“Yaşayarak Tebliğ”
2004 – Agustos, Sayı: 222, Sayfa: 010
Üsve-i Hasene2’yi hazırlayan 3 ilim adamımız Rasulullah (s.a.)’ın teblig, terbiye ve hayat içindeki örnekliğini anlatıyor: Dr. Murat KAYA
Altınoluk: Murat Bey, Üseve-i Hasene-2’yi hazırladınız. Bu kitap, Rasulullah Efendimiz’in tebliğ, terbiye ve muamelâttaki güzel örnekliğini anlatıyor. Siz bize, Tebliğde Rasulullah’ın örnek çizgisinden tablolar sunar mısınız?
Dr. Murat KAYA: Tebliğ, İslâm dîninin esaslarını anlatarak onları yaymaya, insanlara benimsetip emirleri istikâmetinde yaşamalarını sağlamaya çalışmaktır.
Peygamberlerin gönderiliş maksatlarının ilki ve en önemlilerinden biri tebliğdir. “Tebliğ” peygamberlerin beş mühim vasfından biri olup esas gâyeyi teşkil etmektedir. Diğer dört vasıf ise “Tebliğ”in hakkıyla yapılabilmesine matuftur. Dolayısıyla sıdk, emânet, fetânet, ismet gibi güzel hasletler bir tebliğcinin taşıması gereken asgarî şartlardır.
Bütün güzel vasıfları üzerinde taşıyan Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-, her türlü zorluğa rağmen İslâm’ı tebliğe devam etmiş ve bu uğurda pek çok fedâkârlıkta bulunmuştur.
O, İslâm’ı yaymak için kapı kapı dolaşır, tekrar tekrar anlatır ve eline geçen her fırsatı değerlendirirdi. Bıkmak, usanmak nedir bilmezdi. Abdullah bin Cahş -radıyallâhu anh-, Nahle Seferi’nde bazı esirler almıştı. Bunların içinde Hakem bin Keysan da vardı. Fahr-i Âlem Efendimiz Hakem’i İslâm’a dâvet etti. İslâm’ı bütün yönleri ile uzun uzadıya anlattı. šüphelerini yok etmek için defâlarca tekrâr etti. Efendimiz’in bu kadar gayret sarfetmesi karşısında Hakem Müslüman olmuyordu. Buna öfkelenen Hz. Ömer:
– Yâ Resûlallâh! Bununla ne diye konuşup durursun. Vallâhi o hiç bir zaman Müslüman olmaz! Müsâade et, boynunu vurayım da cehenneme gitsin, dediyse de Peygamber Efendimiz Hakem’e İslâm’ı anlatmaya devâm etti. Hakem dikkatini toplayarak:
– İslâm nedir? diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz:
“– Allâh’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibâdet etmen ve Muhammed’in de O’nun kulu ve resûlü olduğuna şehâdet getirmendir!” buyurdu. Hakem:
– Müslüman oldum, dedi. Bunun üzerine Allâh Resûlü ashâbına dönerek:
“– Eğer ben, biraz önce size uysaydım, o şimdi cehenneme gitmişti!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, IV, 137-138; Vâkıdî, I, 15-16)
Demek ki İslâm’ı anlatan kimse dâimâ sabırlı ve ümidvâr olacak ve hiçbir zaman ye’se düşmeyecektir. Yumuşaklık, şefkât, merhamet, müsâmaha şiârı olacak ve azimle gayret edecek.
Tebliğ ve dâvet faaliyetinde başarıya ulaşabilmek için plânlı, programlı, ve metotlu bir şekilde hareket edilmesi gerekmektedir.
Altınoluk: Nasıl bir metod takip etti Allah Rasulü?
Dr. KAYA: Peygamber Efendimiz’in tebliğde tâkip ettiği usullerin birisi en yakınlarından başlamasıdır. Aslında iyiliği emredip kötülükten sakındırma vazîfesi ilk olarak insanın kendisinden başlamalıdır. Zîrâ kendisini ihmal eden tebliğcinin başarılı olması mümkün değildir. Daha sonra ise yakın akrabalar gelir.
“Sen, (önce) yakın akrabalarını inzâr et, (âhiret azabıyla uyar!)” (eş-šuarâ 26/214) âyeti nazil olunca Allah Resûlü, bir ziyafet tertip ederek Abdülmuttalip oğullarını çağırmış ve onlara İslâm’ı tebliğ etmiştir.
Tebliğde, İslâm’ın temel esaslarına ve ruhuna ters düşmemek kaydıyla şartların ve imkânların mutlaka göz önünde bulundurulması îcâb eder. Muhâtaba müsbet yönde tesir edebilmek için zaman ve zemînin oldukça mühim bir rolü vardır. İnsanların uygun vakitlerinin kollanması ve her yönüyle müsâit bir yerin tercih edilmesi, gâyeye ulaşmada şüphesiz hızlandırıcı bir vazîfe icrâ eder. Aksi durumda tebliğci bıkkınlığa, muhâlefete ve zıtlaşmaya kadar varan menfî tavırların uyanmasına yol açma ve netîcede de o kimse ile ilâhî hakîkatin arasında perde olma bahtsızlığına düşer.
İbn-i Abbas -radıyallahu anhüma- meşhur talebesi Hazret-i İkrime’ye şöyle demiştir:
“İnsanlara her Cuma bir kere konuşma yap! Buna uymazsan iki kere olsun. Daha çok yapmak istersen üç olsun. Sakın halkı Kur’an’dan usandırma! Halk kendi meselelerini konuşurken, senin onlara gelip sözlerini keserek bir şeyler anlatıp onları bıktırdığını görmeyeceğim. Onlar konuşurken sus ve dinle. Onlar sana gelip: “Konuş!” diye talepte bulununca, istiyorlar demektir, o zaman konuşursun.” (Buhârî, Deavât, 20)
Tebliğde muhatabın durumunu nazar-ı itibara almak pek önemli bir husustur. Allah Resûlü, mümkün olan her metodu tatbik ederek, insanları durumlarına göre İslâm’a dâvet etmiştir. Onların aklî sevîyelerini, toplumdaki konumlarını, içinden geldikleri hayat tarzını, temâyüllerini ve beklentilerini imkân nisbetinde dikkate almıştır.
Tebliğde takip edilen diğer bir metot tedriciliğe dikkattir. Dînî mükellefiyetlerin zaman içerisinde yavaş yavaş meşrû kılınması, Allâh’ın beşeriyete gösterdiği kolaylık yollarından biridir. Âişe vâlidemiz Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûlündeki tedrîcilikten bahsederek şöyle demektedir:
“İlk nâzil olan sûre mufassal sûrelerden biri idi. Bunda cennet ve cehennemden bahsediliyordu. Helâl ve harâma dâir hükümler ise ancak insanlar İslâm’a tam olarak ısındıktan sonra nâzil olmaya başladı. Eğer ilk defâ: «İçki içmeyin!» emri gelseydi insanlar: «Biz içkiyi kesinlikle bırakmayız!» derlerdi. Yine ilk olarak: «Zinâ etmeyin!» emri gelseydi insanlar aynı şekilde: «Zinâyı aslâ bırakmayız!» derlerdi. (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 6)
Fahr-i Kâinât Efendimiz, tebliğde her fırsatı değerlendirmiştir.
Ashaptan Sa’d ed-Delîl -radıyallâhu anh-’in oğlu babasından şöyle naklediyor: “Hicret yolculuğunda Allâh Resûlü, Ebû Bekir ile birlikte bize uğradı. O sırada Ebû Bekir’in bir kızı yanımızda süt annede idi. Resûlullâh kısa yoldan Medîne’ye varmak istiyordu.
– Burası Rekûbe geçidinin Gâir yoludur. Burada Eslem kabilesinden Mühânân denilen iki hırsız vardır. İstersen onların üzerine biz varalım, dedik. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Sen bizi onların yanına götür” buyurdu. Bunun üzerine yola koyulduk. Rekûbe’yi çıkıp yokuşun başına vardığımızda Peygamber Efendimiz onları gördü ve yanına çağırdı. Kendilerine İslâm’ı anlattı ve Müslüman olmalarını istedi. Onlar da Müslüman oldular. İsimlerini sordu:
– Biz Mühânân (iki hakîr görülen kişiyiz) dediler. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Bilakis siz Mükremân (iki şerefli kimsesiniz)” buyurdu ve müjdeci olarak önden Medîne’ye gitmelerini emretti. (İbn-i Hanbel, IV, 74)
Kıyamete kadar yegâne hak din olarak devam edecek İslâm’ı, bütün zaman ve mekânlarda insanlara ulaştıracak ve emirlerini onlara duyuracak tebliğcilerin, bilmesi ve uyması gereken esaslardan biri de kolaylaştırmaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de ve Peygamber Efendimiz’in hadislerinde, dinin kolaylık olduğu birçok defâ hatırlatılmaktadır.
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- insanları âhiret azâbı ile uyarır, ebedî hayata hazırlanmaları için gayret sarfederdi. Vefâtlarından önce mü’minlere son defâ hitâb ediyor ve onlara son hatırlatmalarda bulunuyordu. Bir ara sözü kul hakkına getirerek:
“– Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin, dünyada rezil rüsvâ olurum diye düşünmesin! İyi biliniz ki dünya rüsvâlığı âhirettekinin yanında pek hafiftir” buyurdu. (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)
Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bu sözü üzerine insanlardan bir kısmı önceden yapmış oldukları bazı haksızlık ve hatâları îtirâf ederek Allâh Resûlü’nden duâ ve istiğfâr talebinde bulunmaya başladılar. Bir müddet sonra bir kimse de ayağa kalkıp:
– Vallâhi yâ Rasûlallâh, ben de çok yalancıyım hem de münâfığım. Benim işlemediğim hiçbir kötülük yoktur, dedi. Hz. Ömer ona:
– Be adam, kendini rezil ve rüsvâ ettin, dedi. Sevgili Peygamberimiz:
“– Ey İbn-i Hattâb! Dünya rüsvâlığı ahiret rüsvâlığından çok hafiftir!” buyurdu, onun için hayır duâda bulundu. (Taberî, Târih, III, 190)
Peygamber Efendimiz tebliğ ettiği husûsları sâdece sözleriyle değil bizzat kendi hayatında tatbik etmek suretiyle hâliyle de insanlara arzediyordu. Zira İslâm’ın yaşanarak tebliğ edilmesi, irşâdın en güzel şeklidir. Nitekim ashâb-ı kirâm, dünyanın en ücrâ köşelerine kadar îmân sadâsını duyurmak ve insanları hidâyete kavuşturmak için kendilerini İslâm’a adamışlardır. Bugün de insanlar umumiyetle dini güzel yaşayan herhangi bir müslümandan etkilenerek ihtidâ etmektedirler. Dolayısıyla günümüzde ashâbın vecd ve heyecanıyla İslâm’ın güzelliklerini dünyaya sergilemek, en güzel bir cân infakıdır.
Netîce îtibariyle İslâm’ı tebliğ, imkân nispetinde her müminin üzerine ilâhî bir vazîfedir. Bu ise, günümüzde telkin vasıtalarının çoğalması sebebiyle, mesûliyeti ağırlaşmış olan bir keyfiyettir. Çevremizde bulunup da, îkaz ve irşâdında ihmalkâr davrandığımız pek çok kimse, âhirette yakamıza yapışacak ve İslâm’ı tebliğ ve telkindeki kifâyetsizliğimizin hesâbını soracaktır. Ebû Hureyre -radıyallâhu anh- diyor ki: šunu duyardık: Kıyâmet gününde bir adam, tanımadığı bir adamın yakasından yapışacak. Adam diyecek ki:
–Benden ne istiyorsun? Tanışıklığımız yok ki!
O da şu cevabı verecek:
–Dünyada beni hata ve kötü işler üzerinde görür de beni alıkoymaz, uyarmazdın. (Rudânî,Cem’u’l-fevâid, V, 384)