Hayâtın en mühim gayelerinden biri, hem fert hem de toplum planında Allâh Teâlâ’nın râzı olacağı istikâmette hâl ve hareketler sergilemektir. Bunu başarabilmek için dâimî bir mücâdele ve gayret içinde bulunmak zarûrîdir. Bu alandaki en ufak bir gevşeklik ve za’fiyet, ferdin ve toplumun bünyesinde tedâvisi güç yaralar açabilir. Bu bakımdan Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, İslâm’ı tebliğe başladığı ilk yıllardan itibâren Allâh’ın dinini öğrenme, yaşama ve diğer insanlara ulaştırma husûsu üzerinde hassâsiyetle durmuş, fiilî olarak bizzat kendisi örnek olmuş ve ashâbını da bu hassâsiyetle yetiştirmiştir. Bu kudsî vazîfeye kendisi ile beraber devâm etmeleri için, onları Medine’ye hicrete ısrarla teşvik etmiş, Mekke’nin fethi günü ise:
– “Artık bu fetihten sonra hicret yoktur. Fakat cihâd ve niyet bâkîdir. Öyleyse askere çağrıldığınız zaman hemen silah altına koşun!” (Buharî, Cihâd 1; Müslim, İmâret, 85) buyurarak kıyâmete kadar devâm edecek olan bir mücâdele ve gayret seferberliğini hedef göstermiştir.
Allâh Teâlâ mü’minlere malları ve canlarıyla cihâd etmelerini fermân buyuran âyet-i kerîmeler indirmiştir. Bu Kur’ânî emirler ve nebevî tâlîmâtlar ışığı altında mü’minler, bütün güçleriyle Allâh yolunda hizmet etmişlerdir. Fakat şartların oldukça ağır olduğu bazı zamanlarda gevşeklik temâyülü kendini göstermiş, bunun akabinde ise hemen ilâhî îkâzlar gelmiştir. Bunlardan birisi de Tebük seferi için yapılan umûmî seferberlik îlânı esnâsında vâkî olmuştur.
Hicretin dokuzuncu yılında Tebük Seferi’ne çıkmak üzere seferberlik emredildiği zaman Müslümanlar, Huneyn ve Taif seferinden henüz dönmüş bulunuyorlardı. Vakit de yaz sıcağının pek şiddetli olduğu bir döneme rastlamıştı ve kıtlık hüküm sürüyordu. Bununla beraber Medine’nin hurmaları yetişmiş, gölgeleri de güzelleşmişti. Ayrıca gidilecek yer uzak, düşman da sayıca çok ve techizat bakımından da güçlü idi. Bu seferde kalabalık ve güçlü Rum askerleri ile savaşılacaktı. Buna göre diğer gazalardan daha fazla hazırlığa ihtiyaç vardı. Bu gibi sebeplerden dolayı bu seferberlik ilanı birçoklarına ağır gelmişti. Hatta şartların zorluğu sebebiyle bu orduya “Ceyş-i Usre = Zorluk Ordusu” adı verilmişti. Bu orduya ve onu teçhîze katılma husûsunda bazı mü’minlerde görülen ağırlık ve tembellik üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:[1]
“Ey iman edenler! Size ne oldu ki, ‘Allah yolunda savaşa çıkın.’ denilince yere çakılıp kaldınız. Yoksa ahiretten vazgeçip dünya hayatına razı mı oldunuz? (Şunu iyi bilin ki,) dünya hayatının faydası, ahiretin yanında pek azdır.” (et-Tevbe, 38)
Âyet-i kerîmede “ağırlaşarak yere çakılıp kalma” manâsı, “اثاقلتم issâkaltüm” kelimesiyle ifâde edilmiştir. Bu kelime lafız ve edâ itibarıyla, bir iş yapma konusunda tembellik gösterip ağırdan alan ve yere yığılıp kalan bir insanı tasvir etmektedir. Bu hâliyle âyet-i kerime:
Size böyle ne oldu ki, ‘Allah yolunda seferber olunuz’ denildiği zaman;
– yere doğru ağırlaştınız,
– yere meylederek, onun câzibesine kapılarak, yani dünya düşüncesine, yeryüzünün çekiciliğine dalarak işi ağırdan aldınız,
– tembellik ve uyuşukluk gösterdiniz,
– yahut sefere çıkmayı ağır gördünüz,
– korku ve kederinizden yerlere yığılakaldınız,
mânalarını ihtivâ eder ki, bunların hepsi de insanı Allâh yolunda cihad ve hizmetten alıkoyan kötü hasletlerdir. Müslüman bu mezmum sıfatlarla mücâdele etmek durumundadır.
Allah yolunda seferberlik emri verilince hemen icabet etmek farzdır. Âyet-i kerimede, savaş emrine kulak tıkayanlar bir tarafa, işi ağırdan alanlar bile kınanmış ve azarlanmıştır. Halbuki bu ağırdan alma işi müminlerin hepsinde meydana gelmiş değildir. Fakat, birlikte hareket etmesi zarûrî olan bir grubun içinden bazılarının ağırdan alması, tamâmının hareketini ağırlaştırıp aksatarak seferberliğin vaktinde tamamlanamayıp ordunun gecikmesine sebep olur. Bunun da zararı bütün müslümanlara dokunur. Bu sebeble âyet-i kerimede hitap, ayırım yapmaksızın bütün mü’minlere vâki olmuştur. Buradan vazîfesinin şuuruna ermiş gayretli mü’minlerin, Allâh’ın emirleri karşısında yavaş davranan kardeşlerini uyarma ve teşvik etme gibi sorumluluklarının bulunduğu da anlaşılmaktadır.
Cenâb-ı Hakk’ın îkâzları şöyle devâm etmektedir:
“Eğer (gerektiğinde ) topluca savaşa katılmazsanız, Allâh sizi pek elem verici bir azab ile cezâlandırır ve yerinize sizden başka bir kavmi getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah’ın herşeye gücü yeter.” (et-Tevbe, 39)
Âyet-i kerimenin ifâdesine göre mü’minler Allah yolunda birlik olup, seferberlik halinde topyekün savaşa katılmadıkları takdirde Allâh onları, pek acı bir azap ile cezalandıracak; başlarına, kolay kolay altından kalkamayacakları bir felaket getirecektir. Câzibesine kapıldıkları, uğruna cihadı terk veya ihmal ettikleri dünya hayatını kıtlık, sefalet, mağlubiyet ve mahkumiyet gibi çok acıklı sebeplerle ellerinden alacak ve onları perişan edecektir. Yerlerini, yurtlarını ellerinden alıp, başka bir kavme verecektir. Emirlerini onların eliyle yerine getirecektir. Allâh yolunda savaşı terk etmek bu denli gadab-ı ilâhîyi celbedeceği ve eldeki nimetlerin gitmesine sebep olacağı gerçeğinden hareketle, şu âyet-i kerimede her hâlukârda cihâda devâm dilmesi hakkında şöyle buyurulmaktadır:
“Ey müminler! Gerek hafif gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, böylesi sizin için daha hayırlıdır.” (et-Tevbe, 41)
Bu bakımdan müslümanlar “Allah için seferber olunuz.” denildiği zaman, hemen gönüllü olarak hifâfen ve sikâlen;
– yani gerek hafif gerek ağır hangi halde olurlarsa olsunlar,
– gerek kolay gelsin, gerek ağır gelsin,
– genç ve ihtiyar,
– bekar ve evli,
– işsiz ve meşgul,
– fakir ve zengin,
– piyade ve süvari,
– ister ağır silahlarla ister hafif silahlarla, kendi durumları ve techizatları her ne olursa olsun hepsi birden, hiç beklemeden akın akın sefere koşmalı, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmelidirler. Hem malla, hem canla katılmaya gücü yeten ikisiyle birden, yalnız malla katılabilen malıyla, yalnız canıyla katılmaya gücü yetenler de canıyla gücü yettiği ölçüde gayret göstermelidir. Böyle davranmak eğer bilirlerse onlar için daha hayırlıdır.
Bu gerçeğin şuuru içinde yaşayan şanlı ecdâdımızdan “Velî Padişah” olarak bilinen II. Bâyezid, îlâ-yı kelimetullâh için çıktığı seferlerde üstüne bulaşan tozları silkip biriktirerek bunlardan bir tuğla döktürmüş ve böylece Allâh’ın cihâd emrine uyduğunun işâreti olarak bunu yanından hiç ayırmamıştır.
Âyet-i kerime “eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır” ifâdesiyle nihâyete ermektedir. Bu kayıt, âzamî derecede faydalı ve hayırlı olan cihâdın ilme, yani bu işi iyi bilmeye bağlı olduğuna işaret eder. Bilginin özü ise hangi işin daha hayırlı olduğunu bilmektir. Şu halde dini tebliğ tamâmen bilgiye dayalı olduğu gibi, kılıçla cihadın bile temeli bilgi ve eğitimdir. Ayrıca dış düşmanları tanımadan evvel, kişinin kendi kendisini tanıması, bilgisizlikten kurtulup cehaletini yenmesi de gerekir ki, bu da nefse karşı cihâddır. Buna “cihad-ı ekber” denilir.
Allâh yolunda hizmet ve gayrete koşmada insan, şeytanın vesvesesi ve nefsin istekleri karşısında çok dikkatli ve titiz olmalıdır. Zîrâ bu hususta en küçük bir tereddüd ve ihmalkârlık bile çok acı sonuçlar doğurabilir. Îlây-ı kelimetullâh uğrunda seve seve fedâ-yı cân etmek, nefis ve şeytana en ufak bir prim bile vermemek, verildiği takdirde ise ne gibi sonuçlar doğacağını göstermek açısından şu hâdise ne kadar ibret verici ve tüyler ürperticidir:
Mute savaşında Sertâc-ı Enbiyâ -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in güzîde ashâbından üç kıymetli kumandan şehid olmuştu. Rasûlullâh Efendimiz minbere çıkarak bu zorlu savaşın seyrini bütün teferruatıyla ashâbına naklediyordu:
“Zeyd bin Hârise sancağı eline aldı. Şeytan hemen onun yanına geldi. Hayâtı ve dünyâyı ona sevimli, ölümü de çirkin ve sevimsiz gösterdi. Zeyd ise
– Bu an, mü’minlerin kalblerinde îmânı sağlamlaştıracakları bir zamandır! Sen ise bana dünyâyı sevdirmek istiyorsun!? dedi ve ilerledi. Çarpışmaya girişti ve nihâyet şehid oldu.” buyurdu. Kalkıp cenâze namazını kıldırdı ve müslümanlara:
– “Onun için Allâh’tan af ve mağfiret dileyiniz.” buyurdu. Sonra şöyle devâm etti:
“- O şimdi cennete girdi, orada koşup duruyor! Sonra sancağı Cafer bin Ebî Tâlib aldı. Şeytan hemen onun yanına vardı. Hayâtı ve dünyâyı ona sevimli, ölümü de çirkin ve sevimsiz göstermek istedi. Cafer ise:
– Bu an, mü’minlerin kalblerinde îmânı sağlamlaştırma zamanıdır! dedi ve ilerledi. Düşman ordusuna saldırdı, çarpıştı ve nihâyet o da şehid oldu. Ben onun şehid olduğuna şehâdet ederim” Bu sözlerin arkasından mukaddes şehîdin cenâze namazını kıldırdı. Devamla:
“- Kardeşiniz için Allâh’tan bağışlanma dileyiniz. O şehid olarak cennete girdi. Şimdi o cennette yakuttan iki kanad ile dilediği gibi uçuyor.” buyurdu.
Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“- Cafer’den sonra sancağı Abdullâh bin Revâha aldı!” dedikten sonra bir müddet sustu.
Ensâr’ın benizleri değişti, sarardı. Abdullâh bin Revâha’nın hoşlarına gitmeyen bazı uygunsuz işler yaptığını düşünmeye başladılar.
O sırada Abdullâh bin Revâha ise sancağı alıp atının üzerinde düşmana doğru ilerlerken, serkeş nefsini dize getirmek için uğraşıyordu.
“- Ey nefsim! Ben seni kendime boyun eğdireceğim diye yemin ettim. Sen buna ya kendiliğinden râzı olursun, ya da sana bunu zorla kabul ettiririm!…
Görüyorum ki sen cennetten pek hoşlanmıyorsun!…
Sen, beden kırbası içinde bir damla su durumunda olmaktan başka nesin ki?
Ey nefsim! Sen şimdi öldürülmezsen ölmeyecek misin ki?…
Eğer o iki kişinin yaptığını yapar şehidliği tercih edersen doğru bir iş yapmış olursun! Eğer gecikirsen bedbaht olursun!”
Bu arada parmağından yaralanan Abdullah -radıyallâhu anh- atından indi, yaralı parmağını ayağının altına alarak: ‘Sen ancak kanayan bir parmak değil misin? Bu kazaya da Allâh yolunda uğramış bulunuyorsun!’ mânâsına gelen şiiri okuyarak çekip kopardı ve savaşmaya devâm etti. Bir taraftan küçük cihadda bulunurken diğer taraftan da büyük cihâda devâm ediyordu:
-“ Ey nefsim! Eğer çekincen, hanımından mahrum kalmaktan ileri geliyorsa, işte onu üç talakla boşadım gitti. Eğer kölelerinden uzak kalmak ise onları da âzâd ettim. Yok eğer çekincen bahçe ve bostanından mahrum kalmaktan ise onları da Allâh ve Rasûlüne bırakarak infâk etmiş bulunuyorum.”
Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- savaş sahnelerini nakletmeye devâm etti:
“-Abdullâh bin Revâha ayaklarını sağlamlaştırdı, elinde sancak olduğu halde düşmanlarla çarpıştı ve şehid oldu. İtirazlı olarak cennete girdi. Onun için de Allâh’tan af ve mağfiret dileyiniz!” buyurdu.
Abdullâh bin Revâha’nın cennete itirazlı olarak girişi Ensâr’ın çok ağırına gitti.
– Yâ Rasûlallâh! Onun itirâzı ne idi? diye sordular. Peygamber Efendimiz:
“- Kendisi yaralandığı zaman düşmanla çarpışmaktan çekindi. Sonra nefsini kınadı, cesâretlendi ve şehid oldu! Cennete girdi. Onlar bana cennette altın tahtlar üzerinde gösterildi. Abdullâh’ın tahtının arkadaşlarınınkinden daha aşağıda ve eğri olduğunu gördüm. Sebebini sorduğumda, ‘Abdullâh çarpışmaya giderken bazı tereddütler geçirmiş, sonra da çarpışmaya gitmişti! denildi.” buyurdu.
Rasûlullâh Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- bunların şehid düştüklerini Müslümanlara haber verirken gözlerinden yaşlar akıyordu.[2]
Bu ibretli hâdisede de görüldüğü üzere Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve selem- ve ashâbı, âhireti hedef alarak Allâh’ın rızâsına uygun bir hayat sürmüşler ve fâni olan dünyâ hayatına bir imtihan alanı olarak bakmışlardır. Ebedî olan âhiret hayâtına hazırlanmak için önce kendi nefislerini terbiye etmişler, nefsin her türlü tuzak ve desiselerine karşı ruhlarını kuvvetlendirmişler ve Allâh yolunda en güzel bir kulluk sergileyebilmek için gerekli bütün bilgi ve eğitimle donanmışlardır. Bu halleriyle onlar bizzat Peygamberimiz’in dilinden “en hayırlı nesil” ünvânını almışlardır.
Bizi Allâh’a götürecek yol, ashâbın izlediği yoldur. Hayâtımızın mihverini, o yolu tâkip etmek oluşturmalıdır. O yolda yürüyebilmek için gerekli bilgi, eğitim ve şuuru almak zarureti vardır. Bu hususlarda ihmalkâr davranmak sonsuz hayatımızı tehlikeye atacağından, âhiret problemi olan her ferdin, yukarıda zikredilen âyet-i kerimelerin üzerinde derin derin tefekkür ederek kendine çeki-düzen vermesi ve bu ilâhî itâblara mâruz kalmamak için elinden gelen gayreti göstermesi gerekmektedir.
Unutmamak gerekir ki, hem ferdin hem de toplumun ayakta durması ancak inkıtâsız bir cihad ve mücâdele şartına bağlıdır.
Doç. Dr. Ömer Çelik – Murat Kaya