Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) Ramazan’ı

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, Ramazan’ın sene içindeki ayların efendisi[1] ve mubârek[2] bir zaman dilimi olduğunu haber vermiştir. Bu ayda yapılan ibadet ve hasenâta sâir zamanlardakine göre daha çok sevap verilir ve günahlar affedilir.

Ramazan geldiğinde Rasûlullâh (s.a.v) heyecanlanır, Allah’a daha yakın olma şevkiyle ibadet, infak, cömertlik ve iyilik iştiyâkıyla dolardı. Bir defasında şöyle buyurmuştur:

“Yine Ramazan geldi. (Tüm mağfiret imkânlarıyla.) Cennet kapıları ardına kadar açılır, cehennem kapıları sonuna kadar kapatılır ve şeytanlar bağlanıp kısıtlanır. Ramazan’ı idrâk edip de bağışlanamamış olan kimseye yazıklar olsun. Kişi Ramazan’da da günahlarını affettiremezse peki ya ne zaman mağfirete nâil olabilecek?!..” (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, II, 270; Heysemî, Mecma, III, 143)

“Kişi büyük günahlardan kaçındığı takdirde; beş vakit namaz, bir Cuma önceki Cuma’ya kadar, Ramazan da önceki Ramazan’a kadar arada (işlenmiş küçük) günahlara keffâret olur.” (Müslim, Tahâret, 16)

Bu hadîs-i şerîflerde Efendimiz’in heyecânını ve Ramazan’ın getirdiği bereketleri görmekteyiz.

Rasûlullah (s.a.v), oruç tutarken sahura kalkmaya ehemmiyet vermiştir. Hadîs-i şeriflerde şöyle buyrulur:

 “Sahur yemeği yiyin, zira sahurda bereket vardır.” (Buhari, Savm, 20; Müslim, Sıyâm, 45)

“Gündüzün orucuna sahur yemeği ile, gecenin ibadetine de öğle uykusu ile yardımcı olunuz!” (Hâkim, I, 588)

“Bir yudum su ile dahî olsa sahur yapınız.” (Abdurrazzâk, Musannef, IV, 227/7599)

Rasûlullah (s.a.v) orucun fazileti husûsunda şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ: «İnsanın oruç dışındaki her ameli kendisi içindir. Oruç ise benim içindir, onun mükâfatını da ben vereceğim» buyurdu.

Oruç kalkandır. Biriniz oruç tuttuğu gün kötü söz söylemesin ve kavga etmesin. Şayet biri kendisine hakaret eder ya da çatarsa: «Ben oruçluyum» desin! Muhammed’in canı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, oruçlunun ağız kokusu, Allah katında miskten daha hoştur. Oruçlunun sevineceği iki ân vardır: Bir, iftar ettiği zaman sevinir, bir de Rabbine kavuştuğu zaman orucunun karşılığına sevinir.” (Buhârî, Savm, 9; Müslim, Sıyâm, 163)

Ebû Umâme (r.a) Rasûlullâh Efendimiz’e, “Bana öyle bir amel tavsiye et ki, Allâh Teâlâ beni onunla mükâfâtlandırsın” dediğinde Efendimiz:

“–Sana orucu tavsiye ederim, zîrâ onun bir misli yoktur” buyurmuştur. (Nesâî, Sıyâm, 43)

Allah Rasûlü (s.a.v) iftarda acele etmeyi tavsiye etmiş, oruçlarını açmakta acele ettikleri müddetçe müslümanların hayır üzere yaşayacaklarını haber vermiştir.[3]

Peygamber Efendimiz, gündüzü oruçla geçirdikten sonra akşamları ve geceleri de namaz kılmak, Kur’ân okumak, zikir ve tesbihle meşgul olmak gibi ibadetlerle süsler, ümmetine şu müjdeyi verirdi:

“Kim, inanarak ve sevâbını Allah’tan umarak Ramazan gecelerini ihyâ ederse, geçmiş günahları affolunur.” (Buhârî, Terâvih, 46)

Diğer taraftan, gerek farz olan zekât, gerekse nâfile sadakalar, bu ayda daha önemli hâle gelir. Nitekim Peygamber Efendimiz’e:

“–Hangi sadaka daha faziletlidir?” diye sorulduğunda:

“–Ramazan ayında verilen sadaka!” cevabını vermiştir. (Tirmizi, Zekat, 28/663)

Burada geçen “sadaka” kelimesi, Arapça’da farz olan zekât mânâsına da gelmektedir. Bu sebeple zekâtı Ramazan’da vermek daha güzel görülmüştür. Ashâb-ı kirâm, Fıtır sadakalarını ve diğer infaklarını bu ayda fazlasıyla îfâ ederlerdi.[4] Çünkü Rasûlullah (s.a.v) Sadaka-i Fıtr’ın müslümanlardan büyük-küçük, kadın-erkek, her bir hür ve köle üzerine bir sâ‘[5] hurma veya bir sâ‘ arpa olarak farz kılındığını bildirmiştir.[6]

Fıtır Sadakası’nı Bayram Namazı’ndan evvel vermek sûretiyle muhtaçların gönlüne de bayram sürûru tattırılmalıdır.

Rasûlullah (s.a.v) bu mübarek ayda umreye teşvik ederek şöyle buyurmuştur:

“Ramazan ayında yapılan umre, tam bir hac sayılır veya benimle birlikte yapılmış bir haccın yerini tutar.” (Buhârî, Umre, 4; Müslim, Hac, 221)

Rasûlallâh (s.a.v)’e bir kadın gelerek:

“–Hac için hazırlanmıştım, bir mâni çıktı.” dedi. Rasûlullâh (s.a.v) ona:

“–Ramazan’da umre yap, çünkü o da hac gibidir” buyurdu. (Muvatta, Hac, 66)

Ramazan’ın bereketinden âzâmî derecede istifâde edebilmek için cömertliği artırmak lâzımdır. Nitekim Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz böyle yapardı. İbn-i Abbâs (r.a) der ki:

“Rasûllullah (s.a.v) insanların en cömerdi idi. Onun en cömert olduğu vakitler de Ramazan’da Cebrâil (a.s) ile buluştuğu zamanlardı. Cebrâil (a.s), Ramazan’ın her gecesi Hz. Peygamber ile buluşur, (karşılıklı) Kur’ân okurlardı. Bundan dolayı Rasûlullah (s.a.v), Cebrâil (a.s) ile buluştuğunda, esmek için engel tanımayan bereketli rüzgârlardan daha cömert olurdu.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 5, 6; Savm, 7; Müslim, Fedâil, 48, 50)

İbn-i Abbâs ve Âişe -radıyallâhu anhümâ- şöyle rivâyet ederler:

“Ramazan ayı girdiğinde Rasûlullah (s.a.v) bütün esirleri serbest bırakır ve kendisinden bir şey isteyen herkese ihtiyâcını verirdi.” (İbn-i Sa’d, I, 377)

Müslüman olmak için Âlemlerin Efendisi’ne gelen Sakîf kabilesi heyeti Medîne’ye Ramazan’da girmişlerdi. Peygamber Efendimiz onları, kalbleri yumuşasın diye, Mescid’de misâfir etti.[7] Temsilciler, geceleyin okunan Kur’ân-ı Kerîm’i, ashabın teheccüd namazında okuduğu sûreleri ve müslümanların beş vakit namazlarında saf oluşlarını seyretmekte idiler. Onlara İslâm’ın farzları ve ahkâmı öğretildi. Fahr-i Kâinât (s.a.v) onlara, Ramazan’ın kalan kısmında oruç tutmalarını da emretti. Bunun üzerine Bilal-i Habeşi, sahur ve iftarlıklarını yanlarına götürmeye başladı.[8]

Bu heyetten Evs bin Huzeyfe şöyle anlatır: “Rasûlullâh (s.a.v) bir gece yatsıdan sonra uzun müddet yanımıza gelmedi.

«–Yâ Rasûlallâh! Yanımıza gelmekte niçin geç kaldınız?» diye sorduk. Peygamber Efendimiz:

«–Her gün Kur’ân-ı Kerîm’den bir hizb okumayı kendime vazife edinmişimdir. Bunu yerine getirmedikçe, gelmek istemedim» buyurdu. Sabaha çıkınca ashâb-ı kirâma: «Siz Kur’ân’ı nasıl hizipleyip okursunuz?» diye sorduk. Onlar:

«–Biz sûreleri ilk üçünü bir hizb, sonra devamındaki beş sûreyi ikinci bir hizb, daha sonra sırayla yedi, dokuz, on bir ve on üç sûreyi birleştirerek birer hizb yaparız. En son olarak da Kâf sûresinden sonuna kadar Mufassal sûreleri bir hizb yaparak Kur’ân-ı Kerîm’i (yedi kısımda) okuruz» dediler.” (Ahmed, IV, 9; İbn-i Mâce, Salât, 178)

Kur’ân-ı Kerîm Ramazan ayında inmeye başlamıştır. Hz. İbrahim’e verilen suhufun da Ramazan ayının ilk gecesinde indirildiği rivâyet edilir.[9] Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî vahiylerini bu ayda indirmesi de Ramazan’ın kıymetini bir kat daha artırmaktadır. Dolayısıyla Ramazan’da Kur’ân-ı Kerîm’e ayrı bir ehemmiyet vermek îcâb eder. İbn-i Mes’ûd (r.a) şöyle der:

“Rasûlullah (s.a.v) ve Cebrâil (a.s) birbirlerine Kur’ân okumayı bitirdiklerinde ben de Allah Rasûlü’ne okuyordum ve Efendimiz benim okuyuşumun son derece güzel olduğunu söylüyordu.” (Taberî, I, 28; Ahmed, I, 405)

Cebrail (a.s) ile yapılan son mukabelenin ardından; Peygamber Efendimiz, Zeyd bin Sâbit ve Übey bin Ka‘b Hazretleri Kur’ân’ı birbirlerine okudular. Hatta Allah Rasûlü (s.a.v) Übey bin Ka‘b’a iki kez okudu.[10] Bu mukâbele âdeti de günümüze kadar gelmiş ve hâlâ canlılığını muhafaza etmektedir.

Rasûlullah (s.a.v), Ramazan ayı boyunca, diğer aylara nisbetle daha çok ibadet ederdi. Âişe (r.a) şöyle der:

“Ramazan ayının son on günü girince, Rasûlullah (s.a.v), kendini ibadete verir, geceleri ihyâ eder ve âilesini de uyandırırdı.” (Buhârî, Leyletü’l-Kadr, 5; Müslim, İ’tikâf, 7)

Ebû Hüreyre (r.a) der ki:

“Nebî (s.a.v), her Ramazan on gün itikâfa girerdi. Vefat ettiği sene ise yirmi gün itikâf yaptı.” (Buhârî, İ’tikâf, 17. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Savm, 78; İbn-i Mâce, Sıyâm, 58)

Âişe (r.a) der ki:

Rasûlullah (s.a.v), Ramazan’ın son on gününde mescide çekilerek kendini ibadete verir ve şöyle buyururdu:

Kadir Gecesi’ni Ramazan’ın son on günü içinde arayınız!” (Buhârî, Leyletü’l-Kadr, 3; Müslim, Sıyâm, 219; Tirmizî, Savm, 72/792)

“Kadir Gecesi’ni, fazilet ve kudsiyetine inanarak ve sevâbını yalnız Allah’tan bekleyerek ibadet ve tâatle geçiren kimsenin geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Savm, 6; Müslim, Müsâfirîn, 173-176)

“Ramazan’da bin aydan daha hayırlı bir gece vardır. Kim onun hayrından mahrum olursa, çok büyük bir şeyden mahrum kalmış demektir.” (Ahmed, II, 230, 385)

Allah Rasûlü (s.a.v) Mekke Fethi için sefere çıktığı sene, itikâfa girememişti. Bu ibadetin faziletinden mahrum kalmamak için ertesi sene yirmi gün itikâf yaptı. (Ebû Dâvûd, Savm, 77/2463; İbn-i Mâce, Sıyâm, 58)

Demek ki bir insan, ne kadar ibadet ederse etsin, zaman zaman uzlete çekilerek nefis muhâsebesi yapıp, kâinattaki ilâhî kudret akışlarını tefekkür etmeden tam mânâsıyla kemâle eremez. Zira mescidde itikâfa çekilmek; zihnin toplanması, kalbin meşgalelerden uzak tutulması, kişinin kendisini tâate vermesi ve Allah’a daha çok yaklaşması için güzel bir vesîledir. Rasûlullah (s.a.v), itikâfa giren kimsenin fazileti hakkında şöyle buyurmuştur:

“O kendisini günahtan uzak tutar ve kötülüklerden korunur. Kendisine, bütün sâlih amelleri işlemiş kimse gibi sevap yazdırır.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 67)

Yine bir hadis-i şerifte:

“Kim Ramazan’da on gün itikâfa girerse, iki hac ve iki umre yapmış gibi olur” buyrulur. (Taberânî, Kebîr, III, 128/2888; Beyhakî, Şuab, III, 425)

Rasûlullah (s.a.v) Ramazan’da böylesine ibâdete teksif olmakla birlikte diğer işlerini de ihmal etmiş değildi. Hatta o Ramazan’da cihâda bile çıkmıştı. Bedir Gazvesi ve Mekke Fethi Ramazan’da yapılmıştı.[11] Ebü’d-Derdâ (r.a) şöyle demektedir:

“Biz sıcağı çok şiddetli olan bir mevsimde, Ramazan ayında Rasulullah (s.a.v) ile birlikte sefere çıktık. Hararetin şiddetinden herkes elini başına koyuyordu. Aramızda oruçlu olarak sadece Allah Rasûlü (s.a.v) ile İbn-i Ravâha vardı.” (Buhari, Savm 35; Müslim, Sıyâm, 108; Ebu Dâvud, Savm 45/2409)

Ramazan bitince ibadet hayatına son vermek doğru değildir. Bayram’ı ve ondan sonra gelen hayatı da Ramazan’ın rûhâniyeti içinde devam ettirmek gerekir. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Kim, sevabını Allah’tan umarak Ramazan ve Kurban Bayramı gecelerini ibadetle ihyâ ederse, kalplerin öldüğü gün onun kalbi ölmez.”(İbn-i Mâce, Sıyam, 68. Ayrıca bkz. Heysemî, II, 198)

“…Şunu iyi bilin ki, bu bayram günleri; yeme, içme ve Allah -azze ve celle-’yi zikretme günleridir.” (Ebû Dâvud, Edâhî, 9-10/2813, 2812)

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle anlatır:

Rasûlullah (s.a.v) Kurban ve Ramazan bayramı günleri namazgâha çıkar ve evvelâ namazla işe başlardı. Namazı kılıp selâm verdiğinde ayağa kalkarak cemaate dönerdi. Cemâat namaz kıldıkları yerde otururdu. Eğer herhangi bir yere müfreze gönderme ihtiyacı olursa onu cemaate söyler veya bundan başka yapılacak bir iş olursa onu kendilerine emrederdi. Hutbe esnâsında:

“–Sadaka verin, sadaka verin, sadaka verin!” buyururdu.

En ziyâde sadaka verenler de kadınlar olurdu. Ondan sonra Rasûlullah (s.a.v) namazgâhtan ayrılırdı. (Müslim, Iydeyn, 9)

Bayramlar, ictimâî birlik, beraberlik, hediyeleşme, yardımlaşma, ikrâm etme, ilâhî nîmetlerden faydalanma ve Allah Teâlâ’yı zikretme günleridir. Yoksa bayramlar eğlence ve tatil günleri olarak görmek doğru bir anlayış değildir. Bununla birlikte, düğün ve bayramlarda, sevinç göstermek için, nefsi yanlış heveslere sevketmeyecek şekilde icra edilen oyun ve eğlencelere cevaz verilmiştir. Çünkü bayramlarda müslümanların, sevinçli olduklarını açıkça ortaya koymaları, dînin prensiplerindendir. (Ahmed Naîm, Tecrîdi Sarîh Tercümesi, III, 157)

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, mübah görülen bu eğlence ve sevinç gösterme havasının, meşru hududu aşmaması için, bayramların dinî yönünü hep öne çıkarmıştır. Bayramlarda ibadete, hayır yapmaya ve zikre teşvik eden Allah Rasûlü (s.a.v), hadislerinde şöyle buyurmuştur:

“Bu günümüzde yapacağımız ilk şey, namaz kılmaktır.” (Buhârî, Iydeyn, 3, 10; Müslim, Edâhî, 7)

“Bayramlarınızı, tekbir getirmek sûretiyle zînetlendiriniz!” (Heysemî, II, 197)

Nitekim ashâb-ı kirâm, bayramları coşkulu tekbirleriyle canlandırmışlardır. Hz. Ömer, Mina’daki küçük çadırında tekbir alırdı, mesciddeki insanlar bunu işitir onlar da tekbir getirmeye başlardı. Çarşı pazardakiler de onlara katılınca, Minâ, tekbir sadâlarıyla çınlardı. İbn-i Ömer de o günlerde devamlı tekbir getirirdi. Namazlardan sonra, yatağına uzanınca, çadırına girince, oturduğu yerde, yürüdüğünde, hâsılı teşrik günlerinin tamamında her hâlükârda tekbir getirirdi. (Buhârî, Iydeyn, 12)



[1] Beyhakî, Şuab, III, 314-315; Heysemî, III, 140.

[2] Ahmed, II, 230, 385.

[3] Buhârî, Savm, 45; Müslim, Sıyâm, 48.

[4] Buhârî, Keffârâtu’l-Eymân, 5.

[5] Sâ’: 2,751 kg veya 3,328 kg ağırlığında bir ölçü birimidir.

[6] Buhârî, Zekât, 70-78; Müslim, Zekât, 13.

[7] Ahmed, IV, 218.

[8] Vâkıdî, III, 965, 968

[9] Ahmed, IV, 107; Beyhakî, Şuab, II, 414; Heysemî, I, 197.

[10] Mukaddimetân, nşr. A. Jeffery, s. 74, 227; Tâhir el-Cezâirî, et-Tibyân, s. 26.

[11] Müslim, Sıyâm 90; Tirmizi, Savm, 18/710); Nesâi, Savm 49.

%d bloggers like this: