d. Azdan Veren Candan Verir

٧٤. عَنْ عَدِيِّ بْنِ حَاتِمٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: سَمِعْتُ النَّبِىَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ:

«اِتَّقُوا النَّارَ وَلَوْ بِشِقِّ تَمْرَةٍ».

74. Adiy bin Hâtim (r.a) der ki:

Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’i şöyle buyururken işittim:

“Yarım hurma ile de olsa cehennemden korunun!” (Buhârî, Zekât, 10; Rikak, 51; Tevhîd, 36; Müslim, Zekât, 66-70)

 

٧٥. عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:

«سَبَقَ دِرْهَمٌ مِائَةَ أَلْفٍ» قَالُوا:

«يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَكَيْفَ؟» قَالَ:

«رَجُلٌ لَهُ دِرْهَمَانِ فَأَخَذَ أَحَدَهُمَا فَتَصَدَّقَ بِهِ وَرَجُلٌ لَهُ مَالٌ كَثِيرٌ فَأَخَذَ مِنْ عُرْضِ مَالِهِ مِائَةَ أَلْفٍ فَتَصَدَّقَ بِهَا».

75. Ebû Hüreyre (r.a) der ki: Rasûlullah (s.a.v):

“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir” buyurmuştu.

Ashâb-ı kirâm:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, bu nasıl olur?” diye sordular.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şu cevabı verdi:

“–Bir adamın iki dirhemi vardı, bunlardan birini tasadduk etti. Diğerinin ise çok malı vardı, malının kenarından yüz bin dirhem aldı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49/2526)

 

Açıklamalar:

Zekâtın farz olabilmesi için, belli bir nisap miktarı tesbit edilmekle birlikte, sadaka için böyle bir şey söz konusu değildir. İnsanların zihninde “Sadaka ve infak zenginlerin işidir” şeklinde yanlış bir kanaat mevcuttur. Hâlbuki herkes kendi imkânları nisbetinde tasaddukta bulunabilir. Zira Cenâb-ı Hak, nihâyetsiz lûtfunun bir eseri olarak kullarının sadaka sâyesinde sevap kazanmasını son derece kolaylaştırmıştır.

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

“Kardeşine göstereceğin tebessüm, bir sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yolu gösterivermen sadakadır; gözü sakat kimse için görüvermen sadakadır; yoldan taş, diken, kemik (gibi şeyleri) kaldırıp kenara atman sadakadır; kovandan kardeşinin kovasına su boşaltman sadakadır.” (Tirmizî, Birr, 36/1956)

Diğer taraftan, insan âhirette en küçük iyiliklere dahi muhtâç olacaktır. Dünyadayken herhangi bir sâlih amel işlemiş veya tasaddukta bulunmuş olmayı harâretle arzu edecektir. Hatta, dünyada verdiği bir bardak sudan medet umacaktır. Bu durumu Rasûlullah (s.a.v) şöyle tasvîr eder:

“Kıyâmet günü insanlar saf saf olur -bir rivâyete göre, cennet ehli saf saf olur-. Derken, cehennem ehlinden bir kişi cennet ehlinden birine rastlayıp:

«–Ey fülan! Hatırladın mı, sen su istemiştin de ben sana bir içimlik su vermiştim?» der, (ve bu sûretle şefaat ister). Mü’min de o kimseye şefaat eder.

(Cehennemlik olan bir başka) kimse, cennetlik olan birinin yanına varır ve ona:

«–Hatırlıyor musun, sana bir gün abdest suyu vermiştim?» diyerek (şefaat ister. O da hatırlar) ve ona şefaat eder.

Yine cehennemlik olanlardan biri, cennetlik birisine:

«–Ey fülan! Beni şöyle şöyle bir işe gönderdiğin günü hatırlıyor musun? Ben de o gün senin için gitmiştim» der. Cennetlik olan kimse de ona şefaat eder.” (İbn-i Mâce, Edeb, 8)

Başka bir rivâyette Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Allah, sizin her biriniz ile tercümansız konuşacaktır. Kişi sağ tarafına bakacak, âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Soluna bakacak, âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Önüne bakacak, karşısında cehennemden başka bir şey göremeyecektir. O hâlde artık bir hurmanın yarısı ile de olsa, kendinizi cehennem ateşinden koruyun! Bunu da bulamayan, güzel bir söz ile kendisini korusun!” (Buhârî, Tevhid, 36; Müslim, Zekât, 97)

Dolayısıyla, herkes küçük bir şeyle de olsa, muhtacın gönlünü alarak sadakanın iki cihandaki faydalarından istifâde etmelidir.

Hanım sahâbîlerden Ümmü Büceyd (r.a) Peygamber Efendimiz’e gelerek:

“–Ya Rasûlullah, Allah’ın salât u selâmı sizin üzerinize olsun! Bazen fakir biri gelip kapımın önünde duruyor da, ona verecek bir şey bulamıyorum?..” demişti.

Rasûlullah (s.a.v) ona şöyle buyurdu:

“–Ona vermek için bir koyunun yanmış tırnağından başka bir şey bulamasan bile, onu fakirin eline ver!” (Ebû Dâvûd, Zekât, 33/1667; Tirmizî, Zekât, 29/665; Nesâî, Zekât, 70/2566; Ahmed, VI, 383)

Allah Rasûlü’nün bu sözü, yoksula verilen şeyin çok az bir şey bile olabileceğini gösteren mübalağalı bir ifadedir. Demek ki mühim olan tasadduktaki iyilik ve hayır yapma niyetidir, verilen miktar ikinci derecede önem arzeder.

Rasûlullah (s.a.v), bunun kıymet ve faziletini beyan için şöyle buyurmuştur:

“Üç şey imandandır:

1. Az maldan infakta bulunmak,

2. Herkese selâm vermek sûretiyle selâmı yaymak,

3. Kendinle ilgili hususlarda da âdil ve insaflı davranman. (Yani Allah’ın ve kullarının haklarını edâ etmen, lehine de aleyhine de adâlet ve insafla hüküm verebilmen.)” (Heysemî, I, 56; Suyûtî, Câmi, I, 117/3441)

Bir gün fakir biri Hz. Osman’a gelerek:

“–Ey mâl sahibi zenginler! Bütün hayrı alıp götürdünüz; malınızdan sadaka veriyor, köle âzâd ediyor, hacca gidiyor ve infakta bulunuyorsunuz!” dedi.

Hz. Osman (r.a):

“–Siz gerçekten bize gıpta ediyor musunuz?” diye sordu.

O zât:

“–Evet, vallâhi size gıpta ediyoruz!” dedi.

Bu sefer Hz. Osman (r.a), şu açıklamada bulundu:

“–Allah’a yemin ederim ki bir kimsenin zorluk çekerek infak ettiği bir dirhem, çok malın bir kısmından infak edilen on bin dirhemden daha hayırlıdır.” (Beyhakî, Şuab, III, 251; Ali el-Müttakî, VI, 612/17098)

Çünkü az malı olan, kendi ihtiyacından koparıp vermektedir. Böyle olunca da sırf Allah rızâsı için olması daha kuvvetlidir. Çok maldan verilen sadakaya ise nefsî duyguların karışma ihtimali daha fazladır ve zengin kimse, maddî olarak zorlanmadan verir.

Bununla birlikte, kişinin her şeyini verip muhtaç duruma düşmesi doğru değildir. Bilhassa imanı zayıf kişiler infakta aşırı giderek fakirliğe mâruz kaldıklarında, sadaka verdiklerine pişman olurlar. Bu durumda hem malları ellerinden gider, hem de sevaptan mahrum kalırlar.

Fahr-i Kâinât (s.a.v) Efendimiz, bu konuda dengeyi muhâfaza etmek için şöyle buyurmuştur:

“Biriniz, sahib olduğu şeyi getirip: «Bu sadakadır!» diyor, sonra da oturup insanlara el açıyor. Sadakanın en faziletlisi, malın ihtiyaç fazlasından verilendir.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 39/1673)

Lâkin Allah Rasûlü (s.a.v), Hz. Ebû Bekir’in bütün malını tasadduk etmesine îtiraz etmemiştir. Çünkü o ve benzerleri, imanı sağlam ve müslümanlığı güzel olan müstesnâ kişilerdir. Onlar, azdan da çoktan da hiç çekinmeden vermesini bilen büyük şahsiyetlerdir.

Şu hâdise, Hz. Ebû Bekir’in cömertlikteki zirve hâlini ne güzel ifade eder:

Rasûlullah (s.a.v) bir gün sabah namazını kıldırdıktan sonra ashâbına dönmüş ve:

“–İçinizde bugün herhangi bir yoksulu doyuran var mı?” diye sormuştu.

Hz. Ömer (r.a):

“–Yâ Rasûlallah! Sabah namazını kıldık ve yerimizden hiç ayrılmadık. Bu durumda bir yoksulu nasıl doyurabiliriz ki?” diye cevap verdi.

Hz. Ebû Bekir (r.a) ise:

“–Mescide girdiğimde, ihtiyâcını arzeden birini gördüm. Oğlum Abdurrahman’ın elinde bir parça arpa ekmeği vardı. Hemen onu alıp yoksula verdim” dedi. (Heysemî, III, 163-164. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Zekât, 36/1670; Hâkim, I, 571/1501)

Azdan ve candan veren müstesnâ şahsiyetlerden biri de, Zeyneb vâlidemizdir. Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatır:

Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz, hanımlarına:

“–Sizin bana en çabuk ve en erken kavuşacak olanınız, kolu en uzun olanınızdır” buyurmuştu.

Onlar da hangisinin kolu daha uzun diye, kollarını ölçerlerdi. Meğer kolu en uzun olan, Hz. Zeyneb imiş. Çünkü o eliyle iş yapar ve tasaddukta bulunurdu. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 101)

Kolu uzun olmanın mecâzî mânâsı sadaka vermek, hayır işlerine koşmak ve cömertliktir. Vâlidelerimizin ölçümlerine göre Hz. Sevde’nin kolu uzun görünüyordu, lâkin Allah Rasûlü’ne en erken kavuşan Zeyneb (r.a) oldu. O zaman anladılar ki Efendimiz’in maksadı; sadaka, hayır ve cömertlik imiş.

%d bloggers like this: