Lügatçe

– A –

 

âbâd: Mâmur, şen, bayındır.

abûs: Somurtkan, ekşi, asık (çehre veya böyle çehreli kimse).

acz, acziyet: 1. Gücü yetmeme hâli, güçsüzlük, iktidarsızlık. 2. Beceriksizlik.

âfâkî: 1. Belli bir konuya bağlı olmaksızın yapılan konuşma, dereden tepeden, havâî. 2. Nesneye ait; gerçeği olduğu gibi yansıtan, objektif.

âfitâb: Güneş, güneşin ışığı, güzel yüz.

âgâh: Bilgili, haberli, uyanık, ârif.

ağu: Zehir, zakkum ağacı.

ağyâr: 1. Yabancılar, bîgâneler. 2. Tasavvufî hayâta âşinâ olmayanlar.

ahkâm: Hükümler, emirler. ahkâm-ı şer’iyye: Dînî, şer’î hüküm ve emirler.

ahlâk-ı hamîde: Medhedilen güzel huylar.

akabinde: Ardından, hemen arkasından, ardı sıra.

aksülamel: Tepki, reaksiyon.

âl: Aile, evlâd, nesil, soy, sülâle, hânedan.

âlâ-yı illiyyîn: Cennet tabakalarının en yükseği, en üst makamı.

alâyiş: Boş, yalancı süs, gösteriş.

aleyhimesselâm: Allâh’ın selâmı o ikisinin üzerine olsun!

aleyhisselâm: Allâh’ın selâmı onun üzerine olsun!

âmâde: Hazır, hazırlanmış, emir bekleyen, emre hazır, müheyyâ.

ameliye: Belli bir gâye ile, belli şekil ve şartlarda yapılan iş.

âmil: Sebep, işleyen.

an’ane: Nesilden nesile aktarılagelen örf, âdet, gelenek.

arasât: Mahşer yeri, haşir ve neşir meydanı.

ârızî: 1. Sonradan çıkan. 2. Muvakkat, gelip geçici.

ârif-i bi’llâh: Allâh’ı tanıyan, velîlik mertebesine ermiş kimse.

arş: 1. Taht, çatı, çadır. 2. Yüksekliği sebebiyle bütün cisimleri içine alan ve Allâh’ın istiva ettiği şey. 3. Allâh’ın kudret ve azametinin göründüğü dokuzuncu kat gök, göğün en yüksek katı.

âsân etmek: Kolaylaştırmak.

âşikâr: Açık, meydanda, belli, gözle görülebilecek durumda, zâhir, ayân.

avâm-ı nâs: Umum insanlık, insanların çoğu.

avdet: Geri geliş, dönme, dönüş.

âzâde: Kayıtlardan, bağlardan kurtulmuş; serbest, hür.

 

– B –

 

bahr: Deniz, büyük göl veya nehir.

bahş etmek: Bağışlama, ihsan.

bânî: Binâ eden, yapan, kuran, kurucu.

Bârî: Allâh Teâlâ’nın güzel isimlerinden biridir. Eşyâyı ve her şeyin âzâ ve cihâzını birbirine uygun ve mülâyim bir hâlde yaratan.

bârigâh: Girilecek yer, yüksek dîvân.

bathâ: 1. Çakıl taşlı büyük dere. 2. İki büyük dağ arasındaki dere. 3. Mekke-i Mükerreme. 4. Mekke’de bulunan bir dere.

bâtın: 1. İç, iç yüz. 2. Gizli, görünmeyen nesne. bâtınî: Bâtına âit.

bediî: 1. Güzel. 2. Güzellik.

behîmî: Hayvanca, hayvanî (his).

belâgat: Edebiyat kâideleri ilmi. Söz ve yazıda düzgün, sanatlı ve tesirli ifâde.

berekât: 1. Bolluklar. 2. Hayırlar, saâdetler.

berî: 1. Kurtulmuş, âzâde, sâlim. 2. Kusursuz, kabahatsiz.

beşâret: Müjde, muştu.

beşeriyet: İnsanlık, insanoğulları, âdemoğulları.

beyhûde: Boşuna, faydasız, netîcesiz, mânâsız.

bid’at: 1. Sonradan meydana çıkan şey. 2. Peygamber Efendimiz zamanından sonra dinde ortaya çıkan şey.

bîgâne: 1. Tanıdık olmayan, yabancı. 2. İlgisiz.

bi’set: 1. Gönderme. 2. Allâh Teâlâ’nın insanları hak dîne dâvet maksadıyla peygamber göndermesi.

bîzâr: Rahatsız, bıkmış, usanmış, küskün.

 

– C – Ç –

 

câlib-i dikkat: Dikkat çeken.

cârî: 1. Cereyan eden, akan. 2. Geçerli, yürürlükte.

cebânet: Korkaklık, ödleklik, yüreksizlik.

cedd-i mükerrem: Muhterem, azîz, saygıdeğer dede.

cehd: Çalışma, çabalama.

celâdet: Yiğitlik, kahramanlık, metânet.

celâlî: 1. Allâh’ın celâl sıfatlarına âit. 2. Celâlli (mizaç), sertlik, büyüklük.

celb: 1. Getirme, çekme. 2. Yazılı dâvet.

cemâl-i ilâhî, cemâlullâh: Hak Teâlâ’nın sonsuz güzelliği.

cemâlî: 1. Allâh’ın cemâl sıfatlarına âit. 2. Mizaç itibariyle cemâl sâhibi, güzel, lutufkâr, merhametli.

cemîl: Cemâl sâhibi, güzel.

cesîm: İri, büyük, kocaman.

cevâz: Câiz olma, izin, müsâade.

cevher: 1. Öz, esas, maya. 2. Başlı başına, kendiliğinden var olan, olması için başka bir şeye ihtiyaç olmayan, asıl varlık. 3. Tıynet, cibilliyet, soydan gelen haslet, tabiî istidat. 4. Kıymetli taş. 5. Varlık kazandırıcı ilâhî nefes.

cevvâl: Çok hareketli, canlı, akıcı. cevvâliyet: Çok hareketlilik, canlılık, akışkanlık.

cidâl: 1. Kavga, mücâdele, savaş. 2. Tartışma, ateşli konuşma.

cihânşümûl: 1. Her yanı kaplayan. 2. Dünyâ çapında, dünyâ ölçüsünde.

cihet: 1. Yön, taraf, görüş, görüş açısı. 2. Vesîle.

cismâniyet: Cisimle ilgili olma, maddiyet.

cürüm: Cezâ îcâb ettiren suç.

çeşm: Göz.

 

– D –

 

dalâlet: Sapıtma, hidâyetten ve doğru yoldan ayrılma, azma, bâtıla meyletme.

dâr-ı bekâ: Ebediyet yurdu; âhiret.

dâsitânî: 1. Destan kahramanlarına yakışacak sûrette, kahramanca. 2. Destan ile ilgili.

dercetmek: 1. Toplamak, biriktirmek. 2. Bir şeyin arasına sıkıştırmak.

dereke: En aşağı kat.

dermeyân: Arada, ortada bulunan; ortaya konmuş.

dersiâm: Talebeye, medreseliye ve herkese ders vermeye yetkili bulunan kimse.

deruhte: Üstüne alma, üstlenme, taahhüd etme.

derûn: 1. İç, içeri, dâhil. 2. Kalb, gönül. derûnî: İçten, gönülden.

desîse: Hîle, oyun, düzen, entrika, dolap.

dest: El.

dîdâr: 1. Yüz, çehre. 2. Görüşme, görme. 3. Görüş kuvveti, göz.

dîde: Göz.

diğergâm: Başkalarını düşünen.

dil-dâr: Birinin gönlünü almış, sevgili.

dil-güşâ: Gönül açan, iç açan, kalbe ferahlık veren.

dirâyet: Zekâ, bilgi, kavrayış.

dûçâr: Giriftâr olmuş, mübtelâ olmuş, tutulmuş.

 

– E –

 

efdal: 1. Çok fazîletli, yüksek derecede. 2. Tercihe şâyân.

ehven: 1. Daha hafif, daha zararsız. 2. Daha az kötü. 3. Daha düşük, daha ucuz.

ehlullâh: Allâh adamı, velî, evliyâ, ricâlullâh.

emîn: 1. Güvenilir. 2. Kat’î olarak bilen. 3. Kendisine emânet edilen.

enâniyet: Benlik, bencillik, hodgamlık, egoistlik.

enfüsî: Nefiste meydana gelen. Düşünülmüş şeye nisbetle düşünene, ferdî zihne âid bulunan. Subjektif.

engîz: Koparan, karıştıran, depreten.

esmâ: İsimler. Esmâü’l-Hüsnâ: Allâh’ın güzel isimleri.

etbâ‘: 1.Tâbî olanlar, bağlı olanlar. 2. Uşaklar, hizmetçiler. 3. Taraftarlar, avane.

evlâ: 1. Birinci, daha önce gelen. 2. Daha iyi, daha uygun, daha lâyık, daha münâsib.

evsâf: Vasıflar, sıfatlar.

Ezvâc-ı Tâhirât: Peygamber Efendimiz’in temiz hanımları, ümmetin anneleri.

 

– F –

 

fahr: Övünme; övünmeye vesîle teşkîl eden şey.

Fâil-i Mutlak: Fiillerin hakîkî, gerçek sâhibi Allâh Teâlâ.

fânus: 1. Küre veya silindir şeklinde cam kapak. 2. İçinde mum yakılan büyük fener, camlı mahfaza.

faraza: 1. Farz edelim ki, farz edin ki, tutalım ki, sayalım ki, bilfarz. 2. Sözün gelişi, söz gelişi.

fârik (fârika): Fark eden, ayıran.

fâsid: 1. Kötü, fenâ, yanlış, bozuk. 2. Münâfık, fesad çıkaran.

fâş etmek: Açıklamak, meydana çıkarmak, ifşâ etmek.

fâyık (fâik): Fevkinde bulunan, mânevî olarak üstün olan.

ferâgat: 1. Hakkından isteyerek vazgeçme. 2. Dâvâdan vazgeçme. 3. Affetme.

fer’î: 1. Aslî olmayan, kısmî, ikinci derecede. 2. Teferruat, detay. 3. Şûbe, dal.

fesâhat: Sözün, kelime, mânâ, âhenk ve sıralama bakımından kusursuzluğu. Dilin doğru, açık ve akıcı şekilde kullanılması.

feth-i mübîn: Apaçık, âşikâr fetih.

feverân: 1. Kaynama, galeyân etme. 2. (Damar) vurma. 3. (Su) fışkırma. 4. (Hiddetle) köpürme.

feyyâz: 1. Feyiz, bereket, bolluk veren Allâh. 2. İçi çok temiz ve cömert olan kimse. 3. (Taşan) sel.

feyz: 1. Mânevî haz; gönül huzûru. 2. Bolluk, verimlilik. 3. Olgunlaşma ve ilerleme. 4. Suyun taşıp akması. feyz-yâb: Feyiz bulan.

fıkıh: 1. Bir şeyi lâyıkıyla bilme, şuurlu olarak idrak etme, kavrama. 2. İslâm hukuku. fıkhî: Fıkıhla, İslâm hukukuyla ilgili.

fısk: 1. Hakk yolundan veya hak yoldan çıkma, Allâh Teâlâ’ya karşı nankörlükte bulunup isyân etme. 2. Sefâhâte dalma. 3. Hâinlik. 4. Dînsizlik, ahlâksızlık.

fıtrat: Yaratılış, tabiat.

fiiliyât: Fiil olarak gerçekleştirilen şeyler, yapılanlar, lafta kalmayanlar.

firâk: Ayrılık, hicran.

firâset: Anlama, sezme kâbiliyeti.

fücûr: 1. Günah, zinâ. 2. Günahkârlık, ahlâkça düşkünlük.

fütûhât: Fetihler, zaferler.

fütûr: Bezginlik, gevşeklik, usanmışlık, bıkmışlık.

füyûzât: Feyizler.

 

– G –

 

gâib: 1. Bulunmayan, hazır olmayan, kayıp. 2. Bilinmeyen âlem.

garâib: 1. Garip, acâyip, şaşılacak şeyler. 2. Tuhaflıklar.

garkolmak: 1. Suya batmak. 2. Boğulmak 3. Bir şeyin içine fazla dalmak.

gayyâ: 1. Cehennemde bulunan kuyu. 2. (mec.) Netâmeli yer, içinden çıkılması güç iş.

gayz: Hınç, hiddet, öfke, dargınlık.

gazap: Kızgınlık, öfke, dargınlık.

gıyâb: Bulunmama, hazır olmama, uzakta olma.

girift: 1. Birbirine girip dolaşık bir hâl almış, karışık, girişik. 2. Birbirinin içine girmiş dallardan meydana gelen süsleme.

gurûb: 1. Batma, batış, görünmez olma. 2. Güneşin batışı.

– H-

 

habîb: Sevilen, sevgili.

hâdisât: Hâdiseler, olaylar.

Hâfız-ı Mutlak: Koruyup hıfzeden Allâh.

hâiz: Mâlik, sahip, taşıyan.

hâk: Toprak. hâk-i pâ(y): Ayağın bastığı toprak.

hâkim: Her şeye hükmeden.

hak-şinâs: Hakkı tanıyan, bilen; hakka uyan.

halef: Birinden sonra gelen, birinin yerine geçen.

hâlet: Hâl, durum, keyfiyet; hâlet-i rûhiye: Rûh hâli, insanın psikolojik durumu.

halîm: Yumuşak huylu, uysal.

hâlis: 1. Karışmamış, saf, hîlesiz. 2. Temiz. hâlisâne: Samîmî ve iyi hislerle dolu olarak.

halvet: 1. Kapalı bir yerde yalnız kalma. 2. İbâdet, riyâzât, zikir ve murâkabe maksadıyla inzivâya çekilme.

hamdele: “Elhamdülillâh”ın kısa şekli. Kitapların, başında besmeleden sonra konur.

hâmî: Himâye eden, koruyan, sâhip çıkan, gözeten.

hamîd: 1. Övülmeye lâyık. 2. Hamde lâyık olan Allâh.

hamiyet: İnsanda bulunan din, millet, vatan, soy ve âile gayreti; bunları ve başka mukaddesleri koruma duygusu.

handikap: Güçlük, engel, elverişsiz hâl.

harâbât: 1. Harâbeler, yıkıntılar. 2. Tasavvufta tekke, gönül.

Harameyn: İki mukaddes şehir, Mekke ve Medîne.

harîs: Hırslı, tamahkâr, bir şeye çok düşkün, lüzûmundan fazla istekli.

hasbe’l-kader: Kader îcâbı.

hasene: İyilik, iyi hâl, iyi ve hayırlı iş.

hasenât: İyilikler, hayırlı ameller.

hasretmek: 1. Bir şey, kişi veya meseleye has hâle getirme, o yolda sarf etme. 2. Umûmîlikten çıkarma, sınırlama.

hâssaten: Husûsî olarak, özellikle, ayrıca, yalnız.

haşr ve neşr: 1. Ölülerin kıyâmette diriltilmesi. 2. Toplanma, bir araya gelme.

haşyet: Korku, korkma.

havâs: 1. Seçkinler, büyükler, haslar, üstün olanlar. 2. Okumuş, kültürlü, münevver kimseler.

havâtır: Düşünceler, fikirler, hâtıralar.

havf: Korku.

Hayy: Yüce Rabbimiz’in güzel isimlerinden biridir. Hayat sâhibi, diri, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten.

hazerât: “Hazret”in cem’i, hürmet ifâde etmek üzere büyüklere verilen ünvan.

hengâm: Zaman, çağ, sıra, vakit, mevsim; hengâme: 1. Devir, zaman, çağ. 2. Topluluk, cemiyet, dernek. 3. Kavga, şamata, gürültü, patırtı. 4. Savaş, harb.

hicâb: 1. Perde, örtü. 2. Utanma duygusu, hayâ. 3. Mahcûbiyet.

hidâyet: 1. Doğru yol, hak yol. 2. İslâmiyet. 3. Yol gösterme.

hilâf: Karşı, zıt, aykırı.

hil’at: Eskiden pâdişâh veya vezir tarafından takdîr edilen, beğenilen kimseye giydirilen süslü elbise, kaftan.

hilkat: Yaratılış.

hilye: 1. Güzel vasıflar; övünülecek, fahredilecek sıfatlar. 2. Süs, zînet, cevher, güzel yüz. 3. Peygamber Efendimiz’in dış görünüşünü, vasıf ve sıfatlarını tasvir eden eserlere verilen isim: Hilye-i Saâdet, Hilye-i Şerîf.

hitâm: Sona erme, bitme, netîcelenme, tükenme.

hûbân: Sevgililer.

husûl: Meydana gelme, olma, peydâ olma, ortaya çıkma.

husûmet: 1. Düşmanlık. 2. Zıddiyet, karşıtlık. 3. Hasımlık, hasım olma hâli.

huşû: 1. Allâh’a karşı korku ve sevgi ile boyun eğme; bu duygu ile meydana gelen hâl. 2. Alçak gönüllülük, aşağıdan alma, tevâzu.

huzme: Deste, demet, ışık demeti.

hüccet: 1. Bir şeyi ispat eden delil. 2. Âlimlere verilen ünvan.

hülâsaten: Kısaca, özet olarak.

hüsn-i zan: Bir şey veyâ bir kimse için iyi kanaate sâhib olma.

