Ashâb-ı kiram hazerâtı Ramazan’da çoşkulu bir ibâdet iklimine girerlerdi. Kendileri oruçlarına îtinâ ettikleri gibi yavrularının da bu şuurla yetişmesine gayret ederler, onları Ramazan’ın bereketinden istifâde ettirirlerdi. Nitekim Hz. Ömer, ramazanda sarhoş olan birini:
“−Yazıklar olsun sana! Bizim çocuklarımız bile oruç tutmaktadır” (Buhârî, Savm, 47) diye azarlarken, ashâbın Ramazan heyecânını, çocukları ile birlikte teneffüs ettiklerini ifâde etmiştir.
Gerçi sahâbe-i kirâm ramazan hâricindeki vakitlerde de nâfile ibâdetlere, bilhassa oruca çok önem vermişlerdir. Pazartesi-Perşembe, eyyâm-ı biyz gibi belirli vakitlerde ve buldukları her fırsatta oruç tutmuşlardır. Hanım sahâbîlerden Rubeyyi’ bint-i Muavviz -radıyallâhu anhâ- diyor ki:
“…Biz aşure orucu tutardık. Küçük çocuklarımıza da tuttururduk. Mescide gider çocuklara yünden oyuncaklar yapardık. Onlardan biri yiyecek için ağladığında bu oyuncağı ona verir ve iftar vaktine kadar beklemesini sağlardık.” (Buhari, Savm, 47; Müslim, Siyam, 136)
Sonra sahâbîler bir oruçluya iftâr ettirmenin, bir açı doyurmanın sevâbı peşinde koşar, devamlı olarak sofralarına misafir ararlardı. Humeyd bin Abdirrahman ashâbın iftarı ile alakalı diğer bir hususu şöyle anlatır:
“Hz. Ömer ve Hz. Osman -radıyallahu anhüma-, akşam namazını, gecenin karanlığını (ufukta) görür görmez daha iftarı açmadan kılarlar, namazdan sonra da oruçlarını açarlardı. Bunu ramazanda yaparlardı.” (Muvatta, Sıyâm, 8)
Ramazan gecelerinin ihyâsı, mağfiret sebebidir. Rasûlullâh (s.a.v):
“Kim, inanarak ve sevâbını Allâh’tan umarak Ramazan gecelerini ihyâ ederse, geçmiş günâhları affolunur.” buyurmuştur. (Buhârî, Terâvih, 1)
Bu sebeple ashâb-ı güzîn ramazan gecelerinde uzun uzun ibâdet etmeyi itiyad hâline getirmişlerdir. Rasûlullah (s.a.v), Ramazan’da bir gün evinden çıktığında, mescidin kenarında namaz kılan bir topluluk görmüştü.
“–Onlar ne yapıyor?” diye sordu.
“–Onlar, ezberlerinde fazla Kur’ân olmayan kimselerdir, Übey bin Kâ’b (r.a) onlara namaz kıldırıyor!” dediler.
Allah Rasûlü (s.a.v):
“–İsabet etmişler, ne kadar güzel ve iyi bir şey yapıyorlar!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Ramazan, 1/1377)
Hasan Basri -rahimehullah-’ın anlattığına göre Hz. Ömer insanları Übeyy bin Ka’b’ın yanında toplamıştı. O, bunlara Ramazan gecelerinde namaz kıldırmıştı. (Ebû Dâvud, Vitr, 5/1429)
Abdurrahmân bin Abdülkâri şöyle demiştir:
Bir Ramazân gecesi Ömer bin Hattâb (r.a) ile Mescid’e çıktım. Bir de baktık ki, insanlar dağınık vaziyette terâvîh namazı kılıyorlar. Kimisi kendi başına kılıyor, kimisi namaz kılarken bir kısım insanlar ona uyup namaz kılıyordu. Ömer (r.a):
“‒Bu insanları bir tek imamın arkasında toplamamın daha doğru alacağını düşünüyorum” dedi. Sonra buna azmetti ve insanları Übey bin Kaʻb’ın arkasında topladı.
Sonra diğer bir gece yine Hazret-i Ömer’le birlikte Mescid’e çıktım. İnsanlar imama uymuş namaz kılıyorlardı. Ömer (r.a) bu manzarayı görünce:
“‒Bu, ne güzel bir bidʻat oldu. Fakat bu namazı gecenin sonuna bırakanlar, şimdi kılanlardan daha faziletlidir.” dedi.
Ömer (r.a) son sözüyle, terâvîhi gecenin sonunda kılmanın daha faziletli olduğunu ifade ediyor. İnsanlar ise terâvîhi gecenin evvelinde kılıyordu. (Buhârî, Terâvîh, 1)
Nevfel bin İyâs el-Hüzelî şöyle anlatır:
“Ömer ibnü’l-Hattâb (r.a) zamanında biz Mescid’de Terâvih Namazı kılardık. Şuraya bir grup, buraya bir grup ayrılırdı. İnsanlar sesi daha güzel olan imama meylederlerdi. Ömer (r.a):
«–Öyle zannediyorum ki onlar Kur’ân’ı musıkî edindiler. (Güzel nağmeye heves ediyorlar.) Ama vallâhi eğer gücüm yeterse bu hâli değiştireceğim!» dedi.
Daha üç gün geçmişti ki (kıraat ilmini en iyi bilen) Übeyy ibn-i Ka’b’a emretti, o da bütün cemaate Terâvih Namazı kıldırmaya başladı. (Buhârî, Halku ef’âli’l-ıbâd, Riyâd: Dâru’l-Meârif, s. 69; İbn-i Sa’d, Tabakât, V, 59)
Ömer (r.a) safların arkasından ayağa kalkıp:
«–Eğer bu bid’at ise ne güzel bir bid’at oldu!» buyurdu.” (İbn-i Sa’d, Tabakât, V, 59)
Ebû Bekir -radıyallahu anh- şöyle diyor:
“Ramazan’da (teravih) namazından ayrılıp, hizmetçilerden alel acele sahur yemeği getirmelerini isterdik, çünkü fecrin doğmasından korkardık.” (Muvatta’, es-Salât fi’r-Ramazân, 7)
Demek ki kendilerini namaza verince, sabahlara kadar ondan ayrılamıyor, imsâk vakti daralınca ancak bırakıyor ve yemeklerini yiyorlardı.
Şu rivâyet de ashâbın Ramazan ve sâir vakitlerde geceleri nasıl değerlendirdiğini göstermektedir:
“Müzzemmil suresinin baş tarafı indiği zaman mü’minler, Ramazan ayındaki kalkışları gibi geceleri kalkarlardı. Bu hâl sûrenin (ruhsat getiren) son kısmı nâzil oluncaya kadar devam etti.” (Ebu Davud, Tatavvu, 17/1305)
Bu, Müzzemmil suresinin son kısmı nâzil olduktan sonra kalkmaz oldular, mânasına gelmemektedir. O zamana kadar farz olarak kalkıyorlardı, bundan sonra nâfile olarak devam ettiler, demektir. Çünkü hadis-i şerifte:
“Gecede bir saat vardır ki, müslüman bir kimsenin Allah’tan, dünya veya âhirete müteallik bir hayır talebi, o saate rastlarsa, Allah dilediğini ona mutlaka verir. Bu saat her gecede vardır” buyrulmuştur. (Müslim, Müsafirin, 166)
Müslüman olmak için Âlemlerin Efendisi’ne gelen Sakîf kabilesi heyeti Medîne’ye Ramazan’da girmişlerdi. Peygamber -aleyhisselâm- onları, kalbleri yumuşasın diye, Mescid’de misâfir etti. (Ahmed, IV, 218)
Temsilciler, geceleyin okunan Kur’ân-ı Kerîm’i, ashabın teheccüd namazında okuduğu sûreleri ve müslümanların beş vakit namazlarında saf oluşlarını seyretmekte idiler. (Vâkıdî, III, 965)
Onlara İslâm’ın farzları ve ahkâmı öğretildi. Fahr-i Kâinât (s.a.v), Ramazan’ın kalan kısmında oruç tutmalarını da onlara emretti. Bunun üzerine Bilal-i Habeşi, sahur ve iftarlıklarını yanlarına götürmeye başladı. (Vâkıdî, III, 968)
Bu heyetten Evs bin Huzeyfe şöyle anlatır: “Rasûlullâh (s.a.v) bir gece yatsıdan sonra uzun müddet yanımıza gelmedi.
«–Yâ Rasûlallâh! Yanımıza gelmekte niçin geç kaldınız?» diye sorduk. Peygamber -aleyhisselâm-:
«–Her gün Kur’ân’dan bir hizb okumayı kendime vazife edinmişimdir. Bunu yerine getirmedikçe, gelmek istemedim» buyurdu. Sabaha çıkınca ashâb-ı kirâma: «Siz Kur’ân’ı nasıl hizipleyip okursunuz?» diye sorduk. Onlar:
«–Biz sûreleri ilk üçünü bir hizb, sonra devamındaki beş sûreyi ikinci bir hizb, daha sonra sırayla yedi, dokuz, on bir ve on üç sûreyi birleştirerek birer hizb yaparız. En son olarak da Kâf sûresinden sonuna kadar Mufassal sûreleri bir hizb yaparak Kur’ân-ı Kerîm’i (yedi kısımda) okuruz» dediler.” (Ahmed, IV, 9; İbn-i Mâce, Salât, 178)
Ashâb-ı kirâm Rasûlullâh (s.a.v)’e:
“–Hangi sadaka daha faziletlidir?” diye sorunca,
“–Ramazan ayında verilen sadaka” buyurmuşlardı. (Tirmizi, Zekat, 28/663)
Bu sebeple sahâbîler zekâtlarını umumiyetle Ramazan’da vermeye çalıştıkları gibi Fıtır sadakalarını ve nâfile infâklarını da bu ayda fazlasıyla verirlerdi. (Buhari, Keffârâtu’l-Eymân, 5)
Rasûlullâh (s.a.v) sadaka-i fıtrın müslümanlardan büyük-küçük, kadın-erkek, her bir hür ve köle üzerine bir sa’ hurma veya bir sa’ arpa olarak farz kılındığını bildirmişti. (Buhârî, Zekât, 70-78; Müslim, Zekât, 13)
İhtiyaç sâhipleri hakkında da:
“Onları bu (bayram) gününde aç dolaşmaktan kurtarınız!” buyurmuştu. (İbn-i Sa’d, I, 248)
Ashâbın Rasûlullâh’tan yansıyan bu güzel ahlâkı tarih boyunca ecdâdımızda da devam etmiştir. Bu yüce ahlâkın bir göstergesini Hâlide Nusret Zorlutuna şöyle anlatır:
“Eskiden -pek o kadar eskiden de sayılmaz, kırk sene evveline kadar- bizde muhteşem konakların yanı başında küçük, mütevâzi, tertemiz evceğizler vardı. Bunlarda az gelirli âileler, mütekâit (emekli) ihtiyarlar, dul nineler, yetim, öksüz torunlar sükûn ve refah içinde yaşarlardı. Evet, refah içinde! Zira büyük konaklara arabalarla taşınan kışlık ve Ramazanlık erzaktan bu küçük evlerin hisseleri gizlice ayrılır, gizlice gönderilirdi. Yardım alanın izzet-i nefsini korumak bâbında bu gizliliğe bilhassa dikkat edilirdi. Ninelerimiz, «Sağ elin verdiğinden, sol elin haberi olmamalı.» derlerdi. Şimdi olduğu gibi, giydirilen çocukların fotoğraflarını gazetelere basıp dünya âleme ilan etmezlerdi… Fakir âilelerin Ramazan erzâkını ve kimsesiz yavruların bayramlık kıyafetlerini tam zamanında yetiştirirlerdi…” (İslâm Mecmuası, sene: 1956, sayı: 7, s. 21)
Allâh Rasûlü: “Ramazan ayında yapılan umre tam bir hac sayılır veya benimle birlikte yapılmış bir haccın yerini tutar” müjdesini vermişti. (Buhârî, Umre, 4)
Bu sebeple ashab-ı güzîn Ramazan’da daha fazla umre yapmaya gayret ederlerdi.
Ramazan ayında bulunan ve bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesini ihya etmek her müslümanın arzusudur. Cenâb-ı Hak zamanını gizli tuttuğu için Peygamber Efendimiz ve ashabı Ramazan’ın son on gününde îtikâfa girerlerdi. Bu, Rasûlullâh (s.a.v)’in sünneti idi. Hz. Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın haber verdiğine göre, Rasûl-i Kibriyâ Efendimiz Ramazan ayında, ibâdet husûsunda diğer aylarda görülmeyen bir gayret içerisinde olurdu. Ramazan’ın son on gününde ise, kendisini daha fazla ibâdete verirdi. Bu günlerde geceyi ihyâ eder, âilesini uyandırırdı. (Buhârî, Fadlu Leyleti’l-Kadir, 5)
Ashâb-ı kiram Ramazan’da böylesine ibâdete teksif olmakla birlikte diğer işlerini de ihmal etmiş değillerdi. Hatta onlar Ramazan’da cihâda bile çıkmışlardı. Nitekim Allâh Rasûlü ile birlikte Bedir Gazvesi’ni ve Mekke Fethi’ni Ramazan’da yapmışlardı. O’ndan sonra da kendileri pek çok sefere bu ayda çıkmış, Ramazan’ın bereketi ile cihâdın faziletini birleştirmişlerdi. (Müslim, Sıyâm 90; Tirmizi, Savm, 18/710); Nesâi, Savm 49)
Nitekim Ebü’d-Derdâ -radıyallâhu anh- şöyle demektedir:
“Biz sıcağı çok şiddetli olan bir mevsimde, Ramazan ayında Rasulullah (s.a.v) ile birlikte sefere çıktık. Hararetin şiddetinden herkes elini başına koyuyordu. Aramızda oruçlu olarak sadece Allâh Rasûlü ile İbn-i Ravâha vardı.” (Buhari, Savm 35; Müslim, Sıyâm, 108; Ebu Dâvud, Savm 45/2409)
Ramazan, tevbe ile günahlardan arınma ve ibadetlerle kemâle erme zamanıdır. Bu ayda insan kendisine çekidüzen vererek geçmişini tamir edip geleceğine bir yön vermelidir. Kaçırdığı fırsatları bu ayda yakalamaya çalışmalı, Kadir Gecesi gibi bir imkânı değerlendirmenin yoluna bakmalıdır. Ashâb-ı kirâm bu hususta başarılı olmuş ve bize zengin örnekler bırakmışlardır.