Tarihe geçen birçok insan vardır. Ancak târih denilen koca defterin pek çok farklı sayfaları ve yazı karakterleri vardır. Kimisi tarihe simsiyah harflerle yazılır, kimisi vahşet ve lânet sayfalarına kaydedilir, kimisi de altın harflerle geçer. Tarihin fihristine baktığımızda en başlarda, şeref sayfalarının önlerinde altından daha kıymetli harflerle yazılı bir isim görürüz. Bir hanım sahâbîye âit olan bu isim bu yüce dîvâna basîreti ve firâseti ile geçmiştir.
Cenâb-ı Hakk’ın kendisine lûtfetmiş olduğu en mukaddes misâfire elinden geldiğince ikrâm etmiş, en güzel hürmeti göstermiş ve daha da önemlisi kısa bir müddet görmüş olduğu bu nâdîde insanı en güzel şekilde görmüş, en açık bir şekilde okumuş ve anlamış, nihâyet en edebî bir şekilde de târif ederek kıyâmete kadar okunması için târihe emânet etmiştir. Onun keskin zekâsı ve yüksek ifâde gücü sâyesinde milyarlarca insan dünyâ gözü ile göremediği ve gül yüzüne hasret kaldığı Efendisini âdetâ hicret sahnesinde seyretmiş, ondan bize kalan edebî ifâdeleri okudukça Âlemlerin Efendisi’ne bakıyor gibi bir hisle dolmuş, büyük bir haz ve mutluluk duymuştur. Bu şanslı hanım Ümmü Mâbeddir. Ashâb-ı kirâmdan Hâlid Huzâî’nin kızı ve Ebû Mâbed’in de hanımı olup asıl ismi Âtike’dir.
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Bekir es-Sıddîk ve kölesi Âmir bin Fuheyre ile birlikte Abdullah bin Ureykıd rehberliğinde Medîne-i Münevvere’ye hicret ederken Kudeyd mevkiinde bulunan bir çadıra uğramıştı. Bu çadır Ümmü Mâbed’e âitti.
Çadırda Ümmü Mâbed’in gâyet zayıf bir koyunu vardı ki sütü ve yağı olmak şöyle dursun, zayıflığının had safhada olmasından dolayı sürüye katılarak meraya gitmeye bile mecâli yoktu. Bu nedenle çadırın bir köşesinde kalmıştı. Sevgili Peygamberimiz, koyunu sağmak için izin istediğinde Ümmü Mâbed:
– Anam babam Sana fedâ olsun! Şâyet onda süt bulabilirsen sağ! dedi. Sevgili Peygamberimiz, Allâh’a duâ ettikten sonra besmele çekerek bizzat kendi elleriyle o gün koyundan pek çok süt sağdı. Ümmü Mâbed’in bildirdiğine göre o koyun Hz. Ömer’in halifeliği zamanında meydana gelen kuraklığa kadar yaşamıştır. “Âtike -radıyallâhu anhâ-: “Yeryüzünde hayvanlar yiyecek bir şey bulamazken biz onu akşam sabah sağardık.” dermiş.
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- oradan ayrılıp yola devam ettikten az bir müddet sonra çadıra Ebû Mâbed geldi. Hiç ummadığı bir şekilde çadırda süt görünce:
– Ey Ümmü Mâbed! Bu süt nereden geldi? Koyunlar uzak merada, hepsi de kısır, burada ise sağılır hayvan yok!? Bu ne haldir? diye hayretler içinde sordu. Hanımı “Bugün bize mübârek bir adam uğradı. Şöyle şöyle güzel halleri vardı” diye o gün yaşadığı hâdiseleri anlattı. Kocası:
– Aman şu zâtı bana târif et! deyince Ümmü Mâbed Resûlullâh Efendimiz’in şemâilini şöyle târif etti:
“Gördüğüm öyle bir kimseydi ki güzelliği zâhir, yüzü nûrânî, ahlâkı güzel ve bî-bahâ idi. Kendisinde karın büyüklüğü, baş küçüklüğü gibi ayıplar olmayıp bilakis son derece hoş-endâmlı ve güzel sîmâlıydı. Gözünde siyahlık, kirpiklerinde çokluk, sesinde nezâket vardı. Gözünün beyazı gâyet beyâz, karası gâyet kara ve Kudret’ten sürmeliydi. Kaşlarının ucu ince, saçları koyu siyahtı. Gerdanı uzun ve yüksek olup sakalı hafif uzundu.
Sustuğunda üzerinde sekînet ve vakar hâsıl olur, konuştuğunda güzellik zuhûr ederdi. Sözleri sanki dizilmiş inci gibi olup ağzından tatlı tatlı akardı. Sözü açık, hak ile bâtılı gâyet iyi ayırırdı. Ne âcizlik sayılacak derecede az, ne de bıktıracak kadar çoktu.
Uzaktan görüldüğünde insanların en belirgini ve en güzeli, yakına geldiğinde de insanların en tatlı ve melâhetlisi idi. Orta boylu olup boyu ne hoşlanılmayacak derecede uzun ne de gözün hakir göreceği şekilde kısaydı. Sanki bir fidandı ki fidanlar arasında bitmiş güzelliği onların üzerine çıkmıştı. Yanında bir takım arkadaşları vardı ki bir şey söylediği zaman dinlerler ve verdiği emri yerine getirmek için koşuşurlardı. Hürmetine koşulan ve hürmet edilen biriydi. Abûs çehreli değil, güler yüzlüydü. Kimseyi ayıplayıp azarlamazdı.” (Hâkim, Müstedrek, III, 10)
Ebû Mâbed bu güzel sıfatları işitince yemin ederek:
– Bu adam Kureyş kabilesinde zuhûr eden zattır. Onunla berâber olup O’na arkadaşlık etmeyi ne kadar isterdim. Vallahi Mekke’ye gitmeye bir yol bulabilirsem bunu muhakkak yapacağım! dedi. O günlerde Mekke’de sâhibi bilinmeyen yüksek bir sesin Ümmü Mâbed’in çadırına gelen misâfirleri medheden içli şiirler okuduğu duyulmuştur. Hâtiften gelen bu şiiri duyan Hassân bin Sâbit de ” Nebîleri aralarından çıkıp giden kavmin hüsrâna uğradığını ve O peygamberin Medîne’de hidâyeti neşredip Allâh’ın kelâmını okuduğunu” anlatan bir şiir ile cevap vermiştir. (Hâkim, Müstedrek, III, 11)
Daha sonra bu mes’ûd âile hep birlikte İslâm’a girerek sahâbîlik şerefini kazanmışlardır.
Bugün Ümmü Mâbed’e ne kadar minnettârız! Ve onu can kulağı ile dinleyip de gönlü Medîne’ye, Medînetü’n-Nebî’ye akan kocasına! İnsanların en şereflisinin, en mukaddes yolculuğunda çadırlarını O’na gölgelik yaptılar, sütlerini de azık! Ve bize görülen bir güzelliği nasıl takdir etmek gerektiğini öğrettiler, O’nun arkasından nasıl hemen gidileceğini! Ümmü Mâbed mukaddes bir ayna oldu. Dünyâlar güzelini tarihe yansıtan bir ayna. Kıyâmete kadar hep hasretle seyredilecek ve karşısında gözyaşı dökülecek bir ayna. Onun anlattıklarını dinledikçe Allâh’ın Resûlü gözümüzde canlanıyor, yanımıza çıkıp geliverecekmiş gibi oluyoruz. O aynaya baktıkça O’na olan muhabbetimiz tâzeleniyor ve artıyor. O’nunla birlikte hicret yolculuğunda bulunuyoruz sanki. O’nun sağdığı kaptan süt içiyoruz. Fıtratı yudumluyoruz. İlk fırsatta hemen O’na kavuşup sohbetinde bulunma arzusu doğuyor içimizde. Şevk ve gayret doğuyor. Evet! Bu duyguları hissetmemize vesîle olduğu için Ümmü Mâbed’e binlerce şükrân duyuyoruz. Allâh onlardan râzı olsun!
Ümmü Mâbed gibi ifâde gücüne sâhip olan kimselerin Allâh’ın güzel kullarını görüp de onu gelecek nesillere aktarmaları ne kadar güzel, ne kadar faydalı ve ne kadar bereketli bir vazîfe!