 

– İ – J –

 

ibrâm: Aşırı zorlama, usandırıcı ısrar.

ibtilâ: Bir şeye aşırı düşkünlük.

îcâz: Merâmı ifâdeye yeten kısa ve öz söyleyiş.

ictihâd: Fıkıhta söz sahibi büyük dîn âlimlerinin Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflere dayanarak ortaya koydukları şer’î düstûr.

ictinâb: Çekinme, sakınma, uzak durma.

içtimâî: Sosyal, toplumla alâkalı.

idlâl: Dalâlete düşürme, doğru yoldan çıkarma, azdırma.

îfâ: 1. Bir işi gerçekleştirme, yapma; bir hizmeti yerine getirme. 2. İş görme, iş yapma.

ifnâ: Yok etme, tüketme, bitirme.

ifrat: Aşırılık, haddi aşmak.

iğvâ: Azdırma, yoldan çıkarma, ayartma.

ihdâs: Meydana getirme, ortaya çıkarma.

ihtimâm: 1. Dikkatle, özenerek çalışma, davranma. 2. Dikkat gösterme, iyi bakma.

ihtirâm: Hürmet, saygı.

ihtiyâr: Seçme, tercih, seçilme.

ihtiyât: 1. Bir konuda geleceği de düşünerek dikkatli, tedbirli hareket etme; ölçülü davranma. 2. Uzak görüşlülük, basîret. 3. Sakınma. 4. Zor şartlar ve günler için saklanan, elde bulundurulan; yedek.

ikmâl: Kemâle erdirme, tamamlama, bitirme.

ikrâr: 1. Söyleme. 2. Kabûl, tasdîk.

iktifâ: Kâfî bulma, yeter sayma, yetinme, kanaat.

iktizâ: 1. Gerekme, lâzım gelme, ihtiyaç hissedilme. 2. Muhtaç olma, ihtiyaç hissetme. 3. Îcâb ettirme.

ilkâ etmek: 1. Koyma, bırakma, atma. 2. Telkîn etme, ilhâm etme.

ilticâ: 1. Sığınma, barınma. 2. Güvenme, dayanma.

iltizâm: 1. Lüzumlu sayma. 2. Taraf tutma, tarafgirlik. 3. Gerektirme.

imtinâ: 1. Çekinme, geri durma. 2. İmkânsızlık.

imtisâl: Gerekeni yapma, bir örneğe göre hareket etme. 2. Alınan emre boyun eğme.

in‘ikâs: Akislenme, yansıma.

indî: Kesin bir bilgiye dayanmayan keyfî ve şahsî görüş.

ind-i ilâhî: Allâh Teâlâ’nın huzûru, Allâh -celle celâlühû-’nun katı.

inkişâf: 1. Açılma. 2. Büyüme, gelişme. 3. Meydana çıkma. 4. Mânevî bir sırrın veya hâlin görünmesi.

insicâm: Düzgün gidiş, uyumluluk.

ins ü cin: İnsanlar ve cinler.

inşâ: 1. Yapma, binâ etme, kurma. 2. Kaleme alma, yazma. 3. Yazı dersi ve yazı usûlü, kompozisyon. 4. Nesir. 5. Cümlede sözlerin sıralanış düzeni.

intibâ: Bir eşya, kişi veyâ hâdisenin zihinde bıraktığı iz, tesir.

intibâh: 1. Uyanma, uyanıklık. 2. Gözaçıklığı. 3. Sinirlerin ve uzuvların harakete gelmesi, uyanması.

intisâb: 1. Mensup olma, bağlanma. 2. Girme.

inzâr: 1. Uyarma, tehdîd etme. 2. Allâh’ın insanları ve cinleri âhiret azâbı ile îkâz etmesi.

inzimâm: Katılma, eklenme, ilâve olunma.

inzivâ: Bir köşeye çekilip bazı fiillerden uzak durma, yalnızlık.

irtihâl: Dünyadan âhirete göç, vefât, ölüm.

irtikâb: Kötü, fenâ, günah teşkîl edecek bir şey yapma.

îsâr: 1. İkram. 2. Kendisi muhtaç olduğu halde nefsinden ferağat edip bir başkasını tercîh etme.

istiâne: Yardım isteme.

istîdâd: 1. Kâbiliyet, bir şeyin kabûlüne, kazanılmasına olan tabiî meyil. 2. Akıllılık. 3. Anlayışlılık.

istifhâm: 1. Zihni işgal eden soru. 2. Soru sorup anlama. 3. Söze kuvvet vermek için soru şeklinde ifâde.

istiğnâ: 1. Aza kanaat etme, tokgözlü olma. 2. İhtiyaçsızlık.

istiğrak: 1. Dalma, içine gömülme. 2. Kendinden geçip dünyayı unutma. 3. Boğulma.

istihyâ: Hayâ etme, utanma.

istihzâ: Alaya alma, eğlenme, zevklenme, ince alay.

istîmâl: Kullanma.

istimdâd: İmdat isteme, yardıma çağırma, aman dileme.

istiskâ: 1. Yağmur duâsına çıkma. 2. Şiddetle suya ihtiyaç duyma.

işârî: İşâreten, asıl mânânın ihtivâ ettiği diğer mânâlar.

iştihâ: 1. Meyil, istek. 2. İştah.

iştiyak: Çok arzu etme, özleme, tahassür.

itâb: Paylayıp azarlama, tersleme.

îtidâl: 1. Aşırı olmama, orta hâlde bulunma. 2. Yumuşaklık, mülâyemet. 3. Eşit olma, dengeleme.

îtikâd: 1. Bir fikre, bir inanca bağlanma; inanma. 2. Bir din veya mezhebin temel inanç değerleri. 3. Allâh’a kalbî bağlılık, kesin inanma; îman. îtikâdî: İtikadla ilgili, inanca, îmana âit.

itmi’nân: Huzur bulma, sekînete erme, emîn olma, birine inanma, güvenme, kat’î olarak bilme.

ittibâ: Tâbî olma, uyma, ardısıra gitme.

ittihâz: 1. Kabul etme, sayma, tutma, addetme. 2. Edinme, alma. 3. Kullanma.

ittikâ: Sakınma, çekinme, Allâh’tan korkma.

izâfe etmek: Bir şeye iliştirmek, bir şeye âid saymak.

izâfî: Bir şeye bağlı olarak değişebilen, değişken.

izâle: Giderme, yok etme, ortadan kaldırma.

iz‘ân: 1. Anlayış, kavrayış, akıl. 2. İtaat, söz dinleme, boyun eğme. 3. Terbiye, edep.

izhâr: Açığa vurma, gösterme, belirtme.

jeng: Pas, küf, kir.

 

– K –

 

ka’bına varılmaz: Derece ve üstünlüğüne erişilemeyen şey.

kâbil: Olabilir, mümkün.

kadd: Boy, bos.

kadîm: Eski, târihî.

kâl: Söz, lâf, söz dizisi.

kâmet: Boy, endam, boy bos.

kânî: 1. İnanmış, kanmış, kanaat sâhibi olmuş. 2. Kanaat eden, yeter bulup fazlasını istemeyen.

ka’r: Çukur şeyin dibi, dip, nihâyet, derinlik.

kasr: Köşk, saray, şato.

kasem: Yemin, and.

katre: Damla.

kavil: 1. Söz. 2. Karar, sözleşme. 3. Fiiliyâta dökülmeyen, sözde kalan şey.

Kayyûm: Allâh Teâlâ’nın, başka bir şeye muhtaç olmaksızın ve kendiliğinden var olan mânâsına gelen ism-i şerîfi.

Kelîmullâh: Allâh’la konuşan kimse, Allâh’ın konuştuğu kimse, Hazret-i Mûsa.

kemâl: Olgunluk, yetkinlik, tamlık, eksiksizlik.

kerem: Şeref, asâlet, cömertlik, lutuf, ihsân; bu vasıflara sâhip olmaktan doğan yardımseverlik, hayır ve güzel işler.

kesâfet: 1. Yoğunluk, sıklık, kalabalık. 2. Şeffaf olmama, bulanıklık.

kesret: 1. Çokluk, bolluk, fazlalık. 2. Vahdetin zıddı, kalabalık.

keşif: 1. Bulma, meydana çıkarma, açma. 2. Bir sırrı, gizli bir şeyi ortaya çıkarma. 3. Bir şeyin olacağını önceden bilme. 4. Bir şeyin Allâh tarafından ilham edilmesi. 5. Tasavvufta akılla idrak edilmeyen şeyi kalb gözüyle görme.

kevnî: Var oluş ve kâinâtla ilgili.

kevser: Cennette bulunan bir akarsu.

keyfiyet: Bir şeyin nasıl olduğu, hâl, durum, vaziyet, husus, nitelik, kalite.

kıllet: Azlık, miktarca azlık, eksiklik, kıtlık, nedret.

kîl ü kâl: Boş söz, dedikodu.

kıtâl: Vuruşma, cenk, savaş; birbirini öldürme.

kifâyet: Kâfi miktarda olma, yetme, yeterlik.

kuddise sirruh: Allâh, onun sırrını (iç âlemini) her türlü mânevî lekelerden arındırsın! kuddise sirruhâ: Aynı duânın hanımlar için söylenilen şekli.

kudsî: 1. Mukaddes, kutsal. 2. Allâh ile ilgili, Allâh’a mensup.

kurb-i ilâhî: Cenâb-ı Hakk’a yakınlık.

kurbiyet: Yakınlık.

küllî: Umûmî, bütün.

küre-i arz: Yerküre, dünyâ, yeryüzü.

kürsî: 1. Allâh’ın kudret ve azameti. 2. Arşın altındaki gök tabakası. 3. Yüksekçe oturma yeri. 4. Topluluğa hitab etmek için çıkılan yüksekçe yer.

kûs: Kös, eski savaşlarda, alaylarda deve veya araba üstünde taşınarak çalınan büyük davul.

 

– L –

 

lağv: Kaldırma, hükümsüz kılma, feshetme.

lâhûtî: Ulûhiyet âlemiyle ilgili, ulûhiyyete âid.

lâ-kayd: 1. Kayıtsız, aldırmayan, ilgi göstermeyen, ilgisiz. 2. Nemelâzımcı.

latîf: 1. Hoş, yumuşak, nârin. 2. Cismânî olmayan, rûhânî. 3. Esmâ-yı hüsnâdan, Allâh -celle celâlühû-’ nun isimlerinden.

ledünnî: Allâh bilgisine ve sırlarına âit, O’nunla alâkalı.

letâfet: 1. Latîflik, hoşluk. 2. Güzellik. 3. Nezâket. 4. Yumuşaklık.

Levh-i Mahfûz: Allâh -celle celâlühû-’nun ezelî ilminin, kâinatta olmuş olacak şeylerin yazılı olduğu levha.

libâs: Elbise, giysi, kıyâfet.

liyâkat: Lâyık olma, uygun bulunma, yararlılık, değerlilik, ehliyet, iktidar.

– M –

 

mağrûr: Gururlu, kibirli.

mahal: 1. Yer, mekân. 2. Taraf, yöre, mevkî.

mahbûb: Sevilen, sevgili.

mahdûd: 1. Tahdîd edilmiş, sınırlanmış. 2. Sınırlı. 3. Belirli.

mahfiyet: Gizlilik, saklılık.

mahviyet: Beşerî ve dünyevî nâkısalardan kurtulma hâli.

maîşet: 1. Yaşayış, geçim. 2. Geçinmek için gerekli şey.

mâkes: Akis yeri, aksetme yeri, bir şeyin yansıdığı yer.

maksûd: 1. Kasd edilen, murâd olunan. 2. Maksad. 3. Varılmak istenen yer.

mâlik: 1. Sâhip, efendi. 2. Tasarruf eden, elinde bulunduran.

mâlûl: İlletli; kendisinde bir hastalık bulunan.

mâmur: 1. Sağlam, bakımlı, bayındır. 2. Îmâr edilmiş, işlenmiş. 3. Meskûn, oturulan, şen.

manzûme: 1. Sıra, dizi, takım. 2. Vezinli kâfiyeli söz veya yazı.

ma’reke: Harp meydanı, savaş alanı, vuruşma sâhası.

mâruzât: Makam, mevkî, yaş vs. bakımından yüksek birine sunulan, arz edilenler.

mâsivâ: 1. Allâh’tan gayrı bütün varlıklar. 2. Dünyâ ile ilgili olan şeyler.

mâsiyet: 1. İsyan. 2. Kötü. 3. Günah şeyler.

matlûb: 1. Taleb edilen, aranılan şey. 2. Alacak.

mâtuf: 1. Eğilmiş, bir tarafa doğru çevrilmiş. 2. Kendisine atıfta bulunulmuş.

mazhar: 1. Nâil olmuş, erişmiş, kavuşmuş; nâil olan, kavuşan, erişen, şereflenen. 2. Bir şeyin zuhûr ettiği yer, eşyâ ve madde.

mebnî: 1. Bir şeye dayanan. 2. …den dolayı, …den ötürü.

meclûb: 1. Celbolunmuş, başka yerden getirilmiş olan. 2. Taraftarlığı kazanılmış bulunan. 3. Tutkun, âşık. meclûbiyet: Tutulma, âşık olma hâli.

mecrûh: Yaralı.

medâr: 1. Vâsıta, vesîle, fayda. 2. Dönerek hareket eden bir cismin dayandığı nokta.

medh: Övme, iyi taraflarını anlatma, senâ, sitâyiş.

mefâsid: Fesatlıklar.

mefhûm: Sözden çıkarılan mânâ, kavram.

meftûn: 1. Gönül vermiş, vurgun, müptelâ, düşkün. 2. Şaşkınlık derecesinde beğenmiş, hayran.

meknûz: Gömülü, hazînede saklı.

melâhat: Güzellik, şirinlik.

mel’anet: Mel’unluk, lânetlenecek davranış.

melce’: Sığınılacak yer, ilticâ edilecek yer, barınak.

melekiyet: Meleklik, melek gibi yaşamak.

menâfî: Menfaatler, faydalar.

menâkıb: Menkıbeler, destanlar.

menâm: Uyku.

men aref: “Nefsini tanıyan Rabbini tanır.” hadisinin başlangıç kelimeleri.

menbâ: Kaynak, pınar.

menfî: 1. Olumsuz, müsbetin zıddı. 2. Nefyolunmuş, sürülmüş, sürgün edilmiş. 3. Negatif.

menhûs: Uğursuz, meş’um, şom.

menşe’: Neş’et edilen yer, çıkış yeri, kök, kaynak, başlangıç, asıl, esâs.

merdûd: 1. Reddedilmiş, kovulmuş, atılmış. 2. Cerhedilmiş, çürütülmüş: merdûd bir fikir. 3. Allâh’ın rahmetinden mahrûm bırakılmış, mel’ûn.

merzûk: 1. Rızıklandırılmış, rızkı verilmiş. 2. Kısmetli.

mesel: Örnek, benzer, numûne.

mesul: 1. Yaptığı fiillerden ötürü sorulan, hesap vermeye mecbur olan, sorumlu. 2. İşin idâresi üzerinde olan. 3. Yükümlü.

mesned: 1. İsnâd edilen, dayanılan şey. 2. Rütbe, makam, gâye.

mesrûr: Sevinçli, memnun, şen, sürûrlu.

mestâne: Mestçesine, sarhoşçasına, kendinden geçmiş hâlde.

mestûre: Tesettüre bürünmüş.

meşâyıh: Şeyhler, ulular.

meşher: Teşhîr yeri, sergi.

meşreb: 1. Bir kimsenin yaratılıştan gelen mizâcı, tabiat, huy. 2. Âdet. 3. Gidiş, hareket, tavır, tutum.

metâ: Mal, servet, ticârî değeri bulunan varlık.

metânet: Metinlik, muhkemlik, dayanıklılık, sağlamlık.

meyân: 1. Ara, orta. 2. Ortalama. 3. Aralık. 4. Kıvam.

meyyâl: Meyli fazla olan, çok meyilli, arzulu.

mezbele: Süprüntü yeri, süprüntülük, çöplük.

meziyet: Bir kimseyi başkalarından ayıran ve yücelten vasıf, üstünlük, değerlilik, yüksek karakter.

mezmûm: 1. Zemmolunmuş, yerilmiş. 2. Beğenilmemiş, ayıp.

mikyâs: Ölçme aleti, nisbet, derece.

minvâl: Tarz, yol, sûret, şekil.

mîr: Bey, reis, baş, âmir.

mi’rac: Göğe çıkma, göğe yükselme, Hazret-i Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in göğe çıkarak Allâh Teâlâ ile görüşmesi.

miyâr: 1. Kıymetli madenlerin ayar ölçüsü. 2. Bir şeyin kıymet ve saflık derecesini gösteren âlet. 3. Ölçü.

mîzân: Terâzi, ölçü âleti, ölçü.

muâfiyet: 1. Affedilmiş, bağışlanmış olma. 2. İstisnâ, imtiyâz. 3. Bulaşıcı bir hastalığa karşı aşılanmak sûretiyle elde edilen korunma hâli, bağışıklık.

muâheze: 1. Birinin hâl ve davranışlarını beğenmeyerek çıkışma, azarlama. 2. Târiz, tenkid.

muammâ: 1. Karışık, mânası zor anlaşılır şey. 2. Bilmece.

muâvenet: Yardım, birbirine yardım etme, yardımlaşma.

muayyen: 1. Tâyin edilmiş, belli, belirli. 2. Kararlaştırılan.

muazzez: Çok aziz, izzet sahibi, saygı uyandıran, kıymetli, muhterem, sevgili.

mugâyir: Aykırı, başka türlü.

muhabbetullâh: Allâh sevgisi.

muhâl: Mümkün olmayan, olmaz, olmayacak.

muhâtab: 1. Hitab edilen, kendisine söz söylenen, konuşulan kimse. 2. Konuyla ilgili sayılan kimse, taraf.

muhâtara: Korku, tehlike.

muhayyer: Seçip tercih etmekte, almakta, kabûl etmekte serbest olunan.

muhib: Seven, sevgi besleyen, dost.

muhtasar: Hülâsa edilmiş, kısaltılmış, özetle söylenmiş.

muhtazar: Can çekişen, ölmek üzere olan.

muhteris: İhtiraslı, aşırı derecede arzulu, hırslı.

muhtevî: İhtivâ eden, içine alan, içinde bulunduran, hâvî, câmî, şâmil.

mukâbele: Karşılık, cevap.

mukadder: Allâh tarafından ezelde takdîr olunmuş kazâ, kader, alınyazısı.

mukarreb: Yakın, yaklaşan. mukarreb melek: Cenâb-ı Hakk’a yakın bulunan melekler.

mukâvemet: 1. Bir cismin, eşyanın ağırlık, güç tatbiki ve benzeri hâller karşısında, ezilmeye, çökmeye veya kırılmaya, karşı koyma kuvveti. 2. Karşı koyma, karşı durma, direnme, dayanma, karşı tarafın irâdesine boyun eğmeme.

muktezâ: 1. İktizâ eden şeyler, gerekenler. 2. Sonuçlar.

murâd: İstenilen, kastedilen şey.

murâkabe: 1. Bakma, göz altında bulundurma, kontrol. 2. Kendi iç âlemine bakma, tefekküre dalıp kendinden geçme.

musallâ: 1. Namaz kılmaya mahsus açık yer. 2. Câmi civârında cenâze namazı kılınan yer.

mutâbakât: 1. Uygunluk, uygun gelme, uyuşma, muvâfakat. 2. Tutarlılık, râbıta, irtibat.

mutâbık: Uygun, muvâfık, tutarlı.

mûtad: Îtiyâd edilmiş, alışılagelmiş, âdet hâline gelmiş.

mûteber: 1. İtibarlı, itibârı olan, değeri, kıymeti bulunan, hatırı sayılır. 2. Güvenilir. 3. Geçerliliği olan. 4. Makbûl.

mutmain: Emin, kânî, müsterih, şüphesi olmayan.

muttalî: Öğrenmiş, haber almış, bilgili.

muttasıf: Vasıflanan, kendisinde bir hâl, bir sıfat veya bir vasıf bulunan.

muttasıl, muttasılan: 1. Aralıksız, bitişik. 2. Sürekli, aralıksız, durmadan.

muvâfık: Uygun, yerinde.

muvahhid: Tevhîd eden, Allâh -celle celâlühû-’nun birliğine inanan, mümin.

muvâzene: İki şeyin eşit olma hâli, denge.

muvâzî: Birbirine denk şeyler.

mübah: İşlenmesinde günah veya sevap olmayan.

mübâhase: 1. Karşılıklı konuşma. 2. Bahis, iddiâ.

mübtelâ: 1. Düşkün, tutulmuş. 2. Âşık.

mücâhede: 1. Mücâdele, çaba, gayret. 2. Kişinin nefsin istemediklerini yapmak sûretiyle kendini terbiye etmesi, nefs ile savaşma.

mücâvir: Komşu.

mücâzât: 1. Bir suç veya kabahata karşılık verilen cezâ. 2. Karşılık.

mücehhez: Techîz edilmiş, donatılmış, hazırlanmış.

mücellâ: Cilâlanmış, cilâlı, parlak, parlatılmış.

mücerred: Cisim hâlinde bulunmayan, saf, hâlis, tecrîd edilmiş, soyulmuş.

mücmel: Kısa ve az sözle anlatılmış, muhtasar, öz, hülâsa.

müctehid: Âyet ve hadîslere dayanarak hüküm çıkaran âlim, imâm.

müellif: Telif eden, kitap yazan, yazar, muharrir.

müessir: 1. Tesir eden, eser bırakan. 2. Hüzün veren, kederlendiren, dokunaklı. 3. Sözü geçen, hükmü yürüyen.

mükellef: Üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmeye mecbur olan, yükümlü.

mükerrem: Tekrîm edilmiş, hürmet gören, ikrâm edilmiş.

mülâkî: Görüşen, konuşan, buluşan, mülâkât yapan, görüşmek, buluşmak.

mümârese: Bir iş veya sanatta çalışarak ustalık kazanma, alışma, mahâret elde etme.

mümtâz: 1. Meziyetleriyle başkalarından ayrılan, seçkin, seçilmiş. 2. İmtiyazlı.

münâcât: Allâh’a duâ etme, yalvarma.

münâzara: 1. Belli kâide ve usûller çerçevesinde yapılan tartışma, cidâl. 2. İki uçlu bir konunun belli kâide ve usûller çerçevesinde iki grup tarafından müdâfaa edildiği tartışma.

münbit: Verimli.

münevver: 1. Işıklı, aydın, parlak. 2. Tenvir edilmiş, aydınlanmış. 3. Bilgili, kültürlü kimse, ziyâlı.

münezzeh: 1. Bir şeye ihtiyacı bulunmayan, muhtaç olmayan. 2. Arınmış, temiz, berî, sâlim.

münhasır: 1. Hasredilmiş, ayrılmış, bir şeye veya bir kimseye mahsus. 2. Kuşatılmış. 3. Sınırlı; münhasıran: 1. Hasr edilerek, ayrılarak, bir şeye veya bir kimseye mahsus olarak. 2. Sınırlanmış olarak, sınırlı bir şekilde.

münîr: Nurlandıran, parlak, ışık saçan.

müntehâ: 1. Nihâyet bulmuş, son derece, son kerte. 2. Son.

müntesib: 1. İntisab etmiş, bağlanmış, kapılanmış, girmiş. 2. Mensup.

mürebbî: Terbiye edici.

mürekkeb: 1. Terekküp etmiş, iki veya daha fazla şeyin karışmasından meydana gelmiş, birleşik. 2. Karmaşık, kompleks.

mürüvvet: Erlik, kahramanlık, yiğitlik, insâniyet, adamlık, cömertlik.

müsâmaha: 1. Göz yumma, hoş görme, hoşgörü. 2. Aldırmama. 3. İhmâl.

müsâvî: Eşit, denk, birinin ötekinden farksız olması, aynı hâl ve derecede olan.

müsebbib: 1. Sebep olan, ortaya çıkmasına yol açan, meydana getiren. 2. Îcâd eden, düzenleyen, yapan.

müstağnî: 1. Doygun, gönlü tok. 2. Lüzumlu, gerekli bulmayan. 3. Çekingen, nazlı.

müstecâb: Kabûl olunmuş.

müstehak: Bir şeye hak kazanmış, bir karşılığı hak etmiş kişi.

müşâhede: 1. Bir şeyi gözle görme. 2. Mânevî seyir.

müşahhas: 1. Şahıslandırılmış, cisimlendirilmiş, şekillendirilmiş. 2. Gözle görülüp, elle tutulur hâlde bulunan.

müşfik: Şefkatli, merhametli, sevgi ve ilgi gösteren.

müşterek: 1. Ortaklaşa, tasarruf edilen, iki veya daha fazla kimse tarafında kullanılan, ortak, ortaklaşa. 2. Birlikte, beraber. 3. Ortaklaşa, elbirliği ile.

müteâl: Yüksek, yüce, ulvî, ulu.

mütefekkir: Tefekkür eden, düşünen, düşünür.

müteşekkir: Teşekkür eden, şükranlarını sunan.

müteveccih: Teveccüh eden, yönelen, bir yere gitmeye hazırlanan, yollanan.

müyesser: 1. Kolay olan, kolaylıkla gerçekleşen. 2. Nasib olan. 3. Kolaylaştırılmış.

müzâkere: Bir konuda karşılıklı fikir beyân etme, karar öncesindeki görüşme.

müzeyyen: Tezyîn edilmiş, bezenmiş, süslenmiş, donanmış, tezyinatlı, süslü.

 

– N –

 

nâgâh: Ansızın, birden bire, beklenmeyen bir anda, vakitsiz, zamansız.

nâkıs: Noksan, tam olmayan, eksik.

nakzetmek: 1. Bozmak, çözmek, kırmak. 2. Bir sözleşmeyi yok saymak.

nâzım: Tanzîm eden, nizâma koyan, düzenleyen.

nâzil: 1. Nüzûl eden, yukarıdan aşağı doğru hareket eden, inen. 2. Bir yerde konaklayan, misafir olan.

nebât: Topraktan çıkan, yerden biten şey, bitki. nebâtât: Nebâtlar, bitkiler.

nedâmet: Pişmanlık.

nefh: Üfürme, boru vesâireyi üfleme, nefha: 1. Üfürme, nefes. 2. Güzel koku. 3. Rüzgarın bir kere esmesi; nefha-i ilâhî: İlâhî esinti, insana üflenen rûh.

nehy: 1. Yasak etme. 2. Dinen yasak olan şeylerden menetmek.

neseb: Soy.

neş’et: 1. Meydana gelme, ileri gelme. 2. Çıkma, yetişme.

neşve: Sevinç, keyif, mutluluk sarhoşluğu. (Dilimizde galat olarak “neş’e” şeklinde kullanılmaktadır.) neşve-i sûfiyye: Sûfînin duyduğu ilâhî neş’e.

neşv ü nemâ: Yetişip büyüme, sürüp çıkma.

nevha: Ölünün ardından sesli olarak ağlama.

nevi: Çeşit, tür.

nezâfet: Temizlik, paklık.

nigâh: Bakış, bakma, nazar.

nihâî: En son, bir işe son veren, sona erdiren; sonla ilgili.

nusret: 1. Yardım. 2. Allâh’ın yardımı. 3. Başarı.

nübüvvet: Nebîlik, peygamberlik.

nüfûz: 1. İçe, öteye geçme; işleme. 2. Geçerli. 3. Bir kimsenin emir ve hükümlerinin işlemesi, geçerli olması.

nüve: Çekirdek, öz.

nüzûl: 1. Yukardan aşağıya inme. 2. Yolculuk sırasında bir yere konma.

 

– P –

 

pâre: 1. Parça. 2. Sayı, adet, tane.

peydâ: Belli, açık, meydanda, zahirî, âşikâr.

peyderpey: Arka arkaya, kısım kısım, tedrîcen.

pir-i fânî: Epeyce yaşlanmış ve tâkatten kesilmiş ihtiyar.

 

– R –

 

rabtetmek: Bağlama, bitiştirme.

râcî: 1. Dönen. 2. İlgisi olan.

radıyallâhu anh: Allâh ondan râzı olsun! radıyallâhu anhâ: Aynı duânın hanımlar için söylenilen şekli.

radıyallâhu anhüm: Allâh onlardan râzı olsun!

radıyallâhu anhümâ: Allâh o ikisinden râzı olsun!

râh: Yol, tutulan yol, meslek, usul. hemrâh: Yol arkadaşı.

rahmetullâhi aleyh: Allâh’ın rahmeti onun üzerine olsun!

rakîk: 1. Çok ince, yufka, nâzik, nârin. 2. Yumuşak kalpli, yufka yürekli, hisli.

râm olmak: 1. İtâat etmek, boyun eğmek, kendini başkasının emrine bırakma. 2. Kulun bütün varlığını Allâh -celle celâlühû-’ya bağlaması.

rasat: Gözetleme, ölçme.

râyiha: Koku, güzel koku.

rehâvet: Gevşeklik, atâlet, uyuşukluk, ihmâl, gayretsizlik.

rıfk: Yumuşaklık, mülâyimlik, yumuşak başlılık; nâziklik, yavaşlık, tatlılık.

riâyet: 1. İtibar, sayma, saygı, hürmet; gözetme. 2. Ağırlama, ikram. 3. Uygun davranış.

ricâl: 1. Velîler. 2. Hükûmet erkânı, devlet adamları. 3. Adamlar.

ridâ: Omuza alınan örtü.

rikkat: 1. İncelik, yufkalık. 2. İncelik, nezâket. 3. İfâdede incelik. 4. Merhamet etme.

riyâzet: 1. Az yiyip, az uyuma ve sürekli ibâdet ederek nefsi terbiye etme, nefsin arzularına karşı kendini tutma, dünya zevklerinden el çekmek sûretiyle nefsi kırma. 2. İdmân, temrîn. 3. Kanaatkârca yaşayış. riyâzât: Riyâzetin cem’i.

rûhâniyet: 1. Rûha âit mânevî atmosfer, rûhu takviye eden mânevî hâller. 2. Vefât etmiş olan bir şahsiyetin devâm eden mânevî kuvveti.

ruhbanlık: Râhip, papaz ve keşişlerin hayat tarzı. Manastır yaşayışı.

rûşen: Aydın, parlak, belli, meydanda.

rûz: Gün, gündüz.

ru’yetullâh: Allâh’ı görmek (âhirette).

rücû: 1. Dönme, geri dönme. 2. Cayma, sözünden dönme.

rükün: 1. Bir şeyin en sağlam tarafı, temel direği. 2. Esas, şart. 3. Kolon, direk.

 

– S –

 

saded: Kasıt, niyet, maksad, esâs konu, esas mânâ.

sâdır olmak: Çıkma, meydana gelme, zuhûr etme.

sâfiyet: Hâlislik, temizlik, paklık, arılık.

sâik: 1. Sevk eden. 2. Husûsî sebep.

sâil: İsteyen, dileyen, ihtiyâcını arz eden.

sâkî: Su veya herhangi bir içecek dağıtan, satan.

salâbet: 1. Metânet, kuvvet, dayanma, sebat. 2. Katılık, peklik.

salâhiyet: Bir şeyi yapmaya izni ve hakkı olma, bir işi yapma veya yapmama gücüne sâhib olma, yetki.

sâlik: 1. Yolcu. 2. Bir yola girmiş olan. 3. Tarîkat yolcusu, bir tarîkata girmiş bulunan kimse, derviş, mürîd.

sâlim: 1. Hasta veya sakat olmayan, sağlam. 2. Ayıpsız, kusursuz, noksansız. 3. Korkusuz, endişesiz, emîn.

sallallâhu aleyhi ve sellem: Allâh’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun!

salvele: Peygamber Efendimize yapılan salavât, duâ.

sâni’: Yapan, yaratan.

sarâhat: Açıklık, ibârede netlik.

sarf-ı nazar: Vazgeçme.

sarîh: 1. Açık belli, âşikâr, bedihî, tartışılmayacak açıklıkta. 2. Karışık olmayan, sâde, sâf, hâlis, arı.

sathî: Satıhta kalan, derine inmeyen, üstünkörü bir şekilde, baştan savma.

savt-ı bülend: Yüksek ses.

sa’y: Çalışma, çabalama, gayret etme.

sebât: Sözde durma, ahde vefa etme, kararlı olma, yerinde durma, sâbit olma.

sehâvet: Kerem, cömertlik.

sekînet: 1. Sâkin olma, sükûnet. 2. Huzur, gönül rahatlığı.

sekr: Sarhoşluk. sekr-i mânevî: Mânevî sorhoşluk; sekerât: Sarhoşluklar, dalgınlıklar.

selâset: İfâdede âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık.

selef-i sâlihîn: Başta sahâbe-i kirâm, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn olmak üzere bizden önce yaşamış, ilmiyle âmil, ahlâken kâmil bütün sâlih müminler.

selîm: 1. Temiz, samimî. 2. Kusuru, noksanı olmayan, sağlam, doğru. 3. Tehlikesiz, zararsız.

semâvât: Gökler.

serîr: 1. Yatacak yer, yatak. 2. Taht.

sermedî: Dâimî, sürekli, sonsuz, ebedî.

seyr ü sülûk: Tarîkatte tâkip olunan usûl. Tarîkate giren kimsenin Hakk’a vuslat için yaptığı mânevî yolculuk.

seyyâh: Çok gezen, gezgin.

seyyiât: Kötülükler, kötü fiiller, günahlar.

seyyidü’ş-şühedâ: Şehidlerin efendisi Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh-.

sezâ: 1. Münâsip, uygun, yaraşır. 2. Lâyık.

sıklet: 1. Ağırlık, yük. 2. Sıkıntı.

sıyânet: 1. Muhafaza etme, koruma, saklama. 2. Himâye.

sidretü’l-müntehâ: 1. Mirâc yolculuğunda Peygamber Efendimiz’e refâkat eden Cebrâil -aleyhisselâm-’ ın «Ben bundan sonra bir adım daha atarsam yanarım» dediği ve Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in, daha ötesine Cebrâil’siz olarak geçtiği makâm.

sîgaya çekmek: Sıkıştırıcı, rahatsız edici sorular sormak.

sıhrî: Akrabâlık, evlilik netîcesi meydana gelen bağ, yakınlık.

sirâyet: Birinden diğerine geçme, bulaşma.

sîret: 1. Bir şahsın mânevî durumu, hâl, hareket ve tabiati, ahlâk ve karakteri. 2. Hz. Peygamber’in hâl tercümesi.

