Eyüb Sultan Hazretleri’nin türbesi civarında medfun bulunan Hacı Beşir Ağa[1], Hicaz’a gönderilerek Şeyhü’l-Harem olmuştu. Bir müddet bu vazifede kaldı. Döndükten sonra birgün, Padişah Birinci Mahmud ile mülakatı esnasında, Padişah, Harem-i Şerifte ne kadar kaldığını, bu kadar müddet zarfında ne gibi hârikulâde hâdiselerle karşılaştığını sordu. Hacı Beşir Ağa yaşadığı bazı hârikulâde hâdiseler anlattı. Bunlardan birisi şudur:
“Ravza-i Mutahhara’daki Cibril Kapısı gecenin seher vaktine yakın bir zamanda aralanırdı, gireni anlamak ve tecessüs etmek isterdim, fakat vücuduma arız olan rehâvet ve durgunluk neticesi içeri giren zatın kim olduğuna muttali olamıyordum. Bir gece yine Cibril Kapısı açıldı, hemen kapıya koştum, ben kapıda iken içeri bir zat girdi. Giren zata kim ve nereli olduğunu sordum. Konya mülhâkâtından Hâdimli Muhammed Efendi olduğunu haber verdi. Sebebi ziyaretini sual ettim:
«–İmamı Birgivî’nin Tarikat-ı Muhammediyye isimli eserini şerhediyorum, şüphe ettiğim bazı hadis-i şeriflerin fem-i saâdet-i Nebevî’den şeref-sudûr buyrulup buyrulmadığını ruh-i Peygamberî’den sorup öğrenmek için geldim[2].» deyince o zâtı alıp odama götürdüm. Bir müddet kaldıktan sonra müsaade istedi, Mescid-i Nebî’de sabah namazını kıldıktan sonra gitmesini söylediysem de:
«–Memleketimde imamet vazifem var, müsaade buyur» dedi ve ayrılıp gitti. Bu ilk görüşmeden sonra arada gelir, görüşürdük.”
Padişah, Hacı Beşir Ağa’nın bu sözünün doğruluğuna kanaat getirmek için Ebû Saîd el-Hâdimî’yi İstanbul’a davet etti.
Hâdimî Muhammed Efendi, İstanbul’a geldiğinde, Padişah, yaş, baş, şekil, şemail ve sîmâca Hâdimî’ye benzeyen birkaç zatı bir araya getirdikten sonra Hacı Beşir Ağa’yı çağırdı ve bu zatları ona gösterdi. Hacı Beşir Ağa, bu zatlar arasından doğruca Ebû Saîd el-Hâdimî’nin yanına giderek “Hoş geldiniz” deyince Padişah hayretler içinde kaldı. Böylece Hacı Beşir Ağa’nın Hâdimî hakkında hikâye ettiği vakıaya inandı ve mutmain oldu.
Bu sûretle Hâdimî Muhammed Efendi’nin şöhreti yayıldı. Mânevî kemâline yakînen şâhit olan Padişah, İstanbul’un tanınmış ve büyük âlimlerinden bir kısmını davet ederek Hâdimî’nin, sarayda kendi huzurunda ders takrir etmesini emretti. Hâdımî’nin Anadolu’dan gelip kendilerine ders takrir ederek Padişah’ın teveccühüne mazhar olması, İstanbul ulemâsının nefislerine giran geldi. Aralarında konuşup bu zatın, sofî ve Anadolu’dan olması münasebetiyle fıkıh, ferâiz ve emsali ilimlerden başkasında behresi yoktur, diye düşündüler. Usul, mantık, meânî, beyan ve bedî’den bir kaç sual tertip ederek ders esnasında sorup şöhretini kırmak ve Padişahın nazarından düşürmek istediler.
Hâdimî Muhammed Efendi sorulan her sualin cevabını verdi ve: «Vermiş olduğum cevap kabul buyruluyor mu, efendim?» diye sual soranların her birine verdiği cevabı kabul ettirdi. Sonra da, muhataplara verdiği ve muhatapların da kabul ettiği cevaplara kendisi itiraz ederek, «Ne buyruluyor, efendim?» diye sorular sormaya başladı. Muhataplar Hâdimî Efendi’nin itirazlarını cevaplandıramadılar. «el-Cezâ min cinsi’l-amel: Ceza yapılan işin cinsine göredir» fehvasınca gözden düştüler. Hâdimî’nin mevkii Padişahın nazarında bir kat daha yükseldi. Bu münasebetle Padişah, bütün İstanbul ulemâsının Ayasofya camii şerifinde toplanmasını, Hâdimî Efendi’nin de «Fatiha-i Şerife»yi onlara tefsir etmesini istedi.
Hâdimî, Padişahın bu iradesini işitince Şeyhülislâm’a ricâda bulunarak:
«–Padişâhın iradesini işittim, dersimde hocam Kazâbâdî Ahmed Efendi’nin bulunmasından haya ederim. Hocamın dersimde bulunmamasını temin etmenizi zât-ı âlinizden temennî ederim.» dedi.
Şeyhülislâm, Hâdimî’ye:
«–Hoca Efendi, Padişahın emri verildikten sonra üzerinde tadilât yapılamaz, ben hocanıza söylerim, sizden biraz evvel camii şerife gelir ve sizin göremeyeceğiniz bir mahalle oturur.» cevabını verdi.
Böylece Hâdimî Muhammed Efendi, İstanbul ulemâsına «Fâtiha-i Şerife»nin tefsirini takrir etti ve Padişahın emriyle İstanbul ulemâsına matbu birer icazetname verdi.[3]
[1] Hacı Beşir Ağa, III. Ahmed ve I. Mahmud devirlerinde otuz sene mütemadiyen Darussaade Ağası makamında bulunmuştur. Sonra Mısır’a, oradan da Hicaz’a gönderilerek Şeyhü’l-Harem olmuştur. Birinci Mahmud devrinde fevkalâde bir nüfuz kazanan Beşir Ağa 1159 senesinde doksan altı yasında vefat etmiştir. Eyyüb Sultan türbesi civarında medfundur. Hacı Besir Ağa «Büyük» namıyla anılırdı. Sâlih, müttakî, ilim sahibi bir zat olup erbabı maârife hâmi olmuş, onları kollamıştır. Eserleri şunlardır: Babıâli civarındaki câmii (Ağa camii), bitişiğindeki mektep, medrese, kütüphane ve çeşmesi, Eyüb’de Baba Haydar mahallesinde bir Dârülhadis ile kütüphane, mektep ve çeşmesi. Medine-i Münevvere’de de hayratı vardır. (Şemseddin Sâmi, Kâmûsu’l-A’lâm, I, 1313, Mehmed Süreyya, Sicil-i Osmâni, II, 21-22) Medine-i Münevvere’deki Mahmûdiye Medresesi Hacı Beşir Ağa’nın vakfıdır. Ayrıca Hâdim kasabasında Hâdimî Muhammed Efendi için bir kütüphane inşâ ettirmiştir. Başka hayrâtı da vardır.
[2] Bazı hadîslerin Peygamber Efendimiz’in mübârek ağzından gerçekten çıkıp çıkmadığını Allah Rasûlü’nün rûhundan sorup öğrenmek için geldim.
[3] Ebü’l-Ûlâ Mardin, Huzur Dersleri, İstanbul 1966, II-III, 772-774.