Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i Ziyâret

Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i ziyaret Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas ile meşrû ve teşvik edilen bir amel-i sâlihtir.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:

“Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- ’i defnettikten üç gün sonra bir bedevî geldi. Kendini Efendimiz’in kabri üzerine atarak başına toprak saçtı. Bir taraftan da şöyle diyordu:

«‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Senin sözlerini dinledik. Sen her şeyi Allâh’tan, bizde senden aldık. Allâh’ın sana indirdikleri arasında:

وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا لِيُطَاعَ بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَلَوْ اَنَّهُمْ اِذْ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ جَٓاؤُ۫كَ فَاسْتَغْفَرُوا اللّٰهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللّٰهَ تَوَّابًا رَح۪يمًا

«Biz her peygamberi -Allâh’ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer on­lar, ken­di­le­ri­ne zul­met­tik­le­ri za­man sa­na ge­lip de Al­lâh’tan mağ­fi­ret di­le­se­ler ve Ra­sûl de on­lar için mağ­fi­ret ta­le­bin­de bu­lun­say­dı, Al­lâh’ı çok af­fe­di­ci ve merhametli bu­lur­lar­dı.» (Ni­sâ, 64) âyet-i kerimesi de vardı. Ben de kendi nefsime yazık ettim ve benim için istiğfar etmen için sanan geldim.»

Bu esnâda Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ’in kabr-i şerîflerinden:

«‒Allâh seni mağfiret etti» diye bir nidâ geldi.” (Kurtubî, V, 265, [Ni­sâ, 64])

*

İmâm Şâfiî Hazretleri’nin hocası Muhammed Ut­bî -rahmetullâhi aleyh- an­la­tı­yor:

“Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ’in kabr-i şe­rîf­le­ri ya­nın­da otu­ru­yor­dum. Der­ken bir be­de­vî ge­le­rek:

“–Se­lâm sa­na ey Al­lâh’ın Ra­sû­lü! Ben Al­lâh Te­âlâ’nın;

«…Eğer on­lar, ken­di­le­ri­ne zul­met­tik­le­ri za­man sa­na ge­lip de Al­lâh’tan mağ­fi­ret di­le­se­ler ve Ra­sûl de on­lar için mağ­fi­ret ta­le­bin­de bu­lun­say­dı, Al­lâh’ı çok af­fe­di­ci ve merhametli bu­lur­lar­dı.» (Ni­sâ, 64) bu­yur­du­ğu­nu işit­tim. İş­te gü­nah­la­rım­dan tev­be edip mağ­fi­ret di­le­ye­rek ve be­nim için Rab­bi­me şe­fa­at­te bu­lun­ma­nı is­te­ye­rek sa­na gel­dim.” de­di.

Son­ra iç­li bir şi­ir oku­du:

يَا خَيْرَ مَنْ دُفِنَتْ بِالْقَاعِ أَعْظُمُهُ      فَطَابَ مِنْ طِيْبِهِنَّ الْقَاعُ وَالْأَكَمُ

نَفْسِيَ الْفِدَاءُ لِقَبْرٍ أَنْتَ سَاكِنُهُ       فِيهِ الْعَفَافُ وَفِيهِ الْجُودُ وَالْكَرَمُ

أَنْتَ الشَّفِيعُ الَّذِي تُرْجَى شَفَاعَتُهُ    عَلَى الصِّرَاطِ إِذَا مَا زَلَّتِ الْقَدَمُ

وَصَاحِبَاكَ فَلَا أَنْسَاهُمَا أَبَدًا              مِنِّي السَّلَامُ عَلَيْكُمْ مَا جَرَى الْقَلَمُ

“Ey toprakta yatanların en hayırlısı, Senin mübarek vücûdun ile tüm ovalar ve dağlar şeref kazandı.

Senin bulunduğun kabre benim canım feda olsun, Ki o kabirdedir iffet, cömertlik ve kerem.

Sen, Sırat üzerinde ayakların kaydığı zaman şefaati ümid edilen bir şefaatçisin.

Yanındaki iki arkadaşını da aslâ unutamam. Kalem yazdığı müddetçe hepinizin üzerine benden selâm olsun.”

Bu şiiri okuyan bedevî ora­dan ay­rıl­dı. O es­nâ­da ba­na bir uy­ku bas­tı. Rü­yam­da Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ’i gör­düm. Ba­na:

“–Ey Ut­bî! Be­de­vî­ye ye­tiş ve Al­lâh’ın onu ba­ğış­la­dı­ğı­nı ken­di­si­ne müj­de­le!” bu­yur­du. (İbn-i Ke­sîr, Tef­sîr, I, 532 [Ni­sâ, 64]; İmam Nevevî, Ezkâr, I, 448, Îzâh, s. 454)

Bu şiir, şu anda Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- ’in hücre-i saâdetlerinin karşısındaki iki sütunda yazılıdır.

Zikredilen âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, kullarının Peygamber Efendimiz’in yanına gelmesini, günahlarına tevbe ettiğini bildirerek Allâh Teâlâ’dan af taleb etmesini, Peygamber Efendimiz’in de şefaatini ve kendisi için istiğfar edivermesini istemesini arzu etmektedir. Âlimler bu durumun hem Efendimiz r hayattayken, hem de vefatından sonra geçerli olduğunu ifade ederler. Zira illet umûmî olduğu için âyet-i kerimenin mânâsı da umûmîdir.[1]

*

Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-  kendisi hayattayken Bakî Kabristanı’ndaki ashabını ve Uhud şehidlerini sık sık ziyaret ederdi. Hazret-i Âişe vâlidemiz’in anlattığına göre, Efendimiz onun her nöbetinde gecenin son kısmında Bakî kabristanına gider, oradakilere selam verip dua ederdi.[2]

Hatta bir gece Cebrâîl -aleyhi’s-selâm- Peygamber Efendimiz’e gelip:

“‒Rabbin Bakî ehline gidip onlar için istiğfar etmeni emrediyor!” buyurmuştur. Efendimiz r de hemen bu emre icâbet edip Cennetü’l-Bakî’yi ziyaret etmiştir. (Müslim, Cenâiz, 103)

*

Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-  birgün Uhud şehîdlerine uğradı ve:

“–Onların (îman ve sadâkatlerine) şehâdet ederim.” buyurdu.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, biz onların kardeşleri değil miyiz? Onlar nasıl müslüman oldularsa biz de öyle müslüman olduk, onların cihâd ettiği gibi biz de cihâd ettik!” dedi.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz şu cevâbı verdi:

“–Evet (söylediğiniz husûslar doğru), ancak benden sonra ne gibi bid’atler çıkaracağınızı bilemiyorum.”

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ağladı, ağladı ve:

“–Yani biz Siz’den sonraya mı kalacağız yâ Rasûlallah?” (diye kederlendi). (Muvatta’, Cihâd, 32)

*

Abdullâh bin Ebî Ferve şöyle anlatır:

“Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem-  Uhud’daki şehidlerin kabirlerini ziyaret etti ve şöyle buyurdu:

«Allâh’ım! Kulun ve Peygamberin bunların hakîkî şehîd olduğuna şâhitlik eder. Ve kıyamete kadar kim bu şehitleri ziyaret eder de selâm verirse onlar da o ziyaretçinin selâmına karşılık verirler».”

Bu hadîsin râvîlerinden Attâf şöyle anlatır:

Teyzem şehidlerin kabirlerini ziyaret etmiş. Bu esnâda başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlattı:

“‒Yanımda bineğimi muhafaza eden iki hizmetçiden başka kimse yoktu. Şehidlere selâm verdim, o an selâmıma karşılık verdiklerini işittim. «Vallâhi bir birbirimizi tanıdığımız gibi sizi de tanıyoruz!» dediler. Birden tüylerim diken diken oldu ve hemen:

«‒Oğlum, katırımı getir!» deyip hayvanıma bindim.” (Hâkim, III, 31/4320)

*

Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-  ashâbının kabrini ziyaret ettiyse, ümmetinin O’nun kabrini ziyaret etmesi daha evlâ, daha elzem ve zarûrîdir.

Rasûlullâh r ayrıca ashâbına, kabir ziyaretinde nasıl selam verip dua edeceklerini de öğretmiştir. (Müslim, Cenâiz, 104)

Bazı Mâlikî ulemâsı şöyle demiştir:

“Kişinin tanıdığı birinin kabrini ziyaret etmesi, sıla-i rahim cümlesindendir.”[3]

*

Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

 “Kim kabrimi ziyaret ederse, ona şefaatim vâcip olur.” (Dârakutnî, Sünen, II, 278/194; Beyhakî, Şuab, III, 490/4159; Heysemî, IV, 2)

İbn-i Allân şöyle der:

“Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- kendisini ziyaret edene şefaatinin vacip olduğunu bildirmektedir. Şefaat ancak iman ehline nasip olur. Öyleyse bu hadis, Efendimiz r’i ziyaret eden kişinin iman üzere öleceğini müjdelemektedir.” (İbn-i Allân, el-Fütühâtü’r-Rabbâniye ale’l-Ezkâri’n-Neveviyye, V, 31)

Diğer hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulur:

 “Kim vefâtımdan sonra beni ziyaret ederse sanki hayatımda ziyaret etmiş gibi olur. Kim de Haremeyn’den birinde vefât ederse kıyamet günü (o günün sıkıntılarından) emîn olan insanlar arasında diriltilir.” (Dârakutnî, Sünen, II, 278/193; Heysemî, IV, 2)

“Kim kabrimi ziyaret ederse ona şefaatçi ve şâhit olurum. Kim Haremeyn’in birinde vefat ederse, Allah Teâlâ onu kıyamet günü emniyet içinde bulunan kullarıyla haşreder.” (Beyhakî, Şuab, III, 488)

“Kim, başka bir işi olmadığı hâlde sırf beni ziyarete gelirse, kıyamet günü ona şefaatçi olmam benim üzerime bir hak olur.” (Heysemî, IV, 2)

“Kim Beyt’i hacceder de beni ziyaret etmezse bana cefâ etmiş olur.” (Suyûtî, Camiu’l-ehâdîs, no: 21997)

*

Mescid-i Nebevî’de yapılacak ibadetler ve îtikaflar düşünülmeden, sadece Efendimiz’i ziyaret maksadıyla yola çıkılacak olsa bile, bu uğurda yapılacak bütün hazırlıklar ve yolculuklar, Allâh’a yaklaştıran en mühim sâlih amellerden, en kazançlı gayretlerden ve en güzel ibadetlerdendir. Bu sebeple Hanefî ve Mâlikî mezhebi imamları:

“Allâh Rasûlü r’i ziyaret, vâcipler derecesinde bir takarrub yani Allâh’a yaklaştıran sâlih bir ameldir.” demişlerdir.[4]

Bir defasında Hazret-i Âişe c:

“–Yâ Rasûlallâh! İnsanlar hac ve umre ibadetlerinin ikisini de yapmış olarak dönüyorlar; ben ise sadece hac ibadetiyle dönüyorum!” dedi.

Rasûlullâh r ona:

“–Bekle, temizlendiğin zaman (kardeşin Abdurrahman ile birlikte) Tenʻim’e kadar çıkın, oradan umre niyetiyle ihrama girip telbiye getirin! (Umrenizi tamamladıktan sonra) filan yere bizim yanımıza gelin! Lâkin şunu bil ki, yapacağın umrenin sevâbı, senin bu uğurda yapacağın harcamalar veya katlanacağın zorluk ve meşakkatler nisbetindedir.buyurdu. (Buhârî, Umre, 8)

*

Yukarıdaki hadîs-i şeriflerden anlaşıldığına göre erkek veya kadın herkes Peygamber Efendimiz’i hayattayken ziyaret edebildiği gibi vefatından sonra da ziyaret edip ondan şefaat isteyebilir. Sâlihlerin ve şehidlerin kabirleri için de aynı şey geçerlidir.

Kim Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-  Efendimiz’e hak ettiği değeri vermez, onu bulunduğu mertebeden aşağı görür ve bu sebeple de gereken ihtiramı göstermezse, âsî ve hatta kâfir olur. Kim de O’nu Cenâb-ı Hakk’ın seviyesine çıkarmadan, gösterilebilecek tâzimlerin en üstün ve en güzelini Efendimiz’e gösterirse hakîkate isabet etmiş, rubûbiyetin ve risâletin hakkını muhâfaza etmiş olur.

 

ALLÂH RASÛLÜ -sallallâhu aleyhi ve sellem- ’İ ZİYARET ETMENİN FAYDALARI

Efendimiz’i ziyaretin en büyük faydası şudur:

ü Bir mü’min Efendimiz’i ziyaret eder de kabrinin yanında O’na salât ve selâm ederse Rasûlullâh r onu hakîkî bir işitmeyle işitir ve ona vâsıtasız olarak cevap verir. Zira O r bizim bilemediğimiz bir şekilde hayattadır. Bu da bir mü’mine mükâfât olarak yeter.

Rasûlullâh r şöyle buyurmuştur:

“Kim kabrimin yanında bana salât ederse ben onu işitirim, kim de uzaktan salât ederse o bana ulaştırılır.” (Beyhakî, Şuab, II, 215)

*

Ebu’d-Derdâ t anlatıyor: Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“‒Cuma günü bana çok salevât getirin! Zira o gün, meleklerin hazır ve şâhid olduğu bir gündür.[5] O gün bir kişi bana salât ettiğinde onun salâtı mutlaka bana arzedilir. Salevât getirmeyi bırakıncaya kadar bu durum böyle devam eder.” buyurdu. Ben:

“‒Vefatınızdan sonra da mı?” diye sordum. Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“‒Evet, vefâtımdan sonra da! Allâh Teâlâ peygamberlerin vücutlarını yemeyi yeryüzüne haram kılmıştır. Allâh’ın Nebîsi hayattadır ve dâimâ rızıklandırılır.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Cenâiz, 65)

Bu sebeple Efendimiz r’i ziyaret eden kişi, orada dua eder, Efendimiz’i vesile edinerek Rabbine yalvarır ve şefaat isterse, bütün bunları Rasûlullâh r bizzat işitir. Bundan daha büyük bir fayda ve müjde olabilir mi?

ü Rasûlullâh r Efendimiz’i ziyaret eden kişi, O’nun husûsî şefaatine nâil olur.

ü Bir mü’min, Efendimiz’i ziyaret için yola çıktığında, melekler onu karşılar ve kendisiyle musâfaha ederler.

ü Medîne’ye ziyâret için gidenleri oraya, öncekilerin ve sonrakilerin Efendisi r davet etmiştir. Orada öyle bir ziyafet vardır ki dâvet edilmeyen kişi oraya gidemez. O hâlde Cenâb-ı Hak o mübârek beldelere gitmeyi nasîb ettiyse, bunun kıymetini iyi bilmek ve şükrünü edâya gayret etmek îcâb eder.

ü Medîne-i Münevvere’de yürüyen bir kişi, belki de Rasûlullâh r Efendimiz’in ayak bastığı, Cebrâil u’ın indiği yerlere dokunacak, bu vesîleyle de nihayetsiz bir ecre, rahmete ve berekete nâil olacaktır. Bu sebeple o mübarek beldelerde atılacak her adımı büyük bir huşû, huzur ve tefekkürle atmalıdır.

 

EFENDİMİZ -sallallâhu aleyhi ve sellem- ’İ ZİYÂRETİ TERKETMENİN TEHLİKESİ

Rasûlullâh r:

“Kim bana salât u selâm getirmeyi unutup ihmal ederse, cennetin yolunu şaşırır” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, İkâmet, 25)

Yine, Cebrâîl r, Peygamber Efendimiz’e gelip:

“–Senin ismin yanında zikredilip de salevât getirmeyen kimse rahmetten uzak olsun!” diye dua etmiş, Rasûlullâh (s.a.v) de bu duaya “Âmîn!” demiştir. (Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)

Bu ve benzeri hadîs-i şeriflerden anlaşıldığına göre, yanında Rasûlullâh r zikredilip de salevât getirmeyen kişi, çok kötü durumlara düşmektedir. Bunlardan bir kısmı şöyledir:

Şakî olur, burnu yere sürtülür, cehenneme girmeye müstahak olur, Allâh’tan ve Rasûlü’nden uzak olur, Cebrail u ve Rasûlullâh r bu hallere düşmesi için ona beddua ederler, cennetin yolunu şaşırır, cimrilerin en cimrisi olur, melʻûn olur, böyle bir kimsenin dini olmaz, Rasûlullâh r’in mubarek yüzünü göremez.

Salevâtı terk eden kişi ile, imkânı olduğu halde Efendimiz r’i ziyaret etmeyen kişi aynı seviyededir. İkisi de Rasûlullâh r’e cefâ etmiştir. Bu sebeple, ziyâreti terk eden kişinin de salevât-ı şerîfeyi terk eden kişi gibi kötü durumlara düşmesinden korkulur.

Gücü yettiği hâlde Efendimiz r’i ziyareti terk eden pek çok kişinin, bu hâlleri sebebiyle yüzlerinde gözle görülür derecede bir nûrsuzluk zuhûr etmiştir. Hayır işlerinden ve hatta Allâh’a ibadetten uzaklaşmışlardır. Yaptıkları bu edepsizlik, onları ölünceye kadar dünya ile meşgul etmiştir. Pek çoğu da insanların zulmüne mâruz kalarak bir daha Efendimiz’i ziyaret etmeye fırsat bulamamıştır. Cenâb-ı Hak karşılarına hep mânîler çıkarmıştır.

*

Şöyle bir hâdise anlatılır:

Zâlimlerden biri bütün hazırlıkları yaparak yola çıkmıştı. Medîne-i Münevvere’ye yaklaşıp, şehrin evlerini görmeye başladı. O esnâda Hücre-i Şerîfe’nin hizmetçilerinden biri kervanın yanına gelerek “Falan oğlu falan nerede?” diye sordu. Kendisine gösterilince ona:

“‒Rasûlullâh r senin için «Yanıma gelmesin!» buyuruyor!” dedi.

Adam oturup ağlamaya başladı. İnsanlar Efendimiz r’i ziyaret edip çıktılar. O da büyük bir üzüntü, pişmanlık, utanç ve perişanlık içinde onlarla birlikte geri döndü.[6]

*

 

Şâfiî ulemâsından İbn-i Hacer el-Heytemî şöyle anlatır:

Avâmdan olan insanların ekserîsini gördüm, haccedip de Efendimiz r’i ziyaret etmeden dönen insanların büyük bir noksanlık yaptığını ve ayıp işlediğini düşünürlerdi. Onu “Tembel” diye tahkir eder ve “Hacı” sıfatı onlara göre en şerefli bir vasıf olmasına rağmen bu tür insanlara hacı vasfını vermezlerdi. Bu eksiklik ölünceye kadar o kişinin alnında kara bir leke olarak kalır, hatta bazen vefatından sonra çocuklarında bile devam ederdi.

İnsanlar, Efendimiz r’i ziyaret etmeden dönen insanları öyle ayıplarlardı ki o kişi evine kapanır, dışarı çıkamaz ve kimseyle görüşemez hâle gelirdi. Eğer bir sonraki sene hacılarla birlikte gidip tekrar hacceder, Efendimiz’i ziyaret eder ve mesrûr bir şekilde beldesine dönerse o zaman bu kötü damgadan kurtulurdu.

Avâmın şu durumunu düşündüğünde, Efendimiz r’in ve O’nu ziyaret etmenin azamet ve büyüklüğünün kalplerine iyice yerleştiğini ve tabiat-ı asliyeleri hâline geldiğini görürsün![7]

 

RASÛLULLÂH -sallallâhu aleyhi ve sellem- ’İ ZİYÂRET ETMENİN ÂDÂBI

– Efendimiz’i ziyaret etmek için yola çıkacak kişi, evvelâ civarında bulunan sâlih bir zâtla istişare etmelidir.

– Sonra iki rekât namaz kılıp ziyaretin vakti husûsunda istihâre yapmalıdır.

– Samîmî bir tevbe etmeli, üzerindeki hakları ve borçları ödemeli, emânetleri yerine iâde edip çevresindeki insanlarla helalleşmelidir.

– Niyetini kontrol ederek ziyaret husûsunda ihlâslı olmalı, Allâh Teâlâ’ya yaklaşmak maksadıyla yola çıkmalıdır. İnsanlara gösteriş yapmak, başkaları tarafından övülmek ve farklı yerler görüp kültürünü artırmak gibi niyetlerle kesinlikle yola çıkmamalıdır.

– Geride bıraktıkları ve kendisi için helâl nafaka tedârik etmelidir.

– Bulabilirse ilmi, dini ve ahlâkı kâmil bir arkadaş edinmelidir.

– Yolculuğa Perşembe veya Pazartesi günü erkenden çıkmalı, bu günleri kaçırırsa Cumartesi çıkmalıdır.

– Yolculuğa çıkarken iki rekât namaz kılmalıdır.

– Yola çıkarken gücü nisbetinde sadaka vermek sûretiyle kendisini belâ ve sıkıntılardan kurtarmalıdır.

– Yolculuk esnâsında herkese karşı güzel ahlâk ile muâmele etmelidir. Hatta kendisine karşı kusur işleyenlere bile…

– Kendisini yol arkadaşlarından üstün görmemeli, yapılması gereken ortak işlere katılmalıdır.

Enes bin Mâlik t şöyle anlatır:

“Rasûlullâh r Efendimiz’e yaklaşık on sene hizmet ettim. Vallâhi seferde ve hazarda hizmet etmek için yanında bulunurdum da O’nun bana olan hizmeti benim O’na yaptığım hizmetten daha fazla olurdu. Bu zaman zarfında bana bir defâ olsun «Öf!» demedi. Yaptığım bir şey için «Niçin bunu böyle yaptın?», yapmadığım bir şey için de «Niçin böyle yapmadın?» demedi.

Rasûlullâh r bir sefer esnâsında, ashâbından koyun kesip pişirmelerini istemişti. Sahâbeden biri:

«–Yâ Rasûlallâh, onu ben keseyim.» dedi.

Başka biri:

«–Yâ Rasûlallâh, yüzmesi de benim vazîfem olsun.» dedi.

Bir başkası da:

«–Yâ Rasûlallâh, pişirmesi de bana âit olsun.» dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz de:

«–O hâlde odun toplamak da bana âit olsun.» buyurdu.

Sahâbîler:

«–Yâ Rasûlallâh! Biz onu da yaparız, Siz’in yorulmanıza gerek yok.» dedilerse de Peygamber Efendimiz:

«–Sizin, benim işimi de yapabileceğinizi biliyorum. Fakat ben, size göre imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allâh Teâlâ, kulunun, arkadaşları arasında imtiyazlı durumda olmasını sevmez.» buyurdu. Kalktı ve odun topladı.

Yine bir sefer esnâsında Rasûlullâh r namaz kılmak için konaklamıştı. Namaz kılacağı yere doğru gitti. Sonra geri döndü. Ashâb-ı kirâm:

«‒Yâ Rasûlallâh, nereye gidiyorsunuz?» diye sordular.

«‒Devemi bağlayacağım.» buyurdu. Ashâb-ı kirâm:

«‒Biz yaparız, biz sizin devenizi bağlarız!» dediler. Rasûlullâh r:

«‒Sizden biri, misvak’ın ucunu çiğneyivermek gibi küçük bir iş için bile olsa insanlardan yardım istemesin!» buyurdu.”[8]

*

Hazret-i Ömer t, hac yolculuğunda yanındakilere hizmet eder, onlar uyurken develerini otlatırdı. Bu onun kemâlinden ve ahlâkının güzelliğinden kaynaklanıyordu.

*

Tâbiîn âlimlerinden Mücâhid bin Cebr şöyle der:

İbn-i Ömer’in yanında bulundum, kendisine hizmet etmek isterdim ancak o bana hizmet ederdi.” (Ebû Nuaym, Hilye, III, 285-286)

– Yolculuk esnâsında yokuş çıkarken tekbir getirmeli, aşağı inerken tesbih etmelidir. Devamlı zikir hâlinde olmalıdır, zirâ her türlü maksada ulaşmada zikir en büyük yardımcıdır.

– Devamlı abdestli bulunmaya gayret etmeli, abdest almanın zor olduğu yerlerde teyemmüm etmelidir.

– Yolculuk esnâsında kendisine ve sevdiklerine bol bol dua etmelidir.

– Yolculukta kendisine lâzım olacak İslâmî hükümleri öğrenmelidir. Kıble bulma teknikleri ve cenâze techizi ile alâkalı mâlûmât edinmelidir.

– Yola çıktığında bol bol salât u selâm getirmeli, Medîne-i Münevvere’nin ağaçlarını ve haremini görünce salât u selâmı daha da artırmalı, bu ziyareti faydalı kılması ve kabul etmesi için Allâh’a dua etmelidir.

– Yolda giderken Efendimiz’in konakladığı, namaz kıldığı yerleri ve buna benzer Efendimiz’i hatırlatan diğer eserleri gördükçe salât u selâmı artırmalıdır. İmkân varsa teberrüken oralarda namaz kılıp dua etmelidir.

Nitekim Esmâ bint-i Ebî Bekir v Mekke’nin üst tarafındaki Hacûn mevkiine her uğradığında:

“‒Allâh Teâlâ, Rasûlü’ne salât ve selâm eylesin! Biz O’nunla birlikte burada konaklamıştık…” derdi. (Müslim, Hac, 193; Buhârî, Umre, 11)

*

Haccâc bin Hassân anlatıyor:

Enes bin Mâlik t’in yanındaydık. Hizmetçisinden Efendimiz’in su kabını getirmesini istedi… Sonra ona su koydurup getirtti. O sudan içtik, başımıza ve yüzümüze döktük ve Rasûlullâh r Efendimiz’e salevât getirdik.” (Ahmed, III, 187)

ü     Medîne-i Münevvere’ye büyük bir aşk, şevk ve muhabbetle girmelidir. Hazret-i Enes t anlatıyor:

“Rasûlullâh r bir seferden dönüp de Medine’nin duvarlarını gördüğünde devesini hızlandırırdı. Eğer (at ve katır gibi) bir bineğin üzerinde ise, onu da hemen harekete geçirirdi. Bu davranışı Medine’ye muhabbetinden kaynaklanırdı.” (Buhârî, Fedailu’l-Medine 10, Umre 17; Tirmizi, Deavat 42/3441)

*

Rasûlullâh r Tebük’ten dönerken, geride kalan mü’minlerden bazıları onu karşılamaya çıkmıştı. O heyecanla yerden toz kaldırdılar. Efendimiz r’in yanında bulunan bazı mü’minler burunlarını kapattılar. Rasûlullâh r ise yüzündeki örtüyü açarak şöyle buyurdu:

“‒Nefsimi kudret elinde bulunduran Allâh’a yemin ederim ki Medîne’nin tozunda her türlü derde şifâ vardır.” (Cezerî, Câmiu’l-usûl, IX, 334/6962)

ü Ziyarete gidenler, Medîne’ye hazırlıksız bir şekilde alelacele girmemelidir. Zü’l-Huleyfe’de (Muarres’te) durup orada namaz kılmalı, mümkünse gusledip vücut temizliğini yapmalı, temiz elbiselerini giyip güzel kokular süründükten sonra Medîne-i Münevvere’ye girmelidir.

ü Hattâ gücü yeten kişi Medîne’yi veya haremini gördüğünde bineğinden inip yürüyerek Efendimiz’e gitmelidir. Nitekim Abdülkays heyeti Peygamber Efendimiz’i görünce hemen bineklerinden yere atlamışlardır. Rasûlullâh r onların bu davranışını yadırgamamıştır.[9]

Bu heyette bulunan Zâriʻ t şöyle der:

“Medîne’ye geldiğimizde hemen bineklerimizden atlayıp Efendimiz’in elini ve ayağını öpmeye koştuk…” (Ebû Dâvûd, Edeb, 148-149/5225)

İmâm Mâlik Hazretleri şöyle demiştir:

“Rasûlullâh r’in medfûn olduğu toprağa hayvanımın ayaklarıyla basarsam Allâh U Hazretleri’nden hayâ ederim.” (Semhûdî, Vefâü’l-vefâ, IV, 1414)

ü Medîne’ye girerken ve orada kaldığı müddetçe Peygamber Efendimiz’in azametini ve fazîletini şuurunda dâimâ canlı tutmalı, sanki O’nu karşısında görüyormuş gibi kalbi Efendimiz’in heybeti ile dolu olmalıdır. Zira nacak bu sâyede ihlâs ve huşûu dâimî olur, ibadet ve tâati artar, nefsânî arzuları azalır.

Medîne-i Münevvere’de insanın kalbinde zerre kadar kibir, gurur, ucub, gösteriş gibi kötü duygular olmamalıdır. Bu tür düşünce ve tavırlar, kişinin ilâhî rahmet ve vuslattan mahrûm kalmasına sebep olabilir. Böylesine dehşetli bir helâke sürüklenmemek için kalbimize ve dilimize hâkim olmalı, son derece dikkatli davranmalıyız.

Rasûlullâh r Allâh Teâlâ’nın en büyük halîfesidir. Cenâb-ı Hak, kerem ve cömertlik hazinelerinin anahtarlarını O’nun eline vermiştir. Efendimiz r de bu hazinelerden dilediğine verir, dilediğine vermez. Bu sebeple, Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olmak ancak Efendimiz’in kapısından geçip O’nun yolundan giderek mümkündür.[10]

Sâlihlerden biri rüyâsında Peygamber Efendimiz’i görmüş.

“‒Yâ Rasûlallâh! İbn-i Sînâ hakkında ne buyurursunuz?” diye sormuş. Allâh Rasûlü r şöyle buyurmuş:

“‒O kimse benim şu yolumun hâricinde bir yol tâkip ederek Allâh’a ulaşmaya çalıştı, ben de yolunu kestim.”[11]

Sunʻullâh Gaybî bu hakîkati ne güzel terennüm eder:

Hakk’ın habîbi Mustafâ,

Oldur bu yolda reh-nümâ,

Andan cüdâ Hak’tan cüdâ,

Estağfirullâhe’l-azîm.

“Muhammed Mustafâ r, Allâh’ın en sevgili kuludur. İslâm yolunda yol gösterici kılavuz ve rehber odur. Ondan uzak kalan Allâh’tan da uzaklaşmış olur. Bu duruma düşmekten Allâh’a sığınırız ve ona itaat hususunda gösterdiğimiz kusurlar sebebiyle de Allâh’tan af ve mağfiret dileriz.”

ü Allâh Rasûlü r’in muhabbeti kalbimizden bütün muhabbetlerden daha fazla ve daha kuvvetli olmalıdır.

Şâfiî mezhebinin büyük imamlarından Kadı Hüseyin der ki:

“Her bir insanın, Peygamber Efendimiz’in ayrılığı ve dünyaya vedâ etmesi sebebiyle duyduğu hüznün, anne babasının ve evlâdının ayrılığına duyduğu hüzünden daha büyük olması îcâb eder.”[12]

ü Efendimiz r’i ziyaret etmeden evvel Medîne ehlinden muhtaç olanlara az da olsa bir miktar sadaka vermelidir. Böylece Medîne ehlinin şefaatiyle Efendimiz’e yaklaşmalı, Efendimiz’in şefaatiyle de Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmalıdır.

ü Rasûlullâh r’in huzûr-i âlîlerine varmadan evvel bütün günahlarımızdan tevbe etmek ve kalbimizi dünyevî işlerden, yanlış düşüncelerden boşaltmak gerekir.

ü Medîne-i Münevvere’ye vâsıl olunca, evvelâ Mescid-i Nebevî’ye girip iki rekât tahiyyetü’l-mescid namazı kılmalıdır. Kâfirûn ve İhlâs sûrelerini okumak tavsiye edilmiştir.

ü Sonra, elleri namazda durur gibi bağlayıp büyük bir edeple Efendimiz r’in huzûr-i âlîlerine varmalı, salât ü selâm getirmelidir.

Bu esnâda şefaat talep edip istiğfarda bulunmalı ve dua etmelidir. Kabr-i Şerîf’in yanı kalabalık değilse ve şartlar müsaitse orada bir müddet tazarrû hâlinde beklemelidir. Tanıdıklar tarafından Efendimiz’e gönderilen selamlar da burada zikredilebilir.

Hanbelî âlimlerinden Şeyh Ebû’l-Ferec İbn-i Kudâme şöyle der:

“Hac vazifesi bitince Allah Rasûlü r’in ve iki arkadaşının kabrini ziyaret etmek müstehaptır. Rasûlullah r’e selam verirken şöyle denir:

اَللّٰهُمَّ إِنَّكَ قُلْتَ وَقَوْلُكَ الْحَقُّ

«Allah’ım sen şöyle buyurdun, senin sözün haktır:

وَلَوْ اَنَّهُمْ اِذْ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ جَٓاؤُ۫كَ فَاسْتَغْفَرُوا اللّٰهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللّٰهَ تَوَّابًا رَح۪يمًا

“…Eğer on­lar, ken­di­le­ri­ne zul­met­tik­le­ri za­man sa­na ge­lip de Al­lâh’tan mağ­fi­ret di­le­se­ler ve Ra­sûl de on­lar için mağ­fi­ret ta­le­bin­de bu­lun­say­dı, Al­lâh’ı çok af­fe­di­ci ve merhametli bu­lur­lar­dı.” (Ni­sâ, 64)

وَقَدْ أتَيْتُكَ مُسْتَغْفِراً مِنْ ذُنُوبِي مُسْتَشْفِعاً بِكَ إلَى رَبِّي فَأَسْأَلُكَ يَا رَبِّ أَنْ تُوجِبَ لِيَ الْمَغْفِرَةَ كَمَا أَوْجَبْتَهَا لِمَنْ أتَاهُ فِي حَيَاتِهِ، اَللّٰهُمَّ اجْعَلْهُ أَوَّلَ الشَّافِعِينَ وَأَنْجَحَ السَّائِلِينَ وَأَكْرَمَ الْأَوَّلِينَ وَالْآخِرِينَ بِرَحْمَتِكَ يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ

Yâ Rasûlallah! Ben de günahlarıma istiğfar ederek ve benim için Rabbime şefaat edivermeni isteyerek sana geldim. Yâ Rabbî! Senden, Efendimiz’in hayatında ona gelenleri affettiğin gibi beni de affetmeni istiyorum. Allah’ım! Efendimiz’i şefaat edenlerin ilki, isteğine en çok kavuşan, öncekilerin ve sonrakilerin en keremlisi kıl! Rahmetinle lûtfeyle ey merhametlilerin en merhametlisi!»

Peygamber Efendimiz’in kabrinin duvarlarına el sürmek ve onu öpmek müstahap değildir. İmam Ahmed, bu hususta: «Biz böyle bir uygulama bilmiyoruz» demektedir. Esrem der ki:

«Biz Medine’de ilim ehli insanlar gördük ki onlar Rasûlullah r’in kabrine el sürmezler, bir tarafta durur ve ona selam verirlerdi.» Ebû Abdullah der ki: İbn-i Ömer v da böyle yapardı. Ancak Rasûlullah r’in minberi, kabri gibi değildir. İbn-i Ömer v, elini Allah Rasûlü r’in minberde oturduğu yere koyar, sonra yüzüne sürerdi.” (İbn-i Kudâme, eş-Şerhü’l-kebîr, III, 495)

Daha sonra ziyaretçi Hazret-i Ebû Bekir t ve Hazret-i Ömer t efendilerimize selâm verip, onlardan kendisi için Efendimiz r’e şefaatçi olmalarını taleb etmelidir.

Rasûlullâh r yüksek tevâzuu sebebiyle ashâbının kendisi için ayağa kalkmasını yasaklardı. Bir gün Hassân bin Sâbit’in yanına uğramıştı. Hassân t hemen ayağa kalktı ve şu şiiri okudu:

قِيَامِي لِلْعَزِيزِ عَلَيَّ فَرْضٌ       وَتَرْكُ الْفَرْضِ مَا هُوَ مُسْتَقِيمُ

عَجِبْتُ لِمَنْ لَهُ عَقْلٌ وَفَهْمٌ       يَرَى هٰذَا الْجَمَالَ وَلَا يَقُومُ

“Azîz, yani izzet sâhibi ve son derece yüce zât için ayağa kalkmak benim üzerime farzdır.

Farzı terk etmek ise doğru bir davranış değildir.

Azıcık aklı ve anlayışı olan kişiye şaşarım,

Eğer şu nûr cemâli görüp de ayağa kalkmaz ise.”[13]

*

Ebû Ubeyde t Hazret-i Ömer’e bir mektup göndermişti. Beytü’l-Makdis’e gelip orayı teslim almasını taleb ediyordu.

Mektubu getiren Meysere t Medine-i Münevvere’ye gece vakti girdi. Hiç kimsenin yanına varmadan doğrudan Mescid-i Nebevî’ye geldi. Rasûlullâh r’e ve Hazret-i Ebû Bekir t’e selam verdi. Sonra Mescid’de uyudu.

Sabah olunca mektubu Hazret-i Ömer’e ulaştırdı. Ömer t ashâb-ı kirâm ile istişare etti. Beytü’l-Makdis’e gitmeye karar verince vedâ için Mescid’e geldi. Rasûlullâh r’e ve Hazret-i Ebû Bekir t’e selam verdi ve yola çıktı.

Kudüs’ün fethinden sonra, yahûdi âlimlerinden Ka’b el-Ahbâr Hazret-i Ömer’in yanına gelip müslüman oldu. Hazret-i Ömer t ona:

“–Benimle birlikte Medîne’ye gelip Rasûlullâh r’i ziyaret etsen ve Efendimiz’i ziyaret ederek (maddî-mânevî) pek çok istifadelere nâil olsan olmaz mı?” dedi.

O da derhal kabul etti. Ömer t Ka’b t ile birlikte Medîne’ye geldi. Evvelâ Mescid’e girip Rasûlullâh r’e ve Hazret-i Ebû Bekir t’e selam verdi. Sonra iki rekât namaz kıldı. Daha sonra Ka’b el-Ahbâr’ı çağırıp:

“–Müslümanlara İslâm’a giriş kıssanı anlat ki îmanları artsın!” buyurdu. (Vâkıdî, Fütûhu’ş-Şâm, I, 226)

*

Abdullâh bin Ömer v bir sefere çıkacağında Mescid’e gelip namaz kılardı. Sonra Rasûlullâh r’in kabrine gelir:

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ يَا رَسُولَ اللّهِ! اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ يَا أَبَا بَكْرٍ! اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ يَا أَبَتَاه!

“Allâh’ın selâmı üzerinize olsun ey Allâh’ın Rasûlü!

Allâh’ın selâmı üzerine olsun ey Ebû Bekir!

Allâh’ın selâmı üzerine olsun ey babacığım!” deyip giderdi.

Seferden dönünce de evine gitmeden evvel aynı şeyleri yapardı.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, III, 222)

*

Arap edebiyatının zirvelerinden Asmaî, Efendimiz’in kabr-i şerîfinin başında durmuş dua eden bir bedevî gördü. Bedevî şöyle niyâz ediyordu:

“Allâh’ım, şüphesiz ki bu mubârek zât senin habîbin, ben kulun, şeytan da düşmanındır. Eğer beni affedersen habîbin sevinir, kulun kazanır ve düşmanın öfkelenir. Eğer beni affetmezsen habîbin üzülür, düşmanın sevinir, kulun da helâk olur.  Sen Kerîm’sin, habîbini üzmez, düşmanını sevindirmez ve kulunu helâk etmezsin.

Allâh’ım! Kerem sahibi Araplar, içlerinden bir efendi vefat ettiğinde, kabri başında köle âzâd ederler. Burada bulunan zât ise Âlemlerin Efendisi’dir. Sen de O’nun kabri başında beni âzâd eyle!”

Bu sözler karşısında hayrân kalan Asmaî şöyle demekten kendini alamamıştır:

“‒Ey Arap kardeş! Bu güzel dua sebebiyle Allâh Teâlâ seni mutlaka affetmiştir.”[14]

 

ü Ziyaretten sonra Efendimiz’in Minber’inin yanında durup dua edilebilirse iyi olur.

Zira Rasûlullâh r defalarca orada durup dua etmiştir. Bu sebeple orada yapılan duanın daha çabuk kabul edilmesi umulur.

Yezîd bin Abdullâh bin Kusayt şöyle der:

“Allâh Rasûlü r’in ashabından bazılarının, Mescid boşaldığı zaman kabrin sağındaki minberin topuzuna ellerini sürdüğünü, sonra kıbleye dönüp dua ettiğini gördüm.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, III, 450/15881; İbn-i Saʻd, I, 254; Kâdı Iyâz, eş-Şifâ, II, 83 [Hukmu ziyâreti kabrihî r])

*

Gerçi Efendimiz r’in dua ettiği bütün mekânlar icâbet mahallidir. Oralarda yapılan dualar daha çok ve daha çabuk kabul edilir. Bu sebeple Allâh Rasûlü’nün dua ve ibadet ettiği yerleri arayıp oralarda dua etmek müstehaptır.

Yezîd bin Ebî Ubeyd şöyle anlatır:

Seleme bin Ekvaʻ t ile birlikte Mescid’e gelirdim. O, Mushaf’ın yanındaki direğin yanında namaz kılardı. Kendisine:

“‒Ey Ebû Müslim, bilhassa bu direğin yanında namaz kılmaya gayret ettiğini görüyorum, sebebi nedir?” dedim. Seleme t:

“‒Ben Rasûlullâh Efendimiz’in bu direğin yanında namaz kılmaya ayrı bir îtinâ gösterdiğini, namaz için burayı tercih ettiğini gördüm.” diye cevap verdi. (Buhârî, Salât, 95; Müslim, Salât, 264; Ahmed, IV, 48)

Bu direk, Üstüvânetü’l-Muhâcirîn ismiyle mârûftur. Muhâcirler onun yanında toplanırlardı. Üstüvânetü Âişe de denir.

Hazret-i Osman t zamanında çoğaltılıp Medîne’ye gönderilen Mushaf, bu direğin yanındaki bir sandığa konurdu.

Nitekim Ubeydullâh bin Abdullâh, Hazret-i Osman t zamanında çoğaltılan nüshalardan Medîne Mushafı’nın Mescid-i Nebevî’de muhafaza edildiğini ve her sabah cemaate okunduğunu haber verir.[15]

Hazret-i Âişe c şöyle buyurmuştur:

“İnsanlar bu direğin fazîletini bilseler, orada namaz kılabilmek için oklarını alıp birbirleriyle çarpışırlar.”

Âişe vâlidemiz bu direğin faziletiyle ilgili yeğeni Abdullâh bin Zübeyr’e gizlice bazı şeyler söylemişti. Bu sebeple İbn-i Zübeyr v orada çok namaz kılardı. (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, IV, 453)

Bununla birlikte Mescid-i Nebevî’nin bütün direklerinin kendine mahsûs fazileti vardır. Her birinin yanında Rasûlullâh r ve ashâbı nice derin yakarışlar ve gözyaşlarıyla uzun uzun namazlar kılmışlardır. Enes t şöyle buyuruyor:

“Peygamber Efendimiz’in ashâbının büyüklerini gördüm, akşam olunca Mescid’in direklerine koşuşurlardı.” (Buhârî, Salât, 95)

ü Fırsat buldukça Ravza’da namaz kılmalı, farklı ibadetlerle meşgul olmalıdır.

Rasûlullâh r şöyle buyurmuştur:

“Evim ile minberimin arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir (ravzadır). Minberim, (Cennet’teki Kevser) Havuzu’mun üzerindedir.” (Buhârî, Fedâilü’l-Medîne, 12)

Bazı âlimler bütün Mescid-i Nebevî’nin, hatta Medîne’nin Ravza hükmünde olabileceğini söylemişlerdir. Nitekim Rasûlullâh r şöyle buyurmuştur:

“Hücrem ile Musallâ’mın arası cennet bahçelerinden bir bahçedir.” (Heysemî, IV, 9)

Musallâ’dan maksat, Mescid-i Nebevî veya bugün Mescid-i Ğamâme’nin bulunduğu yerdeki musallâdır. Efendimiz r, bayram namazları ve yağmur duaları için musallâya çıkardı. Bu durumda bugünkü mescidin her yeri cennet bahçesi sayılır.[16] Yani burada yapılan ibadetler ve zikirler insanı cennet bahçelerinden bir bahçeye götürür.

Saʻd bin Ebî Vakkâs t bu hadîs-i şerîfi Rasûlullâh r’den işitince, iki evini de Mescid ile Musallâ arasına binâ etmiştir.[17]

*

ü Ziyaretçi, Rasûlullâh r’in mübârek ağzından çıkan dua lâfızlarıyla Allâh’a yalvarmalıdır. Zira Nebevî duâlar semânın yollarını daha iyi bilirler![18]

ü Medîne-i Münevvere’de kaldığı müddetçe namazları Mescid-i Nebevî’de kılmaya îtinâ göstermelidir.

Kişi diğer mekânları ziyarete gitse bile, namaz vakti geldiğinde Mescid-i Nebevî’ye yetişmelidir. Vaktinin çoğunu Mescid’de geçirmeye gayret etmelidir.

Rasûlullâh r şöyle buyurmuştur:

“Kim benim mescidimde hiç kaçırmadan 40 vakit namaz kılarsa onun için cehennemden beraat, azaptan da kurtuluş belgesi yazılır. O kişi nifaktan da uzak olur.” (Ahmed, III, 155; Heysemî, IV, 8)

“Benim bu mescidimde kılınan bir namaz, diğer mescidlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir, Mescid-i Harâm hâriç. Benim bu mescidimde kılınan bir cuma, diğer mescidlerde kılınan bin cumadan daha faziletlidir, Mescid-i Harâm hâriç. Benim bu mescidimde geçirilen bir Ramazan ayı, diğer mescidlerde geçirilen bin Ramazan’dan daha faziletlidir, Mescid-i Harâm hâriç.” (Beyhakî, Şuab, III, 486/4147)

Yani Medîne-i Münevvvere’de yapılan bütün amel-i sâlihlere kat kat fazla sevap verilir. Bu sebeple o mübârek beldelerde namaz, oruç, sadaka, zikir, Kur’ân tilâveti gibi her türlü ibadet ve hayırlı amelleri artırmak îcâb eder.

ü Kişi Mescid’e her girişte îtikâfa niyet ederek, az da olsa îtikâf yapmış olmalı ve bu ibadetin sevabından da istifade etmelidir.

ü Mescid-i Rasûlullâh’ta kesinlikle ses yükseltilmemelidir.

Mâlik bin Enes, Ebû Câfer bin Mansûr’a şöyle demiştir:

“‒Ey mü’minlerin emiri, bu mescidde sesini yükseltme! Zira Allâh Teâlâ bu hususta bir topluluğa edep öğreterek şöyle buyurdu:

«Seslerinizi Nebî’nin sesinin üstüne yükseltmeyin!» (Hucurât, 2)

Başka bir topluluğu medhederek şöyle buyurdu:

«Rasûlullâh r’in yanında seslerini kısanlar…» (Hucurât, 3)

Diğer bir topluluğu da zemmederek şöyle buyurdu:

«Odaların arkasından sana nidâ eden o kimseler var ya, onların çoğunun aklı çalışmaz.» (Hucurât, 4)

Vefatından sonra Efendimiz r’e hürmet göstermek, aynen hayattayken hürmet göstermek gibidir.”

Ebû Câfer, bu sözler karşısında boynunu büktü ve sesini kıstı. Daha sonra İmâm Mâlik’e:

“‒Ebû Abdullâh! Dua ederken kıbleye mi yoksa Rasûlullâh r’e mi döneyim?” diye sordu.

İmam Mâlik:

“‒Yüzünü ondan çevirme! O, hem senin, hem de atan Âdem u’ın Allâh’a vesilesidir. Bilâkis ona yönel ve ondan şefaat iste! Allâh onu sana şefaatçi kılar. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

«…Eğer on­lar, ken­di­le­ri­ne zul­met­tik­le­ri za­man sa­na ge­lip de Al­lâh’tan mağ­fi­ret di­le­se­ler ve Ra­sûl de on­lar için mağ­fi­ret ta­le­bin­de bu­lun­say­dı, Al­lâh’ı çok af­fe­di­ci ve merhametli bu­lur­lar­dı.» (Ni­sâ, 64)” (Kadı Iyâz, Şifâ, II, 41)

*

Ashâb-ı kirâmdan Sâib bin Yezîd t şöyle anlatır:

Mescidde ayakta duruyordum, biri bana çakıl taşı attı. Baktım Ömer bin Hattâb t imiş. Bana:

“–Git şu iki kişiyi bana getir!” dedi.

Ben de gidip o iki şahsı Hazret-i Ömer’in yanına getirdim. Onlara:

“–Siz kimsiniz” veya “Nerelisiniz?” diye sordu.

“–Tâifliyiz” dediler. Bunun üzerine Ömer t:

“–Şayet bu şehir halkından olsaydınız canınızı yakardım. Siz, Rasûlullâh r’in mescidinde sesinizi yükseltiyorsunuz!” dedi. (Buhârî, Salât, 83)

ü Kişi ister Mescid’in içinden geçsin ister dışından, mutlaka biraz duraklayıp Peygamber Efendimiz’e selâm vermelidir.

Nitekim seleften biri bu hususta biraz gevşeklik göstermişti. Rüyâsında Rasûlullâh r’i gördü. Efendimiz ona:

“‒Yüz çevirerek yanımdan geçen sen misin? Durup da bir selâm vermiyorsun!” buyuruyordu.

Bundan sonra o zât Mescid’in yanından geçerken Efendimiz’e selâm vermeyi hiç terk etmedi.[19]

ü Ziyaretçi, devamlı olarak, Peygamber Efendimiz’in hayatta olduğu ve O’nun huzûrunda bulunduğu şuuruyla büyük bir edep ve tâzim içinde olmalıdır.

İmam Mâlik Hazretleri, muhabbet ve tâzîmi sebebiyle:

“‒Rasûlullâh r’in kabrini ziyaret ettim” denmesini hoş görmezdi. O herkesin:

“‒Rasûlullâh r’i ziyaret ettim” demesini isterdi. Zira “kabir” terk edilmiş, harap yerdir. Nitekim Efendimiz:

“(Nâfile) namazlarınızın bir kısmını evlerinizde kılın! Oraları kabir hâline getirmeyin!” buyurmuştur. (Buhârî, Salât, 52)

İmam Mâlik’in böyle demesinin sebebi şudur:

Efendimiz’i ziyaret eden kişi, kendisini işiten, gören, hisseden, tanıyan, selamına karşılık veren bir zâtı ziyaret etmektedir. Mesele sırf bir kabir ziyareti meselesi değildir. Mesele bundan daha büyük, daha kıymetli ve daha yücedir. Efendimiz’in kabrine, içindeki zâta bakmadan sırf kabir yönüyle baksak bile, orayı temiz ruhların her taraftan kuşattığını, mele-i aʻlâ’dan Muhammed r’in kabrine dek aralıksız uzanan melekten bir köprünün olduğunu ve sayılarını Allâh Teâlâ’dan başka kimsenin bilemeyeceği kadar melekler kâfilesinin onu ziyaret ettiğini görürüz.

Kâʻb t, Hazret-i Âişe’nin huzuruna girmişti. Derken (orada bulunan insanlar) Rasûlullâh r’den bahsettiler. Bunun üzerine Kâʻb t şöyle dedi:

“Doğan hiçbir gün yoktur ki, yetmiş bin melek inip Hazret-i Peygamber r’in kabrinin etrafını kuşatmasın! Bu melekler kanatlarıyla kabre dokunur ve Rasûlullâh r’e salevât getirirler. Akşam olunca semâya yükselirler. Yerlerine onlar kadar diğer melekler gelir. Onlar da aynı şeyleri yaparlar. Bu durum kıyamete kadar böyle devam eder. Kıyamet günü kabri açıldığında Efendimiz r alay hâlindeki yetmiş bin meleğin arasında dışarı çıkar.” (Dârimî, Mukaddime, 15)

Kemâleddin Altıntaş Hocaefendi şöyle anlatır:

Hacca ve Umre’ye gittiğimizde oraların zâhirî görüntüsüne ve şartlarına takılıp kalmamalıyız. Esâsında o mübârek beldelerde bütün enbiyâ aleyhimü’s-selâm Hazarâtının, bilhassa Rasul-i Ekrem Efendimiz’in, âlinin ve sahâbe-i kirâm hazarâtının rûhâniyetleri, cismâniyetlerinde çok daha güçlü orada. Orada gidilen her yerde bu zâtlarının rûhâniyetlerinin hâzır olduğunu bilmek îcâb eder. Bu sebeple oralarda çok edepli olmak lâzımdır.

Kemâleddin Altıntaş Hocamız başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatmışlardı:

Hacca vazîfeli olarak gittiğim bir vakit cemaatimizle umre için Tenʻime gidiyorduk. Belediye arabalarına biniyorduk. Giderken Efendimiz’in doğduğu evin yakınından otobüslere biniyoruz. Giderken de otobüsler hep Cennetü’l-Muallâ’nın yanından geçiyordu. Benim îtiyâdım oradan her geçerken cemaati îkâz etmekti. “Bakın Cennetü’l-Muallâ’nın yakınından geçiyoruz, birer Fâtiha üçer İhlâs-ı Şerif okuyalım” diye hatırlatıyorum. Giderken gelirken.

Bir defasında yine giderken Fâtiha’yı okuttum, gelirken bir otobüse bindik, otobüs farklı ve bilmediğim bir yoldan geldi. Bir de baktım ki araba Cennetü’l-Muallâ’yı geçmiş Harem-i Şerif’e doğru sallandı. Ben:

“‒Ya arkadaşlar Cennetü’l-Muallâ’yı geçmişiz, Fâtiha okumadık, birer Fâtiha okuyalım” derken otobüs Harem-i Şerif’in yanında durdu herkes inmeye başladı. Ben de doğru dürüst Fâtiha okuyamadım, indik.

O gece rüyâ görüyorum, kıyamet kopmuş, mahşer kurulmuş, bir muhakeme başlamış, insanların muhasebesi görülüyor ve her biri bir turnikeden geçiyorlar. Hani vapurlara binerken geçtiğimiz turnikeler var ya işte öyle turnikelerden geçiyor herkes. Geçen insanların bir kısmı bir tarafa diğer kısmı bir tarafa ayrılıyor.

Sıra bana geldi, ben turnikeden geçerken kimse bana bir hesap sormadı. Ben bir şeyler soracaklar diye bekliyorum ama olmadı. Ben de cennete gidecek olanların tarafına geçtim. Oraya ayırdılar. Bu iki grubun arasında böyle çok şahbaz, çok sağlam bir çelikten bir perde var. Bu perdeyi topla tüfekle delmek mümkün olmadığı gibi öyle yüksek ki orayı füzenin aşması da mümkün değil.

Bir de baktım ki birisi o taraftan benim ismimi okuyor. Arapça söylüyor ama ben onu anlıyorum. Elinde bir kâğıt okuyor:

“‒Kemâleddin Altıntaş turnikeden geçerken gerekli îtinâyı göstermediğinden dolayı büyük bir cezâ ile cezâlandırılmıştır. Cezâ infaz âleti hazır, şimdi cezâsı verilecektir.”

Hemen nasıl olduysa ben kendimi öbür tarafta buldum. Baktım ki, okullardaki iki ayaklı yazı tahtasının arkasında büyük bir televizyon gibi bir şeyi bana doğru getiriyor. Ben idam sehpası bekliyordum ama birde baktım böyle bir şey geliyor. Dedim ki herhalde bu elektrikli bir şey, onu benim göğsüme tutacaklar, beni cezalandıracaklar, bu şekilde idam edecekler.

O âlet biraz bana yaklaşınca ben dedim ki “Nasıl olsa öleceğim, hiç değilse İsm-i Celâl’e başlayayım.” Başladım Allâh, Allâh Allâh!… Bağırıyorum ve sesimi de kendim duyuyorum. Getirdi o âleti benim göğsüme dayadı. Baktım ki İsm-i Celâl’in tesiriyle o âlet bana tesir etmiyor. Bundan cesaret alarak daha da kuvvetle Allâh Allâh diye bağırmaya başladım. O esnâda hacı teyzeniz “Ne oluyor, hayırdır?!” falan derken ben yattığım yerden kalktığım gibi odanın ortasında Allâh Allâh diye feryad etmeye devam etmişim.

Bir müddet sonra sükûnet buldum. “Yâ Rabbim” diyorum “Ben ne yaptım, bir suçum var ama… Yâ Rabbî ne olursun suçumu bana bildir de tevbe edeyim. Ben ne yaptığımı bilemiyorum” diye ağlıyorum.

Kalkıp abdest aldım, gittim Harem-i Şerif’e. Tavaf ettim, Mültezem’e yapıştım. “Hiç olmazsa suçumu bileyim de tevbe edeyim yâ Rabbi, bilmiyorum ne yaptım” diye ağlıyorum. O esnâda sanki biri kafama vuruyor:

“‒Ula hayvan, sen bütün her şeyini Rasûlullâh’a fedâ eden Hazret-i Hatîcetü’l-Kübrâ’nın huzurundan geçerken cemaatine Fâtiha okutmayı bırak kendin de okumadan geçmişsin, bundan daha büyük suç mu arıyorsun.”

Ââh! Hemen o hâdise aklıma geldi. Oradan çıktıktan, doğru Cennetü’l-Muallâ’ya gittim:

“‒Ey Vâlide-i Muazzam, bağışla beni, affet…” diye yalvardım…

Yani büyüklerimizin rûhâniyetinin dâimâ orada hâkim olduğunu bilmek lâzım…

ü Ziyaretçi, Mescid-i Nebevî’nin şeref ve üstünlüğünü hiçbir zaman aklından çıkarmamalıdır.

Cenâb-ı Hak o bölgeyi seçmiş ve mahlûkatın en değerlisi için mescid kılmıştır. Orası büyük meleklerin ve vahyin indiği yerdir. Mescid-i Nebevî’nin ilk inşâsında Rasûlullâh r bizzat çalışmıştır. Ashâbıyla birlikte kerpiç taşımıştır.

ü Perşembe günü Uhud şehidlerini, Cuma günü Cennetü’l-Bakîʻi, Cumartesi günü de Kuba’yı ziyaret etmek sünnettir. Zira kabirdekiler, Cuma günü ile bir gün öncesi ve bir gün sonrasında kendilerini ziyaret edenleri daha iyi tanırlar.

Rasûlullâh r bizzat Uhud’un kendisini de ziyaret etmemizi arzu buyurmuştur. Bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Uhud öyle bir dağdır ki bizi sever biz de onu severiz. Uhud’a geldiğiniz zaman onun ağaçlarından ve bitkilerinden (teberrüken) yiyin! Hiçbir şey bulamazsanız dikenli büyük ağaçlarından bir parça alıp ağzınızda çiğneyin!” (Taberânî, Evsat, II, 255/1905; Heysemî, IV, 13)

Burada Allâh Rasûlü r Uhud’da yetişen bir bitki ile teberrük etmeye teşvik buyurmaktadır. Ziyaretçi, hiçbir şey bulamazsa, dikenli büyük ağaçlardan bir parça alıp yutamasa bile ağzında çiğnemelidir.

ü Ziyaretçi, Medîne ehline karşı âzamî derecede dikkatli davranmalıdır. Rasûlullâh r şöyle buyurur:

“Kim Medîne ehline tuzak kurar, haksız yere zarar verirse, mutlaka tuzun suda eridiği gibi erir, helâk olup gider.” (Buhârî, Fedâilü’l-Medîne, 7)

Ziyaretçi, ayrılacağı zaman Mescid’de iki rekât namaz kılar, birinci rekâtta Kâfirûn, ikinci rekâtta İhlâs sûrelerini okur. Efendimiz’e selâm verir ve tekrar gelebilmek için dua ederek ayrılır. Yola çıkmadan önce yine bir miktar sadaka verir.

Gelirken imkânı nisbetinde Medîne hurması, zemzem, Efendimiz’in hâtırası olan kuyuların suyu gibi daha çok mübarek beldelerle alâkalı hediyeler getirir. Ancak bunlar asla gösteriş, övünmek, gurur ve kibir gibi kötü duygularla olmamalıdır.

Rasûlullâh r şöyle buyurmuştur:

“Biriniz seferden döndüğünde, bir parça taş bile olsa âilesine bir hediye getirsin!” (Beyhakî, Şuab, III, 502; Dârekutnî, II, 300; Suyûtî, Câmiu’l-ehâdîs, no: 23992)

Memleketine geldiğinde, kerahet vakti değilse evine girmeden evvel Mescid’e gidip iki rekât namaz kılar. Kâʻb bin Mâlik t şöyle der:

“Rasûlullâh r seferden döndüğünde evvelâ Mescid’e uğrar ve orada iki rekât namaz kılardı.” (Buhârî, Salât 59, Meğâzî 79)

Yolcu evine geldiğinde iki rekât da orada Tahiyyetü’l-menzil (evi selamlama) namazı kılar.

 

SALEVÂT-I ŞERÎFE’NİN FAZÎLETİ

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Şüp­he­siz ki Allâh ve me­lek­le­ri, Nebiyy-i Ekrem’e çok­ça sa­lât eder­ler. Ey mü’­min­ler, siz de ona sa­le­vât ge­ti­rin ve tam bir tes­lî­mi­yet­le se­lâm ve­rin!” (el-Ah­zâb, 56)

Cenâb-ı Hak, kendisinin ve meleklerinin Peygamber Efendimiz’e salât ettiğini haber vermektedir. Bütün melekler Efendimiz’e salât etmektedir. Melekler o kadar çoktur ki sayılarını ancak Allâh Teâlâ bilebilir. Nitekim Abdullâh bin Amr v şöyle buyurmuştur:

“Allâh U mahlûkâtı on kısma ayırdı. Bunların dokuz kısmını melekler teşkil eder, birini de diğer bütün mahlûkat teşkil eder…” (Hâkim, Müstedrek, IV, 536)

Bu rivâyetten meleklerin ne kadar çok olduğu ve Allâh Rasûlü’ne ne kadar çok salât ü selâm getirildiği anlaşılmaktadır.

Salevâtı çokça getirmek, Rasûlullâh r’e duyulan muhabbetin çok oluşuna alâmettir. Bu da kişiyi Efendimiz’in şefaatine nâil eyler.

Rasûlullâh şöyle buyurmuştur:

“Kim Muhammed r’e salât eder ve:

اللَّهُمَّ أَنْزِلْهُ الْمَقْعَدَ الْمُقَرَّبَ عِنْدَكَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ

«Allâh’ım! O’nu kıyamet günü yanındaki “Yakınlık Makâmı”na (Vesîle’ye) ulaştır!» diye dua ederse ona şefaatim vâcib olur.” (Ahmed, IV, 108)

Rasûlullâh r şöyle buyurur:

“Kıyâmet günü bulunduğum her yerde bana en yakın olanınız, dünyadayken bana en çok salevât getiren kişidir. Kim Cuma günü ve Cuma gecesi yüz defa salevât getirirse Allâh Teâlâ da onun yüz ihtiyacını giderir, bunların yetmişi âhiret, otuzu da dünya ihtiyaçlarındandır. Sonra Allâh Teâlâ bu iş için bir melek vazifelendirir, size hediyelerin takdim edildiği gibi melek onun salât ü selâmını bana getirir, ismini ve aşîreti içindeki nesebini haber verir. Ben de onu yanımda bulunan beyaz sayfaya yazarım.” (Beyhakî, Şuab, III, 111/3035)

Rasûlullâh r şöyle buyurmuştur:

“Kim bana bir defa salât ederse, bu sebeple Allâh Teâlâ da ona on misli merhamet eder.” (Tirmizî, Vitir, 21/485. Ayrıca bkz. Müslim, Salât, 70; Ebû Dâvûd, Vitir, 26/1530; Nesâî, Ezân, 37/676; Sehv, 55/1294)

“Kim ba­na bir de­fa sa­lât ge­ti­rir­se, Allâh o kim­se­ye on de­fâ sa­lât eder, on ha­tâ­sı si­li­nir ve mertebesi on de­re­ce yük­sel­ti­lir.” (Ne­sâî, Sehv, 55/1290)

Yine Rasûlullâh r, dualarında çokça salevât-ı şerife getireceğini söyleyen sahâbîsine:

“–O takdirde Allâh senin bütün sıkıntılarını giderir ve günahlarını bağışlar” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 23/2457)

Bununla birlikte salât edenlere büyük meleklerden Cebrâîl u da kat kat fazlasıyla karşılık vermektedir:

Bir gün Rasûlullâh r mütebessim bir çehreyle ashâbının yanına gelmiş ve Cebrâil u’ın kendisine şu müjdeyi verdiğini bildirmiştir:

“Yâ Rasûlallâh! Ümmetinden biri sana bir salât getirdiğinde benim onun günahlarının bağışlanması için on defa istiğfâr etmem, o kimsenin sana bir selâm göndermesi hâlinde benim ona on selâm vermem seni sevindirmez mi?” (Nesâî, Sehv, 55/1293)

*

Süfyân Sevrî Hazretleri hac esnâsında bir kişinin devamlı salevât getirdiğini gördü. Ona:

“‒Burası Cenâb-ı Hakk’a hamd ve senâ etme mekânıdır!” dedi. Bunun üzerine o zât şunu anlattı:

“‒Kardeşim vefât edeceği zaman yüzü simsiyah kesilmişti. Buna çok üzüldüm. Bu vaziyette beklerken yanımıza biri girdi. Yüzü kandil gibi parlıyordu. Eliyle kardeşimin yüzünü meshetti. O anda kardeşimin yüzündeki siyahlık gitti ve yüzü ay gibi parlamaya başladı. Buna çok sevindim ve o zâta ismini sordum. O da:

«‒Ben Nebî r’e salevât getiren kişiler için vazifelendirilmiş bir meleğim. Bu şekilde onlara yardım ederim. Senin kardeşin Rasûlullâh r’e çok salât ederdi, bu sebeple Allâh Teâlâ yüzündeki siyahlığı giderdi ve onu bu şekilde güzelleştirdi.» dedi.” (Ebû Saʻd, Şerefu’l-Mustafâ, 2057; Sehâvî, el-Kavlü’l-bedîʻ, s. 446)

*

Rasûlullâh r şöyle buyurmuştur:

“Ben Mekke’de bulunan bir taş biliyorum. Peygamber olmadan önce bana selâm verirdi. Ben o taşı şimdi de biliyorum.” (Müslim, Fedâil, 2)

Bu taş hicrî 10. asırda Zükâkü’l-Hacer veya Zükâkü’l-Mirfak diye bilinen sokaktaki yüksek taştır.[20]

 


RASÛLULLÂH -sallallâhu aleyhi ve sellem-’E SELÂM GÖNDERMEK

Yezid bin Ebû Saîd el-Mührî şöyle anlatır:

Ömer bin Abdülaziz Şam’da halife iken yanına varmıştım. Oradan ayrılacağım vakit kendisine vedâ ederken bana şöyle dedi:

“–Senden bir ricâm var. Medîne’ye vardığında Nebî r’in kabrini göreceksin. Efendimiz’e benden selâm söyle!”

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-, sırf Allâh Rasûlü r’e selam götürmesi için Şam’dan Medine’ye posta gönderirdi.” (Beyhakî, Şuab, III, 492/4167)

*

Hafâcî şöyle der:

“Allâh Rasûlü r’e selam göndermek, selefin âdetlerindendi. İbn-i Ömer v da bunu yapar ve Rasûlullâh r’e, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer’e selam gönderirdi. Allâh Rasûlü r’e uzaktan selam gönderilse bile kendisine ulaştırılmaktadır. Ancak bu şekilde bir kişiyle selâm göndermekte, Efendimiz’in yanında durup ona bizzat hitap etme ve onun da bizzat cevap vermesi gibi üstünlükler vardır.” (Hafâcî, Nesîmü’r-riyâz, III, 516)

 

RASÛLULLÂH -sallallâhu aleyhi ve sellem- NİÇİN MEDÎNE’DE MEDFÛNDUR

Mekke-i Mükerreme dünyanın en faziletli ve mübarek yeri olmasına rağmen Allâh Rasûlü r niçin Medîne-i Münevvere’ye defnedilmiştir?

Bu durum Efendimiz’in faziletinin büyüklüğünü göstermektedir. O, tâbî değil, kendisine tâbî olunandır (metbûdur). Mekke’de medfûn olsaydı, insanlar hacca gelmişken Efendimiz’i de ziyaret edeceklerdi. Ancak şimdi sırf Rasûlullâh r’i ziyaret etmek için Medîne’ye yolculuk yapıyor, O’nun Cenâb-ı Hak katındaki kıymetini daha iyi idrak ediyorlar.

Sühreverdî şöyle der:

Bazı rivayetlerde anlatıldığına göre Süleymân u Rasûlullâh r’in kabrinin yerini ziyaret etmiş ve Efendimiz’in oraya defnedileceğini haber vermiştir. Sonra da Allâh Rasûlü’nün biʻsetini ve hicretini beklemeleri için oraya Benî İsrâîl’den dört yüz haham bırakmıştır.

“…O tanıdıkları kendilerine gelince de O’nu inkâr ettiler. İşte Allâh’ın lâneti böyle kâfirlerin üzerinedir.” (el-Bakara, 89)[21]



[1] İbn-i Hacer el-Heytemî, el-Cevheru’l-munazzam fî ziyârati’l-kabri’l-mükerrem, Beyrut 1427, s. 44.

[2] Müslim, Cenâiz, 102.

[3] Abdülhamîd bin Muhammed Ali, ez-Zehâiru’l-kudsiyye fî ziyârati Hayri’l-Beriyye, Beyrut 1428, s. 195.

[4] İbn-i Hacer el-Heytemî, el-Cevheru’l-munazzam, s. 48.

[5] Şârihler, meleklerin Cuma gününe şâhit olmasını şöyle îzâh ederler: Cuma günü melekler gelir mescidlerin kapılarına durur ve gelenleri öncelik sırasına göre yazarlar. Namaz kılanlarla musâfaha eder ve onlar için istiğfarda bulunurlar. Mü’minlerin diğer amellerine de şâhitlik ederler.

[6] İbn-i Hacer el-Heytemî, el-Cevheru’l-munazzam, s. 96-98.

[7] İbn-i Hacer el-Heytemî, el-Cevheru’l-munazzam, s. 102.

[8] Muhibbuddin et-Taberî, Hulâsatü Siyeri Seyyidi’l-Beşer, s. 19; Kastallânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniyye, Mısır 1281, I, 385.

[9] Semhûdî, Hulâsatü’l-Vefâ, s, 53.

[10] Abdülhamîd bin Muhammed Ali, ez-Zehâiru’l-kudsiyye, s. 130.

[11] İbn-i Hacer el-Heytemî, el-Cevheru’l-munazzam, s. 127.

[12] İbn-i Hacer el-Heytemî, el-Cevheru’l-munazzam, s. 122, 176.

[13] Abdülhamîd bin Muhammed Ali, ez-Zehâiru’l-kudsiyye, s. 228; Dimyâtî, İânetü’t-tâlibîn, III, 305; Tuhfetü’l-Habîb alâ şerhi’l-Hatîb, VIII, 133.

[14] Semhûdî, Vefâü’l-vefâ, IV, 1399.

[15] İbn-i Şebbe, Târîhu’l-Medîne, s. 7; İbn-i Kuteybe, Tevîlü müşkili’l-Kur’ân, s. 51.

[16] İbn-i Hacer el-Heytemî, el-Cevheru’l-munazzam, s. 184.

[17] Abdülhamîd bin Muhammed Ali, ez-Zehâiru’l-kudsiyye, s. 130.

[18] Abdülhamîd bin Muhammed Ali, ez-Zehâiru’l-kudsiyye, s. 192.

[19] İbn-i Hacer el-Heytemî, el-Cevheru’l-munazzam, s. 192; Abdülhamîd bin Muhammed Ali, ez-Zehâiru’l-kudsiyye, s. 180.

[20] İbn-i Hacer el-Heytemî, el-Cevheru’l-munazzam, s. 155; Halebî, Sîret, I, 486.

[21] İbn-i Hacer el-Heytemî, el-Cevheru’l-munazzam, s. 104.

%d bloggers like this: