قُلْ اِنَّـمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ اَنَّـمَٓا اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلاً صَالِحاً وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ اَحَداً ﴿١١٠﴾
“De ki: “Ben, yalnızca sizin gibi bir insanım. Şu var ki bana, ilâhınızın, sadece bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı bekliyorsa dünya ve âhirete yararlı iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf 18/110)
لَعَمْرُكَ اِنَّهُمْ لَف۪ي سَكْرَتِهِمْ يَعْمَهُونَ ﴿٧٢﴾
“(Ey Resûlüm!) Hayatına yemin olsun ki onlar, sarhoş (sersem) halleriyle saçmalayıp duruyorlardı.” (Hicr 15/72)
اَلَّذ۪ينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْاُمِّيَّ الَّذ۪ي يَجِدُونَهُ مَكْتُوباً عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْج۪يلِۘ يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهٰيهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَٓائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ اِصْرَهُمْ وَالْاَغْلَالَ الَّت۪ي كَانَتْ عَلَيْهِمْۜ فَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِه۪ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّـذ۪ٓي اُنْزِلَ مَعَهُٓۙ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ۟ ﴿١٥٧﴾
“Onlar, ellerindeki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî peygambere uyarlar. Peygamber onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten meneder; yine onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını kaldırır, üzerlerindeki zincirleri çözer. O peygambere inanan, onu koruyup destekleyen, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura uyanlar, işte bunlardır kurtuluşa erenler.” (Aʻrâf 7/157)
قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنّ۪ي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ جَم۪يعاًۨ الَّذ۪ي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۖ فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ النَّبِيِّ الْاُمِّيِّ الَّذ۪ي يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَكَلِمَاتِه۪ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ ﴿١٥٨﴾
De ki: “Ey insanlar! Gerçekten ben göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın hepinize gönderdiği elçisiyim. O’ndan başka tanrı yoktur. O hayat verir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve ümmî peygamber olan Resûlüne -ki o Allah’a ve O’nun sözlerine inanır- iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.” (Aʻrâf 7/158)
مَنْ يُطِـعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَۚ وَمَنْ تَوَلّٰى فَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَف۪يظاًۜ ﴿٨٠﴾
“Rasûlullah’a itaat eden Allah’a itaat etmiş olur, yüz çevirenlere gelince seni onlara bekçi olarak göndermedik.” (Nisâ 4/80)
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٣١﴾ قُلْ اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَۚ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِر۪ينَ ﴿٣٢﴾
“De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” De ki: “Allah’a ve Resûle itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmrân 3/31-32)
اِنَّمَا كَانَ قَوْلَ الْمُؤْمِن۪ينَ اِذَا دُعُٓوا اِلَى اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ اَنْ يَقُولُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَاۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ ﴿٥١﴾ وَمَنْ يُطِـعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَيَخْشَ اللّٰهَ وَيَتَّقْهِ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَٓائِزُونَ ﴿٥٢﴾
“Aralarındaki anlaşmazlıkları çözüme bağlasın diye Allah’a ve Resûlüne çağrıldıklarında müminlerin sözü, “Dinledik ve boyun eğdik” demekten ibarettir. İşte kurtuluşa erenler de bunlardır! Allah’a ve Resûlüne itaat eden, Allah’a itaatsizlikten korkan, O’na saygısızlıktan korunanlar var ya, işte asıl kazananlar bunlardır!” (Nûr 24/51-52)
لَا تَجْعَلُوا دُعَٓاءَ الرَّسُولِ بَيْنَكُمْ كَدُعَٓاءِ بَعْضِكُمْ بَعْضاًۜ قَدْ يَعْلَمُ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ يَتَسَلَّلُونَ مِنْكُمْ لِوَاذاًۚ فَلْيَحْذَرِ الَّذ۪ينَ يُخَالِفُونَ عَنْ اَمْرِه۪ٓ اَنْ تُص۪يبَهُمْ فِتْنَةٌ اَوْ يُص۪يبَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٦٣﴾
“Resûlün çağrısını aranızda, birinizin diğerini çağırması gibi görmeyin. Aranızdan gizlice sıvışıp gidenleri Allah elbette bilir. Onun emrine aykırı davrananlar başlarına ya bir belânın gelmesinden yahut can yakan bir cezaya çarpılmaktan korksunlar!” (Nûr 24/63)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَيِ اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ ﴿١﴾
“Ey iman edenler! Allah ve Resûlünün önüne geçmeyin, Allah’a itaatsizlikten sakının! Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte ve bilmektedir (Semîʻ ve Alîm).” (Hucurât 49/1)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَرْفَعُٓوا اَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِيِّ وَلَا تَجْهَرُوا لَهُ بِالْقَوْلِ كَجَهْرِ بَعْضِكُمْ لِبَعْضٍ اَنْ تَحْبَطَ اَعْمَالُكُمْ وَاَنْتُمْ لَا تَشْعُرُونَ ﴿٢﴾
“Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden fazla çıkarmayın, birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın; sonra farkında olmadan amelleriniz boşa gider.” (Hucurât 49/2)
وَمَا مُحَمَّدٌ اِلَّا رَسُولٌۚ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُۜ اَفَا۬ئِنْ مَاتَ اَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلٰٓى اَعْقَابِكُمْۜ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلٰى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللّٰهَ شَيْـٔاًۜ وَسَيَجْزِي اللّٰهُ الشَّاكِر۪ينَ ﴿١٤٤﴾
“Muhammed yalnızca bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geri dönecek misiniz? Kim geri dönerse bilsin ki Allah’a asla bir zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri ödüllendirecektir.” (Âl-i İmrân 3/144)
Ülü’l-azm peygamberlerden olan ve neslinden pek çok peygamber gelen İbrahim (as)’a Ebü’l-Enbiyâ (peygamberlerin atası) denir. O bir gün oğlu İsmail (as) ile birlikte Yüce Rabbimize şöyle dua etmişlerdi. “Soyumuz içinden, onlara senin âyetlerini okuyacak, kitabı ve hikmeti öğretecek, onları arındıracak bir elçi çıkar Rabbimiz! Çünkü yalnız sensin kudret ve hikmet sahibi!”[1] Allah Teâlâ dualarına icabet ederek onlara âhirzamanda nesillerinden bütün insanlara ve cinlere bir peygamber göndereceğini bildirdi.[2] İbrahim (as), son peygamberi övüp yücelterek anlatıyor, insanlar arasında ondan çokça bahsediliyordu. Onun şöhreti bu şekilde dilden dile dolaşırken İsa (as) dünyaya geldi. O, bir gün İsrailoğulları arasında ayağa kalkarak onlara hitap etti: “Ey İsrâiloğulları! Bilin ki benden önceki Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra gelecek Ahmed isimli elçiyi müjdelemek üzere size Allah tarafından gönderilmiş elçiyim!” dedi.[3]Bir müddet daha geçti. İnsanlık tekrar cehalet karanlığına bürünerek hidayete son derece muhtaç hâle geldi. Hz. İsa’nın müjdesinin üzerinden yaklaşık 540 yıl geçmişti. Mekke’de Âmine bint Vehb, oğluna hamile iken bir rüya gördü. Kendisinden bir nûr çıkıyor ve Şam’ın saraylarını aydınlatıyordu. Bu rüyayı kavmine anlattı. Rüya insanlar arasında yayılıp her yerde konuşulur oldu. Bütün bunlar önemli bir olaya hazırlıktı.[4] İşte insanlığın doğru yolu gösterecek bir nûra hasret kaldığı böyle bir zamanda Muhammed (as) peygamber olarak gönderildi. Yukarıdaki olaylara işaret ederek “Ben atam İbrahim’in duası, İsa’nın kavmine verdiği müjdesi ve annem Âmine’nin rüyasıyım” buyurdu.[5]
Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Muhammed’in bir beşer olduğu, çocukluğu, yetimliği, fakirliği, gençliği, uzun bir süre Mekkeliler içinde yaşadığı anlatılır. İnsanlara elçi olarak seçildiği, kendisine vahyedildiği ve risaletle görevlendirildiği bildirilir. Ona iman ve itaat edilmesi, saygı gösterilmesi, isyan ve eziyet edilmemesi emredilir. Allah’ın ona olan lütufları haber verilir. İnsanlık için örnek şahsiyet olduğu, onda uyulması gereken çok güzel ölçüler bulunduğu bildirilir. Onun Müşriklere, Müminlere, Ehl-i kitaba ve Münafıklara nasıl davranması gerektiğine yer verilir. Müşriklerle ve Ehl-i kitapla mücadelesinden, savaşlarından bahsedilir. Bu konularla ilgili âyetler Kur’ân’ın bütün sûrelerine serpiştirilmiş durumdadır. Hz. Muhammed konusu, Kur’ân’ın genişçe anlattığı ana konularından biridir.
Muhammed ismi “hamd” kökünden türemiştir.[6] Hamd, yermenin zıddı olup övmek, senâ etmek demektir.[7] Muhammed kelimesi de birbirinin ardı sıra devamlı övülen[8], övgüye değer, bütün güzellikleri ve iyilikleri kendinde toplayan kişi anlamındadır.[9] Bir kimsenin övülen vasıfları çoksa ve övgüye lâyık bulunursa ona “Muhammed” denir. Muhammed kelimesi bir taraftan alem olarak Peygamber Efendimiz’in ismi olmakla birlikte diğer taraftan da onun vasfına ve bu sıfatın ona has olduğuna işaret eder.[10] “Ahmed”, “Mahmûd”, “Hamîd”, “Hâmid” isimleri de aynı kökten türemiştir. Muhammed ismi Kur’ân’da dört yerde geçer.[11]
Kur’ân’da bir defa zikredilen Ahmed ismi,[12] Mâverdî’ye (ö. 450/1058) göre ya Muhammed gibi bir isimdir veya Allah’ın Mahmûd isminden türetilerek isimleşmiştir. Nitekim şair Hassân (60/680[?]) şöyle demiştir:
وَشَقَّ لَهُ مِن اسْمِهِ لِيُجِلَّهُ فَذُو الْعَرْشِ مَحْمُودُ وَهذَا مُحَمَّدُ
“(Allah Teâlâ) şânını yüceltmek için ona kendi isminden türeyen bir isim verdi.
Arş’ın sâhibi Mahmûd’dur, bu (mübarek zât) da Muhammed!”[13]
Yapı olarak Ahmed, muzari mütekellim fiilden alınmış bir alem olabileceği gibi ef’alu kalıbında bir ism-i tafdil de olabilir.[14] Anlamıyla ilgili olarak ise iki ihtimal vardır: Fâilde mübalağa sayıldığında Allah’a başkalarından daha iyi[15] ve daha çok hamd eden manasına gelir. Mefʻûlde mübalağa kabul edilirse, ihlâsı ve güzel ahlâkı sebebiyle başkalarından daha çok övülen anlamındadır.[16] Onun zâtı ahmed (övülmüş), şanı şöhreti güzel, ismi de Ahmed’dir. Övgüye değer şeylerin en üstününe sahiptir. Nefsi, ahlâkı, yaratılışı, nesebi ve kavmi itibariyle kemâl sıfatlarının hepsini ve bunların dışında bizzat veya maksat olarak kemâl ifade eden her şeyi kendisinde toplamıştır.[17] Ahmed kelimesinin “daha faziletli” anlamını dikkate alırsak, onun, başta Hz. İsa olmak üzere bütün peygamberlerden daha üstün olduğu anlaşılır.[18]
Kur’ân’da Muhammed (as) için müzekkir (öğüt veren),[19] beşîr (müjdeci),[20] şâhid (şahitlik yapan, örnek olan), mübeşşir (müjdeleyen), nezîr (uyaran), dâî illallah (Allah’a davet eden), sirâcen münîrâ (aydınlatıcı kandil),[21] raûf (şefkatli, acıyan), rahîm (merhametli, yardıma koşan, yaraları saran),[22] nûr (aydınlık olan, aydınlatan),[23] rahmeten li’l-âlemîn (bütün âlemlere rahmet)[24], müzzemmil (nübüvvet yükünü yüklenmiş)[25], müddessir (tebliğ yapmak üzere hazırlığını yapmış)[26] gibi sıfatlar kullanılır. Cübeyr b. Mutʻim (ö. 59/678-79) şöyle der: Rasûlullah (sas) şöyle buyurdu: “Benim beş ismim vardır: Ben Muhammed’im, Ahmed’im, ben Mâhî’yim ki Allah benimle küfrü yok eder, ben Hâşir’im ki insanlar benim peşim sıra hasredilir ve ben Âkıb’ım (peygamberlerin sonuncusuyum).”[27] Ebû Musâ el-Eşʻarî (ö. 42/662-63) şöyle der: “Rasûlullah (sas) bize birçok isimlerinin olduğunu haber verir ve şöyle buyururdu: “Ben Muhammed’im, Ahmed’im, Mukaffî’yim (peygamberler zincirinin son halkasıyım), Hâşir’im (insanları hidayet etrafında toplayanım), Nebiyyü’t-Tevbe’yim (tevbe eden ve insanlara tevbeyi öğreten peygamberim), Nebiyyü’r-Rahmet’im (insanlığa rahmet olan, insanların birbirine merhametli olmasını öğütleyen peygamberim)!”[28]
Allah Teâlâ, Muhammed (as)’ı risâletle vazifelendirmiş, onu kullarıyla kendi arasında resul (elçi) ve nebî olarak seçmiştir. Vahiy meleği olan Cebrâîl’i (Cibrîl) ona göndermiştir. Böylece Kur’ân’ın nüzulü başlamış, son ilâhî kitap yirmi küsur senede âyet âyet, sûre sûre inmiştir. Muhammed (sas) insanlara imanı öğretmiş, onları İslâm dinine davet etmiştir. Kendisine indirilen kitabı tilavet etmiş, onu tebliğ ve beyan etmiş, hikmeti öğretmiş ve nefisleri tezkiye etmiştir. Ümmü’l-Kurâ Mekke’den başlayarak Allah’ın zikrini Medine’ye (Yesrib’e), oradan da Arap yarımadasına ve diğer kıtalara yaymıştır. Bütün insanların hidayeti için çalışmış, herkesi tek bir kıblede buluşturmak için uğraşmış ve âlemlere rahmet olmuştur. Bu uğurda hicret etmiş, cihadda bulunmuş, zaman zaman düşmanlarıyla kıtâle girmiş, pek çoğuyla sulh yapmış ve çok önemli fetihlere imza atmıştır. Allah Teâlâ onu hak ile gönderdiğini ve onun sırât-ı müstakim üzere bulunduğunu bildirmiş, ümmetine üsve-i hasene yani en güzel örnek olarak göstermiştir. Bütün ümmetin ona itaat ve ittibâ etmesini istemiştir.
MUHAMMED (SAS) BİR BEŞERDİR
قُلْ اِنَّـمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ اَنَّـمَٓا اِلٰهُـكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌ فَاسْتَق۪يمُٓوا اِلَيْهِ وَاسْتَغْفِرُوهُۜ وَوَيْلٌ لِلْمُشْرِك۪ينَۙ ﴿٦﴾
“De ki: “Ben de sadece sizin gibi bir beşerim; bana tanrınızın tek tanrı olduğu vahyedilmiştir, doğruca O’na yönelin, O’ndan bağışlanma dileyin. Allah’a ortak koşanların vay haline!” (Fussilet 41/6)
Muhammed (as) diğer insanlar gibi bir beşerdi. Kavmine kendisinin onlar gibi bir insan olduğunu, ancak farklı olarak Allah’ın kendisine vahiy gönderdiğini[29] söyleyerek beşer-peygamber olduğunu bildirdi.[30] Kurtuluş rehberi olarak getirdiği vahyi tebliğ etti. Ancak muhatapları, “Allah, peygamber olarak bir beşeri mi gönderdi?” diyerek onu inkâr ettiler.[31] Kendilerine aralarından bir uyarıcı gelmesine şaşırdılar ve “Bu adam bir sihirbazdır, tam bir yalancıdır” dediler.[32] “Bu nasıl peygamber! Yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor. Ona bir melek indirilmeli ve kendisiyle birlikte o melek de uyarıcılık görevi yapmalı değil miydi?” dediler.[33] Bunun üzerine Allah (cc) yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsaydı onlara peygamber olarak melek göndereceğini söyleyerek[34]bu düşüncenin mantıksızlığını ortaya koydu. Zira insanlara, göremedikleri melekleri elçi olarak göndermek ne kadar doğru olabilirdi ki![35]
Muhammed (as) yetim doğmuştu, Allah ona sığınacağı bir yer verdi. Doğru yolu bilmeyen bir kavim içinde büyümüştü.[36] Allah ona hidayet verip bilmediği şeyleri öğretti.[37] Fakir idi, Allah onu zenginleştirdi. İşte Muhammed (as) peygamber olmadan önce bu aşamalardan geçti.[38]
Muhammed (as) ticaretle meşgul olan Kureyş kabilesine mensuptu.[39] Toplumun herhangi bir ferdi gibi onların arasında yaşadı.[40] Mekke toplumundaki dürüst ve temiz hayatı, hemşerileri tarafından biliniyordu. Bu durumu, onun risaletinin doğruluğuna, okuduğu âyetlerin kendi sözleri değil de Allah’tan gelen vahiyler olduğuna bir delil olarak görülmüştür.[41] Zaten okuma-yazması da yoktu, ümmî idi. Dinî bir eğitim almamış, herhangi bir kitap okumamıştı. Öyle olsaydı Kureyş kabilesinin inkârcıları, getirdiği din konusunda şüpheye düşer, “Bu Muhammed’in öğrendiği ve yazdığı şeydir” derlerdi. Dolayısıyla onun ümmî olması, okuyup yazıyor olmaması da bir mucizeydi ve onun doğruluğunun bir delili idi.[42]
Allah onun sadrına inşirah vermiş; hidayeti, Allah’a imanı ve hakkı bilmeyi ona kolaylaştırmıştır. Kalbini yumuşatıp hikmet hazinesi hâline getirmiştir. Belini büken yükü üzerinden kaldırarak onu cahiliyenin ağırlıklarından kurtarmıştır.[43]
O da bir insan olduğu için gaybı bilemezdi. Sadece Allah’ın bildirdiği şeyleri bilebilirdi.[44] Meselâ kıyametin ne zaman kopacağını bilmezdi.[45] Zira gaybı bilmek, göklerin ve yerlerin hazineleri kendisine ait olan ve hiçbir şey kendisine gizli kalmayan Yüce Allah’a ait bir hususiyettir.[46] Peygamberimiz hakkında ise pek çok âyette Allah’ın kulu olduğu, yalnız O’na ibadet ettiği, O’nun birliğine inandığı bildirilmiştir.[47]
Risâlet gelmeden önce peygamber olacağını, kendisine vahiy geleceğini, kitap gönderileceğini bilmiyor ve böyle bir şey ummuyordu.[48] Kitap nedir, iman nedir onu da bilmiyordu. Daha sonra Kur’ân’ın çeşitli sûre ve âyetlerinde anlatılacağı şekilde tafsilatından haberi yoktu. Ama Allah ona ve onun sebebiyle diğer kullarına rahmet ederek, Muhammed (as)’ı bir nûr kıldı, onunla dilediği kullarını doğruya eriştirdi.[49]
Müşrikler, peygamberin beşer üstü bir varlık olması gerektiğini düşünüyorlardı. En azından elçinin yanında bir meleğin gelmesini veya Allah’ı görmeyi yahut Allah’ın kendileriyle konuşmasını istiyorlardı. Bu minval üzere devamlı mucizeler talep ediyorlardı. Mucize görürlerse iman edeceklerine dair yemin ediyorlardı.[50] Allah’ın sesini işiterek, Hz. Muhammed’in risaletini bizzat O’ndan duymayı istiyorlardı. Onların bu sözleri, daha önceki Yahudi ve Hıristiyanların sözlerine benziyordu.[51] Hâlbuki Allah’ın izni olmadan peygamberin mucize göstermesi mümkün değildir. Allah dilerse mucize gösterir, dilerse göstermez. Dilerse Müşriklerin istediği mucizeleri, dilerse başkalarını gösterir. Hangisini isterse onu gösterir.[52] Allah Kur’ân’da insanlara gerçekleri anlatmak için her türlü misali verdiği halde Müşrikler inkârcılıkta direndikçe direniyorlardı. Şöyle diyorlardı: “Sen bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; içlerinden de çağıl çağıl nehirler akıtmalısın. Yahut -iddia ettiğin gibi- göğü üzerimize parçalar hâlinde yağdırmalısın veya Allah’ı ve melekleri şöyle karşımıza getirmelisin. Veya altından bir evin olmalı; ya da göğe çıkmalısın. Bize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece oraya çıktığına da asla inanmayacağız.”[53]Bu sözleri Kureyş’in ileri gelenleri söylemişti. Utbe (ö. 2/624), Şeybe (ö. 2/624), Ebû Süfyân (ö. 31/651-52), Ebu’l-Bahterî (ö. 2/624), Velîd b. Muğîre (ö. 1/622), Ebû Cehil (ö. 2/624), Âs b. Vâil (ö. m. 622)… Bunlar bir gün güneş battıktan sonra Kâbe’nin yanında toplanmışlardı. Kendisiyle konuşup tartışmak için Peygamber Efendimiz’e haber göndermişlerdi. Peygamberimiz onların İslâm hakkında olumlu şeyler düşünmeye başladıklarını zannederek hemen geldi. Çünkü onların müslüman olup akıllıca bir yol seçmelerini çok istiyordu. Yanlarına oturdu. Müşrikler dediler ki: “Ey Muhammed, seni günah bizden gitsin diye çağırdık. Vallahi Araplar içinde senin kavmine yaptığını yapan başka birini hiç bilmiyoruz. Atalarımıza hakaret ettin, dinimizi ayıpladın, aklımızla alay ettin, ilahlarımıza sövdün, birliğimizi dağıttın, ne kadar çirkin iş varsa aramıza getirdin! Eğer bunları mal kazanmak için yapıyorsan aramızda mal toplayalım, en zenginimiz ol. Şeref kazanmak istiyorsan seni başımıza geçirelim. Kabile reisi olmak için bunları yapıyorsan seni başımıza reis yapalım. Yok, eğer bu getirdiklerin sana musallat olan ve kendisini gördüğün bir cin sebebiyleyse ki böyle bir şey olması mümkündür, seni tedavi ettirip ondan kurtarmak için mallarımızı harcayalım. Bunların hiçbirini kabul etmezsen artık bizden günah gitti!”
Resûlullah (sas): “Söylediklerinizle benim bir alâkam yok! Ben size getirdiğim şeyleri mallarınızı almak, içinizde şeref kazanmak ve başınıza idareci olmak için getirmedim. Ancak Allah beni size elçi olarak gönderdi. Bana bir kitap indirdi. Sizi müjdelememi ve uyarmamı emretti. Ben Rabbimin elçiliğini size ulaştırdım, size samimiyetle öğütler verdim. Size getirdiğim şeyleri kabul ederseniz bu sizin dünya ve âhiretteki nasibiniz olur. Reddederseniz Allah sizinle aramızda hükmünü verinceye kadar onun emrini sabırla yerine getirmeye devam ederim” dedi.
Müşrikler: “Ey Muhammed, sana arz ettiklerimizi kabul etmeyeceksen o zaman biliyorsun ki insanların yer bakımından en dar, malı en az ve geçimi en sıkıntılı olanları biziz. O halde seni bunlarla gönderen Rabbinden bizim arazimizi daraltan şu dağları yerlerinden yürütüp uzaklaştırmasını ve ülkemizi genişletmesini iste. Ülkemizde Şam ve Irak nehirleri gibi nehirler akıtsın, geçmiş atalarımızdan bazılarını bizim için diriltsin; dirilttikleri içinde Kusayy b. Kilâb (ö. 480 dolayları) da olsun. O, çok doğru sözlü biriydi. Ona soralım bakalım: Senin söylediklerin gerçek mi yoksa batıl mı? Eğer sen bu istediklerimizi yapacak olursan ve o dirilttiklerin seni tasdik ederlerse biz de seni tasdik ederiz ve senin Allah katındaki yerini, söylediğin gibi gerçekten seni elçi olarak gönderdiğini anlarız” dediler. Efendimiz (sas) kendisinin bu işler için gönderilmediğini söyleyerek tebliğini yineledi. Onlar devam ettiler:
“Eğer bu söylediklerimizi yapamadıysan haydi Rabbinden kendin için iste; seni tasdik edecek ve senin yerine bize cevap verecek bir melek göndersin. O’ndan iste; senin bağların bahçelerin, hazinelerin, altından ve gümüşten sarayların olsun ve seni içinde bulunduğun fakirlikten kurtarıp zengin yapsın. Baksana sen de bizim gibi çarşı pazarda dolaşıyor, hayatını kazanmaya çalışıyorsun. Eğer iddia ettiğin gibi Allah’ın elçisi isen bunları yaparsın, biz de senin Rabbin katındaki dereceni anlamış oluruz” dediler.
Allah Resûlü (sas): “Elbette ben, Rabbimden bunları isteyecek değilim ve size bununla da gönderilmedim. Rabbim beni ancak bir uyarıcı ve müjdeci olarak gönderdi. Size getirdiklerimi ister kabul edersiniz ve bu sizin dünya ve ahiretteki payınız olur, ya da reddedersiniz ve ben Allah sizinle aramızda hükmünü verinceye kadar Allah’ın emrini yerine getirmek için sabırla vazifeme devam ederim” buyurdu.
Muhammed (sas) bu tür şeylerin Allah’ın elinde olduğunu, O’nun dilediğini yapacağını, kendisinin ise sadece elçi olarak gönderildiğini defalarca söylediği hâlde Müşrikler saçma isteklerine bu minval üzere devam ettiler. Sonunda “Artık bundan sonra sana yapacaklarımız hususunda biz mazuruz, ya sen bizi, ya da biz seni helâk edinceye kadar seni de getirip bize tebliğ ettiğini de kendi halinize bırakacak değiliz” dediler.
Allah Resûlü (sas), kavminin, kendisine tâbi olma fırsatını kaçırmış olmasından dolayı üzgün bir vaziyette oradan ayrılıp ailesine döndü. Bunu üzerine Ebû Cehil söz aldı ve: “Ey Kureyş topluluğu, görüyorsunuz ki Muhammed dinimizi ayıplamada, atalarımıza sövmede, akıllarımızı aşağılamada, tanrılarımıza sövmede ısrar ediyor. Allah’a ahdim olsun ki yarın burada, taşıyabileceğim kadar büyük bir taşla oturup Muhammed’i bekleyeceğim ve gelip secde ettiğinde başını o taşla ezeceğim” dedi.[54]
İnsanlar her şeyden önce mala mülke önem veriyorlardı, Muhammed (as) ise fakir idi. Allah Teâlâ, Resûlü’ne, zenginlerin mallarına özenip onlara itibar etmemesini emretti. Kıyamette kendisine verilecek olan nimetlerin daha hayırlı olduğunu müjdeledi. Müşriklerin elindeki şeylerin ise geçici süsler ve nimetler olduğunu, bunların peşinden onlara azap geleceğini bildirdi. Sabah akşam Allah’ı zikredip dua edenlerle birlikte sabretmesini emretti.[55] Sadece kendisine güvenip dayanması gerektiğini, böyle yapan kullarına yardım edeceğini, sıkıntılarını gidereceğini, güç ve kuvvet vereceğini bildirdi. Zira Allah’tan daha iyi koruyan yoktur.[56]
Sonra Allah ona ne zaman nasıl dua edeceğini, neleri isteyeceğini ve bu konuda nelere dikkat edeceğini öğretti.[57] Mesela Allah’tan sultân istemesini emretti, “Şöyle niyaz et, buyurdu: “Rabbim! Girilecek yere doğrulukla girmemi, çıkılacak yerden de doğrulukla çıkmamı sağla, bana tarafından yardımcı bir güç (sultân) ver!” Bunun üzerine o anladı ki siyasi bir güç ve iktidar olmadan vazifesini yerine getiremeyecek. Allah’ın emirlerini, farzlarını ve dinini ikâme edebilmek için böyle bir güce ihtiyacı var. Zira bu âdil güç, Allah’ın kulları arasına koyduğu bir rahmettir. Eğer o olmasa insanlar birbirine saldırır, kuvvetli olan zayıfı ezer.[58] Bunun üzerine risaletini destekleyecek bir kuvvet arayışına girdi. Muhammed (as)’ın bu hâlleri ve duaları, onun kulluğunu ortaya koyan en bariz alametlerdi. Nitekim kendisi de “Dua, kulluğun özüdür”,[59] “Dua, kulluğun tâ kendisidir”[60] buyurmuştur.
Muhammed (sas)’e ve Müminlere, Allah’ı çokça zikretmeleri, tesbih etmeleri ve istiğfarda bulunmaları da emredilmişti.[61] Zira hiçbir şey kulu Rabbini zikirden alıkoymamalıdır. Dili ve kalbi daima onunla meşgul olmalı, zihni her zaman Rabbinin zikriyle toplu olmalıdır. En meşgul anlarında, hatta harp meydanlarında bile Allah’ı zikretmeli, düşmanlarını kahredip kendilerine zafer vermesi için dua etmelidir.[62] Hoşuna gitmeyen bir şey başına geldiğinde tesbih ve hamd ile Rabbine sığınmalı, onun yardımını istemelidir.[63]
MUHAMMED (AS)’IN GÜVEN, SEVGİ VE HUZUR DOLU BİR AİLE HAYATI OLMUŞTUR
Muhammed (as) her beşer gibi evlenmiş, düzenli bir aile hayatı kurmuştur.[64] Kimi hanımlarla evlenmiş, kimisiyle nikâh yaptıktan sonra evlenmeyip ayrılmış, kimisine de talip olmuş ancak çeşitli sebeplerle evlenmekten vazgeçmiştir. İlk hanımı Hz. Hatice bint Huveylid’dir (ö. 620). Onun vefatından sonra Sevde bint Zemʻa (ö. 23/644) ile evlenmiştir. Daha sonra Hz. Ebû Bekir’in kızı Âişe (ö. 58/678), Hz. Ömer’in kızı Hafsa (ö. 45/665 [?]), Ümmü Seleme bint Ebî Ümeyye (ö. 62/681), Ebû Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe (ö. 44/664), halasının kızı Zeyneb bint Cahş (ö. 20/641), Zeyneb bint Huzeyme (ö. 4/625), Cüveyriye bint Hâris (ö. 56/676), Safiyye bint Huyey (ö. 50/670 [?]), Benî Nadîr’den Reyhâne bint Şemʻûn (ö. 10/632) ve Meymûne bint Hâris (ö. 51/671) ile evlenmiştir.[65]
Resûlullah (sas)’in ilk hanımı Hz. Hatice’den erkek ve kız evlatları oldu. Oğlu Kâsım iki yaşında vefat etti. Ondan sonra doğan Abdullah da küçük yaşta vefat etmiştir. Bazı âlimler Tâhir ve Tayyib isminde iki oğlunun daha olduğunu söylemişlerse de en doğrusu bunların temiz ve hoş anlamında Abdullah’a verilen iki sıfat olduğudur. Üçüncü oğlu İbrahim (ö. 10/632 [?]), câriyesi Mâriye’den (ö. 16/637) doğmuş ve on altı aylıkken vefat etmiştir. Kızlarından Zeyneb (ö. 8/629), teyzesinin oğlu Ebü’l-Âs b. Rebî (ö. 12/634) ile, Rukiye (ö. 2/624) ve Ümmü Gülsüm (ö. 9/630) birbiri ardınca Hz. Osman’la (ö. 35/656), Fâtıma (ö. 11/632) da Hz. Ali (ö. 40/661) ile evlenmiştir. Resûlullah (sas)’in altı çocuğu Hz. Hatice’den, sadece İbrahim, Hz. Mâriye’den doğmuştur. Çocuklarının altısı hayatında, Fâtıma da kendisinden altı ay sonra vefat etmiştir.[66]
Kur’ân’da onun aile hayatıyla ilgili bir kısım âyetler ve hükümler inmiştir. Eşlerine bazı ikazlar gelmiş, diğer kadınlar gibi olmadıkları, insanlara örnek olmaları için takva üzere bir hayat yaşamaları istenmiştir.[67] Konuyla ilgili şu âyet-i kerimeler ne kadar dikkat çekicidir: “Ey peygamber! Eşlerine şöyle de: ‘Dünya hayatını ve güzelliklerini istiyorsanız gelin size bir şeyler vereyim sonra da güzellikle sizi serbest bırakayım. Yok, eğer Allah’ı, Resûlü’nü ve âhiret yurdunu istiyorsanız şunu bilin ki Allah, içinizden iyiliği seçenlere büyük bir ödül hazırlamıştır.’ Ey peygamber hanımları! Sizden kim açık bir hayâsızlık yaparsa onun cezası ikiye katlanır, bu Allah için kolay bir şeydir. Sizden kim de Allah’a ve Resûlü’ne itaat eder, güzel şeyler yaparsa onun hak ettiği karşılığı iki kere veririz, ayrıca onun için değerli bir nasip de hazırladık. Ey peygamber hanımları! Kendinizi kötülüklerden korumanız şartıyla, siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Bu sebeple sözü yumuşatarak söylemeyin, sonra kalbi çürük olan umuda kapılır, sizden beklendiği şekilde konuşun. Evlerinizde oturun ve daha önce Câhiliye döneminde olduğu gibi açılıp saçılmayın, namazı güzelce kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin. Ey peygamber ailesi! Allah’ın istediği, sizden kirliliği gidermek ve sizi tertemiz kılmaktan ibarettir. Hânelerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti dilinizden düşürmeyin. Allah bütün incelikleri ve gizlilikleri bilir, her şeyden haberdardır.”[68]
Münafıklar, Muhammed (sas)’in eşi Hz. Âişe’ye iftira attılar. Allah Teâlâ bu konuyla ilgili vahyi bir müddet geciktirmek sûretiyle Müminleri imtihan ettikten sonra onun temiz olduğuna dair âyetleri indirdi.[69] Sonunda şöyle buyurdu: “Pis şeyler pis olanlar içindir, pis olanlar da pis şeylere lâyıktır. Temiz şeyler temiz olanlar içindir, temiz olanlara da temiz şeyler yakışır. Onlar, iftiracıların kendileri hakkında söylediklerinden uzaktırlar; onlar için bir bağışlama, değerli bir nasip vardır.”[70]
Muhammed (as) Zeyd b. Hârise’yi (ö. 8/629) küçük yaşta köle olarak tanımış, onu azat ederek evlatlık edinmişti. Büyüdüğünde onu halasının kızı Zeyneb binti Cahş ile evlendirdi. Aralarında uyum olmayınca bunlar bir müddet sonra boşandılar. Allah Teâlâ da evlatlık edinmeyi neshettiğini kuvvetli bir şekilde göstermek için Peygamberimiz’e Zeyneb’le evlenmesini emretti. Münafıklar “bize yasakladığı hâlde kendisi oğlunun boşadığı hanımla evlendi” diye dedikoduya başladılar. Ancak Allah daima hakkı söylüyordu ve onun hükmü mutlaka yerine gelirdi. Çünkü Zeyd, Muhammed (as)’ın oğlu değil, din kardeşi idi. Her insanı babasına nispet etmek Allah katında daha doğru ve gerçekçi idi.[71] Daha önce Zeyd b. Muhammed diye çağrılan Zeyd’e, bu konuyla ilgili âyetlerin inmesinden sonra tekrar Zeyd b. Hârise diye hitap edilmeye başlandı.[72]
Hz. Peygamber’in ailesi olduğu gibi yakınları, akrabaları, kabilesi ve ashâbı da vardı. İlk önce onları İslâm’a davet etti, ancak bir kısmı bu daveti kabul ederken diğer bir kısmı reddedip ona düşmanlık yaptılar.[73]
Allah Teâlâ, Muhammed (as)’ın diğer insanlar gibi vefat edeceğini haber verdi. Önceki peygamberler de vefat etmişlerdi. Gerçekten de öyle oldu, o da her insan gibi dünyadan âhirete intikâl etti.[74]
MUHAMMED (as) SON PEYGAMBERDİR
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ
“Muhammed, Allah’ın resulüdür.” (Feth 48/29)
مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَٓا اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ وَلٰكِنْ رَسُولَ اللّٰهِ وَخَاتَمَ النَّبِيّ۪نَۜ وَكَانَ اللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يماً۟ ﴿٤٠﴾
“Muhammed içinizden hiçbir erkeğin babası değildir, fakat o Allah’ın elçisidir ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilmektedir (Alîm).” (Ahzâb 33/40)
Rasûlullah (sas) öğreteceği konuları zaman zaman örnek ve temsillerle anlatırdı. Bir gün ashabına kendisiyle önceki peygamberlerin meselini şöyle anlattı: Bir kişi bir ev yaptırmış ve onu süsleyip güzelleştirmiş; yalnız bir köşede bir tuğla yerini boş bırakmıştı. İnsanlar merakla evi dolaşıp görmeye koştular. Herkes evi beğeniyor ancak “Keşke şu tek tuğla da yerine konulsaydı!” diyorlardı. Bunları anlatan Peygamber Efendimiz (sas), “İşte ben, o (yeri boş bırakılan) tuğla gibiyim; ben Hâtemu’n-Nebiyyîn’im (peygamberlerin mührü ve sonuncusuyum!)” buyurdu.[75]
Peygamberlik çalışarak elde edilen veya insanların isteğine göre olan bir görev değildir. Allah bu vazifeyi insanların büyük saydığı kimselere değil, kendi dilediği kuluna ve dilediği yerde verir.[76] İşte son olarak da Muhammed (as)’ı seçmiş ve onun son peygamber olduğunu bildirmiştir. Artık ondan sonra ne bir nebî, ne de resûl gelecektir.[77]
Muhammed (as) Allah’ın resûlüdür, kendisine Kur’ân vahyedilmiş[78] ve bütün insanlara elçi olarak gönderilmiştir.[79] Ümmü’l-Kurâ Mekke’den başlayarak yeryüzündeki bütün insanları Kur’ân ile uyarması emredilmiştir. Onlara yer ve gök ehlinin yeniden diriltilip toplanacağı âhiret gününün geleceğini bildirmesi istenmiştir.[80]
Allah (cc) inkârcılara, Muhammed (as)’ın, ilk peygamber olmadığını, ondan önce de peygamberlerin gönderildiğini bildirdi.[81] O, benzeri olmayan biri değildi ki peygamber olarak gönderilmesi garipsensin ve uzak görülsün.[82] Muhammed (as)’a îtikâdî konularda kendinden önceki peygamberlerin yoluna uyması emredildi. Zira itikat dışındaki şerʻî hükümler peygamberden peygambere değişebilir.[83] Zaten tarih boyunca bütün ilâhî kitaplar[84] ve peygamberler[85] hep birbirlerini tasdik ederek gelmişlerdir.[86]
Hz. Peygamber’in geleceği, önceki kitaplarda müjdelenmişti.[87] Bu sebeple Ehl-i kitap onu, çocuklarını tanır gibi tanırlardı.[88] Ancak bu kesin gerçeğe ve sağlam bilgiye rağmen onlar kitaplarındaki Muhammed (as)’dan bahseden âyetleri insanlardan gizlerlerdi.[89] O peygamber olarak gönderilmeden önce Yahudiler, Evs ve Hazrec kabilelerine tehditler yağdırıyorlardı. Âhirzaman peygamberinin yakında geleceğini, onunla birlik olup Evs ve Hazrec’i büyük bir katliamdan geçireceklerini söylüyorlardı. Ancak Allah Teâlâ, bekledikleri son peygamberi kendilerinden değil de Araplardan gönderince onu ve onunla ilgili sözlerini inkâr ettiler. Muâz b. Cebel (ö. 17/638) ile Bişr b. Berâ (ö. 7/628): “Ey Yahudi topluluğu, Allah’tan korkun ve müslüman olun. Siz daha önceden bize karşı, Muhammed ile zafer kazanacağınızı söylüyordunuz. Biz o vakit şirk ehliydik, siz onun gönderileceğini söyleyip sıfatlarını sıralıyordunuz” dediler. Nadîroğullarından Sellâm b. Mişkem: “Bize bildiğimiz, tanıdığımız bir şey getirmedi. O bizim size söylediğimiz peygamber değil” dedi. Bunun üzerine Allah Tealâ: “Daha önce kâfirlere karşı zafer isterlerken kendilerine Allah katından ellerindeki (Tevrat’ı) doğrulayan bir kitap gelip de (Tevrat’tan) bilip öğrendikleri gerçekler karşılarına dikilince onu inkâr ettiler. İşte Allah’ın lâneti böyle inkârcılaradır”[90] âyetini indirdi.[91]
Muhammed (as) hak olarak gelmiş, hakkı ve hak dini getirmiş bir peygamberdir.[92] Onun getirdiği hak din İslâm’dır. Allah ondan başka bir dini kabul etmez.[93] Önceki milletlere dair anlattığı kıssalar Allah katındandır ve aynen haber verildiği gibi vuku bulmuştur. Getirdiği bu kıssalarda ne fazlalık ne tahrif ve ne de herhangi bir değiştirme söz konusudur.[94]
Önceki peygamberler sadece kendi kavimlerine gönderilirken, Muhammed (sas) bütün insanlara gönderilmiştir.[95] Allah (cc) cinlerden bir grubu da Kur’ân dinlemeleri için ona göndermişti. Hz. İsa ile Muhammed (as) arasında semâ korunmuyordu. Cinler gökte bazı yerler edinerek bazı bilgileri dinleyip çalabiliyorlardı. Allah Resûlü’nün biʻsetiyle birlikte sema sıkı bir şekilde korunmaya ve şeytanlar alev toplarıyla kovalanmaya başladılar. Bunun sebebini araştırmak için yeryüzünde geziyorlardı. Ukâz panayırına giderken Nahle vâdisinde konaklayıp ashâbına sabah namazını kıldırmakta olan Resûlullah (sas)’e rastladılar. Onu dinleyip iman ettiler. Görüşmenin sonunda Muhammed (as) onları kavimlerine uyarıcı olarak gönderdi. Rivayetlere göre bu uyarılardan sonra grup grup gelip Resûlullah (sas)’i dinlemişlerdir.[96]
Allah Teâlâ, Muhammed (as)’ı, başta iman edenler[97] olmak üzere bütün âlemlere rahmet olarak gönderdiğini bildirmektedir.[98] O, kendisine tabi olan, getirdiği hidayetle doğru yolu bulan, Rabbinin katından getirdiği şeyleri tasdik eden kimseler için hem dünyada hem de âhirette bir rahmettir. Zira Allah bu insanları onunla hem önceki kavimlerin başına gelen dünyevî azaplardan hem de dalaletten kurtarmış ve ona ittiba etmeleri sebebiyle kendilerini cennetlerine koyacağını vaad etmiştir.[99] Muhammed (sas) kâfirler için de rahmettir. Her ne kadar âhirette ondan istifade edemeseler de dünyada, peygamberlerini yalanlayan önceki kavimlere âcilen isabet eden yere batırılma, gökten üzerlerine taş yağması gibi toplu belâlardan korunmuşlardır.[100]
Muhammed (as), kendisine indirilene öncelikle kendisi iman etmişti.[101] Sonra Allah, insanlara, Resûlü’ne ve ona indirilene iman etmelerini emretti.[102] Resûlü’ne de uyarılarına önce en yakınlarından başlamasını söyledi.[103] Onu inkâr edenleri asla affetmeyip can yakıcı bir azaba uğratacağını bildirdi. Çünkü onlar iyice sapıtmış, inatla doğru yola gelmeyen insanlardır.[104]
Kur’ân, onun risaletini ispat etmek için yeterli bir mucize ve delil idi.[105] Vahiy meleği Cebrail, Kur’ân’ı Allah’ın izniyle ve Arap lisanıyla onun kalbine indiriyordu.[106] İnsanlara sindire sindire okuması için Kur’ân ona peyderpey geliyordu.[107] Ondan, kendisine inen vahiyle insanları cehalet, küfür ve tezat karanlıklarından hidayet, yakîn ve iman aydınlığına çıkarması isteniyordu.[108] Kur’ân’ı Resûlullah kendiliğinden uydurmuyor, onu Allah indiriyordu. İstese indirmez veya indirdiğini de geri alıp unutturur, Resûlullah da onu kimseye okuyamaz ve bildiremezdi. Ancak Allah rahmet ve lütfu ile böyle bir şeyi dilemedi. Yani Kur’ân O’nun iradesiyle indi ve hâlen O’nun iradesiyle elimizde durmaktadır.[109]
Muhammed (as), vahiy meleği olan Cebrail’i en yüksek ufukta, doğu tarafında gördü.[110] Vahiy ona sağlam bir yolla geldi, şeytanların karıştırmasından korundu, diline kolaylaştırıldı ve onun ağzından insanlara beyan edildi.[111]
Allah (cc) Muhammed (as)’a, putlardan, maddî ve manevî kirlerden uzak durmasını ve sadece kendisine kulluk etmesini emretti.[112] Ona indirdiği dini takip etmesini, cahillere/Müşriklere, inkârcılara ve Münafıklara uymamasını söyledi.[113] Onun vazifesi insanlara Kitâb’ı, hikmeti ve bilmedikleri şeyleri öğretmek; dini tebliğ ve beyan ederek âhireti hatırlatmaktı. Aynı zamanda o, insanların nefislerini tezkiye ederek ahlâklarını güzelleştirmiş, temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılmış, insanlar arasında Allah’ın hükmüyle hükmetmiş ve dini onlara kolaylaştırmıştır.[114] Allah onu müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndermiştir.[115]
Muhammed (as) hep doğru yolu gösteriyordu.[116] Hiç kimseyi inanmaya zorlamıyor, ancak herkese İslâm’ı en açık şekliyle anlatıp tebliğde bulunuyordu.[117] Zaten istediği kimseyi hidayete erdirmek veya cezalandırmak onun elinde değildi. O, sadece Allah’ın emirlerini yerine getiriyordu.[118] Bu yorucu ve önemli görev karşılığında insanlardan herhangi bir karşılık asla istemiyordu. Kendiliğinden bir görev edinmemişti.[119] Sadece Allah’tan aldığı vahyi tebliğ ediyor, kendi arzusuna göre konuşmuyordu.[120]
Allah ona insanları hikmet ve güzel öğütle davet etmesini, onlarla en güzel yolla tartışmasını emretmişti.[121] O da insanları basiretle Allah’a davet ediyor, apaçık delillere dayanıyordu.[122] Başta inkârcılar olmak üzere bütün insanları tefekküre davet ediyordu.[123] Ehl-i kitâbı da tevhide ve hakka davet ediyor, aklî ve ilmî deliller göstererek onlarla tartışıyordu.[124]
Muhammed (as) bu şekilde risalet vazifesini hakkıyla yerine getirdi. Şayet bu önemli görevi Allah’ın istediği şekilde yerine getirmeseydi, Allah tarafından cezalandırılırdı.[125] Ayrıca kıyamet günü de, Allah, risalet vazifesini hakkıyla yapıp yapmadıklarını peygamberlere soracaktır.[126]
Allah, kâfirler hoşlanmasalar da Muhammed (as)’a gönderdiği nuru tamamlayacağını ve onu ve kendisine verdiği hidayeti ve hak dini, bütün dinlere üstün kılacağını müjdelemiştir.[127]
RESÛLULLAH TEBLİĞ SÜRECİNİN BÜTÜN ZORLUKLARINI YAŞAMIŞTIR
وَلَقَدْ نَعْلَمُ اَنَّكَ يَض۪يقُ صَدْرُكَ بِمَا يَقُولُونَۙ فَسَبِّـحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَكُنْ مِنَ السَّاجِد۪ينَۙ وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَأْتِيَكَ الْيَق۪ينُ
“Söyledikleri yüzünden canının sıkıldığını muhakkak ki biliyoruz. Ama sen rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol! Kesin olan şey gelinceye kadar rabbine kulluk et.” (Hicr 15/97-99)
وَاصْبِرْ وَمَا صَبْرُكَ اِلَّا بِاللّٰهِ وَلَا تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَلَا تَكُ ف۪ي ضَيْقٍ مِمَّا يَمْكُرُونَ
“Sen sabret; sabır göstermen de Allah’ın ihsanı sayesinde olacaktır. Onlardan dolayı üzülme, kurdukları tuzaklardan kaygı duyma.” (Nahl 16/127)
وَاتَّبِعْ مَا يُوحٰٓى اِلَيْكَ وَاصْبِرْ حَتّٰى يَحْكُمَ اللّٰهُۚ وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِم۪ينَ ﴿١٠٩﴾
“Sana ne vahyedilirse ona uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O hüküm verenlerin en hayırlısıdır (Hayru’l-hâkimîn).” (Yûnus 10/109)
اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْۜ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَٓاءُ وَالضَّرَّٓاءُ وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِۜ اَلَٓا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ
“Yoksa sizden öncekilerin çektikleriyle karşılaşmadan cennete girebileceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine yoksulluk ve sıkıntı çekmişler, öyle sarsılmışlardı ki peygamber ve yanındakiler, “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” diye niyaz etmişlerdi. Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara 2/214)
Adamın biri gecenin karanlığında bir ateş yakmıştı. Etraf aydınlanınca civarda bulunan pervaneler ışığa doğru koşup kendilerini ateşe atmaya başladılar. Adam onları kovalayarak ateşten kurtarmaya çalışıyordu ancak pervane böceklerinin çoğu ondan kurtularak ateşe hücum ediyor ve kendi kendilerini yakıyorlardı. Bu misali veren Muhammed (sas), “İşte ben de aynen bunun gibi sizin belinizden ve kemerinizden tutup cehennemden kurtarmaya çalışıyorum, ama insanların çoğu kendini ateşe atıyor” buyurdu.[128] Yine Resûlullah (sas) şöyle bir misal vermişti: “Benim ve Allah’ın benimle gönderdiği şeyin misali şudur: Bir adam acele ve telaşla kavmine gelerek büyük bir korku ve heyecan içinde; ‘Gözlerimle gördüm, bir ordu üzerinize doğru geliyor. Ben ‘Çıplak Uyarıcı’yım, çabuk olun kurtarın kendinizi!’ der. Kavminden bir grup ona itaat eder, geceleyin sessizce yola çıkarak kurtulurlar. Diğer grup ise onu yalanlayarak yerlerinde kalırlar. Ordu sabahleyin ansızın baskın yaparak onları helâk eder ve köklerini kazır. İşte bu, bana itaat edip getirdiğim şeye uyan ile bana âsî gelip getirdiğim hakkı yalanlayan kimsenin misalidir.”[129] Diğer rivayette düşmanı gören bir kişi âilesini korumak için hemen koşar ama ordunun kendisini geçmesinden korktuğu için uzaktan bağırır: “İmdâd, düşman geliyor, çabuk olun, kaçın!”[130] Bütün bu misaller Muhammed (as)’ın insanları kurtarmaya ne kadar hırslı olduğunu ve bunun için büyük bir özveriyle çalıştığını göstermektedir.
Kendisine elçilik görevi verilince Muhammed (as), insanların iman etmesi için kendini helâk edercesine çalışmaya başlamıştı. Zira onların inanmayıp imandan uzak durmalarına çok üzülüyordu.[131] Mekke döneminde Kur’ân ile cihâd ediyor, Müşriklerin onu kabul edip içindeki ilahi emirlere boyun eğmesi için çalışıyordu.[132] Müşrikler, Kur’ân’ın bir sihir olduğunu söylüyorlardı. “Hak bir kitap olsa, Mekke ve Tâif’teki iki büyük insandan birine indirilmeli değil miydi?” diyorlardı.[133] Ehl-i kitap’tan Kâfirler ve Müşrikler de, haset ve kıskançlıkları sebebiyle Allah Resûlü’ne hayrın, yani Kur’ân ve içindeki hükümlerin inmesini istemiyorlardı. Ancak Allah rahmetini dilediği kuluna indirir.[134]
Müşrikler Kur’ân’ın vahiy olduğuna inanmak istemiyorlardı. Onun Muhammed (as) tarafından uydurulduğunu, öncekilerin masalları olduğunu veya bir insan tarafından öğretildiğini, başkalarına yazdırdığını söylüyorlardı.[135] Bu sebeple Allah Resûlü’ne çok sert tepki verdiler, her türlü düşmanlığı yaparak acımasızca saldırılarda bulundular ve tuzaklar kurdular. Böbürlendiler, insanları Kur’ân’ın zıddına ve dalalete çağırdılar. Onları Allah’ın yolundan alıkoymak için türlü türlü hilelere başvurdular.[136] Muhammed (as) ve Müminlerle alay ettiler. Zayıflara işkence ederek bir kısmını dininden döndürdüler. Resûlullah (sas)’e mecnûn, sihirbaz, şair, yalancı gibi kötü sıfatlar izafe ettiler, halkı ona karşı gelmeye teşvik ederek kışkırttılar.[137] Velid b. Muğîre Kureyş’in ileri gelenlerini toplayarak hac mevsiminin yaklaştığını, Arap kabilelerinin heyetlerinin Mekke’ye geleceğini söyledi. “Onlar Muhammed’in iddiasını duydular. Onun hakkında fikir birliğine varın da farklı farklı şeyler söyleyip birbirinizi yalanlamayın, birbirinizin sözünü çürütmeyin” dedi. Kureyşliler sırayla kâhin, mecnun, şair, sihirbaz demeyi teklif ettiler. Velid bunların hiçbirinin inandırıcı olmadığını söyledi ve Resûlullah (sas)’in sözlerinin ne kadar güzel olduğunu çeşitli teşbihlerle tasvir etti. “Bunların hangisini söyleseniz bu iddianın bâtıl olduğu hemen anlaşılır. Onun hakkında doğruya en yakın söz sihirbâz olduğunu söylemenizdir. Çünkü onun getirdiği söz bir sihirdir. Onunla kişiyle babasının, kardeşinin, karısının ve kabilesinin arasını ayırmaktadır” dedi. Bu şekilde ittifak ederek ayrıldılar ve Mekke’ye her geleni uyarıp Muhammed (as)’dan sakınmasını tembih ettiler. O sene insanlar hacdan Resûlullah (sas)’in haberleriyle döndüler ve onun şöhreti bütün Arap kabilelerine yayıldı. Cenâb-ı Hak, Velid hakkında şöyle buyurdu: “Yarattığım o şahsı (cezalandırmak üzere) tek başına bana bırak! Kendisine geniş bir servet ve gözü önünde duran oğullar verdiğim; önüne nimetleri serdikçe serdiğim, arkasından daha fazla vermemi bekleyen kişiyi! (Daha fazla vermek mi?) Asla! Çünkü o bizim âyetlerimize karşı inatla direnmektedir. Ben de onu sarp bir yokuşa süreceğim! Çünkü o, düşündü taşındı, ölçtü biçti. Kahrolası, ne biçim ölçtü biçti! Sonra kahrolası ne biçim ölçtü biçti! Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı. En sonunda sırtını dönüp gitti ve kibrine yenildi. ‘Bu’ dedi, ‘Olsa olsa eskilerden nakledilmiş bir sihirdir. Bu, insan sözünden başka bir şey değildir.”[138] İbn Hişâm (ö. 218/833), Velid’in yanındakiler hakkında da şu âyetlerin indiğini söyler: “Nitekim biz, bölüp parçalayanları cezalandırdık. Kur’ân’ı parçalara ayıranlar yok mu; Rabbine andolsun ki yaptıklarından dolayı muhakkak surette onların hepsini sorguya çekeceğiz!”[139]
Resûlullah (sas) ve Müminler, Müşriklerin taptıkları ilâhların kötülüğünü söyler, onları yererlerdi. Bir gün Ebû Cehil, Resûlullah (sas) ile karşılaştı. Ona “Vallahi yâ Muhammed, ya ilahlarımızı kötülemekten vazgeçersiniz ya da biz de sizin taptığınız ilâhınıza hakaret ederiz” dedi. Bunun üzerine “Allah’tan başkasına tapanlara hakaret etmeyin; sonra onlar da bilgisizlik yüzünden sınırı aşarak Allah’a hakaret ederler”[140]âyeti indi. Resûlullah (sas) ve Müminler bundan sonra onların ilâhlarına hakaret etmediler, sadece onları Allah’a davet ettiler.[141]
Mekke müşrikleri Allah Resûlü’nü zor durumda bırakmak için Yahudilerden öğrendikleri farklı sorular sordular.[142] İlâhî delilleri, hak olduğunu bile bile büyük bir inat ve ısrarla reddettiler, onlara karşı kör ve sağır davranarak hevâlarına uydular.[143] İman ettikleri takdirde düşmanlarının aleyhlerine birleşerek kendilerini memleketlerinden söküp atmasından korktuklarını söylediler. Allah (cc) onların bu iddiasına karşı nimetlerini hatırlatarak şöyle buyurdu: “Peki biz onları dokunulmaz, güvenli, katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin orada toplandığı bir yere yerleştirmedik mi? Fakat çoğu bunun şuurunda değildir.”[144]
Müşrikler alay ve işkencelerinin bir fayda sağlamadığını görünce Resûlullah (sas)’e anlaşma teklif ettiler. “Biz senin ibadet ettiğine ibadet edelim, sen de bizim ibadet ettiğimize ibadet et” dediler. Bunun üzerine Kâfirûn sûresi nâzil oldu ve Kâfirlere herhangi bir taviz ve ümit verilmemesi emredildi.[145]
Muhammed (a.s) büyük bir sabırla ve ecrini Allah’tan umarak Allah’ın emrini yerine getiriyor, kavminin yalanlamaları, eziyetleri ve alaylarına aldırmadan onlara nasihat ediyordu. Müşrikler şerlerine devam edip alaylarını iyice artırınca “Sen, sana buyurulanı açıkça duyur, Müşriklere aldırış etme! Allah’ın yanında başka bir tanrı daha edinen o alaycılara karşı biz senin yanındayız. Onlar ileride anlayacaklar!” âyetleri nazil oldu.[146]Bundan sonra o çok alay eden azgınların her birinin başına bir belâ geldi ve helâk olup gittiler.[147]
Mekke müşrikleri iman etmemek için büyük bir inatla direndiler. İşi o kadar ileri götürdüler ki Resûlullah (sas)’i “etkisiz hale getirmek veya öldürmek ya da yurdundan çıkarmak için tuzaklar kuruyorlardı. Onlar tuzak kuruyorlardı Allah da bozuyordu. Tuzak bozma işini en iyi yapan Allah’tır.”[148] Müslümanlar için Mekke’de hayat iyice zorlaşınca, Akabe beyʻatlerinden sonra Medine’ye hicret etmelerine izin verildi. Onlar da fert fert, grup grup, muhtelif şekillerde hicret etmeye başladılar. Muhammed (as) da Allah’ın kendisine hicret için izin vermesini bekliyordu.[149] Hz. Peygamber’in Mekke dışında ashabının olması ve Müslümanların onların yanına gidip kendilerini koruyacak bir güce kavuşmaları Mekkelileri endişelendirdi. Müslümanların kendileriyle harp etmek için bir yere toplandığını anladılar. Hemen Dâru’n-Nedve’de toplandılar. Peygamber Efendimiz’e ne yapacaklarını konuşuyorlardı. Hapis ve sürgün teklif ettiler. Necid’li bir ihtiyar kılığında toplantıya katılan şeytan, bu teklifleri kabul etmedi. Müslümanların kuvvet toplayarak üzerlerine geleceğini söyledi. En sonunda Ebû Cehil’in görüşünü överek kabul ettiler. Buna göre her kabileden güçlü, nesep ve şeref sahibi bir genç alacaklar, ellerine keskin birer kılıç vereceklerdi. Bunlar da Muhammed (as)’a aynı anda vurup birlikte öldüreceklerdi. Böylece kan bedeli bütün kabilelere dağılacak, Abdi Menâf Oğulları da kendi kavimleriyle toptan savaşmayı göze alamayıp diyeti kabul etmek mecburiyetinde kalacaktı. Onlar bu kararı alıp dağıldıklarında Cebrail (as) gelip Efendimiz’e o akşam her zaman yattığı yerde yatmamasını söyledi. Karanlık çökünce Müşrikler Resûlullah (sas)’in kapısında toplandılar. O da yatağına Hz. Ali’yi yatırdı. Yâsîn sûresinin ilk dokuz âyetini okuyup kapıda bekleyenlerin üzerine toprak saçarak evinden çıkıp gitti. Allah onların gözlerini aldı, hiçbirisi onu göremedi. Allah (cc) nebisine izin vermiş ve hicret başlamıştı.[150] Böylece Müşrikler Muhammed (as)’ı yurdundan çıkarmış oldular.[151] O ise bütün yapılanlara rağmen Müşriklere hiç taviz vermedi ve meyletmedi.[152]
Resûlullah (sav) Medine’ye vardığında Ehl-i kitabın inadı, ikiyüzlülüğü ve hileleriyle karşılaştı. Araplardan ve Yahudilerden münafıklar da türemeye başladı. Bunlar, kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla “inandık” diyor ancak küfür içinde koşuyorlardı. Ehl-i kitap ve Münafıklar durmadan yalana kulak veriyor, kitaplarındaki gerçek bilgileri gizliyor, yanlış yorumluyor veya değiştirip tahrif ediyorlardı. Haram ve rüşvet yemeye iyice alışmışlardı. Kendi görüşlerini ve arzularını Allah’a itaatin önünde tutuyorlardı.[153]
Resûlullah (sav) ve ashabı tebliğ esnasında pek çok zorluklarla karşılaştılar. Zaman zaman Bedir, Uhud, Hendek gibi kanlı savaşlar yapmak durumunda kaldılar. “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” diyecek kadar çaresizlik içine düştüler. Allah Teâlâ onlara şöyle buyurdu: “Yoksa sizden öncekilerin çektikleriyle karşılaşmadan cennete girebileceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine yoksulluk ve sıkıntı çekmişler, öyle sarsılmışlardı ki peygamber ve yanındakiler, ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ diye niyaz etmişlerdi. Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır.”[154] Şu âyet de Müslümanların tebliğ esnasında yaşadığı zorlukları anlatmaktadır: “Yukarınızdan ve sizden aşağıda bulunan bölgeden üzerinize gelmişlerdi; korkudan gözler kaymış, yürekler ağızlara gelmişti; bu esnada Allah hakkında olmadık zanlara kapılmakta idiniz. İşte o zaman Müminler büyük bir imtihan geçirdiler ve adamakıllı sarsıldılar.”[155]
Allah (cc) Nebîsine, kavmiyle arasında hükmünü verinceye kadar çektiği sıkıntılara sabretmesini emretti. Kendisine indirilen vahye tabi olup onunla amel etmesini[156] ve önceki peygamberler gibi risalet vazifesine azimle devam etmesini söyledi.[157] Hakikatten şüphe edenlerin arzularına uymamasını istedi.[158] Düşmanlarına lânet etme yerine sabretmesini, beddua etme yerine de hamd ile tesbih etmesini tavsiye etti.[159] Resûlullah (sav) ve ashabı, kendilerine yapılanlar karşısında büyük hüzün yaşıyor, yaralanıyor, şehitler veriyorlardı. Allah Teâlâ da onlara ümitsizliği ve gevşemeyi yasaklıyor, teselli ediyor, ilahî vaatlere inandıkları takdirde en üstün olacaklarını müjdeliyordu.[160] “Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız şüphesiz en üstün olan sizsiniz” [161] buyuruyordu. Allah (cc) Muhammed (as)’a düşmanlarının sayıca çok olmasından ve kendisine kötü bir şey yapmasından korkmaması gerektiğini, onu bütün insanların şerrinden koruyacağını bildirdi. Asıl korkulacak şeyin tebliğde kusur göstermek olduğunu, bir âyeti bile gizlemenin risalet vazifesini yapmamak demek olduğunu hatırlattı. Bunun üzerine Muhammed (as) rahatladı, kendisini korumak için nöbet tutan ashabına “Artık evlerinize gidin, Allah beni koruyor” buyurdu ve kimse yardım etmese de başarılı olacağına inancı arttı.[162]
Müslümanların başına gelen bu sıkıntıların pek çok hikmeti vardı. Allah, bu şekilde iman edenleri günahlardan arındırıyor, gerçek müminleri ortaya çıkarıyor, uğrunda şehit olan kullar ediniyor ve kâfirleri yok ediyordu.[163] Müminlere, “Yoksa Allah içinizden cihad edenleri ortaya çıkarmadan ve sabredenleri belirlemeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?” diye soruyordu.[164]
RESÛLULLAH (sas) ALLAH’IN GÖZETİMİNDEYDİ
وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ فَاِنَّكَ بِاَعْيُنِنَا وَسَبِّـحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ ح۪ينَ تَقُومُۙ ﴿٤٨﴾
“Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle, kuşkusuz sen bizim gözetim ve korumamız altındasın.” (Tûr 52/48)
وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِۜ
“… Allah seni insanlardan koruyacaktır…” (Mâide 5/67)
Muhammed (as) daima Allah’ın gözetiminde idi. Allah onu büyük bir itina ile muhafaza ediyor, yanlış yollara sapmaktan ve insanların şerrinden koruyordu.[165] Ona, “Sen benim elçilik vazifemi yap, ben seni korur, sana yardım eder, düşmanlarına karşı destekler ve onlara karşı muzaffer kılarım. Sen korkma, üzülme, onların hiç biri sana bir kötülük yapamayacak” diye garanti veriyordu.[166] Allah onu Mekke’nin azılı müşriklerinden amcası Ebû Tâlib (ö. 619 m.) ile korudu. Çünkü o Kureyş’in saygı duyulan ve sözü dinlenen şahsiyetlerinden biriydi. Amcası vefat edince Müşrikler ona bir müddet ezâ ve cefâda bulundular. Ancak kısa bir süre sonra Medine’den bazı insanlar gelip müslüman oldular ve Resûlullah’ı kendi beldelerine davet ettiler. Onu kendi canlarını ve evlatlarını korudukları gibi korumaya söz verdiler.[167] Medine’ye vardığında Allah’ın koruma vaʻdi gelinceye kadar Resûlullah’ı ashabı koruyordu. Mâide sûresinin 67. âyetiyle Allah’ın onu koruyacağı sözü gelince Allah Resûlü (sas) başını çadırdan dışarı çıkararak “Ey insanlar, artık gidebilirsiniz, Allah (cc) beni koruyor” buyurdu.[168] Bir gün Allah’ın onu muhafaza ettiğini gösteren şöyle bir olay yaşanmıştı: Sefer esnasında Resûlullah (sas) bir yere konakladığında ashabı onun için koyu gölgeli bir ağaç seçerler, onun altında istirahat ederdi. Bir defasında o yalnız başına istirahat ederken bir bedevi gelip kılıcını sıyırdı ve “Şimdi seni benden kim koruyacak?” dedi. Muhammed (as): “Allah” cevabını verdi. Birden bedevinin eli titreyip kılıcı yere düştü, kendisi de sendeleyerek başını ağaca çarptı, beyni dağılarak oracıkta can verdi. Bunun üzerine “Allah seni insanlardan koruyacaktır” âyeti indi.[169] Müşriklerden veya Ehl-i kitaptan herhangi biri ona bir zarar vermek istediğinde Allah onun tuzağını başına geçiriyordu. Yahudiler sihir yapmak istemişlerdi. Allah Muavvizeteyn sûrelerini indirerek onu sihirden korudu. Yine Yahudiler Hayber’de bir koyunun kürek kısmını iyice zehirleyerek Resûlullah’a takdim etmişlerdi. Allah (cc) bu durumu kendisine haber vererek onu zehirlenmekten korudu. Onun Allah tarafından korunduğunu gösteren bu tür örnekler çoktur.[170] Kısacası onun Kur’ân okuması, namaza kalkması, yemesi içmesi, büyük küçük her türlü hareketi ve sözü Allah’ın gözetimi altında idi. Bu da Allah’ın ona çok önem verdiğine ve bütün yaptıklarına itina gösterdiğine işaret ediyordu.[171]
Allah Teâlâ, Müşriklerin, Münafıkların ve Ehl-i kitabın eziyetlerine karşı da onu devamlı savunuyor, destekliyor ve tesellî ediyordu.[172] Sonunda mutlaka zafere ereceğini müjdeliyordu.[173] Şöyle buyuruyordu: “Onların söylediklerinin hakikaten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar. Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah’ın kelimelerini (kanunlarını) değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur. Muhakkak ki peygamberlerin haberlerinden bazısı sana da geldi.”[174]
“(Yine o münafıklardan:) O (Peygamber, her söyleneni dinleyen) bir kulaktır, diyerek peygamberi incitenler de vardır. De ki: O, sizin için bir hayır kulağıdır. Çünkü o Allah’a inanır, Müminlere güvenir ve o, sizden iman edenler için de bir rahmettir. Allah’ın Resûlüne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır.”[175]
Resûlullah (sas) maddî olarak korunduğu gibi mânevî olarak da korunuyordu. Müşrikler onu fitneye düşürerek kendisine gelen vahye uygun olmayan şeyler yaptırmaya, bir kısım itikadî tavizler koparmaya çalışıyorlardı. Muhammed (as) da belki iman ederler diye onlara yaklaşmayı düşündüğünde Allah onu uyarıyor, ayaklarını hakikat üzere sabitliyordu.[176]
Muhammed (as) zaman zaman uyarılıyor, hataya düşmemesi, Yahudi ve Hıristiyanların arzu ve heveslerinden kaynaklanan yanlış sözlerine uymaması, başına gelen sıkıntılara sabretmesi söyleniyor, nasıl hareket edeceği bildiriliyordu.[177] Bu uyarılara ümmeti de dâhil idi. Onların da haktan ayrılmaması, inançsız insanların arzularına uymaması gerekiyordu.[178] Hz. Peygamber’in herhangi bir zellesi olduğunda Allah tarafından hemen uyarılıp nasıl hareket etmesi gerektiği kendisine bildiriliyor, hatta bazen itâb ediliyordu.[179]
Zaman zaman Allah Resûlü’ne doğru yolda olduğu tekrarlanarak şüpheye düşmemesi emrediliyordu.[180] Kendisine gelen bilgilerin gerçek, vakıaya uygun ve Ehl-i kitabın elinde bulunan sahih bilgilerle uyumlu olduğu, hiçbir şek ve şüphe taşımadığı, hakkın asıl kaynağının Allah olduğu ifade ediliyordu. Bu tür âyetler Hz. Peygamber’e olduğu kadar ona inanan insanlara da bir teminat oluyor, doğru yolda gittiklerinin güvencesi veriliyor ve İslâm yolunda ayakları sağlamlaştırılıyor, sabitleniyordu.[181]
Onun velisi, işlerini düzenleyeni ve yardım edeni Allah idi. Onu ve getirdiği dini korumayı, düşmanlarına üstün kılmayı ve yeryüzünün doğularına ve batılarına yaymayı bizzat kendisi üstleniyor, kullarından hiç kimseye bırakmıyordu.[182]
ALLAH PEYGAMBERİNİ ÜSTÜN NİTELİKLERLE DONATMIŞTIR
يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً وَمُبَشِّراً وَنَذ۪يراً ﴿٤٥﴾ وَدَاعِياً اِلَى اللّٰهِ بِـاِذْنِه۪ وَسِرَاجاً مُن۪يراً ﴿٤٦﴾
“Ey peygamber! Seni tanık, müjdeci, uyarıcı, izniyle Allah’a çağırıcı ve etrafını aydınlatan bir ışık olarak gönderdik.” (Ahzâb 33/45-46)
وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ ﴿٤﴾
“Ve senin şanını yüceltmedik mi?” (İnşirâh 94/4)
اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحاً مُب۪يناًۙ ﴿١﴾ لِيَغْفِرَ لَكَ اللّٰهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَاَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطاً مُسْتَق۪يماًۙ وَيَنْصُرَكَ اللّٰهُ نَصْراً عَز۪يزاً ﴿٣﴾
“Senin geçmiş gelecek bütün günahını Allah’ın bağışlaması, sana nimetini eksiksiz vermesi, seni dosdoğru yolda yürütmesi ve Allah’ın sana güçlü bir şekilde yardım etmesi için sana apaçık bir fetih ihsan ettik.” (Feth 48/1-3)
تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍۢ مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللّٰهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍۜ وَاٰتَيْنَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَاَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِۜ
“O peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık. Allah içlerinden bir kısmıyla konuşmuş, bir kısmını da derecelerle yükseltmiştir. Meryem oğlu Îsâ’ya açık deliller verdik ve onu Rûhulkudüs’le destekledik…” (Bakara 2/253)
Resûlullah (sas) bir gün Hz. Hamza’nın (ö. 3/625) evine varmış ancak onu bulamamıştı. Benî Neccâr’dan olan hanımına onun nerede olduğunu sordu. O da: “Anam babam size feda olsun ya Resûlallah! Az önce size doğru çıkmıştı. Herhalde Benî Neccâr sokaklarının birinden siz gelirken diğerinden de o gitti, birbirinizle karşılaşamadınız” dedi. Sonra da “İçeri buyurmaz mısınız ey Allah’ın Resûlü?” diyerek onu evine davet etti. Efendimiz içeri girdi. Yengesi ona hays denilen ve hurma, tereyağı ve katığın karıştırılıp yoğrulmasıyla yapılan bir yemek ikram etti. Hz. Peygamber ondan bir miktar yedi. Bu esnada Hz. Hamza’nın hanımı: “Yâ Resûlallah, gözünüz aydın, hayırlı mübarek olsun. Tam ben size gelip hayırlı olsun demek ve tebrik etmek istiyordum ki siz teşrif ettiniz. Kocam Ebû Umâre size cennette bir nehir verildiğini ve isminin Kevser olduğunu söyledi” dedi. Resûlullah (sas): “Evet, onun zemini ve kenarları hep yâkût, mercân, zeberced ve inciden oluşmaktadır” buyurdu.[183]
Resûlullah (sas), Allah katında çok üstün bir değere sahiptir.[184] Yaratıldığı andan itibaren Allah’ın ona olan lutuf ve ihsanları çok büyüktür.[185] Allah ona dünyada ve âhirette her türlü hayırlar, bol bol lütuflar ve bitip tükenmez nimetler vermiştir.[186] Bu lütuflardan biri de cennetteki Kevser nehridir.
Müşriklerin iddia ettiği gibi Rabbi ona hiçbir zaman gazaplanmamış ve onu terk etmemiştir. Bilâkis sonrasının öncesinden daha hayırlı, onun için âhirette hazırladığı nimetlerin dünyadakilerden daha iyi olacağını bildirmiştir. Razı oluncaya kadar ona ve ümmetine ihsanlarda bulunacağını müjdelemiştir. Rabbi onu yetimken barındırmış, yol bilmezken yol göstermiş, yoksulken zengin kılmıştır.[187] Göğsünü hidayete, imana ve Hakk’ı tanımaya açıp genişletmiş, ferahlatmış, nurlandırmış, şefkat ve rahmetle doldurmuş, hikmet membaı hâline getirmiştir. Belini büken yükü üzerinden kaldırmış, dünyada ve âhirette onun şanını yüceltmiştir. Ne zaman şehadet getirilse, ezan okunsa, hutbe îrâd edilse, namaz kılınsa Allah ile birlikte Resûlü de zikredilmektedir.[188] Allah onu elçi olarak seçmiş, kendisine kitap ve hikmet gibi büyük nimetler vermiştir.[189] Allah onu diğer peygamberlerden üstün kılmış[190], bütün peygamberlerden ona inanmaları ve yardım etmeleri, ümmetlerine de bunu emretmeleri için söz (mîsâk) almıştır.[191] Semaya yükseldiğinde en büyük âyetlerini, melekûtun en şaşırtıcı şeylerini ona göstermiştir.[192] Bütün insanlara elçi olarak gönderilmesi de onun üstünlüğünün bir göstergesidir.[193] Allah Teâlâ, Resûlü’nün üzerine huzur ve güven duygusu indirmiştir.[194] Ona salât ve selam etmiş, müminlere de ona salât ü selam getirmelerini emretmiştir.[195] Yine Allah onun geçmiş ve gelecek hatalarını affetmiştir.[196]
Allah (cc) Resûlü’ne ilim ve hikmet vermiş,[197] isrâ ve miʻrâc lutfetmiş ve hiç şüphesiz o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü görmüştür.[198] Kendisine, övülmüş ve yüce bir makama yükseltileceği müjdelenmiştir.[199]
Allah Teâlâ, diğer peygamberlere isimleriyle hitap ederken Resûl-i Ekrem’e “Ey Nebî”, “Ey Resûl” gibi yüceltici bir üslupla hitap etmiştir.[200] İbn-i Abbâs (ra): “Resulün çağrısını aranızda, birinizin diğerini çağırması gibi görmeyin”[201] âyet-i kerîmesi hakkında şöyle demiştir: “İnsanlar, Allah Rasûlü’ne, «Yâ Muhammed, Ey Ebü’l-Kâsım» diye hitap ediyorlardı. Allah Teâlâ, Nebîsi’nin şerefini yüceltmek için onlara böyle hitap etmeyi yasakladı. Bundan sonra insanlar, «Yâ Nebiyyallâh, ya Rasûlallah!» diye hitap ettiler.”[202]
Allah Kur’ân’da onun “Muhammed” ve “Ahmed” isimlerini anarak elçisi olduğunu tescillemiştir.[203] Peygamberleri ve kulları içinde sadece onun ömrüne yemin etmiştir ki bu onun şerefinin büyüklüğünü ve Allah katındaki makamının yüceliğini göstermektedir.[204]
Allah Teâlâ, insanlara, Resûlü’ne karşı son derece saygılı ve samimî davranmalarını, onun yanında seslerini yükseltmemelerini emretmiştir.[205]
Muhammed (as) Kur’ân’da, “etrafını aydınlatan bir ışık”, “nûr”, “rahmet”, “azîz”, “raûf”, “rahîm” gibi güzel vasıflarla methedilmiştir.[206]
O, hayatında bazı hârikulâde hâdiseler ve mucizeler yaşamıştır.[207]
Önceki kavimler helak edildiği halde Muhammed (as) kavminin içinde bulunduğu müddetçe onlara dünyevî bir azap gönderilmemiştir.[208] Onun ümmeti, gerekli şartları taşıdığı ve üzerine düşeni yerine getirdiği müddetçe en hayırlı ümmettir ve bütün insanlara şahit kılınmıştır.[209] Kıyamet günü peygamberlerin ümmetlerine tebliğde bulunduğuna şahitlik edeceklerdir. Muhammed (as) da ümmeti hakkında şahitlik yapacaktır.[210] Son ümmet olmasına rağmen ilk defa hesaba çekilecek, abdest uzuvları nur gibi parlayacaktır. Allah’ın onlara ihsan ettiği lutufları gören diğer ümmetler ümmet-i Muhammed’e gıptayla bakacak ve “Neredeyse bu ümmetin hepsi enbiyâ olayazmış” diyeceklerdir.[211]
Allah’ın ona âhirette şefaat hakkı vermesi de onun Allah katındaki değerini göstermektedir.[212] Resûlullah (sas) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Benden evvel hiç kimseye verilmeyen beş şey bana ihsân edildi:
1. Bir aylık yola kadar (düşmanlarımın kalbine) korku salmakla yardım edildim.
2. Yeryüzü bana namazgâh ve temizlik vâsıtası kılındı. Onun için ümmetimden birine namaz vakti nerede gelirse hemen oracıkta namazını kılıversin!
3. Ganimetler bana helâl kılındı. Hâlbuki benden evvel kimseye helâl edilmemiştir.
4. Bana şefâat verildi.
5. Benden evvel her nebî, hususî olarak kendi kavmine gönderilirken ben umûmî olarak bütün insanlığa gönderildim.”[213]
RESÛLULLAH’A UYMAK İMANIN GEREĞİDİR
مَنْ يُطِـعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَۚ وَمَنْ تَوَلّٰى فَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَف۪يظاًۜ
“Resûlullah’a itaat eden Allah’a itaat etmiş olur, yüz çevirenlere gelince seni onlara bekçi olarak göndermedik.” (Nisâ 4/80)
وَمَنْ يُطِـعِ اللّٰهَ وَالرَّسُولَ فَاُو۬لٰٓئِكَ مَعَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ وَالصِّدّ۪يق۪ينَ وَالشُّهَدَٓاءِ وَالصَّالِح۪ينَۚ وَحَسُنَ اُو۬لٰٓئِكَ رَف۪يقاًۜ
“Kim Allah’a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lutuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdirler; bunlar ne güzel arkadaşlardır!” (Nisâ 4/69)
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٣١﴾ قُلْ اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَۚ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِر۪ينَ ﴿٣٢﴾
“De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir (Gafûr ve Rahîm).” De ki: “Allah’a ve Resûle itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmrân 3/31-32)
وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ اِذَا قَضَى اللّٰهُ وَرَسُولُهُٓ اَمْراً اَنْ يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ اَمْرِهِمْۜ وَمَنْ يَعْصِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالاً مُب۪يناً ﴿٣٦﴾
“Bir mümin erkek veya bir mümin kadının, Allah ve Resûlü bir emir ve hüküm verdiklerinde artık işlerinde bundan başkasını seçme hakları olamaz. Allah’ın ve Resûlünün emrine itaat etmeyenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır.” (Ahzâb 33/36)
Bir gün Muhammed (sas) uyurken yanına bir grup melek geldi ve birbirlerine “Bu arkadaşınız için bir temsil var, haydi onun için bir benzetme yapınız” dediler. Bir melek “Ama o uyuyor” dedi. Diğeri “Gözü uyuyor ama kalbi uyanık” dedi. Diğerleri “onun misali şöyledir” dediler: Bir Sultan güzel bir saray yaptırır ve orada mükellef bir ziyafet hazırlatır. Sonra elçisini göndererek halkını bu sofraya davet ettirir. Elçiye uyup saraya gelen insanlar hem o ziyafetten istifade eder hem de Sultan’ı razı ederler. Elçiye uymayanlar ise saraya gelmezler ve sofradan da yiyemezler. Üstelik Sultan da davetine icabet etmedikleri için onlara öfkelenir. Bu misali veren melekler peşinden onu şöyle yorumladılar: Sultan Allah’tır, yapılan saray İslâm, içindeki ziyafet sofrası cennet, elçi de Muhammed (as)’dır. Ona itaat eden Allah’a itaat etmiş olur, ona isyan eden Allah’a isyan etmiş olur.[214]
Resûlullah (sav) dinî, siyasî ve askerî bir otorite idi. Etrafında toplanılacak, kendisine hicret edilecek merkez insan idi. Müslümanlar bilhassa dinle ilgili bilgileri ondan sorup öğreniyorlardı. Zira o, dinî ilimlerin ikinci kaynağı kılınmıştır.[215] Bu sebeple bir kimse Allah Resûlü’nün verdiği hükmü tereddüt etmeden gönülden kabullenmedikçe iman etmiş sayılmaz.[216] Nisâ sûresinde şöyle buyrulur: “Biz her bir peygamberi, Allah’ın izniyle, ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine kötülük ettiklerinde sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileselerdi, peygamber de onlar için mağfiret dileseydi, elbette Allah’ı ziyadesiyle affedici ve esirgeyici bulurlardı. Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu kabullenmedikçe ve boyun eğip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”[217]
Resûlullah (sas)’in sünnetine uymak, Allah’ı sevmenin bir gereğidir. Zemahşerî’nin (ö. 538/1144) dediği gibi “Allah’ı sevdiğini iddia edip de O’nun Resûlü’nün sünnetine muhalefet eden kimse yalancıdır, Allah’ın kitabı onu yalanlamaktadır.”[218]
Allah Resûlü’ne itaat edenler büyük bir kazanç elde etmiş olurlar. Bu kendileri için daha hayırlı ve daha sağlam olur. Böylece felaha, rahmete ve mağfirete erer, büyük bir kazanç elde ederler. Onlar kıyamet günü rezil olmaz ve altlarından ırmaklar akan ebedî cennetlere girerler.[219] Onların elde edeceği hayırların bir kısmı âyette şöyle haber verilir: “Kim Allah’a ve Resûl’e itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır! Bu lütuf Allah’tandır. Bilen olarak Allah yeter.”[220]Bu âyete göre bir mümin cennette peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salihler derecesinde olmasa bile onları ziyaret etmek veya görmek istediğinde kendilerine kolayca ulaşabilecektir.[221]
Muhammed (as)’a karşı gelen ve eziyet edenler ise açık bir sapıklığa düşer, dünyada ve âhirette rezil olur, alçaltılır, en aşağıların arasına girerler. Bununla da kalmaz Allah’ın lânetine uğrar, başlarına sıkıntılar gelir, amelleri boşa gider. Bunlar Allah tarafından şiddetle cezalandırılır, büyük, şiddetli ve alçaltıcı bir azaba mâruz kalır ve ebedî cehenneme atılırlar.[222] Cehennemi görünce Resûl’ün yoluna uymayıp başkalarını dost edindikleri için son derece pişman olurlar. “O gün, zalim kimse (pişmanlıktan) ellerini ısırıp şöyle der: Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke falancayı (bâtıl yolcusunu) dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’ân) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı (uçuruma sürükler, sonra) yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder.”[223]O gün inkârcılar büyük korkular yaşar ve yer yarılıp içine girmek, hayvanlar gibi toprak olmak isterler.[224] Resûl de, getirdiği Kitâb’a uymayanlardan şikâyetçi olur.[225] Kur’ân’a iman etmeyenler, okunurken dinlemeyip gürültü yapanlar, Kur’ân’ı okuyup ezberlemeyen ve ilimlerini öğrenmeyenler, âyetleri üzerinde tedebbür etmeyen ve manalarını anlamaya çalışmayanlar, onunla amel etmeyen, emirlerine ve nehiylerine uymayanlar, Kur’ân’ı bırakıp şiir, şarkı, türkü, eğlence, başkalarına ait söz ve başkalarından alınan yollara yönelenler bu şikâyetin kapsamına girenler olacaktır.[226]
Müminler, Resûlullah (sas)’ı kendi canlarından daha çok sevmelidirler.[227] Nitekim bir âyette “Medine ahalisi ve çevresinde bulunan bedevîler Resûlullah’a katılmaktan geri kalamaz ve onu bırakıp kendi canlarının derdine düşemezler” denilmiştir.[228] Onu her şeyden çok sevmeyenler tehdit edilmişlerdir: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, durgunluğa uğramasından endişe ettiğiniz ticaretiniz ve hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihaddan daha sevimli ise, artık Allah buyruğunu (kıyameti) gerçekleştirinceye kadar bekleyin. Allah günaha saplanmış kimseleri hidayete erdirmez.”[229]Müslümanlar herkesten çok Allah’ı ve Resûlü’nü sevmeli, onlara itaat etmeli, onların rızasını elde etmek için koşmalıdırlar.[230]
Bir mümin, en yakını bile olsa Allah Resûlü’ne düşmanlık eden birini sevemez.[231] Din konusunda gerçekten onlara muvafakat edemez, onlara sır veremez ve itaat edemez.[232]
ALLAH’IN ELÇİSİ EN GÜZEL ÖRNEKTİR
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يراًۜ
“İçinizden Allah’ın lutfuna ve âhiret gününe umut bağlayanlar, Allah’ı çokça ananlar için hiç şüphe yok ki, Resûlullah’ta güzel bir örneklik vardır.” (Ahzâb 33/21)
وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ
“Sen elbette üstün bir ahlâka sahipsin.” (Kalem 68/4)
Muhammed (as) insanlara örnek olarak gönderilmiştir. İnsanlar onun bütün sözlerini, fiillerini ve hallerini kendilerine örnek almalıdırlar.[233] Allah (cc) Muhammed (as)’ın müminler için en güzel örnek olduğunu bildirerek, “İçinizden Allah’ın lutfuna ve âhiret gününe umut bağlayanlar, Allah’ı çokça ananlar için hiç şüphe yok ki, Resûlullah’ta güzel bir örneklik vardır” buyurmaktadır.[234] Sadece ona has bazı hükümler olmakla birlikte,[235] Allah Teâlâ, herkesi ilgilendiren konularda insanların Resûlü’ne ve getirdiği dine uymalarını ve itaat etmelerini istemiştir. Azaptan kurtulup Allah’ın rahmetine ve rızasına ulaşmanın ancak Allah’a ve Resûlü’ne itaat etmekle mümkün olduğunu vurgulamıştır.[236]
Muhammed (as), Allah’ın dinine yardım etmek için gösterdiği gayret, yaptığı fedakârlıklar, çektiği sıkıntı ve meşakkatlere sabretmesi, Allah’tan yardım istemesi gibi hususlarda kıyamete kadar gelecek bütün ümmetine örnek gösterilmiştir. Dolayısıyla ondan önce kendilerini düşünenler ve bu tür faaliyetlerden geri kalanlar azarlanmayı hak ederler.[237]
O, ibadetler konusunda da ashabına örnek olmuştur. Ona vahiy geldikten hemen sonra gece namazı emredilmişti. O geceleri uzun uzun namaz kılıp kendisine gelen vahiyleri okuyarak peygamberlik vazifesine hazırlanıyor ve mânen kuvvet kazanıyordu. Ashabı da onunla birlikte gece ibadetlerine sabırla devam ettiler.[238] Teheccüd namazı ona özel bir farz idi. Bu sayede övülmüş bir makama yükseltilmişti. Ancak ashabı da onunla birlikte bu namaza devam ederek mânen yüksek makamlar elde ettiler.[239]
Bir müddet sonra ona, günün muhtelif vakitlerinde namaz kılması da emredildi.[240] Kendisine verilen bitip tükenmez nimetlere karşı Rabbi için namaz kılıp kurban kesmesi istendi. Yani bütün ibadetlerini ihlâsla sadece Allah’a yapması emredildi.[241] O, farz namazlarını hep mescidde kıldı. Ashâbı da ona uyarak namazı cemaatle camide kılmaya önem verdiler.[242] Onun ailesine de namaz kılma, zekât verme ve Allah’a itaat hususunda çok dikkatli olmaları emredildi.[243]
Muhammed (as) güzel ahlâkın zirvesinde idi. Kur’ân’ın ahlâk ve edebine bürünmüştü.[244] Nitekim Hz. Âişe, Peygamberimizin ahlâkını soran bir kişiye “Sen Kur’ân okumuyor musun?” diye sorduktan sonra, “Onun ahlâkı Kur’ân idi” demiştir.[245] Yezid bin Babnus şöyle anlatır: Hz. Âişe’ye:
“–Ey müminlerin annesi! Resûlullah’ın ahlâkı nasıldı?” diye sorduk. O da:
“–Resûlullah’ın ahlâkı Kur’ân idi” diye cevap verdi. Sonra da:
“–Müminûn sûresini okuyor musun? “Müminler felâha erdiler” âyetinden başla ve oku!” dedi. Onuncu âyete gelince Âişe (ra):
“–Resûlullah’ın ahlakı işte böyle idi” dedi.[246]
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” buyurmuştu.[247] Bu sebeple hangi güzel huydan bahsedilse, onda en büyük pay mutlaka Nebî (sas)’indir.[248]
Muhammed (as) şefkât ve merhamet sahibiydi. Ashâbına çok düşkündü. Onların sıkıntıya düşmelerini, hoşlanmadıkları şeylerle karşılaşmalarını ve eziyet çekmelerini hiç istemezdi. Yanlış yoldan dönerek hak yola gelmelerini çok arzu ederdi. Onlara olan bu merhamet ve şefkati sebebiyle kendilerine hep yumuşak davrandı, kaba ve katı kalpli olmadı.[249] Onlara en güzel ahlâkla muamele etti. Şahsına yapılan eziyetlere tahammül gösterdi, hata edenleri ve cürüm işleyenleri affetti. Onlara müsamaha ile davrandı, kendisine yapılan kötülüklere aynısıyla mukabele etmedi. Hatta onlar için dua etti, Allah’tan mağfiret edilmelerini istedi. Çünkü onun duası müminler için bir rahmet ve huzur kaynağı idi. Bu sebeple insanlar onun etrafına toplanarak yolunu takip ettiler. Aksine davranarak onlara öfkelenseydi ve katı davransaydı yanından ayrılıp gider, ne kendisine ne de getirdiği “rahmet”e tabi olurlardı.[250] Şu açıktır ki yumuşak söz, kaba ve haşin söze göre kalbe daha çok nüfûz eder. Daha çabuk icabet görür ve isteğin yerine gelmesini daha fazla sağlar.[251] Resûlullah (sas) kendisinden sonra gelecek olan müminlere karşı da çok şefkat ve merhamet sahibiydi.[252]
Allah Teâlâ, Resûlü’ne, bütün müminler için dua ve istiğfar etmesini emretti, o da öyle yaptı.[253] Müminlerin birbirlerine, Rablerine ve Resûlullah’a karşı yaptıkları hataların affını istedi. Onları cezalandırmadı ve kendilerinden öç almadı.[254] Diğer peygamberler de aynı şekilde bütün müminler için istiğfar etmişlerdi.[255] Müminlerin de onları örnek alarak kadın-erkek bütün mümin kardeşleri için istiğfar etmeleri[256], birbirlerini affedip, öç almak için çalışmamaları gerekir.[257]
Allah Teâlâ, onun asla hıyanette bulunmayacağını[258] ve hüküm verirken zulüm etmeyeceğini[259] bildirdi. Böylece hıyanetin peygamberlerin ahlâkından olmadığını beyan ederek kullarını da ondan sakındırdı ve onlara elçisinin sünnetine uymalarını emretti.[260]
Resûlullah (sas) son derece cesur idi. Allah’tan başka kimseden korkmazdı. Savaşların en zor anlarında bile hiç tereddüt etmeden düşman üzerine yürür, korkuya kapılan arkadaşlarına cesaret ve müjdeler verirdi.[261]
O, sözün en güzelini söyler ve ümmetinin de böyle yapmasını tavsiye ederdi. Tartışmak gerektiğinde bile rıfkla ve yumuşaklıkla konuşur, karşısındakine en güzel şekilde hitap ederdi.[262]
Son derece affediciydi. Kendisine bir kötülük yapıldığında ona misliyle mukabele etmez, sabrı ve affı tercih eder, ihsanda bulunurdu.[263]
MUHAMMED (as) BİR KUMANDAN VE DEVLET BAŞKANIDIR
وَاِذْ غَدَوْتَ مِنْ اَهْلِكَ تُبَوِّئُ الْمُؤْمِن۪ينَ مَقَاعِدَ لِلْقِتَالِۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌۙ ﴿١٢١﴾
“Hani sen sabah erkenden savaşmak için Müminleri mevzilere yerleştirmek üzere ailenden ayrılmıştın. Allah her şeyi hakkıyla işitendir, bilendir (Semîʻ ve Alîm).” (Âl-i İmrân 3/121)
Mekke döneminde Müslümanların düşmanlarıyla savaşmasına izin verilmemişti.[264] Onlar sadece namaz, infak, yardımlaşma, Allah’a davet, Müşriklerin eziyetlerine sabır ve cahillerin yaptıklarını görmezden gelme gibi hususlarla emredilmişlerdi.[265] Akabe beyʻatlarından sonra veya hicret esnasında savaşa izin verildi. Bir müddet sonra da hiçbir müslümanın dini konusunda baskıya maruz kalmayacağı bir ortam oluşuncaya kadar düşmanla savaşmaları ve Müminleri de buna teşvik etmeleri emredildi.[266] Bu konuda başarılı olabilmeleri için düşmana karşı devamlı hazırlıklı olmaları ve savaş için güçleri yettiği nispette kuvvet hazırlamaları emredildi.[267] Bundan sonra Resûlullah (sas) ashabından düzenli birlikler ve ordular kurar, bazen kendisi başına geçer, bazen de bu konuda mahir olan bir sahabîyi komutan tayin ederdi. Ordusunu güzelce teçhiz edip düzenler, sonra da Rabbine dua ederek yardım isterdi.[268] Öncelikle Mekkelileri ekonomik olarak sıkıştırıp teslim olmaya zorlamak için Kureyş kervanlarının yolunu kesmeye başladı.[269] Abdullah b. Cahş’ı (ö. 3/624) onları gözleyip tarassut etmek ve haberlerini getirmek üzere Mekke ve Tâif arasındaki Nahle’ye gönderdi.[270] Civar kabilelere de seferler düzenledi.[271] Anlaşmayı bozan ve Medine’yi birlikte savunma sözü vermişken düşman safına geçerek vatana ihanet eden Yahudi kabileleri ile tek tek hesaplaştı.[272]
Hz. Peygamber (sas) aynı zamanda devlet başkanıydı. İki Arap, üç Yahudi kabilesi ve muhacirlerden oluşan Medine şehir devletini idare ediyordu. Sahip olduğu otoritenin bir neticesi olarak çok büyük bir tehlike potansiyeli taşıyan bir grup daha türemişti Medine’de: Münâfıklar.[273] Bu sebeple Münafıklara ve Yahudilere aldanmaması konusunda uyarıldı. Onların içyüzleri ve düşünceleri hakkında kendisine bilgiler verildi. Özelliklerinden bahsedildi.[274] Düşmanlarının düşünce ve niyetleriyle ilgili haberler de geldi. Onların, dinlerine girinceye kadar Müslümanlardan asla razı olmayacakları ve güçleri yetse onları dinlerinden döndürünceye kadar savaşmayı sürdürecekleri bildirildi.[275]
Resûlullah (sas) muhtelif kabilelerle anlaşmalar yaptı, barışa öncelik verdi. Ancak pek çok defa gadre uğradı. Savaşmamak ve düşmanlarına yardım etmemek üzere sağlam sözler veren bazı kabileler, özellikle de Yahudi kabileleri her defasında anlaşmayı bozuyorlardı.[276] Bu sebeple Muhammed (as) bazı düşmanlarıyla savaşmak mecburiyetinde kaldı. Çoğu zaman zafer kazandı, bazen de ashabıyla birlikte imtihan edildiler. Çeşitli korkular yaşadıkları gibi ganimet ve lütuflara da nail oldular.[277] Allah (cc) bu zafer ve mağlubiyetlerin hikmetini haber vererek onları kendilerini bırakmaktan sakındırdı ve gayrete teşvik etti: “Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız şüphesiz en üstün olan sizsiniz. Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız bilin ki o topluluk da benzeri bir yara almıştı. Allah’ın gerçek müminleri ortaya çıkarsın ve uğrunda şehitleri olsun diye o günleri biz insanlar arasında döndürüp duruyoruz. Allah, zalimleri sevmez. Bir de Allah, iman edenleri günahlardan arındırmak, kâfirleri de yok etmek için böyle yapıyor. Yoksa Allah içinizden cihad edenleri ortaya çıkarmadan ve sabredenleri belirlemeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?”[278] Bu imtihanların bir sebebi de gerçek müminlerle münafıkları birbirinden ayırıp ortaya çıkarmak ve herkese göstermek idi.[279]
Resûlullah (sas)’in sulh taraftarı olduğuna en büyük delil, Hudeybiye’de Müşriklerin bütün tahrik ve kışkırtmalarına karşı gösterdiği müsamaha ve en sonunda yaptığı barış anlaşmasıdır. On yıllığına yapılmasına rağmen ancak iki yıl devam edebilen bu sulh esnasında İslâm, Mekke’de ve diğer kabileler arasında hızla yayılmıştır. Zira emniyete kavuşan insanlar birbirleriyle rahatça konuşup görüşebilmiş, tartışmış ve daha rahat bir şekilde İslâm’ı tanıma imkânı bulmuştur. Bu iki sene içinde müslüman olanlar, o güne kadar on dokuz sene içinde müslüman olanlardan kat kat fazla idi. Hudeybiye’ye 1400 kişi gelmişken, iki sene sonra Mekke fethi için 10.000 kişi yola çıkmıştı. Bu sebeple ashâb-ı kiram Hudeybiye Sulhü’nü, en büyük fetih kabul etmişlerdir.[280]
Bu anlaşmadan sonra Muhammed (as) çevresindeki krallara elçiler ve mektuplar gönderdi. Onları İslâm’a davet etti.[281]
Allah Teâlâ, savaşta ve barışta Resûlü’nü ve beraberindekileri korudu, onlara yardım etti ve kendilerini güzel nimetlerle rızıklandırdı.[282] Bir âyette bu durum şöyle hatırlatılır: “Bulunduğunuz yerde önemsenmeyecek kadar az olduğunuz, insanların sizi kapıp götürmelerinden korkar halde bulunduğunuz zamanı hatırlayın. O durumda Allah size sığınacak yer verdi, yardımıyla sizi destekledi, size güzel rızıklar ihsan etti; umulur ki şükredersiniz!”[283]
Bazı savaşlarda Allah (cc) meleklerle ona yardım etti.[284] Kendisine ve ashabına ganimet de nasib etti.[285]
Mekke fethedildikten ve Resûlullah (sas) Tevük Gazvesi’nden döndükten sonra hicrî 9. senede bütün Arap kabileleri heyetler göndererek İslam’a girdiklerini bildirdiler. Bu seneye “Heyetler Yılı” ismi verildi. Nasr sûresinde hem bu duruma, hem de Resûlullah’ın vefatının yaklaştığına işaret edilir: “Allah’ın yardımı gelip fetih gerçekleştiğinde ve insanların akın akın Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde; Rabbine hamdederek şanının yüceliğini dile getir ve O’ndan af dile; şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir.”[286]
Resûlullah (sas)’in hicretten sonra kurduğu devlet hızla genişledi ve on sene sonra bütün Arabistan yarımadasını içine aldıktan sonra Bizans’a doğru yürümeye başladı. Mute ve Tebük seferlerinden sonra Resûlullah (sas) üçüncü bir ordu hazırlayıp başına Üsame b. Zeyd’i (ö. 54/674) geçirdikten sonra vefat etti.[287]
Muhammed (sas) Allah’ın kulu ve son peygamberidir. Kur’ân ona indirilmiştir. O da Kur’ân’ı açıklamak ve bütün insanları Allah’ın yoluna çağırmakla görevlendirilmiştir. Bu vazifesini en güzel şekilde yerine getirerek İslâm’ın nûrunu bütün âleme yaymıştır. En güzel ahlâka sahip olan Resûlullah (sas), insanlara örnek olarak gösterilmiştir. İnsanlar ona uymak ve itaat etmekle mükellef kılınmışlardır. Ona itaat edenlerin Allah’a itaat etmiş sayılacağı bildirilmiştir. Onun yolundan gidenlerin felâha ereceği, başka yollara sapanların ise ebedî hüsrana uğrayacağı haber verilmiştir.
Murat Kaya
Bu bölüm şu kitapta neşredilmiştir: Hayat Rehberi Kur’an -Konulu Tefsir-, İstanbul: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2021, III, 7-45.
[1] Bakara 2/129.
[2] Bakara 2/129: Taberî, II, 572, 575; İbn Kesîr, II, 96.
[3] Saff 61/6; Bakara 2/129: İbn Kesîr, II, 97.
[4] Bakara 2/129: İbn Kesîr, II, 97.
[5] Bakara 2/129: Taberî, II, 572-574; İbn Kesîr, II, 96-97; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127, 128; V, 262; Hâkim, Ebû Abdillah Muhammed b. Abdillah en-Neysâbûrî, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, (thk. Mustafa Abdülkâdir Atâ), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1411/1990, II, 453, 656.
[6] Ha-me-de/Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-muhît, s. 278.
[7] Ha-me-de/Halil b. Ahmed, Kitâbu’l-Ayn, I, 353; Ezherî, Tehzîbü’l-lüğa, IV, 434-436.
[8] Ha-me-de/Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-muhît, s. 278.
[9] M. Yaşar Kandemir, “Muhammed”, DİA, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2005, XXX, 423.
[10] Ha-me-de/İsfahânî, Müfredât, s. 131.
[11] Âl-i İmrân 3/144; Ahzâb 33/40; Muhammed 47/2; Feth 48/29.
[12] Saf 61/6.
[13] Saf 61/6: Mâverdî, V, 529.
[14] Saf 61/6: İbn Atıyye, VIII, 294; Ebû Hayyân, VIII, 259; Âlûsî, XXVIII, 86.
[15] Kandemir, “Muhammed”, DİA, XXX, 423.
[16] Saf 61/6: Râzî, XXIX, 314; Âlûsî, XXVIII, 86.
[17] Saf 61/6: İbn Âşûr, XXVIII, 183-184.
[18] Ha-me-de/İsfahânî, Müfredât, s. 131; Âl-i İmrân 3/81: İbn Kesîr, III, 100-101; Saf 61/6: İbn Âşûr, XXVIII, 184.
[19] Gāşiye 88/21.
[20] İsrâ 17/105; Fâtır 35/24.
[21] Ahzâb 33/45, 46.
[22] Tevbe 9/128.
[23] Mâide 5/15: Taberî, VIII, 264.
[24] Enbiyâ 21/107.
[25] Müzzemmil 73/1.
[26] Müddessir 74/1.
[27] Tevbe 9/128: İbn Ebî Hâtim, VI, 1918; Saf 61/6: İbn Kesîr, XIII, 545; İbn Saʻd, I, 84-85; Buhârî, Menâkıb, 17.
[28] Ahzâb 33/45-46: Kurtubî, XVII, 170-171; Saf 61/6: İbn Kesîr, XIII, 546; İbn Saʻd, I, 85; Müslim, Fedâil, 126. Krş. Hâkim, II, 659/4185.
[29] Kehf 18/110; Fussilet 41/6.
[30] İsrâ 17/93: Taberî, XV, 87.
[31] İsrâ 17/94.
[32] Sâd 38/4; Kâf 50/2.
[33] Furkân 25/7.
[34] İsrâ 17/95.
[35] İsrâ 17/95: Taberî, XV, 91-92
[36] Duhâ 93/7: Taberî, XXIV, 489.
[37] Şûrâ 42/52: Taberî, XX, 542; Duhâ 93/7.
[38] Duhâ 93/6-8: Mukâtil b. Suleymân, IV, 732; Taberî, XXIV, 489-490; İbn Ebî Hâtim, X, 3443. Krş. İbn Hişâm, I, 241.
[39] Kureyş 106/1-4; İbn Kesîr, XIV, 465-466.
[40] Yûnus 10/16; Müminûn 23/69; Nûr 24/63; Hucurât 49/7; Mücâdele 58/1; Cuma 62/11: Taberî, XII, 137, 138.
[41] Yûnus 10/16: Mukâtil b. Suleymân, II, 231; Taberî, XII, 137; Müminûn 23/69.
[42] Aʻrâf 7/157-158: Râzî, XV, 25-26; Ankebût 29/48: Taberî, XVIII, 424-425; Cuma 62/2.
[43] İnşirâh 94/1: Taberî, XXIV, 492.
[44] Âl-i İmrân 3/179: Taberî, VI, 265-266; Mâtürîdî, II, 491; Enʻâm 6/50: Mâtürîdî, V, 69-70; Aʻrâf 7/188; Yûnus 10/20; Yûsuf 12/3; Enbiyâ 21/109-111; Kasas 28/44; Ahkâf 46/9; Feth 48/27; Muhammed 47/29-30; Tahrîm 66/3; Cin 72/26-27.
[45] Aʻrâf 7/187: Taberî, X, 611; Ahzâb 33/63; Nâziʻât 79/42-46.
[46] Enʻâm 6/50: Taberî, IX, 255.
[47] Yûnus 10/104: Taberî, XII, 303-304; Raʻd 13/36: Mukâtil b. Suleymân, II, 382; İsrâ 17/1; Furkân 25/1: İbn Ebî Hâtim, VIII, 2660; Zümer 39/11; Cin 72/19.
[48] Kasas 28/86: İbn Kesîr, X, 491.
[49] Kasas 28/86: İbn Kesîr, X, 491; Şûrâ 42/52: İbn Kesîr, XII, 295.
[50] Bakara 2/118; Enʻâm 6/8, 37, 109: İbn Kesîr, VI, 134-135; Yûnus 10/2, 20; Hûd 11/12; Raʻd 13/7, 27; Hicr 15/7-8; İsrâ 17/90-96; Tâhâ 20/133; Enbiyâ 21/3-8; Furkân 25/7-8, 20-21; Ankebût 29/50-51.
[51] Bakara 2/118: İbn Kesîr, II, 40-41.
[52] Enʻâm 6/109: İbn Kesîr, VI, 134; Ankebût 29/50: Zemahşerî, IV, 555; Mümin 40/78: Zemahşerî, V, 362.
[53] İsrâ 17/89-93; İbn Hişâm, I, 309.
[54] İsrâ 17/93: Taberî, XV, 87-90; İbn Kesîr, IX, 78-80; Süyûtî, Lübâbü’n-nükûl, 165-166. Krş. İbn İshâk, s. 255-256.
[55] Hicr 15/87-89: Taberî, XIV, 126-127; Kehf 18/28: İbn Kesîr, IX, 127; Tâhâ 20/131: İbn Kesîr, IX, 383; Mümin 40/4.
[56] Âl-i İmrân 3/122, 159, 160: İbn Ebî Hâtim, III, 750; Nisâ 4/81: Mukâtil b. Suleyman, I, 392; Enfâl 8/61; Raʻd 13/30; Furkân 25/58; Şuʻarâ 26/217; Neml 27/79; Ahzâb 33/3, 48.
[57] Âl-i İmrân 3/61; Tevbe 9/80, 103: Abdurrazzak, I, 284; İsrâ 17/80; Furkân 25/30.
[58] İsrâ 17/80: İbn Kesîr, IX, 68.
[59] Tirmizî, “Deavât”, 1/3371; Aʻrâf 7/55: Mâtürîdî, V, 386.
[60] Mümin40/60: Abdurrazzak, II, 182-183; Ebû Dâvûd, “Vitr”, 23/1479; Tirmizî, “Tefsîr”, 2/2969.
[61] Enfâl 8/45; Hicr 15/98; Furkân 25/58; Mümin 40/55; Muhammed 47/19; Tûr 52/48-49; Hâkka 69/52; Müzzemmil 73/8; İnsan 76/25-26; Aʻlâ 87/1; Nasr 110/3.
[62] Enfâl 8/45: Taberî, XI, 213; Zemahşerî, II, 587-588.
[63] Hicr 15/98: Beyzâvî, II, 250.
[64] Âl-i İmrân 3/60-61, 121; Enfâl 8/5; Raʻd 13/38; Tâhâ 20/132; Ahzâb 33/37-40, 50-55; Feth 48/12: Zemahşerî, III, 356; İbn Kesîr, VIII, 161/162.
[65] Ahzâb 33/28: Kurtubî, XVII, 119-127; İbn İshâk, s. 238-252; İbn Hişâm, I, 187-190, II, 643-648; İbn Saʻd, I, 109-110.
[66] Ahzâb 33/59: Kurtubî, XVII, 227-229; İbn İshâk, s. 229-230; İbn Hişâm, I, 190-191; İbn Saʻd, I, 110-120.
[67] Nûr 24/11-20; Ahzâb 33/28-34, 37, 53-55, 59; Tahrîm 66/1-5: Taberî, XIX, 16.
[68] Ahzâb 33/28-34.
[69] Nûr 24/11-26: İbn Kesîr, X, 179-203; İbn Hişâm, II, 297-307.
[70] Nûr 24/26.
[71] Ahzâb 33/4-6, 37-40: Taberî, XIX, 10-12, 113, 122; İbn Ebî Hâtim, X, 3136-3137; İbn Kesîr, XI, 112-116, 171-175.
[72] Ahzâb 33/4-6: Mukâtil b. Suleymân, III, 472-473.
[73] Enʻâm 6/66-67, 135; Enfâl 8/41; Tevbe 9/40, 113; Hac 22/19; Furkân 25/30; Şuʻarâ 26/214-216; Kasas 28/56; Şûrâ 42/23; Zuhruf 43/44, 57; Feth 48/29; Haşr 59/7; Kureyş 106/1-4: Taberî, XVII, 654-665; İbn Kesîr, VII, 86-88.
[74] Âl-i İmrân 3/144: İbn Kesîr, III, 201; Enbiyâ 21/8, 34; Zümer 39/30; Duhâ 93/4-5: Taberî, VI, 96-97, XVI, 268.
[75] Buhârî, Menâkıb, 18; Müslim, Fedâil, 20-23; Ahzâb 33/40: İbn Ebî Hâtim, IX, 3138; İbn Kesîr, XI, 176-178.
[76] Enʻâm 6/124: Mâtürîdî, V, 207-208; Zemahşerî, II, 393; Nahl 16/2; Zuhruf 43/32; İbn Hişâm, I, 361.
[77] Ahzâb 33/40: Beydâvî, III, 89; İbn Kesîr, XI, 175-176.
[78] Âl-i İmrân 3/144; Nisâ 4/163; Enʻâm 6/19, 106; Aʻrâf 7/158; Tevbe 9/61, 81, 120; Yûnus 10/2; Yûsuf 12/3; İsrâ 17/73, 86; Enbiyâ 21/45; Ahzâb 33/21, 40, 53; Yâsîn 36/1-4; Zümer 39/65; Şûrâ 42/7, 52; Zuhruf 43/43; Feth 48/29; Hucurât 49/3, 7; Münâfikûn 63/1, 5, 7; Müddessir 74/1-7 ‘Alak 96/1-5.
[79] Aʻrâf 7/158: Taberî, X, 498.
[80] Şûrâ 42/7: Mukâtil b. Suleymân, III, 764.
[81] Âl-i İmrân 3/144; Nisâ 4/163-165; Nahl 16/36, 43; Rûm 30/47; Zümer 39/65; Ahkâf 46/9.
[82] Ahkâf 46/9: İbn Kesîr, XIII, 8.
[83] Enʻâm 6/90: Zemahşerî, II, 369-370; Mümtehine 60/4.
[84] Bakara 2/89, 97; Enʻâm 6/92.
[85] Âl-i İmrân 3/81; Saf 61/6.
[86] Âl-i İmrân 3/81: Mukâtil b. Suleyman, I, 287; Mâtürîdî, II, 348-349; Zemahşerî, I, 576; Beydâvî, I, 274; İbn Kesîr, III, 100.
[87] Aʻrâf 7/157; Raʻd 13/43; Saff 61/6: İbn Âşûr, XXVIII, 182; Beyyine 98/1-4: Taberî, XXIV, 552-553. Krş. İbn Hişâm, II, 47.
[88] Bakara 2/89, 146: Taberî, II, 236-237; Zemahşerî, I, 345; İbn Kesîr, II, 120; Enʻâm 6/20; Raʻd 13/43; Nahl 16/83; Saff 61/6.
[89] Bakara 2/146: İbn Kesîr, II, 121.
[90] Bakara 2/89.
[91] Bakara 2/89: İbn Ebî Hâtim, I, 172.
[92] Bakara 2/119, 146-147, 252; Âl-i İmrân 3/60, 62; Nisâ 4/105, 170; Enfâl 8/5-8; Tevbe 9/29, 33; Yûnus 10/94; Hûd 11/17, 120; İsrâ 17/105; Müminûn 23/70; Neml 27/79; Ahzâb 33/4; Fâtır 35/24; Sâffât 37/37; Zuhruf 43/29-30; Muhammed 47/2; Feth 48/28; Mümtehine 60/1; Saff 61/9.
[93] Bakara 2/119: Taberî, II, 480.
[94] Bakara 2/252: Taberî, IV, 518-519.
[95] Nisâ 4/79; Aʻrâf 7/158: Taberî, X, 498; Furkân 25/1: Beydâvî, II, 513; Sebe’ 34/28.
[96] Ahkâf 46/29-32: Taberî, XXI, 163-173; İbn Kesîr, XIII, 29-55; Cin 72/1-15: İbn Kesîr, XIV, 147-152; İbn İshâk, s. 256; İbn Hişâm, I, 421-422.
[97] Tevbe 9/61; Âl-i İmrân 3/164: Taberî, VI, 212.
[98] Enbiyâ 21/107.
[99] Tevbe 9/61: Taberî, XI, 539; Enbiyâ 21/107: Taberî, XVI, 439-441.
[100] Enbiyâ 21/107: Taberî, XVI, 440-441.
[101] Bakara 2/285; Aʻrâf 7/158; Tevbe 9/61.
[102] Nisâ 4/136, 170; Mâide 5/81; Tevbe 9/54; Nûr 24/62; Muhammed 47/2; Feth 48/9; Hucurât 49/15; Hadîd 57/7-8, 28; Mücâdele 58/4; Saff 61/11; Teğâbun 64/8.
[103] Şuʻarâ 26/214.
[104] Bakara 2/89; Âl-i İmrân 3/86; Nisâ 4/136: Taberî, VII, 595-596; Nisâ 4/170; Tevbe 9/54, 63, 80, 84, 90.
[105] Ankebût 29/50-51: Taberî, XVIII, 429.
[106] Bakara 2/97; Şuʻarâ 26/192-195.
[107] İsrâ 17/106.
[108] Hadîd 57/9: İbn Kesîr, XIII, 411; Talâk 65/11: Zemahşerî, VI, 151.
[109] Yûnus 10/16: Taberî, XII, 137; İsrâ 17/86-87: Taberî, XV, 73, 75; Şûrâ 42/24: Taberî, XX, 504-505.
[110] Necm 53/6-18: Taberî, XXII, 13, 17-18; Tekvîr 81/23: Taberî, XXIV, 166-167.
[111] Meryem 19/97: Mukâtil b. Suleyman, II, 640; Taberî, XV, 645; Hac 22/52-54: Taberî, XVI, 610-611; Zemahşerî, IV, 206; Ebû Hayyân, VI, 352; İbn Kesîr, X, 86-87; Şuʻarâ 26/192-195; Duhân 44/58; Necm 53/5-13; Aʻlâ 87/6-8; İnşirâh 94/5-6.
[112] Enʻâm 6/56; Yûnus 10/104-106; Hicr 15/99; Neml 27/91; Zümer 39/11-12, 64-67; Mümin 40/66; Müddessir 74/4-5.
[113] Raʻd 13/37; Kehf 18/28; Ahzâb 33/2, 48; Câsiye 45/19; İnsan 76/24.
[114] Bakara 2/129, 151; Âl-i İmrân 3/164; Nisâ 4/105; Mâide 5/42; Aʻrâf 7/157; Raʻd 13/30; Nahl 16/44, 64; Tâhâ 20/1-4; Nûr 24/48, 51; Furkân 25/1; Neml 27/92; Sâd 38/65, 69-70; Cuma 62/2-3; Talâk 65/11; Aʻlâ 87/9; Beyyine 98/2.
[115] Bakara 2/119; Enʻâm 6/19, 51, 92; Yûnus 10/2; Hûd 11/2, 12; Raʻd 13/7; İbrâhîm 14/44; Hicr 15/89; İsrâ 17/105; Kehf 18/1-4; Meryem 19/39, 97; Hac 22/49; Furkân 25/56; Şuʻarâ 26/194; Neml 27/92; Secde 32/3; Ahzâb 33/45; Fâtır 35/22-24; Şûrâ 42/7; Ahkâf 46/9; Feth 48/8; Nâziʻât 79/45.
[116] Yâsîn 36/2-4; Şûrâ 42/52; Zuhruf 43/43; Müminûn 23/73.
[117] Âl-i İmrân 3/20; Nisâ 4/80; Mâide 5/92, 99; Enʻâm 6/66-67, 107; Yûnus 10/41-43, 99, 108; Raʻd 13/40; Nahl 16/82; İsrâ 17/54; Nûr 24/54; Şuʻarâ 26/216; Neml 27/80-81, 92; Ankebût 29/18; Fâtır 35/22-24; Zümer 39/19; Şûrâ 42/15, 48; Kâf 50/45; Teğâbun 64/12; Ğâşiye 88/22.
[118] Âl-i İmrân 3/128; Tevbe 9/106; Kasas 28/56.
[119] Enʻâm 6/90; Yûsuf 12/104; Furkân 25/57; Sebe’ 34/47; Sâd 38/86; Tûr 52/40; Kalem 68/46.
[120] Enʻâm 6/50, 106; Yûnus 10/15, 109; Enbiyâ 21/45; Sebe’ 34/50; Necm 53/1-7.
[121] Nahl 16/125; Ankebût 29/46; Lokmân 31/25.
[122] Enʻâm 6/57; Yûsuf 12/108.
[123] Bakara 2/219, 220; Âl-i İmrân 3/65; Enʻâm 6/50; Aʻrâf 7/184; Yûnus 10/16; Nahl 16/44; Müminûn 23/68, 84-89; Kasas 28/51; Sebe’ 34/9, 46; Duhân 44/58; Ahkâf 46/10; Hâkka 69/42.
[124] Âl-i İmrân 3/61-68, 183; Mâide 5/15, 19.
[125] Yûnus 10/15; İsrâ 17/73-75; Zümer 39/13; Ahkâf 46/8; Hâkka 69/44-47; Cin 72/22-23.
[126] Aʻrâf 7/6.
[127] Tevbe 9/32-33: Taberî, XI, 421-423; Zemahşerî, III, 35; Râzî, XVI, 40-42; Feth 48/28; Saff 61/9.
[128] Raʻd 13/17: İbn Kesîr, VIII, 133; Buhârî, “Rikâk”, 26.
[129] Hıcr 15/89: İbn Kesîr, VIII, 279; Buhârî, “İʻtisâm”, 2.
[130] Şuʻara 26/214: İbn Kesîr, X, 377; Müslim, “İman”, 353.
[131] Mâide 5/41; Tâhâ 20/1-2; Kehf 18/6: İbn Kesîr, IX, 104; ʻAbese 80/5-6.
[132] Furkân 25/52: Taberî, XVII, 470.
[133] Zuhruf 43/30-31: Taberî, XX, 579-580.
[134] Bakara 2/105: Taberî, II, 386-387.
[135] Enʻâm 6/66; Enfâl 8/31-32; Hûd 11/13, 35; Yûnus 10/15, 38; Nahl 16/103; Müminûn 23/81-83; Furkân 25/4-10; Secde 32/3; Şûrâ 42/24; Ahkâf 46/8, 11; İbn Hişâm, I, 311, 358.
[136] Enʻâm 6/112; İsrâ 17/76; Furkân 25/31: İbn Kesîr, X, 303; Fâtır 35/42-43: İbn Kesîr, XI, 340; Kalem 68/48-52; Târık 86/15-17: Taberî, XXIV, 307.
[137] Enʻâm 6/10, 33, 68; Tevbe 9/64; Hicr 15/6; Enbiyâ 21/3-5, 36, 41; Müminûn 23/70; Furkân 25/8, 41; Sebe’ 34/7-8, 43; Yâsîn 36/69; Sâffât 37/36; Sâd 38/1-8, 16-17; Zuhruf 43/30; Duhân 44/14; Ahkâf 46/7; Tûr 52/29-34; Necm 53/1-4; Kalem 68/52; Hâkka 69/38-43; Meâric 70/36-37; Tekvîr 81/22; İbn Hişâm, I, 313-321, 356-357, 362, 395-396, 408-410.
[138] Müddessir 74/11-25; İbn Hişâm, I, 270-272.
[139] Hicr 15/90-93: Taberî, XIV, 132, 133; İbn Hişâm, I, 272.
[140] Enʻâm 6/108.
[141] Enʻâm 6/108: Taberî, 480-483; İbn Hişâm, I, 357.
[142] Bakara 2/108; İsrâ 17/85; İbn Hişâm, I, 300-308.
[143] Mâide 5/104; Enʻâm 6/7, 109-111, 114, 158; Aʻrâf 7/198-199; Yûnus 10/42; Yûsuf 12/103; Hicr 15/14-15; İsrâ 17/45-48; Enbiyâ 21/45; Neml 27/80; Kasas 28/47-51; Sâffât 37/35; Zuhruf 43/40, 57-60, 88.
[144] Kasas 28/57: Taberî, XVIII, 287.
[145] Kâfirûn 109/1-6: Taberî, XXIV, 702; İbn Hişâm, I, 362.
[146] Hicr 15/94-96.
[147] Hicr 15/94-96: Taberî, XIV, 145-154; İbn İshâk, s. 254; İbn Hişâm, I, 408-410.
[148] Enfâl 8/30.
[149] İbn Hişâm, I, 468, 480.
[150] Yâsîn 36/9: İbn Ebî Hâtim, X, 3188; İbn Kesîr, XI, 346; İbn Hişâm, I, 480-484.
[151] Bakara 2/217; Enfâl 8/30; Tevbe 9/13, 40; İsrâ 17/76; Muhammed 47/13; Mümtehine 60/1.
[152] Bakara 2/145; Enʻâm 6/135; Kasas 28/87; Kâfirûn 109/1-6; İsra 17/73-75; Kalem 68/8-14; Hûd 11/12.
[153] Mâide 5/41-42: İbn Ebî Hâtim, IV, 1130-1137; İbn Kesîr, V, 219, 226; İbn Hişâm, I, 519-529.
[154] Bakara 2/214.
[155] Ahzâb 33/10-11.
[156] Enʻâm 6/135, 159; Yûnus 10/109: Taberî, XII, 306; Nahl 16/ 41-42, 110, 126-128: Taberî, XIV, 407; Kehf 18/28; Rûm 30/60; Mümin 40/55, 77; Fussilet 41/26; Ahkâf 46/35; Tûr 52/48; Mümtehine 60/1.
[157] Mâide 5/67; Şûrâ 42/15; Ahkâf 46/35: Taberî, XXI, 176; Zâriyât 51/54-55; Tûr 52/29.
[158] Şûrâ 42/15: Taberî, XX, 485.
[159] Tâ-hâ 20/130; Kâf 50/39; Tûr 52/48: Râzî, XXVIII, 274; Kalem 68/48.
[160] Âl-i İmrân 3/139: Taberî, VI, 76-91; Mâide 5/41; Enʻâm 6/33: İbn Ebî Hâtim, IV, 1282; Yûnus 10/65; Hicr 15/88; Nahl 16/127; Neml 27/70; Lokmân 31/23; Yâsîn 36/76.
[161] Âl-i İmrân 3/139.
[162] Mâide 5/67: Taberî, VIII, 567-570.
[163] Âl-i İmrân 3/140-141: Taberî, VI, 85-91.
[164] Âl-i İmrân 3/142.
[165] Mâide 5/67; Yûnus 10/61: İbn Kesîr, VII, 374; İsrâ 17/60, 73-77; Müminûn 23/51; Şuʻarâ 26/218-220; Hucurât 49/7-8; Tûr 52/48: Mukâtil b. Suleyman, IV, 150; Taberî, XXI, 605; Zemahşerî, V, 631; Kurtubî, XIX, 541-542; İbn Kesîr, XIII, 241; Ebu’s-Suud, V, 216; Tahrîm 66/4.
[166] Mâide 5/67: İbn Kesîr, V, 288.
[167] Mâide 5/67: İbn Kesîr, V, 291.
[168] Mâide 5/67: İbn Kesîr, V, 289.
[169] Mâide 5/67: Taberî, VIII, 570; İbn Kesîr, V, 291-292.
[170] Mâide 5/67: İbn Kesîr, V, 291.
[171] Yûnus 10/61; Müminûn 23/51; Şuʻarâ 26/218-220: İbn Kesîr, X, 382; Tûr 52/48.
[172] Bakara 2/142; Âl-i İmrân 3/184: Taberî, VI, 286; Nisâ 4/46, 153, 166; Enʻâm 6/33-34; Aʻrâf 7/184; Tevbe 9/61, 108; Yûnus 10/65, 103; Hûd 11/120; Yûsuf 12/110; Hicr 15/94-99; Nahl 16/103; Tâhâ 20/131-132; Müminûn 23/53-56; Furkân 25/52; Neml 27/70; Ankebût 29/18; Lokmân 31/23-24; Fâtır 35/4, 25; Yâsîn 36/76; Fussilet 41/43; Zuhruf 43/6-8, 83; Zâriyât 51/52-55; Kalem 68/8-14, 48; Hâkka 69/38-43; Müzzemmil 73/10-13; Müddessir 74/7; İnşirâh 94/1-8: Taberî, XXIV, 495; Kevser 108/1-3.
[173] Mâide 5/56; Nahl 16/128; Enbiyâ 21/41; Rûm 30/60; Sâffât 37/171-173; Mümin 40/5, 55, 77.
[174] Enʻâm 6/33-34.
[175] Tevbe 9/61.
[176] İsrâ 17/73: Taberî, XV, 15.
[177] Bakara 2/120: Zemahşerî, I, 316; Âl-i İmrân 3/128; Enʻâm 6/14-15, 35, 52: Taber, IX, 225, 258-259, 269-270; Yûnus 10/94-95, 99, 103-106; Hûd 11/12; İsrâ 17/39, 73-75; Şuʻarâ 26/213; Kasas 28/86-88; Ahzâb 33/1-2, 37; Zümer 39/64-67.
[178] Bakara 2/120: İbn Atıyye, I, 337.
[179] Enfâl 8/67-68: Taberî, XI, 272, 478; Tevbe 9/43, 113: Taberî, XII, 26; ʻAbese 80/1-12.
[180] Bakara 2/147, 252; Âl-i İmrân 3/60; Yâsîn 36/3-4.
[181] Bakara 2/147: İbn Kesîr, II, 121; Bakara 2/252: Zemahşerî, I, 345, 477, 564; İbn Kesîr, II, 427; Âl-i İmrân 3/60: Mâtürîdî, II, 321-322.
[182] İsrâ 17/73: İbn Kesîr, IX, 49.
[183] Kevser 108/1: Taberî, XXIV, 689-690; İbn Kesîr, XIV, 480-481. Krş. İbn İshâk, s. 253.
[184] Bakara 2/144, 253; Âl-i İmrân 3/31-32, 81; Nisâ 4/64-65, 80, 166; Enfâl 8/33; Tevbe 9/99; İsrâ 17/1, 79; Nûr 24/11-20; Ahzâb 33/56; Feth 48/1-3, 10; Necm 53/3-18; Mücâdele 58/12-13.
[185] Âl-i İmrân 3/174; Nisâ 4/113: Taberî, VII, 481; İsrâ 17/87.
[186] Kevser 108/1: Taberî, XXIV, 682-684; İbn Kesîr, XIV, 478-479.
[187] Duhâ 93/1-8: Mukâtil b. Suleyman, IV, 731-732; Taberî, XXIV, 484-489; İbn Kesîr, XIV, 383-385. Krş. İbn Hişâm, I, 241.
[188] İnşirâh 94/1-4: Mukâtil b. Suleyman, IV, 741-742; Taberî, XXIV, 492-495; İbn Kesîr, XIV, 388-391.
[189] Nisâ 4/113: İbn Kesîr, IV, 270; İsrâ 17/87: Taberî, XV, 75; İbn Kesîr, IX, 76.
[190] Bakara 2/253: Taberî, IV, 520; Zemahşerî, I, 477-478; Âl-i İmrân 3/81: İbn Kesîr, III, 101.
[191] Âl-i İmrân 3/81: Taberî, V, 537, 541-542; Mâtürîdî, II, 348-349; Beydâvî, I, 274; İbn Kesîr, III, 100-101; İnşirâh 94/1-4: İbn Kesîr, XIV, 390-391. Krş. İbn Hişâm, I, 233-234.
[192] Necm 53/18: Zemahşerî, V, 641.
[193] Bakara 2/253: Taberî, IV, 520.
[194] Tevbe 9/26; 40; Feth 48/26.
[195] Ahzâb 33/56; Sâffât 37/181.
[196] Tevbe 9/43, 117; Feth 48/1-2.
[197] Bakara 2/120, 145; Âl-i İmrân 3/61; Nisâ 4/113; Raʻd 13/37; İsrâ 17/39, 87.
[198] İsrâ 17/1: Taberî, XIV, 420-421; Necm 53/1-18: Taberî, XXII, 15, 19-20; İbn İshâk, s. 274-277; İbn Hişâm, I, 396-408.
[199] İsrâ 17/79.
[200] Mâide 5/41, 67; Enfâl 8/64-65.
[201] Nûr 24/63.
[202] İbn Ebî Hâtim, VIII, 2654-2655; Ebû Nuaym, Delâil, I, 43; İbn Kesîr, X, 279; Âlûsî, XVIII, 225.
[203] Âl-i İmrân 3/144; Ahzâb 33/40; Muhammed 47/2; Feth 48/29; Saff 61/6.
[204] Hicr 15/72: Taberî, XIV, 91-92; İbn Kesîr, VIII, 269.
[205] Bakara 2/104; Tevbe 9/61, 91; Nûr 24/62-63; Ahzâb 33/53, 57; Hucurât 49/1-5; Mücâdele 58/12-13.
[206] Mâide 5/15; Tevbe 9/128; Enbiyâ 21/107; Nûr 24/35; Ahzâb 33/45-46.
[207] İsrâ 17/1, 60; Kamer 54/1: Taberî, XXII, 103-112; İbn İshâk, s. 257-261, 274-277.
[208] Enfâl 8/33.
[209] Bakara 2/143; Âl-i İmrân 3/110.
[210] Bakara 2/143 Taberî, II, 629-635; Nisâ 4/41; Nahl 16/89; Hac 22/78; Ahzâb 33/45; Feth 48/8; Müzzemmil 73/15.
[211] Bakara 2/143: Abdurrazzak, I, 61; Taberî, II, 631, 635; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 282, 296.
[212] Duhâ 93/5: İbn Kesîr, XIV, 384.
[213] Buhârî, Teyemmüm, 1. Krş. Bakara 2/253: Taberî, IV, 520.
[214] Yûnus 10/25: Abdurrazzak, I, 293-294; Taberî, XII, 154-155; Dârimî, “Mukaddime”, 2/11; Buhârî, “İʻtisâm”, 2.
[215] Bakara 2/215, 217, 219, 220, 222; Nisâ 4/64-65, 83, 100: Zemahşerî, II, 99-102, 116, 140; Aʻrâf 7/187; Enfâl 8/1; Nûr 24/48, 51-52, 62; Ahzâb 33/13, 63; Muhammed 47/16; Feth 48/18; Mümtehine 60/12; Nâziʻât 79/42.
[216] Nisâ 4/65: Mâverdî, I, 503.
[217] Nisâ 4/64-65.
[218] Âl-i İmrân 3/31: Zemahşerî, I, 547.
[219] Nisâ 4/13, 46, 69: Bikâî, I, 214, 294, 320; Nûr 24/51-52, 56; Ahzâb 33/71; Feth 48/17; Hucurât 49/14; Tahrîm 66/8.
[220] Nisâ 4/69-70.
[221] Nisâ 4/69: Bikâî, I, 320, 322.
[222] Nisâ 4/14, 115; Mâide 5/33; Enfâl 8/13; Tevbe 9/63, 81; Yûnus 10/46-53; Yûsuf 12/109; Raʻd 13/32; İbrâhîm 14/44; Rûm 30/47; Ahzâb 33/36, 57, 66; Duhân 44/10-29; Muhammed 47/32-33; Feth 48/13, 17; Mücâdele 58/5, 8-9, 20-21; Haşr 59/2-4.
[223] Furkân 25/27-29.
[224] Nisâ 4/42: Kurtubî, VI, 327-328; İbrâhîm 14/44; Furkân 25/27, 42: Taberî, XVII, 439; Râzî, XIV, 75; Ahzâb 33/66.
[225] Nisâ 4/41; Nahl 16/89; Furkân 25/30: Taberî, XVII, 442-443; Râzî, XIV, 77.
[226] Furkân 25/30: İbn Kesîr, X, 303.
[227] Tevbe 9/24, 120.
[228] Tevbe 9/120.
[229] Tevbe 9/24.
[230] Tevbe 9/24: Mâturîdî, VI, 320.
[231] Tevbe 9/16, 23-24, 113; Mücâdele 58/22.
[232] Tevbe 9/23: Mâturîdî, VI, 317-319.
[233] Ahzâb 33/21: Kurtubî, XVII, 108.
[234] Ahzâb 33/21: Beydâvî, III, 81.
[235] İsrâ 17/79; Ahzâb 33/28-34, 50-53; Mücâdele 58/12-13; Müzzemmil 73/1-8.
[236] Bakara 2/143; Âl-i İmrân 3/31-32, 132; Mukâtil b. Suleyman, I, 271, 301; Zemahşerî, I, 547, 626; Nisâ 4/59, 64-65; Mâide 5/92; Enfâl 8/1, 20-25, 46; Tevbe 9/71; Nûr 24/54; Ahzâb 33/36; Muhammed 47/32-33; Mücâdele 58/13; Teğâbun 64/12.
[237] Ahzâb 33/21: Taberî, XIX, 59; Kurtubî, XVII, 107-108; Beydâvî, III, 432; İbn Kesîr, XI, 133-134.
[238] İsrâ 17/78-79; Tâhâ 20/132; Müzzemmil 73/1-8, 20; ‘Alak 96/9-19.
[239] İsrâ 17/79: İbn Kesîr, IX, 54-55; Müzzemmil 73/1-4, 20: Taberî, XXIII, 375; İbn Kesîr, XIV, 160, 172-174.
[240] Hûd 11/114: İbn Kesîr, VII, 479; İsrâ 17/78-79; Tâhâ 20/130; Rûm 30/17-18.
[241] Kevser 108/1-2: Taberî, XXIV, 692-697.
[242] Bakara 2/43: Kurtubî, II, 30-35; Tevbe 9/17-18: Zemahşerî, III, 21-22; İbn Kesîr, VII, 158-160; Tevbe 9/108; Cuma 62/11.
[243] Ahzâb 33/33.
[244] Kalem 68/4: Taberî, XXIII, 150, 152; Kurtubî, XXI, 141-142.
[245] Kalem 68/4: Abdurrezzak, II, 307; Taberî, XXIII, 150-151; Zemahşerî, VI, 180; Kurtubî, XXI, 141; İbn Kesîr, XIV, 85-86. Krş. Müslim, “Müsâfirîn”, 139.
[246] Kalem 68/4: Kurtubî, XXI, 142. Krş. Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, I, 115/307; Hâkim, el-Müstedrek, II, 426/3481; Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, I, 309.
[247] Kalem 68/4: Kurtubî, XXI, 143; Beydâvî, III, 432; İbn Kesîr, XIV, 88. Krş. Muvatta’, “Hüsnü’l-Huluk”, 8.
[248] Kalem 68/4: Kurtubî, XXI, 142. Krş. İbn Kesîr, XIV, 87.
[249] Âl-i İmrân 3/159; Tevbe 9/103, 128: Taberî, XII, 97.
[250] Âl-i İmrân 3/159: Taberî, VI, 186-187; Tevbe 9/103: Taberî, XI, 659, 663; Şuʻarâ 26/215: Taberî, XVII, 665.
[251] Âl-i İmrân 3/159: Mâtürîdî, II, 457.
[252] Ahzâb 33/6: Taberî, XIX, 15-16.
[253] Âl-i İmrân 3/159: Taberî, VI, 188; Nisâ 4/64; Tevbe 9/99, 103; Nûr 24/62: İbn Atıyye, VI, 414; Muhammed 47/19: Mâtürîdî, XIII, 401; Mümtehine 60/12; Müslim, “Fedâil”, 112.
[254] Âl-i İmrân 3/159: Mâtürîdî, II, 457.
[255] İbrahim 14/41; Nûh 71/28.
[256] Muhammed 47/19: İbn Atıyye, VII, 650.
[257] Âl-i İmrân 3/159: Mâtürîdî, II, 457.
[258] Âl-i İmrân 3/161.
[259] Nûr 24/50: Taberî, XVII, 342.
[260] Âl-i İmrân 3/161: Taberî, VI, 201.
[261] Âl-i İmrân 3/153: Mukâtil b. Suleyman, I, 307; Taberî, VI, 148-149; Mâtürîdî, II, 450; Tevbe 9/25-26: Taberî, XI, 388-393; Ahzâb 33/10-13, 39: Taberî, XIX, 34, 121; İbn Kesîr, XI, 174-175.
[262] Nahl 16/125-128: Ebû Hayyân, V, 531; İbn Kesîr, VIII, 368; İsrâ 17/53; Ankebût 29/46.
[263] Nahl 16/126-128: Zemahşerî, III, 486-490; İbn Atıyye, V, 431-432; İbn Kesîr, VIII, 370.
[264] Nisâ 4/77: Taberî, VII, 231-233.
[265] Nisâ 4/77: İbn Kesîr, IV, 161-162; İbn Hişâm, I, 467.
[266] Bakara 2/193; Nisâ 4/84: Taberî, VII, 266-267; Enfâl 8/5-14, 39, 41-46, 65; Tevbe 9/13, 29, 73, 88; Hac 22/39-41, 78; Muhammed 47/4, 20; Tahrîm 66/9; İbn Hişâm, I, 467-468; Tirmizî, “Tefsir”, 22/3171; Nesâî, “Cihad”, 1.
[267] Enfâl 8/60.
[268] Bakara 2/217: Taberî, III, 650; Âl-i İmrân 3/121; Enfâl 8/5-14; İbn Hişâm, I, 591, 601-715; II, 3, 65…
[269] Enfâl 8/5: Taberî, XI, 34, 36; İbn İshâk, s. 294, 296; Vâkıdî, I, 14, 19; İbn Hişâm, I, 591, 595, 598, 602, 606, II, 46.
[270] Vâkıdî, I, 13-14; İbn Hişâm, I, 602.
[271] İbn Hişâm, II, 43, 46
[272] İbn Hişâm, II, 47-49, 190-203, 233-276.
[273] İbn Hişâm, I, 501-531.
[274] Bakara 2/120, 204-206: Taberî, III, 575-589; Tevbe 9/42-47, 53-54, 62-65, 74, 81-87, 94-96, 107-110; Münâfikûn 63/1, 4.
[275] Bakara 2/120, 217: Taberî, II, 484, III, 665-666.
[276] Enfâl 8/55-63: Taberî, XI, 235; Tevbe 9/1, 7; İbn Hişâm, I, 591, 595, 599; II, 46-48.
[277] Âl-i İmrân 3/139-143, 152-153, 165-168, 172-175; Tevbe 9/25-27; Ahzâb 33/9-20, 60-62; Nasr 110/1; Vâkıdî, I, 17-18; İbn Hişâm, I, 639-642, II, 50, 79, 85.
[278] Âl-i İmrân 3/139-142.
[279] Âl-i İmrân 3/166-167.
[280] Feth 48/1-28: İbn Kesîr, XIII, 84-132; İbn Hişâm, II, 308-322.
[281] İbn Hişâm, II, 606-607.
[282] Âl-i İmrân 3/13, 123, 151, 154; Enfâl 8/17, 26, 30, 40, 62-64, 71; Tevbe 9/40; Ahzâb 33/25-27; Feth 48/1-3, 24-26; Haşr 59/2-5; Münâfikûn 63/7; Tahrîm 66/3; Nasr 110/1.
[283] Enfâl 8/26.
[284] Âl-i İmrân 3/13, 124-127; Enfâl 8/9-12; Tevbe 9/26; Ahzâb 33/9; İbn Hişâm, I, 633, II, 449.
[285] Enfâl 8/1, 41, 68-69: Taberî, XI, 184, 276-284; Ahzâb 33/50; Feth 48/15, 19-21; Haşr 59/6-7; Vâkıdî, I, 17-18; İbn Hişâm, I, 641, II, 50, 192, 244, 348-353, 487.
[286] Nasr 110/1-3: Taberî, XXIV, 705-713; İbn Hişâm, II, 559-560.
[287] İbn Hişâm, II, 560-601, 605-607.