Tebliğ, İslâm dîninin esaslarını anlatarak onları yaymaya, insanlara benimsetip emirleri istikâmetinde yaşamalarını sağlamaya çalışmaktır. İslâm Dini’nin dünya ve âhirete dâir getirdiği esasların tümünün beşeriyete intikal ettirilmesi, tebliğin muhtevâsına girmektedir. Allâh Teâlâ bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Sizden hayra dâvet eden, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun! İşte onlar gerçekten felâha erenlerdir.” (Âl-i İmrân 3/104)
Tebliğ vazifesini gönüllü olarak ve hakkını vererek ifa edenlere büyük mükâfâtlar va’dedilmiştir. Enes -radıyallâhu anh- dâvetçilerin âhirette nâil olacakları yüksek mertebeleri anlatan bir hadîs-i şerîfi şöyle nakleder: Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- birgün:
“– Size bir kısım insanlardan haber vereyim mi? Onlar ne peygamber ne de şehittirler. Ancak kıyâmet gününde peygamberler ve şehitler, onların Allâh katındaki makamlarına gıpta ederler. Nûrdan minberler üzerine oturmuşlardır ve herkes onları tanır” buyurdular. Ashâb-ı kirâm:
– Onlar kimlerdir yâ Resûlallâh, diye sordular. Allâh Resûlü:
“– Onlar Allâh’ın kullarını Allâh’a sevdiren ve Allâh’ı da kullarına sevdiren kimselerdir. Yeryüzünde nasîhatçı ve tebliğciler olarak dolaşırlar.” Ben:
– Ey Allâh’ın Resûlü! Allâh’ı kullarına sevdirmeyi anladık. Peki Allâh’ın kullarını Allâh’a sevdirmek nasıl olur, dedim. Buyurdu ki:
“– İnsanlara Allâh’ın sevdiği şeyleri emrederler, sevmediği şeylerden de sakındırırlar. İnsanlar da buna itaat edince Allâh -azze ve celle- onları sever.” (Ali el-Müttakî, III, 685-686; Beyhakî, Şuabu’l-îmân, I, 367)
Peygamberlerin gönderiliş maksatlarının ilki ve en önemlilerinden biri tebliğdir. “Tebliğ” peygamberlerin beş mühim vasfından biri olup esas gâyeyi teşkil etmektedir. Diğer dört vasıf ise “Tebliğ”in hakkıyla yapılabilmesine matuftur. Dolayısıyla sıdk, emânet, fetânet, günahlardan kaçınma gibi güzel hasletler bir tebliğcinin taşıması gereken asgarî şartlardır.
Bütün güzel vasıfları üzerinde taşıyan Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-, her türlü zorluğa rağmen İslâm’ı tebliğe devam etmiş ve bu uğurda pek çok fedâkârlıkta bulunmuştur. Hatta müşrikler, dâvâsından vazgeçmesi hâlinde ne istiyorsa kendisine vereceklerini bildirdiklerinde, Ebû Tâlib’e hitâben bu husûstaki azim ve gayretini ortaya koyan şu muhteşem cevabı vermiştir:
“– Amca! Vallâhi, Allâh’ın dînini tebliğden vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime koyacak olsalar, ben yine bu dâvâdan vazgeçmem! Cenâb-ı Hak, ya onu bütün cihâna yayar, vazîfem biter; ya da bu yolda ölür giderim!” (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 64)
O, İslâm’ı yaymak için kapı kapı dolaşır, tekrar tekrar anlatır ve eline geçen her fırsatı değerlendirirdi. Bıkmak, usanmak nedir bilmezdi. Abdullah bin Cahş -radıyallâhu anh-, Nahle Seferi’nde bazı esirler almıştı. Bunların içinde Hakem bin Keysan da vardı. Fahr-i Âlem Efendimiz Hakem’i İslâm’a dâvet etti. İslâm’ı bütün yönleri ile uzun uzadıya anlattı. Şüphelerini yok etmek için defâlarca tekrâr etti. Efendimiz’in bu kadar gayret sarfetmesi karşısında Hakem Müslüman olmuyordu. Buna öfkelenen Hz. Ömer:
– Yâ Resûlallâh! Bununla ne diye konuşup durursun. Vallâhi o hiç bir zaman Müslüman olmaz! Müsâade et, boynunu vurayım da cehenneme gitsin, dediyse de Peygamber Efendimiz Hakem’e İslâm’ı anlatmaya devâm etti. Hakem dikkatini toplayarak:
− İslâm nedir? diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz:
“– Allâh’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibâdet etmen ve Muhammed’in de O’nun kulu ve resûlü olduğuna şehâdet getirmendir!” buyurdu. Hakem:
– Müslüman oldum, dedi. Bunun üzerine Allâh Resûlü ashâbına dönerek:
“– Eğer ben, biraz önce size uysaydım, o şimdi cehenneme gitmişti!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, IV, 137-138; Vâkıdî, I, 15-16)
Demek ki İslâm’ı anlatan kimse dâimâ sabırlı ve ümidvâr olacak ve hiçbir zaman ye’se düşmeyecektir. Yumuşaklık, şefkât, merhamet, müsâmaha şiârı olacak ve azimle gayret edecek.
Tebliğ ve dâvet faaliyetinde başarıya ulaşabilmek için plânlı, programlı, ve metotlu bir şekilde hareket edilmesi gerekmektedir. Dâvetçi, gâyesine ulaşabilmek için sıhhatli ve doğru olan usûl ve metotlara başvurmak zorundadır. Şayet metot hatalı ve itici ise sadece dâvânın büyüklüğü başarıya ulaşmak için kâfî gelmeyebilir. Bu bakımdan dâvette metot, dâvetin bir parçası sayılmalıdır. Cenâb-ı Hak dâvet faaliyetinin usûlünü gösterdiği âyet-i kerimelerde şöyle buyurur:
“Rabbin’in yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et! Ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et…” (en-Nahl 16/125)
“Sâlih ameller işleyip de, ben Allâh’a teslim olanlardanım diyerek insanları Allâh’a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim olabilir! İyilik ve kötülük müsâvî değildir. Sen kötülüğü en güzel bir tarzda önlemeye çalış. O zaman (göreceksin ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki candan ve sıcak bir dost oluvermiştir.” (el-Fussilet, 33-34)
“De ki: İşte benim yolum budur; basîret üzere Allâh’a dâvet ediyorum. Ben ve bana uyanlar (işte böyleyiz)…” (Yusuf, 108)
Peygamber Efendimiz’in tebliğde tâkip ettiği usullerin birisi en yakınlarından başlamasıdır. Aslında iyiliği emredip kötülükten sakındırma vazîfesi ilk olarak insanın kendisinden başlamalıdır. Zîrâ kendisini ihmal eden tebliğcinin başarılı olması mümkün değildir. Daha sonra ise yakın akrabalar gelir. Zira insanın içinde bulunduğu muhit ve akraba çevresi, onun anlattıklarını uzaktakilere nazaran daha çabuk kabûl ederler. Diğer taraftan bu vazîfenin istenilen şekilde başarıya erdirilebilmesi için yakınların yardımlarına da ihtiyaç vardır.
“Sen, (önce) yakın akrabalarını inzâr et, (âhiret azabıyla uyar!)” (eş-Şuarâ 26/214) âyeti nazil olunca Allah Resûlü, bir ziyafet tertip ederek Abdülmuttalip oğullarını çağırmış ve onlara İslâm’ı tebliğ etmiştir.
Tebliğde, İslâm’ın temel esaslarına ve ruhuna ters düşmemek kaydıyla şartların ve imkânların mutlaka göz önünde bulundurulması îcâb eder. Muhâtaba müsbet yönde tesir edebilmek için zaman ve zemînin oldukça mühim bir rolü vardır. İnsanların uygun vakitlerinin kollanması ve her yönüyle müsâit bir yerin tercih edilmesi, gâyeye ulaşmada şüphesiz hızlandırıcı bir vazîfe icrâ eder. Aksi durumda tebliğci bıkkınlığa, muhâlefete ve zıtlaşmaya kadar varan menfî tavırların uyanmasına yol açma ve netîcede de o kimse ile ilâhî hakîkatin arasında perde olma bahtsızlığına düşer. Vakitsiz bir çıkış, o anda tükenmeyi beraberinde getirebilir. Bu sebeple Müslüman olduğunda:
– Yâ Resûlallâh sen bana ne yapmamı emredersin? diye soran Ebû Zerr -radıyallâhu anh-’a Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Ey Ebû Zerr! Bu işi gizli tut ve memleketine dön. Ortaya çıkıp açık dâvete başladığımızı duyduğun zaman yanıma gel!” buyurmuştur. (Buhârî, Menâkıb, 6)
İbn-i Abbas -radıyallahu anhüma- meşhur talebesi Hazret-i İkrime’ye şöyle demiştir:
“İnsanlara her Cuma bir kere konuşma yap! Buna uymazsan iki kere olsun. Daha çok yapmak istersen üç olsun. Sakın halkı Kur’an’dan usandırma! Halk kendi meselelerini konuşurken, senin onlara gelip sözlerini keserek bir şeyler anlatıp onları bıktırdığını görmeyeceğim. Onlar konuşurken sus ve dinle. Onlar sana gelip: “Konuş!” diye talepte bulununca, istiyorlar demektir, o zaman konuşursun.” (Buhârî, Deavât, 20)
Tebliğde muhatabın durumunu nazar-ı itibara almak pek önemli bir husustur. Allah Resûlü, mümkün olan her metodu tatbik ederek, insanları durumlarına göre İslâm’a dâvet etmiştir. Onların aklî sevîyelerini, toplumdaki konumlarını, içinden geldikleri hayat tarzını, temâyüllerini ve beklentilerini imkân nisbetinde dikkate almıştır. Bunun çarpıcı misâllerinden biri Mekke’nin fethi esnâsında vukû bulmuştur. Abbas -radıyallâhu anh-, Müslüman olmayı kabul eden Ebû Süfyan’ı getirmiş ve Allâh Resûlü’ne:
– Ey Allâh’ın Resûlü! Ebû Süfyân iltifâtı seven bir kimsedir. (Onun gönlünü alacak) bir şey yapsanız, demişti. Bunun üzerine Efendimiz:
“– Doğru söyledin! (Şehre girerken ilan edin): Kim Ebû Süfyân’ın evine girerse emniyettedir, kim kapısını kapatıp (evinden dışarı çıkmazsa) emniyettedir” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Harâc, 24-25)
Tebliğde takip edilen diğer bir metot tedriciliğe dikkattir. Dînî mükellefiyetlerin zaman içerisinde yavaş yavaş meşrû kılınması, Allâh’ın beşeriyete gösterdiği kolaylık yollarından biridir. Âişe vâlidemiz Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûlündeki tedrîcilikten bahsederek şöyle demektedir:
“İlk nâzil olan sûre mufassal sûrelerden biri idi. Bunda cennet ve cehennemden bahsediliyordu. Helâl ve harâma dâir hükümler ise ancak insanlar İslâm’a tam olarak ısındıktan sonra nâzil olmaya başladı. Eğer ilk defâ: «İçki içmeyin!» emri gelseydi insanlar: «Biz içkiyi kesinlikle bırakmayız!» derlerdi. Yine ilk olarak: «Zinâ etmeyin!» emri gelseydi insanlar aynı şekilde: «Zinâyı aslâ bırakmayız!» derlerdi. Ben Mekke’de oyun oynayan bir çocukken Muhammed -aleyhisselâm-’a:
«Hayır onlara va’dedilen (asıl azab) vakti, kıyâmettir. İşte o an, cidden çok dehşetli ve çok acıdır» (el-Kamer 54/46) (gibi îmân ve kıyâmetle alâkalı) âyetler nâzil olmuştu. (Muâmelâtla alâkalı hükümler ihtivâ eden) Bakara ve Nisâ sûreleri ise ancak ben onun yanında iken (Medîne’de) inmiştir.” (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 6)
Fahr-i Kâinât Efendimiz, tebliğde her fırsatı değerlendirmiştir. Medîneli Enes bin Râfî, bir kısım gençle Mekke’ye gelmişti. Hazreç kabilesine karşı Kureyşlilerle andlaşma yapmak istiyorlardı. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- onların geldiklerini haber alınca hemen yanlarına gitti. Onlarla birlikte oturdu ve:
“– Size geliş sebebiniz olan işten daha hayırlısını söyleyeyim mi?” buyurdu.
– Nedir o, dediklerinde:
“– Ben Allâh’ın resûlüyüm. Allâh beni kullarına gönderdi. Onları Allâh’a dâvet ediyorum. Allâh’a ibâdet etmelerini, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarını söylüyorum. Bu husûsta Allâh bana kitap indirdi” diyerek İslâm’ı anlattı ve onlara Kur’ân-ı Kerîm’den bazı âyetler okudu.
Âlemlerin Sultânı Efendimiz, dünyevî bir maksatla gelen bu gençlere, ebedî bir kurtuluş nefhası sunmak istiyordu. Mekke’de ne kadar insan varsa, onlara bir şekilde İslâm’ı anlatmıştı. Ancak kabul edenler çok azdı. Mekke’ye yeni gelen bu insanlar içinde hakîkate kapı aralayan bir kimse çıkar ümîdiyle yanlarına koştu. Nitekim öyle de oldu. İçlerinden İyâs bin Muâz isminde bir genç çıktı:
– Arkadaşlar! Vallâhi bu, geldiğiniz işten daha hayırlıdır, dedi. Ancak arkadaşları tarafından hakâret ve eziyetlerle susturuldu. Medîne’ye döndüklerinde ise Buâs Savaşı başladı. Fazla zaman geçmeden İyâs bin Muâz vefât etti. Ölümü esnâsında başında bulunanlar, onun durmadan tesbihâtla meşgul olduğunu duydular. Müslüman olarak öldüğünden hiçbirinin şüphesi yoktu. Çünkü İyâs -radıyallâhu anh-, Kâinâtın Efendisi’ni dinlediğinde İslâm’ı iliklerinde hissetmiş ve onu kabul etmişti. (Hâkim, III, 199; İbn-i Hanbel, V, 427)
Ashaptan Sa’d ed-Delîl -radıyallâhu anh-’in oğlu babasından şöyle naklediyor: “Hicret yolculuğunda Allâh Resûlü, Ebû Bekir ile birlikte bize uğradı. O sırada Ebû Bekir’in bir kızı yanımızda süt annede idi. Resûlullâh kısa yoldan Medîne’ye varmak istiyordu.
– Burası Rekûbe geçidinin Gâir yoludur. Burada Eslem kabilesinden Mühânân denilen iki hırsız vardır. İstersen onların üzerine biz varalım, dedik. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Sen bizi onların yanına götür” buyurdu. Bunun üzerine yola koyulduk. Rekûbe’yi çıkıp yokuşun başına vardığımızda Peygamber Efendimiz onları gördü ve yanına çağırdı. Kendilerine İslâm’ı anlattı ve Müslüman olmalarını istedi. Onlar da Müslüman oldular. İsimlerini sordu:
– Biz Mühânân (iki hakîr görülen kişiyiz) dediler. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Bilakis siz Mükremân (iki şerefli kimsesiniz)” buyurdu ve müjdeci olarak önden Medîne’ye gitmelerini emretti. (İbn-i Hanbel, IV, 74)
Kıyamete kadar yegâne hak din olarak devam edecek İslâm’ı, bütün zaman ve mekânlarda insanlara ulaştıracak ve emirlerini onlara duyuracak tebliğcilerin, bilmesi ve uyması gereken esaslardan biri de kolaylaştırmaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de ve Peygamber Efendimiz’in hadislerinde, dinin kolaylık olduğu birçok defâ hatırlatılmaktadır. Bunun sayısız hikmetleri vardır. Çünkü dinin tebliği ve insanların İslâm’ı kabul etmesinde kolaylık prensibi esastır. Ümeyme bint-i Rukayka -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır: “Ensâr’dan bir grup kadınla Peygamber -aleyhisselâm-’a gelip:
− Allâh’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarımızı öldürmemek, hiçbir zaman iftira atmamak, meşrû emirlerinde sana isyan etmemek üzere bey’at ediyoruz, deyince Efendimiz hemen:
“− Gücünüz yettiği ve tâkat getirebileceğiniz husûslarda!” buyurdu. Peygamberimiz’in bu şefkât ve merhamet yüklü sözü üzerine biz:
− Allâh ve Resûlü bize karşı bizden daha merhametlidir, haydi bey’at edelim, dedik. Kadınlar, bey’atı musâfaha ederek yapmak istediler. Ancak Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“− Ben kadınlarla musâfaha etmem! Benim yüz kadına toptan söylediğim bir söz, her kadın için ayrı ayrı söylenmiş sayılır” buyurdu. (Muvatta, Bey’at, 2; Tirmizî, Siyer, 37)
Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh- kavmine imamlık yapardı. Bir gece namaz kıldırırken Bakara sûresini okumaya başladı. Bir adam selam vererek cemaatten ayrıldı, namazını tek başına kılarak çekip gitti. Adama:
− Ey filan, nifak mı çıkarıyorsun? dediler. O:
− Vallâhi hayır, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e gidip (Muâz’ın yaptığını) haber vereceğim, dedi. Efendimiz’in yanına vardığında:
– Ey Allâh’ın Resûlü, biz develerle su taşıyan insanlarız. Gündüzleri çalışıyoruz. Muâz bize gelip Bakara sûresi ile namaz kıldırmaya başladı, dedi. Resûlullâh Efendimiz, Hz. Muâz’a yöneldi ve:
“– Ey Muâz, sen fitneci misin? Veşşemsi’yi, Vedduhâ’yı, Velleyli izâ yeğşa’yı, Sebbihisme Rabbikel-a’lâ’yı oku!” buyurarak ona kısa sûreleri okumasını tavsiye etti. (Müslim, Salât, 178; Buhârî, Ezân, 60, 63, 66)
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- insanları âhiret azâbı ile uyarır, ebedî hayata hazırlanmaları için gayret sarfederdi. Vefâtlarından önce mü’minlere son defâ hitâb ediyor ve onlara son hatırlatmalarda bulunuyordu. Bir ara sözü kul hakkına getirerek:
“− Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin, dünyada rezil rüsvâ olurum diye düşünmesin! İyi biliniz ki dünya rüsvâlığı âhirettekinin yanında pek hafiftir” buyurdu. (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)
Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bu sözü üzerine insanlardan bir kısmı önceden yapmış oldukları bazı haksızlık ve hatâları îtirâf ederek Allâh Resûlü’nden duâ ve istiğfâr talebinde bulunmaya başladılar. Bir müddet sonra bir kimse de ayağa kalkıp:
– Vallâhi yâ Rasûlallâh, ben de çok yalancıyım hem de münâfığım. Benim işlemediğim hiçbir kötülük yoktur, dedi. Hz. Ömer ona:
– Be adam, kendini rezil ve rüsvâ ettin, dedi. Sevgili Peygamberimiz:
“– Ey İbn-i Hattâb! Dünya rüsvâlığı ahiret rüsvâlığından çok hafiftir!” buyurdu, onun için hayır duâda bulundu. (Taberî, Târih, III, 190)
Peygamber Efendimiz tebliğ ettiği husûsları sâdece sözleriyle değil bizzat kendi hayatında tatbik etmek suretiyle hâliyle de insanlara arzediyordu. Zira İslâm’ın yaşanarak tebliğ edilmesi, irşâdın en güzel şeklidir. Nitekim ashâb-ı kirâm, dünyanın en ücrâ köşelerine kadar îmân sadâsını duyurmak ve insanları hidâyete kavuşturmak için kendilerini İslâm’a adamışlardır. Bugün de insanlar umumiyetle dini güzel yaşayan herhangi bir müslümandan etkilenerek ihtidâ etmektedirler. Dolayısıyla günümüzde ashâbın vecd ve heyecanıyla İslâm’ın güzelliklerini dünyaya sergilemek, en güzel bir cân infakıdır.
Netîce îtibariyle İslâm’ı tebliğ, imkân nispetinde her müminin üzerine ilâhî bir vazîfedir. Bu ise, günümüzde telkin vasıtalarının çoğalması sebebiyle, mesûliyeti ağırlaşmış olan bir keyfiyettir. Çevremizde bulunup da, îkaz ve irşâdında ihmalkâr davrandığımız pek çok kimse, âhirette yakamıza yapışacak ve İslâm’ı tebliğ ve telkindeki kifâyetsizliğimizin hesâbını soracaktır. Ebû Hureyre -radıyallâhu anh- diyor ki: Şunu duyardık: Kıyâmet gününde bir adam, tanımadığı bir adamın yakasından yapışacak. Adam diyecek ki:
–Benden ne istiyorsun? Tanışıklığımız yok ki!
O da şu cevabı verecek:
–Dünyada beni hata ve kötü işler üzerinde görür de beni alıkoymaz, uyarmazdın. (Rudânî, Cem’u’l-fevâid, V, 384)