Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“…Hicret edenler, memleketlerinden çıkarılanlar, Ben’im yolumda eziyete uğrayanlar, savaşanlar ve öldürülenlerin günahlarını mutlakâ örteceğim, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Onlar, Allâh tarafından tasavvur edemeyeceğiniz bir mükâfâta kavuşacaklar. Mükâfâtın en güzeli Allâh katındadır.” (Âl-i İmrân, 195)
“(İslâm dînine girme husûsunda) öne geçen ilk Muhâcirler ve Ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allâh onlardan râzı olmuştur, onlar da Allâh’tan râzı olmuşlardır. Allâh onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)
“Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan iman edip sâlih ameller işleyenlere mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir.” (Fetih, 29)
لِلْفُقَرَٓاءِ الْمُهَاجِر۪ينَ الَّذ۪ينَ اُخْرِجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ وَاَمْوَالِهِمْ يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانًا وَيَنْصُرُونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَۚ ﴿8﴾ وَالَّذ۪ينَ تَبَوَّؤُ الدَّارَ وَالْا۪يمَانَ مِنْ قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ اِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ ف۪ي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّٓا اُو۫تُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌۜ وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِه۪ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَۚ ﴿9﴾ وَالَّذ۪ينَ جَٓاؤُ۫ مِنْ بَعْدِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِاِخْوَانِنَا الَّذ۪ينَ سَبَقُونَا بِالْا۪يمَانِ وَلَا تَجْعَلْ ف۪ي قُلُوبِنَا غِلًّا لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا رَبَّنَٓا اِنَّكَ رَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ۟ ﴿10﴾ سورة الحشر
“(Allah’ın verdiği bu ganimet malları,) yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan, Allah’tan bir lütuf ve rızâ dileyen, Allah’ın dinine ve Peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.
Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.
Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” (el-Haşr, 8-10)
Böylece Allah Teâlâ, ashâb-ı kirâma hakâret eden ve onlarda kusur arayanları müslüman saymadığı, onları âyette zikredilen üç grubun dışında tuttuğu için, bu gibilerin fey’den (savaşmaksızın gayr-i müslim tebaadan alınıp müslümanlara verilen ganimet) hiçbir pay alamayacaklarını bildirmiştir. (Kâdî Iyâz, Şifâ, trc. M. Yaşar Kandemir, İstanbul 2012, III, 540)
Sahabeye buğzeden ve sövenleri (Haşr sûresinde bahsedilen ganîmetten) mahrum eden âlimlerin, onların dinden çıkmış kabul ettikleri anlaşılmaktadır. (Aliyyü’l-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, II, 93; M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf Şerhi, II, 394)
Cenâb-ı Hak, öncelikle ashâb-ı kirâmı kastederek şöyle buyurur:
“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız…” (Âli İmrân, 110)
“İşte böylece sizi vasat (merkez) bir ümmet yaptık ki, bütün insanlar üzerine şahitler olasınız, Rasûl (Hazret-i Muhammed) de sizin üzerinize şahit olsun.” (el-Bakara, 143)
Yani sizi doğru bir caddeye çıkarıp ortada yürüyen bir ümmet kıldık ki siz bütün insanlar üzerine adâlet nümunesi, hak şâhidleri, hakkı açıklayan ve örnek alınacak kişiler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhid olsun, size hakkı beyân etsin!
“Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, o mü’minlerden râzı oldu. Kalplerinde olanı bildi, üzerlerine sekîneti indirdi ve onları pek yakın bir fetihle mükâfatlandırdı.” (el-Feth, 17)
“(Hayırda) önde olanlar, o en önde koşanlar! İşte onlar, naîm cennetlerinde (Allah’a) yaklaştırılmış olanlardır.” (el-Vâkıa, 10-12)
“Ey o Peygamber! Kâfîdir sana Allah arkanda gelen mü’minlerle!” (el-Enfâl, 64)
*
İmam Malik -rahmetullahi aleyh- şöyle demiştir:
“Muhammed -aleyhisselam-’ın ashabına öfkelenip kin besleyen kimse kâfirdir; zira «Onlarla Allah kafirleri böylece öfkelendirir» ayet-i kerimesi bunu göstermektedir.” (Fetih 48/29; M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf Şerhi, II, 395)
*
Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“(Kâmil) imanın alâmeti Ensâr’a muhabbet beslemek, münâfıklığın alâmeti de Ensâr’a buğzetmektir.” (Buhârî, Îmân, 10)
“İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra onları tâkip edenler, sonra da onları tâkip edenlerdir…” (Buhârî, Fedâilu Ashâbi’n-Nebî, 1)
“Ensâr’ı ancak mü’min olan kimse sever ve onlara ancak münâfık olan kimse buğzeder. Kim Ensâr’ı severse Allah da onu sever, kim de onlara buğzederse Allah Teâlâ da ona buğzeder.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 4)
“Sizlere Ensâr’a iyi muâmele etmenizi tavsiye ederim. Onlar benim cemaatim, sırdaşlarım ve eminlerimdir. Üzerlerine düşen vazîfeleri hakkıyla yapmışlardır. Hizmetlerinin karşılığı ise henüz tam olarak ödenmemiştir. (Âhirette fazlasıyla ödenecektir.) Bu sebeple onların iyilerine iyilikle muâmele edin, kötülük yapanlarını da affedin.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 11)
“Allâh’a ve âhirete îmân eden kimse, Ensâr’a buğzetmesin!” (Tirmizî, Menâkıb, 25/3906)
“Ashâbımın hiçbirine sövmeyiniz! Sizden biri Uhud dağı kadar altın infâk etse, onlardan birinin bir müdd’üne, hattâ onun yarısına bile ulaşamaz!”(Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 5; Müslim, Fedâil, 222)
“Ashâbıma sövmeyiniz! Ashâbıma sövmeyiniz! Nefsim yed-i kudretinde olan zâta yemîn ederim ki sizden biri Uhud dağı kadar altın infâk etse, onlardan birinin bir müdd’üne, hattâ onun yarısına bile ulaşamaz!” (Müslim, Fedâil, 221)
“Ashâbım aleyhinde aslâ konuşmayınız! Ashâbım hakkında konuşmaktan şiddetle sakınınız! Benden sonra onlara kesinlikle laf dokundurmayınız! Onları seven, sırf bana olan muhabbeti sebebiyle sever. Onlara düşmanlık eden, bana düşmanlığı sebebiyle bunu yapar. Onlara eziyet eden, bana eziyet etmiş, bana eziyet eden ise Allah’a eziyet etmiş olur. Allah’a eziyet edenin ise, çok geçmeden Allah belâsını verir.” (Tirmizî, Menâkıb, 58/3862)
“Ashâbıma sövmeyiniz! Kim ashâbıma söverse, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun! Allah onların tevbelerini de kabul etmez, ibâdetlerini de!” (Heysemî, Mecmau’z-zevâid, X, 21, VI, 260. Krş. İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, XII, 179, nr. 33086)
*
Behiy anlatıyor: “Bir keresinde Abdullah b. Ömer (r.a), Mıkdad’a (r.a) ağır konuştu. Ömer (r.a) bunu duyunca (oğluna):
“–Eğer senin dilini koparmazsam nezir borcum olsun!” dedi.
Hz. Ömer’in ciddi olduğunu görenler araya girerek oğlunu bağışlamasını rica ettiler.
Hz. Ömer (r.a):
«–Bırakın, dilini koparayım da bundan böyle Allâh Rasûlü’nün ashabından kimseye dil uzatamasın!» dedi.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, XII, 660/36009)
“–Bırakın, dilini koparayım! Benden sonra tatbik edilecek bir âdet olsun da Allâh Rasûlü’nün sahabîlerine sövenlerin dilleri koparılsın!” buyurdu. (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, XII, 669/36023)
*
Ebu Yezid anlatıyor: “Bir gün Ömer (r.a) bir grup insanla yolda yürürken Havle’ye (r.a) rastladı. Havle kadın, Ömer’e durmasını söyledi. O da durdu, kadının yanına yaklaştı. Başını Havle’ye doğru eğip onu dikkatlice dinlemeye başladı. Havle’nin derdini dinleyip arzusunu yerine getirdikten sonra geri döndü. Bir kimse:
“–Ey Müminlerin Emiri! Kureyş büyüklerini şu ihtiyar kadın için mi beklettin?” dedi. Hz. Ömer kızdı:
“–Yazık sana! O kadının kim olduğunu biliyor musun?”
“–Hayır!”
“–O kadın, Allâh’ın yedi kat gökler ötesinde dinlediği Sa’lebe kızı Havle’dir! Allâh’a yemin ederim ki eğer akşama kadar yakamı bırakmasaydı işi görülmedikçe yanından ayrılmazdım.” (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 290)
*
Hz. Ömer halife olduğu yıllarda bir gün ashâb-ı kirâmdan Cârûd İbni Muallâ ile yolda giderken karşılarına Havle Binti Sa’lebe çıktı. Artık yaşlanmış olan Havle, Hz. Peygamber zamanında genç bir hanımdı. Yaşlı kocasıyla arasında geçen bir olayı Rasûlullâh (s.a.v)’e şikâyet etmiş, meselesini halletmek üzere Mücâdele sûresinin ilk âyetleri nâzil olmuştu. İşte bu hanım sahâbî:
“–Ömer!” diye seslendi. Hz. Ömer durunca Havle ona şunları söyledi:
“–Biz seni bir hayli zaman «Ömercik» diye bilirdik. Sonra büyüdün «delikanlı Ömer» oldun. Daha sonra da sana «Mü’minlerin Emîri Ömer» dedik. Allâh’dan kork ve insanların işleriyle ilgilen. Zira Allâh’ın azabından korkan kimseye uzaklar yakın olur. Ölümden korkan, fırsatı kaçırmaktan da korkar.”
Bu sözler üzerine Hz. Ömer duygulandı ve ağlamaya başladı. Onun bu haline üzülen Cârûd, Havle’ye dönerek:
“–Yeter be kadın! Mü’minlerin Emîri’ni rahatsız ettin.” dedi. Hz. Ömer arkadaşına şunları söyledi:
“–Bırak onu istediğini söylesin! Sen bu kadının kim olduğunu biliyor musun? Bu, şikâyetini Allâh Teâlâ’nın arş-ı a’lâdan duyup değer verdiği Havle’dir. Vallahi beni geceye kadar burada tutmak istese, namazımı kılıp gelir yine onu dinlerdim.” (Mehmed Zihnî Efendi, Meşhur Kadınlar, I, 249-250)
*
Tebe-i tabiin alimlerinden Abdullah ibni Mübarek şöyle demiştir:
“Şu iki husûsiyet kimde bulunursa kurtulmuş demektir: biri doğruluk ve doğru sözlülük, diğeri de Muhammed r’in ashabını sevmektir.” (M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf Şerhi, II, 395)
*
İslâm hukûku metodolojisinin en önemli sîmâlarından Karâfî (v. 684) şöyle der:
“Bazı usulcüler şöyle demiştir: «Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, ashâbından başka hiçbir mûcizesi olmasaydı, bu O’nun nübüvvetini ispata kâfî gelirdi.” (Karâfî, el-Furûk, IV, 1305)
*
Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e duyulan üstün hürmetin bir îcâbı da O’nun ashâbına hürmet göstermek ve onları yüceltmektir. Onların bizim üzerimizdeki haklarını bilip takdir etmek ve onları kendimize örnek almaktır. Onları övmek, Cenâb-ı Hak’tan onların bağışlanmasını niyaz etmektir. Ashâb-ı kirâmın arasında meydana gelen hâdiseler yüzünden onları çekiştirmemek ve onlara düşman olanları düşman bilmektir. Târihçilerin, câhil râvîlerin, müfrid şiîlerin ve ashâb hakkında asılsız haberler uyduranların yazıp söylediklerine ehemmiyet vermemek, onların arasında meydana gelen anlaşmazlıklar dolayısıyla anlatılanları en güzel şekilde yorumlamaktır. (M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf Şerhi, II, 388)
Nitekim Hz. Ali’ye cemel ehli hakkında:
“‒Onlar müşrik midir?” diye sorulduğunda Ali -radıyallâhu anh-:
“‒Onlar şirkten kaçtılar.” buyurmuştur.
“‒Onlar münâfık mıdır?” diye sorulunca. Ali -radıyallâhu anh-:
“‒Münâfıklar Allah’ı zikretmezler, ancak pek az hatırlarlar. (Hâlbuki bunlar öyle değildir.)” buyurmuştur.
“‒Öyleyse onlar nedir?” diye sorulunca Ali -radıyallâhu anh-:
“–Bunlar bize karşı taşkınlık eden kardeşlerimizdir.” buyurmuştur. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 535/37763)
Bugün biz ashâb-ı kirâma çok şey borçluyuz. Zîrâ onlar, Peygamber Efendimiz’in önüne mallarını, canlarını ve herşeylerini koyarak misli görülmemiş bir fedâkârlığa imzâ attılar. Bu sâyede Kur’ân, Sünnet ve İslâm nîmeti bizlere kadar geldi. Bu emsalsiz iyiliğin hakkını ödeyebilmemiz mümkün değildir. Dolayısıyla ashâb-ı kirâmı sevmek, onlara hürmet göstermek ve her fırsatta dua etmek boynumuzun borcudur. Onları tenkîd etmek bizim haddimize değildir. Sahâbeye karşı yaptığımız her saygısızlık ve tenkîdin zararı mutlaka bize dokunacaktır.
عَنْ عَبْدِ اللَّهِ، قَالَ: «حُبُّ أَبِي بَكْرٍ وَعُمَرَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمَا وَمَعْرِفَةُ فَضْلِهِمَا مِنَ السُّنَّةِ»
İbn-i Abdi’l-Berr, Câmiu beyâni’l-ilm ve fadlih, II, 1179
مالك بن أنس: «كان صالح السلف يعلمون أولادهم حب أبي بكر وعمر رضي الله عنهما كما يعلمون السورة أو السنة».
مالك: «من انتقص أحداً من أصحاب رسول الله صلى الله عليه وسلم فليس له في الفيء شيء».
حَدَّثَنِي عَبْدُ الْعَزِيزِ بْنُ حَفْصٍ الْوَالِي , قَالَ: قُلْتُ لِلْحَسَنِ: حُبُّ أَبِي بَكْرٍ وَعُمَرَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمَا سُنَّةٌ؟ قَالَ: لَا , فَرِيضَةٌ
Ashâb-ı Kirâm Bu Ümmete Bir Emniyet ve Rehberdir
Ebu Musa (r.a) anlatıyor: “Rasûlullâh (s.a.v) ile beraber akşam namazı kılmıştık. Aramızda: “Burada oturup yatsıyı da onunla birlikte kılsak” dedik ve oturduk. Derken yanımıza geldi ve:
“–Hala burada mısınız?” buyurdular.
“–Evet!” dedik.
“–İyi yapmışsınız!” buyurdu ve başını semaya kaldırdı. Başını sıkça semaya kaldırdı ve şöyle buyurdu:
“–Yıldızlar semânın emniyetidir. Yıldızlar gitti mi, vaadedilen şey semâya gelir. Ben de ashabım için bir emniyetim. Ben gittim mi, onlara vaadedilen şey gelecektir. Ashabım da ümmetim için bir emniyettir. Ashabım gitti mi ümmetime vaadedilen şey gelir.” (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 207)
*
Rasûlullâh (s.a.v) buyurdular ki:
“Ashâbımdan biri bir bölgede vefât ederse, Kıyâmet günü mutlaka o bölge ahâlisi için (cennete sevkeden) bir rehber ve (yollarını aydınlatan) bir nûr olarak diriltilir!” (Tirmizi, Menakıb 58/3865)
Ashâb-ı Kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn Güvenilirdir
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra onları tâkip edenler, sonra da onları tâkip edenlerdir…” (Buhârî, Fedâilu Ashâbi’n-Nebî, 1)
“Size ashabımı, sonra onların peşinden gelenleri ve sonra bunların peşinden gelenleri tavsiye ederim. Daha sonra yalan yayılır…” (Tirmizî, Fiten, 7/2165)
“Sizin hayırlılarınız, benim zamanımda yaşayanlardır. Sonra onların ardından gelenler, sonra da onları izleyenlerdir. Daha sonra öyle bir topluluk gelir ki, kendilerinden şâhitlik istenmediği hâlde şahitlik yaparlar; hiyânet ederler de kendilerine güvenilmez; bir adakta bulunurlar, fakat yerine getirmezler; onlarda şişmanlık baş gösterir.” (M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf Şerhi, II, 173)
Ehl-i Beyt Sevgisi
Üsâme bin Zeyd’in nakline göre, Peygamber Efendimiz r onu ve Hz. Alî’nin oğlu Hasan’ı kucağına alarak:
“Allah’ım! Sen bunları sev! Çünkü ben bunları seviyorum!” diye dua ederdi… (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 18)
Yine bir defâsında Rasûlullah r Hazret-i Hasan ve Hüseyin v’yı kucağına alıp elbisesiyle sarmış ve şöyle buyurmuştur:
“Bunlar benim torunlarım ve kızımın oğullarıdır. Allah’ım, ben onları seviyorum, Sen de sev! Onları sevenleri de sev!” (Tirmizî, Menâkıb, 30/3769. Bkz. Buhârî, Menakîb, 27)
*
İbn-i Ömer (r.a)’a Irak ehlinden bir adam sivri sineği öldüren ihramlı kişinin durumunu sordu. Bunun üzerine ona dedi ki:
“–Adama bakın! Peygamber (s.a.v)’in haklarında «Bunlar benim dünya çiçeklerimdir.” buyurduğu torununu (Hüseyin’i) öldürdüler de bir de bana kalkmış sivri sineklerin kanını soruyor.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 22; Tirmizî, Menâkıb, 30/3770)
Ashâb-ı Kirâm’ın Fedâkârlığı
Ebû Hureyre (r.a) şöyle anlatmaktadır:
Biz Rasulullah (s.a.v) ile beraber bir seferde idik. Derken bir ara halkın azığı tükendi. Bineklerinden bazısını kesmek istediler.
Hz. Ömer:
“−Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben cemaatin geri kalan yiyeceklerini toplasam da sen onlar üzerine -bereketlenmeleri için- dua ediversen daha iyi olmaz mı?” dedi.
Efendimiz de öyle yaptı. Buğdayı olan buğdayını, hurması olan hurmasını, (hurma) çekirdeği olan da çekirdeğini getirdi.
“−Çekirdekle ne yapıyorlardı?” diye sorulunca Ebû Hureyre:
“− Halk onu emiyor, üzerine de su içiyordu.” dedi.
Rasulullah dua buyurdu. Yiyecekler öylesine bereketlendi ki herkes azık kaplarını doldurdu. Fahr-i Kâinât (s.a.v) bu İlahî ikram karşısında:
“Şehadet ederim ki Allâh’tan başka ilâh yoktur ve ben O’nun Rasulü’yüm. Bu iki hususta şüpheye düşmeden Allâh’a kavuşan kimse cennete gidecektir” buyurdu. (Müslim İman, 44)
*
Ashâb-ı kiram, bütün varlıklarını Allah yolunda bezleder, hiç birşeyleri kalmayınca yine bir yolunu bularak Allah yolundan geri kalmazlardı.
Abdullah bin Ebî Hadred t sarığını elbise olarak kullanmak mecbûriyetinde kalmıştı. Seleme bin Eslem t bir elbise verdi de onunla Hayber gazâsına çıkabildi.
Ebû Abs bin Cebr t, Peygamber Efendimiz’e gelerek:
“‒Yâ Rasûlallah! Elimizde ne çoluk çocuklar için geçimlik, ne yol azığı, ne de yolculuk elbisesi var!” dedi.
Rasûlullah r Efendimiz ona bir elbise verdi. O da bu elbiseyi sekiz dirheme satıp iki dirhemine yol azıklığı için hurma satın aldı. İki dirhemini, âilesinin maîşeti için evine bıraktı. Dört dirhemine de kendisi için bir elbise satın aldı ve öylece sefere çıktı. (Vâkıdî, Meğâzî, II, 635)
*
Sa‘d bin Ebî Vakkâs şöyle der:
“Boykot günlerinde bir gece açlıktan dolayı dışarı çıkmıştım. Ayağım yaş bir şeye dokundu. Hemen onu ağzıma attım. Hâlâ onun ne olduğunu bilmiyorum.” (Süheylî, er-Ravdu’l-Unuf, Beyrut 2000, III, 216)