İmân Mutlaka Gâlib Gelecektir

Gerçek mü’min her gününü son gün her saatini son saat ve hatta her nefesini son nefesmiş gibi telakkî ederek onu Rabbinin rızâsı istikâmetinde en iyi bir şekilde değerlendirme şuuru ve uyanıklığı içersinde bulunur. Allâh Teâlâ’nın beşeriyete en büyük ikrâmı olan İslâm’ı yaşayarak başkalarına tebliğ etme yolunda durup dinlenmeden çalışır. Onun bu hususta yegâne rehberi Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafâ sallallâhu aleyhi ve sellem’dir.

Fahr-i Kâinât Efendimiz vahyin ilk geldiği sıralarda bir gün biraz istirahat etmek için mütevâzî hasırının üzerine uzanmışlardı. Az sonra acele ile yerinden kalktılar. Bu ânî ve heyecanlı kalkışından meraklanan Hz. Hatice vâlidemiz:

-Niçin dinlenmeden hemen kalktınız? diye sordu. Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurdular:

-Artık dinlenme vakti geçti! Zirâ Rabbim bana:

“Ey örtüsüne bürünen (Peygamber)! Kalk, insanları uyar. Rabbini yücelt! Elbiseni ve nefsini temizle! Kötü şeylerden uzak dur! (el-Müddessir, 1-5) diye emir buyurdu.

Rabinden bu emirleri alan Âlemlere Rahmet Efendimiz artık hayatının sonuna kadar gece gündüz durup dinlenmeden ve bütün çilelere göğüs gererek insanları Hakk’a çağırmaya devâm etmiştir. Hatta bu hususta o kadar ileri gitmiştir ki Cenâb-ı Hakk Habîb-i Edîbi’ne acıyarak, O’nun bu azim ve iştiyâkını itidâl çizgisine çekmek üzere şu âyet-i kerîmeyi indirmişdir:

“Ey Habîbim! Neredeyse bu söze (Kur’ân’a) inanmıyorlar diye arkalarından şiddetli bir üzüntü ile kendini helâk edeceksin!” (el-Kehf, 6)

Sevgili Peygamberimiz’in İslâm Dini’ni tebliğ yolunda katlandığı zorluklarla alakâlı olarak Târık bin Abdullah el-Muharibî, bir müşahedesini şöyle anlatır:

Resûlullah aleyhis- selam’ı Zülmecaz panayırında görmüştüm: Kendisinin üzerinde kırmızı bir cübbe bulunuyor, en yüksek sesiyle:

‘Ey insanlar! Lâ ilahe illallah: Allah’tan başka hiçbir ilah yok!’ deyiniz de, kurtulunuz!’ buyurarak sesleniyordu. Bir adam da elindeki taşla onu takip ediyor ve: ‘Ey insanlar! Sakın ona inanmayınız, itaat etmeyiniz! Çünkü, o yalancıdır!’ diyerek bağırıyordu. Attığı taşlarla, Resûlullah aleyhisselam’ın ayak bileklerini kanatmıştı. Oradakilere, Resûlullah Aleyhisselam hakkında: ‘Kimdir bu zât?’ diye sordum. ‘Bu, Abdulmuttalib oğullarından bir gençtir!’ dediler. ‘Ya onun ardına düşen ve ona taş atan da kimdir?’ diye sordum. ‘O da, onun amcası Ebu Leheb Abduluzzâ’dır!’ dediler. (Dârekutnî, Sünen, III, 44-45)

Mü’min bir gönlü parça parça eden ve dağlayan bu tür üzücü hâdiseler sâdece bir kez meydana gelmiş değil, defâlarca tekerrür etmiştir. İşte onlardan biri de şudur:

Müdrik el-Ezdî der ki. “Babamla birlikte hac yapıyordum. Mina’ya gelip konaklayınca, bir toplulukla karşılaştım. Babama: ‘Bu cemaat ne için toplanmış?’ diye sordum. Babam:

‘Şu, kavminin dinini terketmiş olan kişi için’ dedi. Bakınca, Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüm:

‘Ey insanlar! Lâ ilahe ilallah: Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur!’ deyiniz de, kurtulunuz!’ buyuruyordu. İnsanlardan kimisi onun yüzüne tükürüyor; kimisi başına toprak saçıyor; kimisi de ona sövüp sayıyordu! Öğleye kadar bu hal devam etti. O sırada, göğsü açılmış bir kız, içinde su bulunan bir kap ve elinde bir mendille geldi. Ağlıyordu. Resûlullah aleyhissalâtü vesselâm su kabını alıp sudan içti, elini yüzünü yıkadı. Başını kaldırıp: ‘Kızcağızım! Göğsünü başörtünle ört! Baban hakkında, tuzağa düşürülüp öldürülecek, zillete uğrayacak diye korkma!’ buyurdu.

‘Kimdir bu kız?’ diye sorduk. ‘Kızı, Zeyneb’dir!’ dediler. (Heysemî, Mecmau’z-zevâid, VI, 21)

Bütün bu sıkıntı ve eziyetler Peygamber aleyhisselam’ı Rabbinin kendisine verdiği vazîfeyi hakkıyla yapmaktan alıkoyamadı. O, gönlündeki ilâhî muhabbet ve aşkın heyecânı ile kendisine yapılan eziyet ve haksızlıkları âdetâ hiç hissetmiyordu. Aksine bunlar, onun İslâmı, bir başka insana daha ulaştırma ve ateşe düşmek üzere olan bir kimseyi daha belinden tutup uçurumun kenârından selâmete çıkarma iştiyâkını artırıyordu.

O,  küfür ve şirkin amansız karanlıkları içerisinde mücâdelesini sürdürürken yakın bir zamanda bu karanlıkların dağılacağına ve yerlerini İslâm’ın parlak nurlarına terkedeceğine yakînen inanıyordu. Çünkü Rabbi ona şu müjdeli âyetleri indirmişti:

“Şüphesiz Firavun ailesine de uyarıcı peygamberler geldi.

Lakin onlar bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları çok kuvvetli ve kudretli bir yakalayışla yakaladık.

Şimdi sizin kâfirleriniz, onlardan daha mı hayırlı? Yoksa kitaplarda sizin için bir beraat mı var?

Yoksa “Biz birbirimize yardım eden bir topluluğuz.” mu diyorlar?

Her halde o topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklardır.

Daha doğrusu  onların asıl (azabla) buluşma zamanları kıyamet günüdür. Ve o saat cidden daha acı ve daha belâlıdır.

Muhakkak ki suçlular sapıklık ve çılgınlık içindedirler.

O gün yüzleri üstü ateşte sürüklenecekler, (kendilerine) ‘Cehennemin dokunuşunu tadın!’ (denilecek).” (el-Kamer, 41-48)

Bu âyetlerin inmiş olduğu zamanda müslümanlar güç itibâriyle zayıf ve binbir türlü sıkıntı ve zulüm içerisinde bulunuyorlardı. Âyetlerin verdiği müjde ile müslümanların bu durumları zâhiren birbirini tutmuyordu. Bu hâl karşısında Hz. Ömer (r.a.), içinde bulunduğu şaşkınlığı şöyle anlatır:

“Bu âyetleri Allah Teâlâ, peygamberine Bedir gününden önce Mekke’de iken indirdi. ‘Ya Resulallah hangi cemiyet bozulacak?’ dedim.  Vakta ki Bedir günü oldu ve Kureyş topluluğu bozuldu. Resulullah’a baktım arkalarından kılıcı çekmiş  “Her halde o topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklardır.” âyetini okuyordu. Bu suretle söz konusu âyetin Bedir günü için bir mucize olduğunu  anladım.” (Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, VII, 681)

Hz. Ömer’in kâfirleri çok güçlü gördüğü, dağılıp parçalanacaklarına ve yenileceklerine hiç ihtimal vermediği zamanlarda Âllâh Teâlâ Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e onların hakîkatini ve iç yüzünü haber veriyordu. Bu mu’cize, fazla vakit geçmeden gerçekleşerek bütün insanlığı şaşkına çevirecekti.

İslâm düşmanları mağlub olduğunda müslümanların sıkıntısı yine bitmemişti. Dış düşmanlara bir de içerideki münâfıklar katılmıştı. İslâm cemiyeti içerisinde yaşayan bu münâfıklar da imân nûrundan mahrum birer kâfirdiler. Bunlar inananlara, açıkça küfrünü ilân edenlerden daha büyük zarar veriyorlardı. En beklenmedik anlarda ve yapılan muhârebelerin en kritik noktalarında müslümanları hâince arkadan vuruyorlardı. Fakat onları böyle bir davranışa sevkeden psikolojik sâik, içinde bulundukları korku halleri ve sâhibi oldukları dünyâlıkları ellerinden kaçırma endişeleri idi. Bu bakımdan onların dayandıkları ve güç aldıkları mesned de zayıf ve yıkılmaya mahkumdu. Şu âyet-i kerimeler münâfıkların hâlet-i rûhiyelerini ne güzel tasvîr eder:

“Münafıkların, kitap ehlinden inkar eden dostlarına ‘Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız, sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız, mutlaka yardım ederiz.’ dediklerini görmedin mi? Allah, onların yalancı olduklarına şahitlik eder.

Andolsun eğer onlar çıkarılırsalar, onlarla beraber çıkmazlar; savaşa tutuşmuş olsalar, onlara yardım etmezler; yardım etseler bile arkalarını dönüp kaçarlar, sonra kendilerine de yardım edilmez.

Her halde onların yüreklerinde sizin korkunuz, Allâh’ınkinden daha fazladır! Bu onların anlayışsız bir kavim olmalarındandır.

Onlar toplu olarak sizinle savaşamazlar, ancak müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından (sizinle savaşmak isterler). Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın, oysa onların kalbleri dağınıktır. Bu onların akl etmez bir kavim olmalarındandır. (el-Haşr, 11-14)

Allah’tan ziyade insanlardan korkmaları, onların anlamayan bir topluluk olmalarından ve Allah’ın büyüklüğünü, ilim ve kudretinin genişliğini bilmemelerinden kaynaklanmaktadır.

Dıştan bakıldığında onların toplu ve güçlü olduğu zannedilebilir, halbuki kalbleri dağınıktır. Her biri başka havada, başka arzu peşinde, kendi zevk ve duygusuna göre ayrı fikir ve görüşte perişandır. Bir fikir etrafında toplanıp da gönül birliği ile hareket edemezler. Fırsat  buldukça birbirlerine karşı hıyanet ederler. Böyle bir topluluk ise dışardan ne  kadar toplu ve kuvvetli görünürse görünsün, hakikatte o bir ordu ve topluluk değil, cüzleri arasında birleşme ve irtibat bulunmayan bir kül yığını gibi hafif rüzgarla savrulacak kuru bir kalabalıktan başka bir mânâ ifâde etmez.

Sırf dünya muhabbetiyle nefislerinin şehvet, arzu ve duyguları arkasından gittiklerinden akılları kalmaz, makul hareket edemezler ve hakkı tanımazlar. Böylece tefrika, kalb dağınıklığı, Allah’tan başkasından korkmak, sadakat ve fedakârlık göstermemek gibi sıfatları taşırlar. Bunun, kendilerini zayıf duruma düşüreceğini ve kuvvetlerini perişan edeceğini aklen bilseler bile, yine de onun gerektirdiği tarzda hareket edemezler. Çünkü hakkı sevmezler, onun için de cezasını çekerler.

Yirmi üç yıl boyunca durup dinlenmeden Rabbinin dinini tebliğe çalışan Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, mücâdeleye başladığı ilk günden itibâren yukarıda serdettiğimiz izâhların da gösterdiği üzere küfür ve şirkin dayandığı mesnedin oldukça zayıf olduğuna ve bunun birgün muhakkak yıkılacağına yakînen inanmıştı. İşte bu inancı onu zafere ulaştırdı.

Bugün de Peygamber’in izinden yürüme mes’uliyeti taşıyan müslümanların kendi durumlarını ve dünyânın gidişâtını çok iyi tahlil ederek ayaklarını yere sağlam basmaları gerekmektedir. En mühim vazîfe olan İslâm’ı tebliğ husûsunda Allâh azîmü’ş-şân’ın râzı olacağı adımları atabilmek için gerekli donanım ve bilgiye sâhip olmanın lüzûmunu daha iyi kavramalıdırlar. İnsanın kendisinde mevcut olan aslî imân gücünün farkında olmakla birlikte muhâtaplarının durumundan da bîhaber olmayarak bir güven duygusu kazanması İslâm’a hizmet açısından önemli bir merhale olacaktır.

“Şüphe yok ki, her tarafından emin olmayan zayıf kimseler, Allah’ın dinine yardım etmeye kalkamazlar!” (Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, I, 288)

 

Doç. Dr. Ömer ÇELİK – Murad KAYA

%d bloggers like this: