Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- Hirâ’da bir emânet aldı ve onun derdiyle dertlendi. Bu kutsal emânetin derdini bir ömür çekti. İçindeki sancı o kadar büyüktü ki, bu uğurda kendine yapılan en ağır eziyetleri dahi duymadı. “İlâhî! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam.” dedi. (İbn-i Hişâm, Sîratü’n-Nebî, II, 30)
O’nun derdi ümmetinin derdiydi. O, ümmetinin derdini taşıdı. Onların dünyada umumî belâlara maruz kalmaması için yalvardı. Ayaklarına bir diken batmasın diye çabaladı. Ayağına diken batanlar için de bunun günahlarına kefaret olmasını sağladı. “Bir mü’minin ayağına bir diken ya da daha küçük bir şey batsa, Allâh mutlaka onun bir günahını siler, onu bir derece de yükseltir.” (Buhârî, Merdâ, 1) müjdesini verdi. Ömer -radıyallâhu anh-’ın ifâdesiyle çoğu zaman “müslümanları alâkadar eden bir mesele hakkında Ebû Bekir ile gece geç vakitlere kadar konuşurlardı.” (Tirmizî, Salât, 12/169)
Dâimâ ümmetinin âhiretini düşündü. Onları mahşer meydanında sıkıntılı görmeyeyim diye elinden gelen her şeyi yaptı. Sakın kimse boynunda ödemesi gereken haklarla gelmesin, diye îkâz etti.
Allâh Rasûlü ümmeti için gösterdiği gayretini şu temsille bize anlatmaktadır: “Benimle insanların durumu şu temsile benzer: Bir kimse ateş yakar. Ateş etrafı aydınlatınca pervâneler ve ateşe koşan diğer bir kısım hayvanlar kendilerini ona atmaya başlarlar. Adamcağız bunlara mâni olmak için var gücüyle gayret gösterir. Ancak onlar galebe çalarak pek çoğu ateşe atılırlar. Ben (tıpkı o adam gibi) ateşe düşmemeniz için sizi belinizden yakalıyorum, ancak siz ateşe atılmak için koşuyorsunuz!” (Buhârî, Rikâk, 26)
Efendimiz, insanlığın saadeti için öyle bir din yerleştirdi ki, o güne kadar hiç görülmemişti. Toprağa öyle tohumlar ekti ki asırlar sonrasında dahi filiz vermeye devam etmektedir. Öyle bir İslâm binası kurdu ki zamanın ilerlemesiyle zayıflayıp harab olmak bir tarafa daha da kuvvet kazanmaktadır.
O Varlık Nûru’nun ümmeti olan biz şanslı insanlara da onun derdini yüklenmek, emanetini taşımak düşüyor. Çünkü O muhterem Efendimiz bu vazifeyi bize tevdi etmiş, “Benden bir âyet bile olsa insanlara ulaştırınız.” (Buhârî, Enbiyâ, 50) buyurmuştur. Aslında Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yolundan giden, O’nun vazifesini yüklenen ve iltifat-ı nebeviyesine mahzar olan insanlar her zaman mevcut olacaktır. Ancak asıl mesele bizim o kervana dâhil olabilmemizdir.
O’nun derdiyle dertlenenler büyük nimetlere nâil olmuşlar. İsimleri ebedîleşmiş, makamları Firdevs olmuş. O’nun derdiyle dertlenenlerin sadâları gök kubbede ebediyete kadar çınlamaya devam etmektedir. Bunlardan biri de Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-’tır. Onun hikayesi şöyledir:
Birgün Allah Rasülü -sallallahu aleyhi ve sellem-, halkı namaza toplamanın keyfiyeti üzerinde durdu. Ashabıyla istişare etti. İnsanları cemaate nasıl çağıralım, onları felâha, kurtuluş yoluna nasıl dâvet edelim, diye sordu. Kimisi: “Namaz vakti geldiği zaman bir sancak dikelim, insanlar onu gördüklerinde birbirlerine haber verirler” dedi; ancak Âlemlerin Efendisi bu teklifi beğenmedi.
O’na Yahudi borusu olan borazan çalınması teklif edildi; onu da beğenmedi. “Bu Yahudilerin âletidir” dedi. Çan çalmaktan bahsedenler oldu; “O da Hıristiyanların işidir” buyurdu.
Allah Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in kaygısı ile kaygılanan, derdiyle dertlenen Abdullah bin Zeyd el-Ensarî -radıyallâhu anh- oradan ayrıldı ve düşünceli bir şekilde evine gitti. Gözlerine uyku girmiyordu. Bir ara hafif dalmıştı ki kendisine ezan gösterildi. Hemen erkenden Rasûlullâh -sallallahu aleyhi ve sellem-’in yanına gelip şöyle dedi:
“−Yâ Rasûlallâh! Ben uyku ile uyanıklık arasında iken biri bana gelip ezanı gösterdi.”
Bunun üzerine Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“−Ey Bilal kalk ve Abdullah bin Zeyd’in söylediklerini tatbik et!”
Bilal -radıyallahü anh- da Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-’in söylediklerini aynen tatbik etti ve ezan okudu. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 27)
Bilal öyle bir ezan okudu ki kıyamete kadar ufuklarımızı şenlendirecek, gök kubbemizi hoş sadâsı ile ebediyen dolduracak. Feleğin kubbeleri sabah akşam onunla çınlayacak. Sadâsına cihân kâfî gelmeyecek. Allâh Teâlâ Sevgili Peygamberimiz’in derdiyle dertlenen Abdullah bin Zeyd hazretlerine öyle bir nasib lutfetti ki “şehâdetleri dinin temeli” olan o “savt-ı bülend”i kullarına onun vâsıtasıyla hediye etti. İslâm’ın şiârlarından, alâmet-i fârikalarından birini insanlık kalesine onun eliyle dikti. O öyle bir “gür sadâ” ki Şân-ı Muhammedî âlemi onunla fethediyor. Şimdi o Ezân-ı Muhammedî her dakika dünyanın bir yerinde okunmakta, İslâm’ın esaslarını bütün kâinâta haykırmaktadır.
İşte Allâh Rasûlü’nün derdiyle dertlenmenin mükâfâtı. Allâh hepimize onun derdinden taşıyacağımız kadar bir nasip lutfetsin. Âmin!