sivâ: Başka, gayrı.

siyâk ve sibâk: Sözde baş ve son uygunluğu, tutarlılık.

sudûr: 1. Sadırlar, göğüsler. 2. Ortaya çıkma, meydana gelme.

sulta: Baskı, otorite, tahakküm.

sûret: 1. Görünüş, zâhir, şekil, kılık. 2. Tarz, yol, gidiş; sûretâ: 1. Görünüşte, zâhiren. 2. Yalandan; sûrî: Hakîkî olmayan, görünüşte, şeklî.

sübhân: Her türlü noksan ve kusurdan münezzeh.

sübût: Sâbit olma, meydana çıkma, gerçekleşme.

süflî: 1. Aşağıda olan, aşağılık. 2. Kötü ve pis kıyâfetli, hırpânî; süfliyyât: Dünyâ ile ilgili bayağı işler.

sükûnet: 1. Durgunluk, hareketsizlik. 2. Dinme, kesilme, yatışma. 3. Huzur, rahat.

sükût: 1. Konuşmama, susma, söz etmeme. 2. Sessizlik.

sülûk: 1. Bir yola girme, bir yol tutma. 2. Bir tarîkate intisab etme.

sünûhât: Akla, hatıra gelen, içe doğan şeyler.

sürûr: Sevinç.

 

– Ş –

 

şâhika: Dağın doruğu, zirve.

şâmil: İçine alan, kaplayan, çevreleyen.

şâyân: Uygun, münasip, yaraşır, lâyık.

şehâmet: Akıl ve zekâ ile birlikte olan cesâret.

şehevât: Şehvetler, aşırı istekler.

şehinşâh: Şahlar şâhı.

şer’an: Şerîata uygun olarak, şerîat hükmüne göre, şerîat yönünden.

şerh: 1. Açma, yarma. 2. Açıklama, îzâh etme, anlatma. 3. Bir eserin zor anlaşılan yerlerini çözüp yorumlayarak açıklama, bu maksatla yazılan eser.

şiâr: 1. Nişan, eser, işâret, alâmet. 2. Alâmet-i fârika.

şikâr: Av, av hayvanı, ele geçen mal, esir.

şuyû bulmak: Şâyi olmak, yayılmak, duyulmak.

şümûl: 1. İçine alma, kaplama. 2. Âit olma, delâlet etme.

 

– T –

 

taaccüb etmek: Şaşırmak.

taâm: Yemek, yiyecek.

tâat: Allah’ın emirlerini yerine getirme, ibâdet.

tabiat-i asliyye: Yaratılıştan gelen huy, âdet. Fıtrat.

tâbiîn: Sahâbe-i kirâm devrinde yaşayıp bunlarla görüşen, sahâbeden hadis nakledenler.

tâdil-i erkân: Gereklerini uygun biçimde yerine getirme.

tafsîl: Etraflıca, detaylı, açıklayarak anlatma.

tahassür: 1. Hasret çekme. 2. Çok istenilen ve ele geçirilemeyen şeye üzülme.

tahassüs: Hislenme, duygulanma.

tahayyül: Tasavvur etme, hayalde vücûd verme, zihinde canlandırma.

tahdîd: Hudut tâyin etme, sınırlama, kısıtlama.

tahdîs-i nîmet: Nâil olunan nîmetleri îtirâf edip şükretme.

tahkîk: Mâhiyetini araştırıp soruşturma. 2. Kâinâtın sırrını kavrama. 3. Doğruluğunu isbât etme.

tâk: Binâ kemeri. zafer tâkı: Târihî bir zaferi anmak veya gelecek büyük bir kimseyi karşılamak için kurulan kemerli yapı.

takarrub: Yaklaşma, yakın olma.

takbîh: Çirkin görme, ayıplama, kınama.

takdîm etmek: 1. Bir şey sunmak. 2. Öne geçirme, öne geçmek, öne alma.

takrîr: 1. Anlatma, anlatış. 2. Yerleştirme, sağlamlaştırma.

takvâ: Allâh’tan korkma, Allâh korkusuyla dînin yasaklarından kaçınma.

tâlim: 1. Bir işi öğrenmek veya alışmak için yapılan çalışma, meşk. 2. Yetiştirme, öğretim.

taltif: 1. Gönül okşama, gönlü hoş etme. 2. Rütbe, nişan, maaş artırımı gibi şeylerle sevindirme. 3. İhsan ve bağışta bulunma; taltifkâr: Taltîf eden.

tamah (tama‘): Aç gözlülük, hırslılık, doymazlık.

tanzîm: 1. Nizâma koyma, düzenleme, tertipleme. 2. Düzeltme, ıslah etme.

tard etmek: 1. Kovma, çıkarma. 2. Sürme, püskürtme.

tarîk: 1. Yol, cadde. 2. Tarîkat. 3. Tutulan, gidilen yol, seçilen tarz, benimsenen fikir.

tasallut: Musallat olma, sataşma, başına ekşime.

tasarruf: 1. Kullanma yetkisi. 2. Sâhib olma. 3. İdâre ile kullanma.

tasfiye: Saf hâle getirme, arıtma.

tasvip: Doğru bulma, uygun görme.

tavsîf: Özelliklerini sayma, vasıflandırma.

tayy-i mekân: 1. Mekânı, mesâfeyi atlarcasına geçme. 2. Allâh -celle celâlühû-’nun, dostlarına bir anda uzun mesâfeler kat ettirmesi.

ta’zim: Hürmet, saygı, yüceltme.

tebârüz: Belirme, görünme, bârizleşme.

tebdîl: 1. Çevirme, döndürme, dönüştürme. 2. Kıyâfet değiştirme.

teblîğ: 1. Ulaştırma. 2. Resmî bir yazıyı, kararı halka, veya ilgililere duyurma. 3. Bildiri, uyarı. 4. Bir dîni başkalarına anlatma ve böylece onun yayılmasına çalışma. teblîgât: Tebliğler.

tebrie etmek: Temize çıkarmak, şüpheden kurtarmak.

tecellî: 1. Görünme, belirme. 2. Kader, tâlih. 3. Allâh’ın lutfuna nâil olma.

tecellîgâh-ı ilâhî: Allâh -celle celâlühû-’ nun tecellî ettiği yer.

tecerrüd: 1. Her şeyden vazgeçip sadece Allâh’a yönelme. 2. Sıyrılma, soyunma.

tecessüm: 1. Cisim ve vücut meydana getirme. 2. Görünme, belirme. 3. Canlanma.

tecessüs: 1. Bir şeyin iç yüzünü araştırıp sırrını çözmeye çalışma. 2. Merak.

techîz etmek: Lüzumlu şeyleri tamamlama, donatma.

tecrîd: 1. Soyma, soyutlama. 2. Ayırma, bir tarafta tutma. 3. Tasavvufta her şeyden el ayak çekip Allâh’a yönelme.

te’dîb: Edeplendirme, terbiye etme, uslandırma.

tedrîcen, tedricî: Derece derece, yavaş yavaş.

tedvîn: 1. Bir konudaki mevzuatı bir araya toplama. 2. Bir konudaki hükümleri toplayıp kanun hâline getirme. 3. Kitap hâline getirme.

teemmül: Enine boyuna düşünme.

teessür: Üzüntü, karamsarlık.

tefekkür: Düşünmek.

teferruât: 1. Dallar, bölümler. 2. Asıldan ayrılan ikinci derecede bölümler, taraflar, detaylar.

tefrît: Aşırı derece ihmâl ve gevşeklik gösterme.

tefvîz: 1. Kulun, tüm işlerini Allâh -celle celâlühû-’ya havâle etmesi ve O’nun yaptığı her işi gönül hoşluğu ile karşılaması, hiçbir hususta ne dil ne de kalb ile O’na itirâz etmemesi. 2. Teslimiyet. 3. Tevekkül.

tehâlük: Çok isteme, çok rağbet etme.

tekaddüm: 1. Zaman, mekân ve mevki bakımından önce bulunma, ileride olma. 2. Daha önce davranma.

tekâmül: Basamak basamak meydana gelen değişme, şekil değiştirme ve gelişme, kemâle erme, olgunlaşma.

tekâpû: Telaş ile koşarak araştırma, dalkavukluk, kavuk sallama.

tekâsüf: Sıklaşma, koyulaşma, yoğunlaşma.

tekebbür: Büyüklenme, kibir gösterme.

tekfîr: Kâfir sayma, küfür isnâd etme.

tekrîm: Saygı gösterme, yüceltme, ululama.

teksîf: Sıkıştırma, yoğunlaştırma, koyulaştırma.

tekvîn: Yaratma, var etme, vücûda getirme.

tekzîb: Yalan olduğunu ilân etme, yalanlama.

telakkî: 1. Anlayış, görüş. 2. Şahsî anlayış, şahsî görüş.

telezzüz: Lezzet alma, hoşlanma.

te’lif: 1. Uzlaştırma, bağdaştırma; alıştırma. 2. Eser yazma, toplama, düzenleme. 3. Yazılmış, ortaya konulmuş eser. 4. Bir ibârenin düzeni.

telkîn: 1. Fikrini kabul ettirme, aşılama. 2. Ölmek üzere olan kimsenin başında kelime-i şehâdet getirerek tekrarlamasını sağlamaya çalışma. 3. Ölü gömüldükten sonra mezarı başında yapılan dua.

temâdî: Sürüp gitme, devâm edegelme.

temâyül: 1. Bir tarafa doğru eğilme, meyletme. 2. Bir kimse veya şeye taraftar olma, ilgi duyma.

temâyüz: Kendini gösterme, sivrilme, yükselme.

temerküz: 1. Merkez edinme. 2. Bir merkezde toplanma, birikme, yığılma.

temessül: Bir şekil ve sûrete girme, şekillenme.

temrin: Tekrar, alıştırma, idman yaptırma.

temyîz: 1. İyiyi kötüden ayırma. 2. Dikkatle ayırma, inceleyip seçme.

tenâkuz: İki sözün birbirine uymaması, birbirinin zıddı olması, çelişki.

tenezzül: 1. Alçakgönüllülük gösterme. 2. İnme, alçalma; tenezzülât: 1. Alçalmalar, inmeler, düşmeler. 2. Alçak gönüllülük göstermeler.

tenvîr: 1. Aydınlatma. 2. Bilgilendirme.

terakkî: 1. Artma, ilerleme, yükselme. 2. Daha iyi hâle gelme.

tertîl: Kur’ân-ı Kerîm’i usûl ve kaidesine uygun şekilde okuma.

tervîc: 1. Revaç verme, değerini artırma. 2. Kabûl etme. 3. Yaptırma, geçirme. 4. Destekleme, tutma.

teselsül: Ardarda gelme, birbirini tâkib etme, zincirleme.

teskîn: Sâkinleştirme, yatıştırma, durdurma.

teşbîh: Benzetme, kıyaslama.

teşcî: Cesaret ve gayret verme.

teşeffu’: Şefâate nâil olma.

teşhîr: Sergileme, gösterme, îlân etme.

teşne: 1. Susuz, susamış. 2. Arzulu, istekli, hevesli.

tevakkuf etmek: Durmak, eğlenmek.

tevbe-i nasûh: İsyandan itaate, bâtıldan hakka, günahlardan sâlih bir hayata kat’î bir kararlılıkla dönüş, gerçek ve makbul tevbe.

tevcîh: 1. Belli bir yöne döndürme, çevirme. 2. Bir kimseye hitab etme. 3. Açıklama, tefsîr etme.

tevdî: 1. Emânet etme. 2. Teslîm etme. 3. Vedâ etme.

teveccüh: 1. Yönelme, güleryüz gösterme, sevgi ve muhabbet. 2. Nasîb ve müyesser olma.

tevessül: 1. Vesîle sayma. 2. Başvurma, girişme. 3. Sarılma.

tevfîk: 1. Allâh’ın yardımı, başarıya ulaştırması. 2. Kulun işlediği amellerin Allâh’ın rızâsına uygun olması.

te’vîl: Bir söz veya hareketi görünen mânâsı dışında yorumlama.

tevzî: 1. Dağıtma. 2. Herkese payına düşeni dağıtma, üleştirme.

teyakkuz: Uyanma, uyanık bulunma.

te’yîd: 1. Doğrulama, destekleme. 2. Kuvvetlendirme, sağlamlaştırma.

tezâhür: 1. Zuhûr etme, meydana çıkma, belirme, görünme, gözükme. 2. Belirti.

tezkiye: Nefsi, her türlü kötü sıfatlardan ve menfî temâyüllerden temizleme, aklama ve güzel ahlâk ile tezyîn etme.

tezyîd: Ziyadeleştirme, çoğaltma, artırma.

tezyîn: Zînetlendirme, süsleme.

tîb (tıyb): Güzel koku, güzel kokulu nesne.

tilâvet: Okuma, Kur’ân-ı Kerîm’i usûlüne göre, tecvîd ve tâlîmle okuma.

tuğyân: 1. Taşma, coşma. 2. Hiddetlenme.

tûl-i emel: Ardı arkası gelmeyen uzayıp giden emeller, arzular.

 

– U –

 

ubûdiyet: Kulluk, kölelik, Allah’a gönülden kul olma.

ucub: Kendini beğenmişlik, kibir ve gurura kapılma.

ufûl etmek: Kalıcı olmamak, gelip geçmek, güney, ay ve yıldızın batması

uhde: 1. Söz verme, bir işi üzerine alma. 2. Vazîfe, birinin üzerinde bulunan iş. 3. Sorumluluk.

uhrevî: Âhirete âit, âhiretle alâkalı.

ulu’l-emr: Emir sahipleri, halîfe veya halîfe adına hüküm ve idâre edenler.

ulviyet: Yücelik, semâvîlik, mâneviyat ve rûhâniyet; ulviyyât: Mânevî yükseklikler, yücelikler.

usât: İsyan edenler, günahkârlar, zorbalar.

uzvî: Uzuvlara bağlı, organlarla ilgili.

uzviyet: 1. Canlılık. 2. Kendi başına varlığı olan canlı.

 

– Ü –

 

ülfet: 1. Alışma. 2. Dostluk, arkadaşlık, âşinâlık, iyi geçinme.

ülü’l-azm: En yüksek derecedeki peygamberler.

ünsiyet: Alışkanlık, ülfet, dostluk.

üsve-i hasene: En güzel örnek.

 

– V –

 

vâkıa: Vukû bulan, olan, geçen şey.

vâki olmak: Vukû bulmak, olmak.

vâreste: 1. Kurtulmuş. 2. Serbest, âzâde, rahat.

vârid: 1. Gelen, vâsıl olan, erişen. 2. Bir şey hakkında çıkan, söylenen, olması beklenen, olabileceği düşünülen.

vasat: 1. Orta. 2. Ara. 3. İçinde bulunan durum veya çevre, muhit.

vâsıl-ı ilallâh: İlâhî vuslata nâil olan.

vâsıl-şüde: Varan, kavuşan.

vaz etmek: 1. Koyma, atma. 2. Belirtme. 3. Tâyin etme. 4. Kurma.

vecd: 1. Kendini kaybedercesine ilâhî aşka dalma. 2. Şiddetli dînî duygu ve heyecan hâli.

vech: 1. Yüz, çehre. 2. Tarz, üslûb. 3. Sebep, vesîle.

vecîbe: Vâcib olan, gereken, yerine getirilmesi borç hükmünde bulunan iş, boyun borcu.

vehbî: 1. Allâh’ın ihsânı sonucu olan. 2. Allâh vergisi, fıtrî.

velâyet: 1. Velîlik, ermişlik. 2. Velî ve ermiş kimsenin hâli. 3. Dostluk, sadâkat. 4. Allâh dostluğu.

verâ: Günah ve haramdan kaçınmak için şüpheli şeylerden uzak durma, takvâ, ittikâ.

vezin: 1. Tartı, ağırlık. 2. Şiir ve mûsikîde âhenk ölçüsü. 3. Âhenk, ritim.

vukû (vukûât): Olanlar, olan bitenler.

vuslat: Bir şeye ulaşma, kavuşma, visâl.

vuzûh: 1. Vâzıh olma hâli, açıklık. 2. Kolay anlaşılırlık.

– Y –

 

yakîn: Şüpheden kurtulmuş, doğru, sağlam ve kesin bilgi; doğru ve kuvvetle bilme, mutlak kanaat ve tam bir itmi’nân.

ye’s: Ümitsizlik, karamsarlık.

 

– Z –

 

zabt: 1. Sıkı şekilde tutma, zabıt. 2. Anlama. 3. Tutulan kayıt, tutanak. 4. Kaydetme.

zabt u rabt: Sıkı bir şekilde tutma, bağlama, itaat altına alma.

zâhir (zâhiren): 1. Görünen, meydanda olan, belli, açık, âşikâre. 2. Dış görünüş. 3. Tabiî, şüphesiz.

zâyî: 1. Kayıp, yitik. 2. Elden çıkmış, telef olmuş.

zebûn: 1. Zayıf, argın. 2. Güçsüz, kuvvetsiz, mecalsiz, dermansız. 3. Bîçâre, zavallı, düşkün. 4. Üzgün.

zıll-i zevâl: 1. Ölümün gölgesi. 2. Yok olup sona eren gölge.

zübde: Öz, hülâsa, bir şeyin seçkin kısmı.

%d bloggers like this: