Edep rûhun süsüdür. Edep her işin usûlüdür. Usulsüz vusûl (maksada ulaşmak) mümkün olmadığından edep eksikliği ile de gerçek insanlık seviyesine ulaşmak mümkün değildir. Çünkü insan rûhuyla insandır, cesediyle değil.
Hâdimî’nin tâbiriyle edep, aklın dıştan görünüşüdür. Hz. Ali’ye göre de, dîn, edep ve mürüvvet aklın netîceleridir. Edep ve ahlâkı en güzel olan kimse îmânı en güçlü olan bir mü’mindir. (Ebû Dâvûd, Sünnet, 15) O hâlde edep, îmânın aynasıdır.
Edep insanla hayvan arasındaki farktır. Edep muhabbeti celbeder. Edep, insana hayatı ve içinde yaşadığı toplumu sevdiren zarif, kibar ve nezîh bir alışkanlıktır. Buna binâen büyükler, “Kişinin edebi altınından hayırlıdır” buyurmuşlardır.
Edep şeytanın kâtilidir. Evlâdına edep öğretmeyen baba düşmanlarını sevindirir. Edebin efdali kişinin haddini bilerek sınırı aşmaktan sakınmasıdır. Bu sebeple “Ulemânın yanında diline, evliyânın yanında kalbine, sofrada eline, misâfirlikte gözüne sâhip ol!” denilmiştir.
Her hususta edep baş tâcıdır. Enes bin Mâlik (r.a), “Amelde edep, onun kabulüne işarettir” demiştir. Yine Allâh dostları, “İbadet insanı cennete götürür, ibadette edep ve tâzim ise Allâh’a götürür, Hakk’a yaklaştırır” demişlerdir. Dolayısıyla ahlâkın en mükemmeli, edebin en üstünü dinde edep, Allâh’a karşı gösterilen edeptir.
En büyük şeref güzel ahlâktır. Kâdı İyâz güzel ahlâkı; insanlarla güzel geçinmek, onlara kendini sevdirmek, merhamet etmek, verdikleri sıkıntılara katlanmak, yaptıkları kötülüklere sabretmek, kibirlenmemek, şiddet göstermemek, öfkelenmemek ve kimseyi azarlamamak şeklinde târif etmiştir. İnsanın mürüvveti, arkadaşlarının verdiği bazı sıkıntılara tahammül etmesidir. Hasan-ı Basrî hazretleri de şöyle der: “Güzel ahlâkın esası, iyiliği yaygınlaştırmak, kimseyi rahatsız etmemek ve güler yüzlü olmaktır.”
Allah’ın bir kimseye verdiği en hayırlı ve en değerli şey güzel ahlâktır. (İbn Mâce, Tıb, 1) Kıyâmet günü mîzânda en ağır gelecek sevap güzel ahlâktır. (Ebû Dâvûd, Edep, 7) Allâh ve Rasûlü’nün en çok sevdiği ve âhirette Peygamber Efendimiz’e en yakın olacak kimseler de yine âhlâkı güzel, edepli kimselerdir. (Tirmizî, Birr, 71/2018) O hâlde güzel ahlâk cennet vizesidir. (Tirmizî, Birr, 62/2004)
Allâh Rasûlü (s.a.v, insanların en nâziği, en iyi huylusu ve en mütebessimi idi. (İbn-i Sa’d, I, 365) Çiçekten iffetli, gülden hayâlı idi. Sözlerinde ve hareketlerinde hiçbir çirkinlik bulunmadığı gibi O, çirkin olan hiçbir şeye de îtibâr etmezdi. Çarşıda pazarda bağırıp çağırmaz, kötülüğe kötülükle karşılık vermezdi. Tam aksine kusurları bağışlar, hatta yüzünü çevirip hatayı görmezden gelirdi. (Tirmizî, Birr 69) “Allah’ın hoşnut olacağı güzel bir yol izlemek, ağırbaşlı ve vakar sahibi olmak, ifrat ve tefritten uzak durmak nübüvvetin yirmi dört cüzünden biridir” buyururdu. (Tirmizî, Birr 66) “İnsanlar arasında, yüzdeki güzelliğin timsâli olan «ben» gibi” olmamızı isterdi. (Ebû Dâvûd, Libâs, 25)
Rasûlullâh’ın güzel ahlâkına bir misâl:
Enes (r.a) anlatıyor: Allâh Rasûlü (s.a.v) ile beraber yürüyordum. Üzerinde Necran kumaşından yapılmış, kenarları sert ve kalın bir hırka vardı. Bir bedevî Rasûl-i Ekrem’e yetişerek hırkasını sertçe çekti. Hırkanın boynuna gelen kısmına baktım, bedevînin sertçe çekmesinden dolayı hırkanın kenarı boynuna oturmuştu. Daha sonra bedevî:
“–Ey Muhammed! Elinde bulunan Allâh’a ait mallardan bana da verilmesini söyle” dedi. Rasûlullah (s.a.v) bedevîye dönüp güldü. Sonra da ona bir şeyler verilmesini emretti. (Buhârî, Humüs 19, Libâs 18, Edeb 68; Müslim, Zekât 128)
Diğer bir rivâyette bedevînin kabalıkları artınca ashâb-ı kirâm ayağa fırladılar. Sahâbîlerin bedevîyi yaka paça etmesinden endişelenen Peygamber Efendimiz:
“–Sözümü duyanların, ben izin verene kadar yerinden ayrılmamasını istiyorum” buyurdu. Orada bulunan bir sahâbîye, develerden birine arpa, ötekine hurma yüklemesini emretti. Sonra da sahâbîlerine dağılmalarını söyledi. (Ebû Dâvûd, Edeb 1; Nesâî, Kasâme, 24)
Kendisine yapılan kabalığı affettiği gibi bir de onu ashâbının elinden kurtarması, sonra da istediğini fazlasıyla vermesi ne ulvî bir ahlâktır.
Ahlâkı kötü olan ise ancak kendisine azâb eder. Edebin ikiz kardeşi olan hayânın bir insandan alınması onun helâki demektir.
Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.v) bildirdiğine göre, “Allah Teâlâ çirkin hareketler yapan, çirkin sözler söyleyen kimseden nefret eder.” (Tirmizî, Birr 62/2002) Allâh muhâfaza buyursun!
Ravzat’l-Îmân isimli manzum ilmihâlin sâhibi Halîl şöyle der:
Hiç yetîm olmaz yetîm-i ümm ü eb
Bil yetîm oldur ki düştü bî-edeb
“Anne-babadan mahrûm kalan kimse yetîm olmaz. Asıl yetim edep mahrûmu olan kimsedir.”
HÜRMET İÇİN AYAĞA KALKMAK
Bugün gençlerin tereddüt ettiği, ne yapmaları gerektiği hususunda karar veremedikleri veyâ ihmâlkâr davrandıkları meselelerden biri, herhangi bir insan için ayağa kalkma konusudur. Bazısı bunun gerekliliğini savunurken bir kısmı da mahzurlarından bahsetmektedir. Peygamber Efendimiz kendisine gösterilen aşırı hürmet ve tâzîmi hoş görmezlerdi. Kendisi için ayağa kalkılmasından yüzleri kızarır, pek memnun olmazlardı. Ebû Ümâme (r.a) anlatıyor: “Birgün Rasûlullâh (s.a.v) elinde bir baston olduğu hâlde yanımıza geldi. Biz de onu görünce ayağa kalktık. Bunun üzerine Peygamberimiz:
“Fârîsilerin büyüklerine yaptıkları gibi yapmayın!” buyurdu. (İbn-i Mâce, Duâ, 2) Bir başka rivâyette ise: “Birbirlerine tâzimde bulunan Acemler gibi yapmayın” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 152)
Ancak Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, Kızı Fâtıma (Ebû Dâvûd, Edep, 143) ve âzadlısı Zeyd bin Hârise gibi bazı sahabîleri karşılarken ayağa kalktığı görülür. (Tirmizî, İsti’zân, 32) Yine Rasûlullah (s.a.v) bir hakemlik vazifesiyle görevlendirdiği Sa’d bin Muaz hakkında Ensâr’a hitâben: “Efendiniz (veya en hayırlınız) için ayağa kalkınız” buyurmuştur. (Buhârî, Meğâzî, 30) Diğer hadislerinde:
“Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.” (Tirmizî, Birr, 15)
“Allâh Teâlâ, yaşından ötürü bir ihtiyara saygı gösteren gence, yaşlılığında hizmet edecek kimseler lutfeder.” (Tirmizî, Birr, 75) buyurur.
Bir hâdiseyi anlatmak için huzûruna gelen kimselerden küçük olanı söze başlayınca:
“Sözü büyüklerine bırak, sözü büyüklerine bırak!” buyurmuştur. (Buhârî, Cizye, 12)
Yine, “Rüyamda dişlerimi misvaklıyordum. Derken beni, biri diğerinden daha yaşlı iki adam çekiverdi. Ben misvakı küçüğüne vermek istedim. Ancak bana, «büyüğe ver» denildi. Ben de büyüğe verdim” buyurmuştur. (Müslim, Rü’yâ, 19)
Peygamberimiz (s.a.v) birgün otururken sütbabası çıkagelir. Rasûlullâh (s.a.v) hürmeten elbisesinin bir kısmını yere serdi ve onu üzerine oturttu. Az sonra sütannesi geldi. Peygamberimiz (s.a.v) bunun için de elbisenin diğer tarafını serdi, kadın üzerine oturdu. Biraz sonra süt-oğlan kardeşi geldi. Rasûlullâh (s.a.v) onun için de ayağa kalktı ve onu da önüne oturttu.” (Ebu Dâvud, Edeb, 119-120/5145)
Rasûlullâh (s.a.v) su veya süt gibi bir şey içtiği zaman, hepsini içmez bir miktar bırakır, onu da sağ tarafında bulunan kimseye ikrâm ederdi. Sağ yanındaki yaşça küçük biri ise ondan izin alarak sol yanındakilere ikrâm ederdi.
Cenâb-ı Hak, “Mü’minlere kanatlarını indir!” (el-Hicr 15/88) buyurarak insanlara karşı mütevâzi ve hürmetkâr olmamızı emretmektedir. “Kim Allâh’ın nişânelerine, kurbanlıklarına saygı gösterirse, şüphesiz o kalblerin takvasındandır” buyurmuştur. (el-Hac 22/32) Kurbanlıklara, Kâ’be’ye tâzim takvâdan ve îmânın kemâlinden olursa mü’minlere hürmet daha büyük bir fazîlet olur.
Rasûlullah (s.a.v) birgün Kâ’be’yi tavaf ederken şöyle bıyırmuştur: “Sen ne temizsin, kokun da ne güzel! Sen ne yücesin, senin hürmetin ne büyük! Muhammed’in nefsini elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e yemin ederim ki mü’minin Allâh katındaki hürmeti/kıymeti, senin hürmetinden daha büyüktür. Mü’minin malının, kanının hürmeti de böyledir…” (İbn Mâce, Fiten, 2)
Yaşça büyük olanlara saygı gösterildiği gibi, ilmiyle âmil Kur’ân hafızları ve âdil hükümdarlara dahi hürmet göstermek îcâb etmektedir. Nitekim Efendimiz:
“Saçı sakalı ağarmış müslümana, okuyuşunda (teğannî ile) aşırı gitmeyip, ahkâmıyla amel eden Kur’ân hâfızına ve âdil hükümdara saygı göstermek, Allâh Teâlâ’ya duyulan saygı ve tâzîmden ileri gelir.” buyurur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 20)
Bu tür hadisleri değerlendiren âlimler, bilhassa ilim, ahlâk ve fazîlet sâhibi kimselerle, cemiyetin faydası için çalışan makam ve mansıp sâhibi zevâta, gösteriş ve menfaat düşüncesi olmaksızın, sırf hürmet ve muhabbet ızhâr etmek maksadıyla ayağa kalkmanın câiz olduğunu bildirmişlerdir. (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, XI, 49 vd.) Allâh Rasûlü’nün (s.a.v) zât-ı âlîleri için ayağa kalkılmamasını istemesi ise onun ulvî tevâzuunun bir eseridir. Bir de, önceki toplumların büyüklerine gösterdikleri aşırı tâzim sebebiyle şirke ve putperestliğe düşmüş olmaları; Peygamber Efendimiz’i bu hususta daha hassas davranmaya sevketmiştir.
Bütün bunlarla birlikte saygıda, İslâm’ın tasvib etmediği aşırılıklardan uzak durmalıdır. Rasûlullah (s.a.v)’in: “İnsanlara mevki, makam ve seviyelerine göre muâmele ediniz!” (Ebû Dâvûd, Edep, 20) buyruğunca her makâm ve şahsa göre münâsip bir davranış sergilemelidir.
Peki samîmî bir arkadaşımızla kucaklaşmamız nasıl karşılanır?
Bir kişi:
“–Yâ Rasûlallâh! Bizden biri kardeşi veya arkadaşıyla karşılaştığında onun için eğilebilir mi?” diye sormuştu. Peygamber Efendimiz (s.a.v):
“–Hayır eğilemez” buyurdu. O kimse:
“–Ona sarılıp öpebilir mi?” diye sordu. Efendimiz:
“–Hayır” buyurdular. Bu defa:
“–Elini tutup musâfaha yapabilir mi?” dedi. Allâh Rasûlü (s.a.v):
“–Evet” buyurdu. (Tirmizî, İsti’zân 31)
Ca’fer bin Ebî Tâlib, Habeşistan’dan geldiğinde Peygamber Efendimiz onu kucaklayarak iki gözünün arasından, alnından öpmüştü. (Ebû Dâvûd, Edeb, 145-146)
Zeyd bin Hârise bir seferden gelmişti. Rasûl-i Ekrem’in kapısını çaldı. Efendimiz de elbisesini sürüyerek ayağa kalktı, onu kucakladı ve öptü. (Tirmizî, İsti’zân 32)
İslâm âlimleri diğer rivâyetleri de göz önünde bulundurarak, uzaktan gelen veya bir yolculuktan dönen kimse ile kucaklaşılabileceğini, ancak kadınların ve kadın yapılı erkeklerin bu hükmün dışında olduğunu kabul ederler. Bir de önemli olan, öpülen yerin el veya alnın ortası olmasıdır. Bir başkasının dudaklarını ve yanağını öpmek câiz değildir. Yâni her hususta edep ve niyete dikkat etmek gerekmektedir.
Bir kimsenin evlâdını öpmesi ve ona sarılması ise tabiîdir. Peygamber Efendimiz, kızı Hz. Fâtımâ huzûruna girdiğinde kalkar, elini tutar, kendisini öper ve yanına oturturdu. Fâtıma (r.anhâ) da muhterem babasına aynı şekilde mukâbele ederdi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 143-144) Allah Rasûlü (s.a.v) Fâtıma’ya olan muhabbeti sebebiyle bir sefere çıkacağı zaman en son onunla vedâlaşır, döndüğünde de ilk olarak yine ona uğrar ve şefkatle yanaklarından öperdi. (Ebû Dâvûd, Tereccül, 21)
Hz. Âişe (r.anhâ) humma hastalığına yakalandığı bir sırada babası Hz. Ebû Bekir onu ziyâret etmiş ve: “Kızım, nasılsın?” diye hatırını sorduktan sonra yanağından öpmüştür. (Ebû Dâvud, Edep 146-147; Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45)
EL ÖPME
Gençlerin tereddüde düştüğü meselelerden biri de el öpme husûsudur. Kimlerin eli öpülmelidir, kimlerin öpülmemelidir? El öpmek uygun bir davranış mıdır? Şimdi bu sorulara cevap aramaya çalışalım:
İbn Ömer (r.a): “Nebî (s.a.v)’e yaklaştık ve elini öptük” demiştir. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 96; Edeb, 147-148) Yine iki yahudi Efendimiz’le konuştuktan sonra O’nun hak peygamber olduğunu anlayınca elini ve ayağını öpmüşlerdir. (Tirmizî, İsti’zân, 33)
Hz. Addâs, Tâif dönüşü Allâh Rasûlü ile görüşmüş, “Ben, şehâdet ederim ki sen Allâh’ın kulu ve Rasûlüsün” diyerek müslüman olduktan sonra Peygamber Efendimiz’in üzerine kapanıp başını, ellerini ve ayaklarını öpmüştü! (İbn-i Hişâm, II, 30; Yakûbî, II, 36)
Husayn (r.a) Allâh Rasûlü (s.a.v)’in huzûrunda müslüman olduğunda, daha önce İslâm’a giren oğlu İmrân (r.a), sevincinden babasının başını, ellerini ve ayaklarını öpmüştür. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 337)
Bu rivâyetler ışığında âlimlerimiz bir kimsenin zühd ve takvâsından, ilim ve şerefinden, dürüstlük ve adâletinden dolayı elinin öpülebileceğini söylemişlerdir. Yâni bereketini umarak, müttakî ve salâh ehli olan kimselerin elini ve ayağını öpmek câizdir. Peygamberimiz bunun yapılmasını kötü karşılamamış ve yasaklamamıştır. Ancak kişinin zenginliği ve dünyalığı için elinin öpülmesi uygun değildir. (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, XI, 57)
Mahrem olmayan erkeklerle kadınların tokalaşmaları veya birbirlerinin ellerini öpmeleri ise câiz değildir. Nitekim Efendimiz (s.a.v) kadınlardan bey’at alırken hiçbir zaman onlarla musâfaha etmemiş, bundan özenle kaçınmış (Buhârî, Talâk, 20) ve “Ben kadınlarla musâfaha yapmam!” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, Cihâd, 43; Bkz. Buhari, Tefsir, 60/2; Ahkâm 49; Müslim, İmâret 88; Tirmizî, Tefsir, 60/3303)
İnsan kendisi için ayağa kalkılmasını, elinin öpülmesini tevâzu icabı istememeli ancak kendisi başkalarına karşı içten, samîmî ve aşırıya kaçmayan bir tâzimi hiçbir zaman elden bırakmamalıdır. Büyüklerimizin asırlık tecrübesinden süzülen bir söz vardır:
Kazananlar ancak saygı ve hürmet sâyesinde kazanmış; kaybedenler de yine tâzîmi terkettikleri için kaybetmiştir.
Âzâların Âdâbı:
YÜZÜN ÂDÂBI
Yüz kalbin aynasıdır, vitrinidir. Yüze hayâ yakışır. Yüzün en mühim edebi tebessümdür, güleryüzdür. Fahr-i Kâinât (s.a.v) Efendimiz: “Kardeşini güleryüzle karşılamak şeklinde bile olsa, hiçbir iyiliği küçük görme” buyurmuştur. (Müslim, Birr 144) Güleryüz, mütebessim bir çehre güzel ahlâkın en mühim şûbesidir. Peygamber Efendimiz’den daha çok tebessüm eden bir kimse yoktu. (Tirmizî, Menâkıb, 10) Meselâ Cerîr bin Abdullâh, Rasûlullâh (s.a.v)’in kendisini her gördüğünde tebessüm ettiğini haber vermektedir. (Buhârî, Cihâd, 162) Din kardeşlerimize karşı güler yüz göstermek ve tatlı söz söylemek fakirlere sadaka verme sevabı kazandırır, cehennem azâbından muhâfaza eder. (Buhârî, Edep, 34) Bu sebeple insanlara dâimâ İslâm’ın güler yüzünü göstermek gerekir.
Birisi ile konuşurken yüzü ondan ayırıp sağa sola çevirmemek yüzün edebidir. Yüz ekşitmemek, surat asmamak, kibir, gurur ve alay dolu tavır ve bakışlardan uzak durmak yüzün edebidir. Kaş-göz işâretleriyle ve dudak bükerek insanları hakir görmemek yüzün edebidir. Yüze gülmemek, samîmî olmak yüzün edebidir. İyiliklere yüz verip günahlara yüz vermemek yüzün edebidir.
Sakal ve bıyığı münâsip bir şekilde düzelterek temizlik ve düzene riâyet etmek de yüzün edebidir.