet zikredilebilir: Muhaddis ve fakih tâbiî İbrahim en-Nehaî (ö. 96/714) bu âyet hakkında şu rivayeti nakletmiştir: Bir adam getirilip amelleri tartılır ve hasenâtı hafif gelir. O esnada bulut gibi bir şey getirilip mizana konulduğunda hasenâtı ağır basar. O şahıs “Yâ Rabbi bu nedir?” diye sorar. Ona “Bu senin öğrenip insanlara öğrettiğin ve onların da senden sonra kendisiyle amel ettikleri ilmindir” diye cevap verilir. Diğer bir rivayete göre “Bu senin öğrettiğin ve senden sonrakilerin kendisiyle amel ettiği hayırdır” denir.[103]

֎ el-Enbiyâ 104. âyetin açıklamasına şu cümle de ilave edilebilir: Bu âyet insanın öldükten sonra anasından doğduğu hâl üzere tekrar diriltileceğini de ifade etmektedir.[104]

֎ el-Hac 19. âyete şu açıklama yapılabilir: “Burada bahsedilen iki taraf Bedir’de karşı karşıya gelen mübârizlerdir.”[105]

֎ en-Nûr sûresi 2. âyetin açıklamasında yer alan son cümle kaldırılsa iyi olur. Açıklamaya şu rivayet de eklenebilir: Sahâbî Ubâde b. Sâmit (ö. 34/654) şöyle der: “Hz. Peygamber’e vahy indirildiği zaman onun ağırlığını hisseder ve mübarek yüzünün rengi atardı. Bir gün kendisine vahy indirildi de yine aynı şeyler oldu. Bu hâl üzerinden kalkınca «Benden öğrenin! Allah o kadınlara (çıkar) bir yol halk etti. Evli ile evli, bekârla bekâr!.. Evliye yüz sopa, sonra taşlarla recim! Bekâra yüz sopa, sonra bir sene sürgün!..» buyurdu.[106]

֎ el-Furkān sûresi 74. âyetin açıklamasına şu rivayet eklenebilir: Meşhur tâbiî âlim Hasan Basrî (ö. 110/728) şöyle demiştir: “Bu âyet-i kerîme «Bize Allah’a itaat yolunda bulunan zevceler ve nesiller ver!» demektir. Zira mü’mini, sevdiği kişiyi Allâh’a tâat üzere görmekten daha fazla sevindiren ve gözünü aydın eden başka bir şey yoktur.”[107] وَمَا شَيْءٌ أَقَرَّ لِعَيْنِ الْمُؤْمِنِ مِنْ أَنْ يَرَى حَبِيبَهُ فِي طَاعَةِ اللهِ

֎ es-Secde sûresi 17. âyetin açıklamasına şu hadis-i kudsî yazılabilir: “Allah Teâlâ «Ben sâlih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir insanın hatır ve hayal edemediği nimetler hazırladım» buyurdu.”[108]

֎ el-Ahzâb sûresi 6. âyetin açıklamasına şu hadis-i şerif yazılabilir: Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Ben her mü’mine, mutlaka, dünya ve âhirette insanların en yakınıyım. Dilerseniz «O Peygamber mü’minlere öz nefislerinden daha evlâdır/yakındır…»[109] âyetini okuyun. Hangi mü’min vefat eder de geride bir mal bırakırsa vârisleri onu alsınlar. Borç veya bakıma muhtaç birini bırakırsa o da bana gelsin, ben onun mevlâsıyım (himâye ve yardım edicisiyim).”[110]

֎ el-Ahzâb sûresi 9. âyete şu açıklama yapılabilir: Âyetteki bu ilâhî emir sebebiyle Rasûlullah (s.a.v) gazvelerden, hacdan ve umreden dönerken Allah teâlâ’nın bu nimetlerini hep zikretmiş ve:

لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ وَحْدَه أَنْجَزَ وَعْدَه وَنَصَرَ عَبْدَه وَاَعَزَّ جُنْدَه وَهَزَمَ اْلأَحْزَابَ وَحْدَه

“Allah’tan başka hiçbir ilâh ve mâbud yoktur, yalnız O vardır; vaʻdini gerçekleştirmiş, kuluna yardım etmiş, ordusunu aziz kılmış ve müslümanlara karşı toplanmış olan kabîleleri tek başına bozguna uğratmıştır” buyurmuştur.[111]

֎ el-Hucurât sûresi 2. âyetin açıklamasına şu hâdise yazılabilir: Bu âyet nâzil olduğunda Sâbit b. Kays (ö. 12/633) evinde oturup ağlamaya başladı. Rasûlullah (s.a.v) onu bir müddet göremeyince sordu. Bir sahâbî “Ey Allâh’ın Rasûlü ben onun yerini biliyorum!” dedi ve gidip evinde oturmuş, başı önünde ağlıyor vaziyette buldu. “Neyin var?” diye sordu. O da “Şer var! Sesim Rasûlullah’ın sesinin üstüne çıkıyordu, bütün amelim boşa gitti, cehennemlik oldum” dedi. Sahâbî Rasûlullah’a gelerek Sâbit’in sözlerini haber verdi. Rasûlullah (s.a.v) “Ona git ve söyle, sen cehennemlik değil bilakis cennetliksin!” buyurdu.[112]

֎ et-Tûr sûresi 4. âyetin açıklamasına şu cümleler ilave edilebilir: Beyt-i Maʻmûr yedi kat semanın üstünde bir mesciddir, onda her gün yetmiş bin melek namaz kılar, oradan çıktıklarında artık onlara bir daha sıra gelmez.[113]

֎ el-Haşr sûresi 7. âyete şöyle bir açıklama yapılabilir: Ömer (r.a) şöyle demiştir: Nadîr oğullarının malları, Allah’ın Rasûlü’ne fey’ olarak lutfettiği mallardandır. Bunlar müslümanların üzerine at ve deve koşturmadan ele geçirdiği mallardır. Bu mallar Rasûlullah’a has idi, kendisi bunlardan ailesinin bir senelik nafakasını ayırır, arta kalanıyla Allah yolunda cihâd hazırlığı olarak silâh, at ve deve satın alırdı.[114]

֎ el-Münâfikûn sûresinin 8. âyetinin açıklamasına şu rivayetin özeti konulabilir: Hz. Câbir (ö. 78/697) şöyle anlatır: Biz Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte bir gazveye (Müreysi seferine) çıkmıştık. Muhâcirlerden birtakım in­sanlar da toplanmış ve sayıları epey çoğalmıştı. Muhacirlerden şakacı bir kimse vardı. Bu zât (şaka olarak) ensârdan birinin makʻadına vurmuştu. Ensârî buna aşırı derecede öfkelendi. Nihayet kabilelerini imdâda çağırmaya başladılar. Ensârdan olan zât “Ey ensâr, imdâdıma koşun!” diye feryâd etti. Muhâcir de “Ey muhâcirler, imdâdıma koşun!” diye bağırdı. Bu sesler üzerine Nebî (s.a.v) çıkarak “Bu, câhiliye ehlinin yaptığı gibi birbirinizi çağırmanız da ne oluyor!” buyurdu. Sonra da “Onların meselesi nedir?” diye sordu. Muhâcirin ensârdan birine şaka ile vurduğu kendisine ha­ber verildi. Bunun üzerine Nebî (s.a.v) “Bırakın o câhiliye âdetini! O habîs, kokuşmuş bir dâvâdır!” buyurdu. (Münafıkların başı olan) Abdullah b. Übeyy b. Selûl de “Şu (muhâcirler) bize karşı kabilelerini mi çağırdılar! Eğer Medine’ye dönersek azîz olan zelil olanı mutlaka oradan çıkaracaktır!” dedi. Bunun üzerine Ömer (r.a), Abdullah b. Übey’i kastederek “Şu habîsi öldürelim mi yâ Rasûlallâh?” diye sordu. Nebî (s.a.v) “İnsanlar «Muhammed kendi ashâbını öldürüyor» di­ye konuşmasınlar!” buyurdu.[115]

֎ el-Müddessir sûresi 48. âyetin açıklamasında şu rivayetlere yer verilebilir: Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Benim şefaatimle iman ehli cehennemden çıkacaktır. Öyle ki orada el-Müddessir 42-48. âyetlerde zikredilenlerden başka kimse kalmayacaktır.” Abdullah b. Mesʻûd (r.a) şöyle der: “Allah iman ehlinden bazı insanlara cehennemde azap eder, sonra onları Muhammed (s.a.v)’in şefaatiyle oradan çıkarır, orada ancak Allah -sübhânehû ve teâlâ-’nın el-Müddessir 42-48. âyetlerde zikrettiği kimseler kalır.” Diğer rivayetlere göre o şöyle demiştir: “Allah iman ehlinden bazı insanlara cehennemde azap eder, sonra onları şefaatçilerin şefaatiyle oradan çıkarır” “İşte bu âyetlerde zikredilenler şefaatçilerin şefaatinin fayda vermeyeceği kimselerdir.” “O ancak kelimetü’l-ihlâs ehline (mü’minlere) fayda verir.”[116]

֎ el-Kıyâme sûresi 13. âyete şu açıklama yazılabilir: “Mâ kaddeme” ifadesini İbrahim en-Nehaî, “kişinin hayatında yaptığı güzel ameller”, “ve-mâ ahhara”yı da “insanlara öğrettiği ve vefatından sonra kendisiyle amel edilen hayır” diye anlamıştır, “çünkü bu ilimle amel edildikçe amel edenlerin ecrinin bir misli ona da yazılır, amel edenlerin ecrinden de hiçbir şey eksiltilmez. Kıyamet günü bir adamın mizanı hafif gelir. O esnada bulut gibi bir şey getirilip mizanına konulur ve mizanı ağır basar. O şahıs «Bu benim yapmadığım bir amel!» der. Ona «Bu senin öğrettiğin ve senden sonrakilerin kendisiyle amel ettiği hayırdır» denilir.”[117]

֎ Abese sûresi 15-16. âyetlerin açıklamasında şu hadis-i şerifi zikretmek uygun olur: “Kurʼân’ı güzel bir şekilde okuyan hâfız, vahiy getiren şerefli ve itaatkâr meleklerle beraberdir. Kur’ân’ı zorlanarak okumasına rağmen unutmamak için onu bırakmayıp devamlı okuyan kimseye de (biri tilâveti, diğeri de zorluklara tahammülü sebebiyle) iki ecir verilir.”[118]Öyle anlaşılıyor ki Kur’ânî ilimleri öğrenip o konuda ihtisas sahibi olan, sonra bu ilmiyle amel edip diğer insanlara da tebliğ eden bir mü’min, vahiy melekleriyle aynı vazifeyi yapmış, onların izinden gitmiş olmaktadır, bu sebeple onların derecesine yükselmektedir.

֎ el-Mutaffifîn suresi 6. âyetin açıklamasına şu rivayetlerden biri veya birkaçı ilave edilebilir: Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “«O gün insanlar Âlemlerin Rabbi için ayağa kalka­caklar!»[119] Onlardan biri, kulaklarının yarısına kadar ulaşmış olan teri içinde ayağa kalkacaktır.”[120] “Güneş, kıyâmet günü insanlara bir mil[121] mesâfe kalıncaya kadar yaklaştırılır. İnsanlar, işledikleri kötü amelleri kadar tere batarlar. Kimi topuklarına, kimi dizlerine, kimi de kuşak yerlerine kadar ter içinde kalır; bazılarının da ter âdeta ağızlarına gem vurur.”[122] “Kıyâmet günü insanlar Mahşer yerinde (sıkışma, şiddet ve güneşin yaklaşması sebebiyle) terleyecektir. Öyle ki dökülen ter yetmiş zirâʻ derinliğinde yere geçe­cek, daha sonra yükselerek ağızlarını gemleyecek ve hatta kulaklarına ulaşacaktır.”[123]

Abdullah b. Ömer’in âzatlısı olup ve tâbiînin âlimleri arasında yer alan Nâfiʻ (ö. 117/735) şöyle anlatır: “İbn Ömer (r.a) gece namaz kılardı. Cennetten bahseden bir âyet okuduğunda durur, Allah’tan cenneti ister, dua eder, bazen de ağlardı. Cehennemden bahseden bir âyet okuyunca yine durur, cehennemden Allah’a sığınır, dua eder ve bazen de ağlardı. Bir defasında Mutaffifîn suresini okuyordu. Bu âyete gelince o kadar ağladı ki kendinden geçti.”[124]

Basra dil mektebinin önde gelen simalarından dil ve edebiyat âlimi Asmaî (ö. 216/831) şöyle anlatır: Bedevînin biri, Halîfe Hişâm b. Abdülmelik’in yanına gitmişti. Hişâm ona “Bana nasihatte bulun ey bedevî!” dedi. Bedevî “Nasihatçı olarak Kur’ân yeter!” dedikten sonra eûzü-besmele çekip bu sûrenin ilk altı âyetini okudu. Sonra da “Efendim bu, ölçüde ve tartıda eksik yapanların cezasıdır. Tamamını haksız olarak alan kimselerin cezasını artık siz düşünün!” dedi.[125]

֎ el-İnşikāk sûresi 8. âyetin açıklamasına şu rivayet yazılırsa anlam daha açık hâle gelir: İbn Ebî Müleyke şöyle anlatır: Rasûlullah (s.a.v)’in zevce-i tâhiresi Hz. Âişe bilmediği bir şey duyduğunda hemen onu araştırır, kaynağına mürâcaat ederek işin hakikatini iyice öğrenirdi. Bir gün Rasûlullah (s.a.v) “Kim hesâba çekilirse azâba uğramış olur!” buyurmuştu. Âişe (r.a) “Peki yâ Rasûlâllah Allah teâlâ «O vakit kitabı sağ eline verilen kimse kolay bir hesap ile muhâsebe olunur»[126] buyurmuyor mu?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v) “Bu âyette bahsedilen husus «arz»dır, lâkin kim inceden inceye hesâba çekilirse o helâk olur!” buyurdu.[127] Arz, kişinin, amelleri tartılmak üzere mîzâna arz edilmesi veya amellerinin kendisine gösterilip geçmesidir.

֎ eş-Şems sûresi 8. âyette şu açıklamaya yer verilebilir: Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Nebî (s.a.v)’in bu âyetleri okuduğunu işittim. Onları okuduktan sonra

اَللّٰهُمَّ آتِ نَفْسِي تَقْوَاهَا، وَزَكِّهَا أَنْتَ خَيْرُ مَنْ زَكَّاهَا، أَنْتَ وَلِيُّهَا وَمَوْلَاهَا

“Yâ Rabbi nefsime takvasını ver, onu temizle, sen onu en iyi temizleyecek olansın, sen onun velîsi ve mevlâsısın” diye dua ederdi.[128]

֎ en-Nasr sûresinin açıklamasına şu rivayet konulabilir: Nasr sûresi Rasûlullah (s.a.v)’in vefâtını haber vermiştir. Allah teâlâ müslümanlara, bir zafere nâil olduklarında kulluğun bir gereği olarak Allah’ı hamd ile tesbîh etmelerini ve hataları için istiğfarda bulunmalarını emretmektedir. Rasûlullah (s.a.v) hayatının son zamanlarında:

سُبْحَانَ اللّٰهِ وَبِحَمْدِهِ اَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ وَاَتُوبُ اِلَيْهِ

“Ben Allah’ı ulûhiyet makâmına yakışmayan sıfatlardan tenzîh eder ve O’na hamd ederim. Allah’tan beni affetmesini diler ve O’na tevbe ederim” sözlerini sık sık söyler olmuştu. Hz. Âişebunun sebebini sorunca Rasûlullah (s.a.v) “Rabbim bana ümmetim içinde bir alâmet göreceğimi bildirdi. Onu gördüğümden bu yana bu tesbîhi çok söylerim. Ben o alâmeti Mekke’nin fethine işaret eden en-Nasr sûresinde gördüm” buyurdu.[129]

֎ en-Nâs sûresinin 4. âyetine şu açıklama yazılabilir: İbn Abbas şeytanın “vesveseci hannâs” diye isimlendirilmesinin sebebini şöyle açıklamıştır: “Bebek doğduğunda şeytan onun böğrüne dürter, eğer Allah -azze ve celle- zikredilirse gider, zikredilmezse kalbinin üzerinde durur.”[130]

2.3. Dikkate Alınması Gereken Sebeb-i Nüzûl Rivayetleri

Âyetlerin anlaşılmasında nüzul sebeplerinin mühim bir yeri vardır. Kur’an Yolu Meâli’nde de sahih olan sebeb-i nüzûllerin açıklama kısmına konulması yerinde olur. Zikredilmesini gerekli gördüğümüz rivayetlerin bir kısmına aşağıda işaret edilmiştir.

֎ Âl-i İmrân sûresi 77. âyetin açıklamasında şu sebeb-i nüzuller zikredilebilir: İbn Mesʻûd (r.a) (ö. 32/652-53) der ki: Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Kim bir müslümanın malından bir parça koparabilmek için sabr yoluyla yemin[131] ederse, kıyamet günü Allah’ın huzuruna çıktığında O’nun kendisine gazaplı olduğunu görür.” Allah teâlâ bunun tasdiki olarak bu âyeti indirdi.[132]

Abdullah b. Ebî Evfâ (ö. 86/705) şöyle anlatır: Bir kimse çarşıda bir malı satışa çıkardı. Müslümanların birini aldatmak için o mala verilmeyen bir fiyatın verildiğine dair yemîn etti. Akabinde bu âyet indi.[133]

֎ en-Nisâ sûresinin 97. âyetine sebeb-i nüzûlün yazılması, mânâyı daha açık hâle getirecektir: Muhammed b. Abdurrahmân Ebü’l-Esved şöyle anlatır: (İbnü’z-Zübeyr’in Mekke’deki hilâfeti esnâsında) Şehir halkına (Şamlılarla harb etmek için) bir ordu çıkarmaları emredildi. Ben de bu orduya yazıldım. Akabinde İbn Abbas’ın âzadlısı İkrime’yle (ö. 105/723) karşılaştım ve ona bu orduya yazıldığımı söyledim. İkrime beni bundan şiddetle nehyetti. Sonra şöyle dedi: İbn Abbâs bana dedi ki: Rasûlullah zamanında (Mekke’de kalıp hicret etmeyen) bazı müslümanlar müşriklerin yanında durarak onların sayısını çok gösteriyorlardı. Savaş esnasında bir ok gelip bunlardan birisine isabet ederek onu öldürüyor veya kılıçla vurularak öl­dürülüyordu. Bunun üzerine Allah teâlâ bu âyeti indirdi.[134] Bir yerde dînini ayakta tutmaya imkân bulamayan bir müslümanın, oradan hicret etmesi vaciptir. Bu durumda kâfirlerle beraber oturup kalkmak doğrudan doğruya küfür değilse de herhâlde bir mâsiyet ve nefse zulümdür.

֎ el-Mâide sûresinin 101. âyetinin açıklamasına şu sebeb-i nüzûl konulabilir: Enes b. Mâlik şöyle anlatır: Bir defasında Rasûlullah (s.a.v) bir hutbe îrâd etti ki onun gibisini hiç işitmedim. Bu konuşmada “Benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız” buyurdu. Ashâb-ı kiram yüzleri­ni elbiseleriyle örterek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladılar. O esnada bir adam kalkıp “Benim babam kim?” diye sordu. Efendimiz “Falan kimse” buyurdu. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nâzil oldu.[135]

֎ et-Tevbe sûresi 79. âyetin sebeb-i nüzulü zikredilerek meal daha anlaşılır hâle getirilebilir: Ebû Mesʻûd el-Ensârî şöyle anlatır: Sadaka vermekle emrolunduğumuz zaman ücretle yük taşır (hamallık yapar, kazancımızdan sadaka verir)dik. Ebû Akîl (ö. ?) de bir gün sadaka olarak yarım sâʻ hurma getirdi. Başka biri ondan daha fazla getirdi. Münafıklar “Allah bunun getirdiği sadakaya muhtaç değildir. Diğeri de ancak gösteriş için çok getirdi” dediler. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.[136]

֎ el-Ahzâb sûresi 23. âyetin açıklamasında sebeb-i nüzulüne yer verilebilir: Hz. Enes’in amcası Enes b. Nadr (ö. 4/625) Uhud savaşının tam kızıştığı sırada Saʻd b. Muâz’la (ö. 5/627) karşılaşmış ve “İstediğim cennettir. Kâbe’nin Rabbi’ne yemin ederim ki Uhud’un eteklerinden beri hep o cennetin kokusunu alıyorum” demişti. Enes diyor ki: Amcamı şehîd edilmiş olarak bulduk. Vücûdunda seksenden fazla kılıç, mızrak ve ok yarası vardı. Müşrikler müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu kimse tanıyamadı. Sadece kız kardeşi parmak uçlarından tanıdı. İşte bu âyet amcam ve onun gibiler hakkında nâzil oldu.[137]

֎ et-Teğâbun sûresi 14. âyetin açıklaması örneklerle daha anlaşılır hâle getirilebilir. Âyetin İslâm’a girmek, Allah yolunda hicret etmek ve cihada çıkmak isteyen bazı kimselere eş ve çocuklarının engel olması, ona akrabalarla bağını kestirmesi ve günah işletmesi üzerine nâzil olduğu zikredilebilir. Allah’a itaati emretmeyen, günahlardan sakındırmayan âile fertlerinin de bu düşman tanımına dâhil olduğu söylenmiştir.[138]

֎ el-Kıyâme sûresi 16. âyete meali daha açık hâle getirecek şu açıklama yapılabilir: İbn Abbas (r.a) bu âyet-i kerimeler hakkında şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.v) nâzil olan âyet-i kerimeleri derhal ezberlemek için kendisini meşakkate sokar ve bundan dolayı çok kereler mübarek dudaklarını kımıldatırdı.” Bunu söylerken İbn Abbas “İşte bak Rasûlullah (s.a.v) dudaklarını nasıl kımıldattıysa ben de sana öylece kımıldatıyorum” dedi. “Bunun üzerine Allah teâlâ ona el-Kıyâme 75/16-19. âyet-i kerimeleri inzâl eyledi. Yani «Kur’ân’ı senin sadrında toplamamız, ezberletmemiz ve sonra da senin onu okuyabilmen bize âittir. Kur’ân’ı Cibril’in diliyle sana okuduğumuzda onu dinle ve sükût ederek ona kulak ver! Ondan sonra onu senin lisânınla açıklamak da bize aittir.» İşte bundan sonra Cibril (a.s) geldiğinde Rasûlullah (s.a.v) sükût edip dinler, o gidince getirmiş olduğu âyet-i kerimeleri aynen onun tilâvet ettiği gibi okurdu.”[139]

֎ el-Alak sûresi 6. âyetin açıklamasına şu rivayet konulabilir: Rasûlullah (s.a.v)’in namaz kılması müşrikleri rahatsız ediyordu.Bir günEbû Cehl “Muhammed sizin aranızda hâlâ yüzünü toprağa sürüyor mu?” dedi. Kendisine “Evet” denilince “Lât ve Uzza’ya yemin ederim ki onu bir daha böyle yaparken görürsem mutlaka boynuna basarım veya yüzünü toprağa gömerim!” dedi. Az sonra Rasûlullah (s.a.v)’in namaz kıldığını görerek ya­nına vardı. Boynuna basmak niyetinde idi fakat insanlar onun birdenbire geri çekildiğini ve elleriyle kendisini korumaya çalıştığını gördüler. Hayretle “Sana ne oldu böyle?” diye sordular. Ebû Cehil korkuyla “Onunla aramızda ateşten bir hendek, korkunç bir şey ve bir takım kanatlar var!” dedi. Rasûlullah (s.a.v) de “Bana yaklaşmış olsaydı melekler onun uzuvlarını birer birer koparırlardı!” buyurdu. Bunun üzerine 6-19. âyetler nâzil oldu.[140]

2.4. Kaynağı Gösterilmesi Gereken Açıklamalar

Kur’an Yolu Meâli’nin bazı yerlerinde sünnetten ve hadislerden hareketle bir takım açıklamalar yapılmış ancak herhangi bir atıf yapılarak kaynağı gösterilmemiştir. Bu tür yerlere örnek olması açısından şu tespitleri zikredebiliriz:

֎ el-Bakara 239. âyetin açıklamasında rivayetlerin muhtevası özetlenmiştir. Açıklamanın sonuna (Buhârî, Tefsîr, 44) şeklinde kaynağı da konulabilirse “mealin rivayetleri dikkate almadığı” gibi bir algıya fırsat verilmemiş olur.

֎ el-Bakara 240. âyetin açıklamasında da aynı şekilde rivayetlerin muhtevası özetlenmiş, sadece kaynağına atıfta bulunmak gerekmektedir: Buhârî, Tefsîr, 41.

֎ Âl-i İmrân sûresi 188. âyetin açıklamasına gerekli rivayetin mazmûnu konulmuş ancak kaynak gösterilmemiştir. Gerekli atfın yapılması isabetli olacaktır: Buhârî, Tefsîr, 3/16.

֎ en-Nisâ sûresinin 11. âyetinin açıklamasına şu kaynağı koymak gerekir: Buhârî, Tefsîr, 4/6.

֎ en-Nisâ sûresi 33. âyetin açıklamasında şu referansı vermek yerinde olur: Buhârî, Tefsîr, 4/7.

֎ el-Enʻâm sûresinin 82. âyetinin açıklamasına şu kaynaklar ilave edilebilir: Lokman 31/13; Buhârî, Tefsîr, 6/3.

֎ el-Hıcr sûresi 87. âyetin açıklamasına şu kaynağı ilave etmek gerekir: Buhârî, Tefsîr, 15/3.

֎ el-İsrâ sûresi 79. âyetin açıklamasında şu atfı yapmak isabetli olur: Buhârî, Tefsîr, 17/11.

Sonuç

Bu çalışmada incelediğimiz Kur’an Yolu Meâli, sünnetin Kur’ân’ı tefsir ettiği yerlerin bir kısmını dikkate almakla birlikte, ihmal ettiği, tercih etmediği, aksini söylediği ve yanlış yaptığı yerler de olmuştur. Tebliğde bunların bir kısmına işaret edilmiştir. Kendisiyle amel edilebilmesi için gerekli şartları sağlayan hadis ve sünnetin reye önceliği olması hasebiyle Kur’ân’ı anlarken ve mealini verirken sünnetin delalet ettiği anlamı tercih etmek bir zarurettir. Bunun yanında mealde verilen anlamı, açıklama kısmında yine sünnetten verilen örneklerle ve dirayet metodunu kullanarak daha anlaşılır hâle getirmek gerekmektedir. Bazı açıklamalarda ise gerekli bilgiler verildiği hâlde sünnetteki kaynağına işaret edilmemiştir. Bu eksiklerin giderilmesi meali daha istifade edilir ve güvenilir bir eser hâline getirecektir. Allah teâlâ’dan bu meali emek verenler için birer sadaka-i câriye kılmasını niyaz ediyorum.

Kaynaklar

Âlûsî. Rûhu’l-meânî. Thk. Ali Abdülbârî Atıyye. Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1415.

Behrâicî, Latîfurrahman el-Kâsımî. el-Mevsûʻatü’l-hadîsiyye li-merviyyâti’l-İmâm Ebî Hanîfe. Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1442/2021.

Beydâvî. Envârü’t-Tenzîl ve esrârü’t-te’vîl. Thk. Muhammed Abdurrahman el-Marʻaşlî. Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1418

Beyhakī. Şu‘abu’l-îmân. Thk. Dr. Abdü’l-Alî Abdü’l-Hamîd Hâmid. Riyâd: Mektebetü’r-Rüşd, 1423/2003.

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır. Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul: Matbaa-i Ebüzziya, 1935.

Erten, Mevlüt. İslam Tefsir Geleneğinde Öznellik. Ankara: Araştırma Yayınları, 2011.

Ezherî, Ebû Mansûr. Meʻâni’l-Kırâât. Thk. ʻIyd Mustafa Dervîş – Avd b. Hamd el-Kavzî. yy., 1414/1993.

Hâkim en-Neysabûrî. Maʻrifetü ulûmi’l-Hadîs. Thk. Seyyid Muazzam Huseyn. Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1397/1977.

Hatîb el-Bağdâdî. el-Kifâye fî ilmi’r-rivâye. Thk. Ebû Abdullah es-Severakī – İbrahim Hamdî el-Medenî. el-Medînetü’l-Münevvere: el-Mektebetü’l-İlmiyye, ts.

Heyet. Hadislerle İslâm. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 2013.

İbn Abdi’l-Berr. Câmiu beyâni’l-ilmi ve fadlih. Thk. Ebu’l-Eşbâl ez-Züheyrî. Dâru İbni’l-Cevzî, 1414/1994.

İbn Abdirabbih. Bedevî Arapların Özdeyiş ve Âdetleri. Trc. Erkan Avşar. İstanbul: Bordo – Siyah Yayınları, 2004.

İbn Ebî Âsım. es-Sünne. Thk. Muhammed Nâsuriddîn el-Elbânî. Beyrut: el-Mektebetü’l-İslâmî, 1400.

İbn Ebî Hâtim. Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Azîm. Thk. Esʻad Muhammed et-Tayyib. Riyâd: Mektebetü Nizâr Mustafa el-Bâz, 1419.

İbn Hibbân. Sahîhu İbn Hibbân bi-tertîbi İbn Belbân. Thk. Şuayb el-Arnaût. Beyrut: Müesseseetü’r-Risâle, 1414/1993.

İbn Kesîr. Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm. Thk. Sâmî b. Muhammed Selâme. Riyâd: Dâru’t-Taybe, 1420/1999.

Mâverdî. en-Nüket ve’l-uyûn. Thk. es-Seyyid İbn Abdülmaksûd b. Abdurrahim. Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, ts.

Mervezî. Muhtasaru Kıyâmi’l-leyl. İhtisar eden: Ahmed b. Ali el-Makrîzî. Faysalâbâd: Hadis Akademi Yay., 1408/1988.

Mollâhâtır, Halil b. İbrahim. Delâilü’n-Nübüvve fî Ğazveti’l-Handek. Cidde: Müessesetü Ulûmi’l-Kur’ân, 1431.

Özaktan, Fatih. Kur’ân’ın Anlaşılmasında Siyerin Rolü. İstanbul: Marmara Akademi Yayınları, 2017.

Süyûtî. Miftâhu’l-cenne fi’l-ihticâci bi’s-sünne. el-Medînetü’l-Münevvere: el-Câmiʻatü’l-İslâmiye, 1409/1989.

Taberânî. el-Muʻcemü’l-kebîr. Thk. Hamdî b. Abdülmecid es-Selefî. Kāhire: Mektebetü İbn Teymiyye, 2. Baskı.

Taberî, Ebû Caʻfer Muhammed b. Cerîr. Câmiʻu’l-beyân an te’vîli âyi’l-Kur’ân. Mekketü’l-Mükerreme: Dâru’t-Terbiye ve’t-Türâs, ts. Zemahşerî. el-Keşşâf an hakāikı gavâmizi’t-Tenzîl ve ʻuyûni’l-ekāvîl fî vücûhi’t-te’vîl. Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 1407.


* https://orcid.org/0000-0001-5544-8548 İstanbul Medeniyet Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi, murat.kaya@medeniyet.edu.tr

[1] en-Nisâ 4/64, 105; en-Nahl 16/44. Geniş bilgi için bkz. Fatih Özaktan, Kur’ân’ın Anlaşılmasında Siyerin Rolü, İstanbul: Marmara Akademi Yayınları, 2017, s. 149-161.

[2] Âl-i İmrân 3/32-32; en-Nisâ 4/59, 69, 80; en-Nûr 24/51-52.

[3] en-Nisâ 4/64; eş-Şuʻarâ 26/150, 163, 179; Nûh 71/3.

[4] en-Nisâ 4/59, 65; en-Nûr 24/51.

[5] el-Aʻrâf 7/157.

[6] Beyhakī, Şu‘abu’l-îmân, thk. Dr. Abdü’l-Alî Abdü’l-Hamîd Hâmid, Riyâd: Mektebetü’r-Rüşd, 1423/2003, III, 542/2087: مَا نَسْأَلُ أَصْحَابَ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنْ شَيْءٍ إِلَّا وَجَدْنَاهُ فِي كِتَابِ اللهِ إِلَّا أَنَّ رَأْيَنَا يَقْصُرُ عَنْهُ

[7] Mevlüt Erten, İslam Tefsir Geleneğinde Öznellik, Ankara: Araştırma Yayınları, 2011, s. 149.

[8] Özaktan, Kur’ân’ın Anlaşılmasında Siyerin Rolü, s.154.

[9] Bkz. Heyet, Hadislerle İslâm, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 2013, VI, 496-497.

[10] Ebû Dâvûd, Akdiye, 7/3585.

[11] Tûr 52/48.

[12] Ebû Dâvûd, Akdiye, 7/3586; Heyet, Hadislerle İslâm, VI, 247-248.

[13] en-Nisâ 4/105.

[14] Dârimî, Mukaddime, 17/121.

[15] Latîfurrahman el-Behrâicî el-Kâsımî, el-Mevsûʻatü’l-hadîsiyye li-merviyyâti’l-İmâm Ebî Hanîfe, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1442/2021, XV, 235 (Hârisî, Keşfü’l-âsâr, 3008; es-Seʻâlibî, el-Müsned, 15’den naklen): من طلب الحديث ولم يطلب تفسيره ومعناه ضاع سعيه وصار ذلك وبالا عليه

[16] Ebû Dâvûd, Zekât, 2/1561; İbn Ebî Âsım, es-Sünne, thk. Muhammed Nâsuriddîn el-Elbânî, Beyrut: el-Mektebetü’l-İslâmî, 1400, II, 386; Taberânî, el-Muʻcemü’l-kebîr, thk. Hamdî b. Abdülmecid es-Selefî, Kāhire: Mektebetü İbn Teymiyye, 2. Baskı, XVIII, 219.

[17] İbn Abdi’l-Berr, Câmiu beyâni’l-ilmi ve fadlih, thk. Ebu’l-Eşbâl ez-Züheyrî, Dâru İbni’l-Cevzî, 1414/1994, II, 1193/2349; Süyûtî, Miftâhu’l-cenne fi’l-ihticâci bi’s-sünne, el-Medînetü’l-Münevvere: el-Câmiʻatü’l-İslâmiye, 1409/1989, s. 36.

[18] Hâkim en-Neysabûrî, Maʻrifetü ulûmi’l-Hadîs, thk. Seyyid Muazzam Huseyn, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1397/1977, s. 65; Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî ilmi’r-rivâye, thk. Ebû Abdullah es-Severakī – İbrahim Hamdî el-Medenî, el-Medînetü’l-Münevvere: el-Mektebetü’l-İlmiyye, ts., s. 16.

[19] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 1. İbn Hibbân ve Hâkim bu babdaki hadislerin sahîh, Tirmizî hasen olduğunu söylemiştir.

[20] Bkz. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul: Matbaa-i Ebüzziya, 1935, I, 135-139.

[21] en-Nisâ 4/167; en-Nahl 16/106.

[22] el-Bakara 2/61.

[23] el-Mâide 5/77.

[24] Taberî, Câmiʻu’l-beyân an te’vîli âyi’l-Kur’ân, Mekketü’l-Mükerreme: Dâru’t-Terbiye ve’t-Türâs, ts., I, 34-35.

[25] Buhârî, İman, 30, Tefsîr, 2/12.

[26] Buhârî, Tefsîr, 2/23.

[27] Buhârî, Tefsîr, 2/25-26.

[28] Taberî, Câmiʻu’l-beyân, VI, 131.

[29] Taberî, Câmiʻu’l-beyân, VI, 322; Beydâvî, Envârü’t-Tenzîl ve esrârü’t-te’vîl, thk. Muhammed Abdurrahman el-Marʻaşlî, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1418, II, 44.

[30] Taberî, Câmiʻu’l-beyân, VII, 348, 354.

[31] Taberî, Câmiʻu’l-beyân, VII, 474.

[32] Taberî, Câmiʻu’l-beyân, VII, 482.

[33] Taberî, Câmiʻu’l-beyân, VII, 552; Mâverdî, en-Nüket ve’l-uyûn, thk. es-Seyyid İbn Abdülmaksûd b. Abdurrahim, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, ts., I, 451.

[34] Taberî, Câmiʻu’l-beyân, VIII, 74.

[35] Buhârî, Tefsîr, 4/10.

[36] Taberî, Câmiʻu’l-beyân, VIII, 515.

[37] Muvatta’, Kur’ân-ı Kerim, 46; Müslim, Mesâcid, 195; Mâverdî, en-Nüket ve’l-uyûn, I, 539; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, thk. Sâmî b. Muhammed Selâme, Riyâd: Dâru’t-Taybe, 1420/1999, II, 439.

[38] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 459; Buhârî, Megâzî, 79, Tefsîr, 9/18; Müslim, Tevbe, 53.

[39] Buhârî, Tefsîr, 17/9.

[40] Halil b. İbrahim Mollahâtır, Delâilü’n-Nübüvve fî Ğazveti’l-Handek, Cidde: Müessesetü Ulûmi’l-Kur’ân, 1431, s. 64-65, 67.

[41] Buhârî, Tefsir, 36; Taberî, Câmiu’l-Beyân, XX, 511-512; İbn Ebî Hâtim, Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Azîm, thk. Esʻad Muhammed et-Tayyib, Riyâd: Mektebetü Nizâr Mustafa el-Bâz, 1419, X, 3193; Zemahşerî, el-Keşşâf an hakāikı gavâmizi’t-Tenzîl ve ʻuyûni’l-ekāvîl fî vücûhi’t-te’vîl, Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 1407, IV, 13.

[42] Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXIV, 272.

[43] Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXIV, 297-298.

[44] Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXIV, 297-298.

[45] Müslim, Müsâfirîn 212.

[46] Müslim, Müsâfirîn 253.

[47] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’an 2/2876.

[48] Buhârî, Tefsîr, 63/1-2; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn, 1.

[49] Buhârî, Etʻime, 2,3; Müslim, Eşribe, 102, 103, 108; Tirmizî, Eşribe, 13.

[50] Buhârî, Eymân, 19.

[51] Müslim, Âdâb, 12.

[52] Müslim, Tahâret, 1; Tirmizî, Deavât, 86.

[53] Müslim, Tevbe, 19, 17. Bkz. Buhârî, Edeb, 19; Tirmizî, Deavât, 99; İbni Mâce, Zühd, 35.

[54] Buhârî, Tevhid 6; Müslim, Münâfikîn 23-24.

[55] Buhârî, Tefsir 2/3; Müslim, İman 141.

[56] Buhârî, Tefsîr, 2/8, 112/1-2.

[57] Buhârî, Tefsîr, 2/5, 7/4; Müslim, Tefsir, 1.

[58] Buhârî, Tefsîr, 2/39; Müslim, Nikâh, 117-118.

[59] Ebû Dâvûd, Nikâh, 45; Tirmizî, Radâʻ, 12; İbn Mâce, Nikâh, 29; Dârimî, Tahâret, 114.

[60] Buhârî, Vudû’, 8.

[61] Buhârî, Büyûʻ, 105; Müslim, Müsâkât, 71.

[62] Buhârî, Salât, 73, Tefsîr, 2/49-52.

[63] Müslim, Îmân, 171. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Libâs, 25/4087; Tirmizî, Büyû’, 5/1211; Nesâî, Zekât, 69; Büyû’, 5; Zînet, 103; İbn-i Mâce, Ticârât, 30.

[64] Buhârî, Tefsîr, 3/3.

[65] Buhârî, Tefsîr, 3/6.

[66] Buhârî, Tefsîr, 3/7.

[67] Buhârî, Zekât, 3, Tefsîr, 3/14; Tirmizî, Tefsir, 3/3012.

[68] İbn Hibbân, Sahîhu İbn Hibbân bi-tertîbi İbn Belbân, thk. Şuayb el-Arnaût, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1414/1993, II, 386-387; Âlûsî, Rûhu’l-meânî, thk. Ali Abdülbârî Atıyye, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1415, II, 368.

[69] Buhârî, Tefsîr, 3/17, 18; Tevhîd, 27.

[70] Buhârî, Tefsîr, 3/19; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 242.

[71] Buhârî, Tefsîr, 4/1.

[72] Buhârî, Cenâiz, 25.

[73] Bkz. Buhârî, Tefsîr, 5/5.

[74] Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî (ö. 1352/1933) bu konuyla ilgili 75 hadis ile 26 sahâbe ve tâbiîn kavlini bir araya getirmiştir. Abdülfettah Ebû Gudde ise buna 10 hadis ile 10 eser ilave etmiştir. Bkz. et-Tasrîh bimâ Tevâtere fî Nüzûli’l-Mesîh, thk. Abdülfettah Ebû Gudde, Beyrut: Dâru’l-Kalem, 1412/1992.

[75] Buhârî, Tefsîr, 6/6.

[76] Buhârî, Tefsîr, 6/9.

[77] Buhârî, Tefsîr, 7/1.

[78] Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIII, 330. Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 158, 148.

[79] el-Aʻrâf 7/199.

[80] Buhârî, Tefsîr, 7/5, İ’tisam 2.

[81] el-Enfâl 8/24.

[82] Buhârî, Tefsîr, 8/2.

[83] el-Hucurât 49/9.

[84] en-Nisâ 4/92.

[85] Buhârî, Tefsîr, 8/5.

[86] Buhârî, Tefsîr, 8/5.

[87] Buhârî, Tefsîr, 9/11.

[88] Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 459; Buhârî, Megâzî, 79; Müslim, Tevbe, 53.

[89] Buhârî, Tefsîr, 10.

[90] Hûd 11/18.

[91] Buhârî, Mezâlim 2, Tefsîr 11/4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 74.

[92] Buhârî, Tefsîr, 11/5.

[93] Behrâicî, el-Mevsûʻatü’l-hadîsiyye li-merviyyâti’l-İmâm Ebî Hanîfe, XV, 191.

[94] Buhârî, Cenâiz 87, Tefsîr 14/2

[95] Buhârî, Tefsîr, 15/4.

[96] Buhârî, Tefsîr, 16/1.

[97] Buhârî, Tefsîr, 17/4.

[98] Ebû Mansûr el-Ezherî, Meʻâni’l-Kırâât, thk. ʻIyd Mustafa Dervîş – Avd b. Hamd el-Kavzî, yy., 1414/1993, II, 88-90.

[99] Buhârî, Tefsîr, 17/10.

[100] Buhârî, Tefsîr, 17/14.

[101] Meryem 19/18; Buhârî, Tefsîr, 19.

[102] Müslim, Cennet, 40. Krş. Buhârî, Tefsîr, 19/1.

[103] Behrâicî, el-Mevsûʻatü’l-hadîsiyye li-merviyyâti’l-İmâm Ebî Hanîfe, XV, 196-199, 227.

[104] Buhârî, Tefsîr, 21/2.

[105] Buhârî, Tefsîr, 22/3.

[106] Müslim, Hudûd, 13.

[107] Buhârî, Tefsîr, 25.

[108] Buhârî, Tefsir, 32/1; Müslim, Cennet 2-5.

[109] el-Ahzâb 33/6.

[110] Buhârî, Tefsir, 33/1, Kefâlet 5, Ferâiz, 4, 15, 25; Müslim, Ferâiz, 14.

[111] Mollâhâtır, Delâilü’n-Nübüvve fî Ğazveti’l-Handek, s. 54.

[112] Buhârî, Menakıb, 25, Tefsir, 49/1; Müslim, İman 187.

[113] Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 6, Menâkıbu’l-Ensâr, 42; Müslim, İman 259, 264.

[114] Buhârî, Tefsir, 59/3.

[115] Buhârî, Menâkıb, 8, Tefsîr 63/5, 7; Müslim, Birr, 63, 64.

[116] Behrâicî, el-Mevsûʻatü’l-hadîsiyye li-merviyyâti’l-İmâm Ebî Hanîfe, XV, 211-226.

[117] Behrâicî, el-Mevsûʻatü’l-hadîsiyye li-merviyyâti’l-İmâm Ebî Hanîfe, XV, 227.

[118] Buhârî, Tefsîr, 80; Müslim, Müsâfirîn, 243; Ahmed, VI, 110.

[119] el-Mutaffifîn 83/6.

[120] Buhârî, Rikāk, 47; Müslim, Cennet, 60.

[121] Hadîsin râvîlerinden Süleym bin Âmir: “Allâh’a yemin ederim ki, Rasûlullah (s.a.v) mil ile yeryüzündeki mesafe ölçüsünü mü, yoksa göze sürme çekmek için kullanılan mili mi kastetti, bilmiyorum!” demiştir.

[122] Müslim, Cennet, 62; Tirmizî, Kıyâmet, 2/2421.

[123] Buhârî, Rikāk, 47.

[124] Mervezî, Muhtasaru Kıyâmi’l-leyl, ihtisar eden: Ahmed b. Ali el-Makrîzî, Faysalâbâd: Hadis Akademi Yay., 1408/1988, s. 61.

[125] İbn Abdirabbih, Bedevî Arapların Özdeyiş ve Âdetleri, trc. Erkan Avşar, İstanbul: Bordo – Siyah Yayınları, 2004, s. 57.

[126] el-İnşikāk 84/7-8.

[127] Buhârî, İlim, 36, Rikāk, 49; Müslim, Cennet, 79, 80; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 1/3093.

[128] İbn Ebî Hâtim, Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Azîm, X, 3436.

[129] Müslim, Salât, 220.

[130] Buhârî, Tefsîr, 114.

[131] “Yemîn-i Sabr”, “Yemîn-i Sâbire” veya “Yemîn-i Mesbûre” hüküm cihetinden sahibine gerekli olan, hâkimin huzurunda yapılan ve bir hakkı iptal eden yalan yemindir.

[132] Buhârî, Tefsîr, 3/3.

[133] Buhârî, Tefsîr, 3/3.

[134] Buhârî, Tefsîr, 4/19.

[135] Buhârî, Tefsîr, 5/12.

[136] Buhârî, Tefsîr, 9/11.

[137] Buhârî, Cihâd 12; Müslim, İmâre 148.

[138] Taberî, Câmiʻu’l-beyân, XXIII, 423-425.

[139] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 4, Tefsîr, 75; Müslim, Salât, 147.

[140] Müslim, Münâfıkîn, 38; Ahmed, II, 370. Krş. Buhârî, Tefsîr, 96/4.

%d bloggers like this: