9. İslâm’ın Kölelik Sistemine Bakışı

Kölelik müessesesinin başlangıç tarihi olarak belirli bir zaman dilimini göstermek mümkün değildir. Zaman zaman insanlar bu konuda o kadar ileri gitmişlerdir ki meselâ Romalılar döneminde kölelerin sayısı hürlerin üç misline ulaşmıştır. Hatta Paulus Aemilus’un 150.000 köleyi bir tek seferin sonunda sattırdığı kaydedilir.[1] Mal gibi alınıp satılan bu kölelere âdetâ hayvan muamelesi yapılırdı. Mâlikleri onlar üzerinde mutlak hak sahibi idiler.

İslâm geldiğinde kölelerin durumu içler acısıydı. İslâm içtimâî hayata iyice yerleşmiş olan köleliği birden kaldırmayıp tedrîcen (derece derece) kaldırma yoluna gitti. O zamanki şartlar düşünüldüğünde bu metod maslahata daha uygundu. Kölelik birden kaldırılsaydı insanlar bunu gözlerinde büyüterek kabul etmezlerdi. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, köle âzâd etmeyi aşılması çok zor sarp bir yokuş olarak tavsif ederek kendisine doğru ve eğri yol gösterildiği hâlde bunu başaramayan insanlara sitem etmiş, köle âzâd etmenin mükâfâtının da zorluğuyla müsâvî olarak büyük olacağını haber vermiştir.[2]

Bunun yanında sosyal ve ekonomik hayat kölelerin varlığına dayalıydı. Köleliğin birden kaldırılması sosyal ve ekonomik birçok probleme yol açacaktı. Hayatta hiç hürriyeti tatmamış olan köleler birden serbest kalınca ne yapacaklarını şaşıracak, belki eski efendilerine başvurup yeniden köle olmayı isteyeceklerdi.

Ancak İslâm, bu süreçte köleliğin istismârını ve kötü yönde kullanılmasını önlemek için bu husûsu ciddî birtakım kurallara bağlayarak tanzîm etmiştir.

Kölelik Kapılarını Kapattı Hürriyet Kapılarını Açtı

İslâm, evvelâ insanların keyfî olarak köle yapılmasını yasaklamıştır. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur:

“Allah Teâlâ şöyle buyurdu: «Ben kıyamet günü şu üç insanın hasmıyım: Benim ismimi kullanarak ve bana yemin ederek söz verip de sözünden cayan kişi. Hür bir insanı köle diye satıp parasını yiyen kişi. Ücretle bir işçi tutup işini gördürdükten sonra ücretini vermeyen kişi.»” (Buhârî, Büyû, 106; İcâre, 10; İbn-i Mâce, Ruhûn, 4)

İkinci olarak İslâm, ilk günlerinden itibaren kölelerin âzâd edilmesini ısrarla teşvik ve tavsiye etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de in­sanların köleleştirilmesine dâir tek bir âyet bulunmaz. Ancak kölelerin âzâd edilmesi her vesileyle teşvik ve emredilir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

(Salih kişiler) kendileri de çok sevdikleri ve ihtiyaçları olduğu hâlde, mallarından yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlerin hürriyetlerine kavuşturulması uğunda seve seve infâk ederler.” (Bakara, 177)[3]

Rasûlullah r daha peygamber olmadan önce Zeyd bin Hârise’yi âzâd etti. (İbn-i Hişâm, I, 266; İbn-i Sa‘d, III, 40)

İnsanın ve hürriyetin kıymetini en iyi bilen Rasûlullah r, eline geçen bütün köleleri çeşitli vesilelerle azat etmiştir. Peygamber Efendimiz’in köle âzadı ile alâkalı hadis-i şerifleri, mühim ve çok sayıda olduğundan hadis kitaplarımızda müstakil birer bölüm teşkil ederler (Itk veya Atâk: Köle Âzâd Etmek). Fıkıh eserleri de mevzû ile alâkalı ahkâm üzerinde bütün tafsîlatıyla dururlar.

Rasûlullah r hadis-i şeriflerinden birinde şöyle buyurur:

“Kim müslüman bir köleyi âzat ederse, Allah Teâlâ onun her uzvuna karşılık âzat edenin bir uzvunu cehennem ateşinden kurtarır…” (Buhârî, Keffârât, 6; Müslim, Itk, 22-23; Tirmizî, Nüzûr, 14)

Saîd bin Mercâne şöyle der:

“Ben bir defasında dostum Zeynelâbidîn Ali bin Hüseyin’in yanında bu hadis-i şerifi zikretmiştim. Peygamber Efendimiz’in torunu olan Zeynelâbidîn Hazretleri hemen kalkıp çok kıymetli bir kölesini âzâd etti. Hâlbuki Abdullah bin Câfer bu köle için onbin dirhem veya bin dînâr vermişti de satmamıştı.” (Buhârî, Itk, 1; Müslim, Itk, 24)

Ebû Zer t:

“–Yâ Rasûlallah! Hangi köleyi âzat etmek daha faziletlidir?” diye sorduğunda:

“–Sahibi yanında en kıymetli ve fiyatı en yüksek olanı” cevabını almıştır. (Buhârî, Itk, 2; Keffârât, 6; Müslim, Îmân, 136; İbn-i Mâce, Itk, 4)

Hz. Ebû Bekir’in Sa‘d isminde bir hizmetçisi vardı. Sa‘d, Peygamber Efendimiz’e hizmet eder, Efendimiz de onun hizmetlerini beğenirdi. Allah Rasûlü r birgün:

“–Ey Ebû Bekir, Sa‘d’ı âzâd et!” buyurdu. Ebû Bekir t:

“–Yâ Rasûlallah! Ondan başka hizmetçimiz yok!” dedi. Rasûlullah r:

“–Sa‘d’ı âzâd et, sana nice hizmetçiler gelir, Sa‘d’ı âzâd et, sana nice hizmetçiler gelir” buyurdu. (Ahmed, I, 199; Hâkim, II, 232/2848; Heysemî, IV, 241)

Birgün Rasûlullah r yolda ağlamakta olan bir câriye gördü ve:

“–Niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Câriye:

“–Yâ Rasûlallah! Yanlarında çalıştığım âile bana iki dirhem verip un almaya göndermişti, parayı kaybettim!” dedi.

Nebiyy-i Ekrem r yanında kalan son parasını ona verdi. Dönüp giderken kızcağızın hâlâ ağlamakta olduğunu gördü. Yanına çağırıp:

“–Niçin ağlıyorsun, dirhemleri aldın?!” buyurdu. Kızcağız:

“–Geciktiğim için beni döverler diye korkuyorum!” dedi.

Allah Rasûlü r onunla birlikte, hizmet ettiği eve kadar gidip selâm verdi. Evdekiler Efendimiz’in sesini tanıdıkları hâlde cevap vermediler. Ancak üçüncü selâmında “Ve aleyküm selâm” diyerek büyük bir sevinçle dışarı çıktılar. Rasûlullah r:

“–İlk selâmı duydunuz mu?” buyurdu.

“–Evet, duyduk yâ Rasûlallah, ancak çokça selâm verip bizi bereketlendirmenizi arzu ettik. Sizi buraya kadar getiren nedir, annemiz babamız size fedâ olsun?!” dediler. Rasûlullah r:

“–Bu kızcağız sizin kendisini dövmenizden korktu” buyurdu. Câriyenin sahibi hemen:

“–Mâdem siz onunla birlikte buraya kadar teşrîf ettiniz, mâdem sizin buraya gelmenize vesîle oldu, o artık Allah için hürdür!” dedi. Buna çok sevinen Rasûlullah r onları hayırla ve cennetle müjdeledi. Sonra da:

“…Allah’a hamd olsun! Bütün bunları kudretiyle bizlere lutfeden O’dur” buyurdu. (Heysemî, IX, 13-14)[4]

Rasûlullah r Tâif kuşatması esnâsında kaleden çıkıp kendisine katılan kölelerin âzâd edileceğini ilan etmişti. Bunun üzerine 20 kadar köle kaleden çıkarak müslüman oldu ve hürriyetine kavuştu. Rasûlullah r, geçimleri için her birini müslümanlardan hâli vakti yerinde olan bir âileye verdi ve bunlara Kur’ân ile Sünnet-i Seniyye’yi öğretmelerini emretti. (Vâkıdî, III, 931-932)

Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:

“Her kim ortak olduğu bir köle­deki kendine ait payı âzâd ederse, şâyet kölenin bedeli kadar malı bulunuyorsa kölenin tamâmını hürriyete kavuşturması üzerine vâcib olur. Âdil bir kıymetle kölenin bedeli tayin edilip diğer ortaklara hisseleri verilir ve âzâd edilen şahsın yolu açılarak serbest bırakılır.” (Buhârî, Şirket, 14; Itk, 4)

“…Şayet âzâd eden kişinin kâfî miktarda malı yoksa, köle (diğer ortağın payını kazanması için) kendisine ağır gelmeyecek şekilde çalıştırılır.” (Buhârî, Şirket, 14; Itk, 5)

İslâm’da bir kısım amellerin sevâbının büyüklüğünden bahsedilirken; “Köle âzâd etmek gibidir!” denilerek insanları hürriyete kavuşturmanın ne kadar fazîletli bir amel olduğu her fırsatta hatırlatılır.[5]

Büyük bir günah işleyen kişiye, durumu müsaitse köle âzâd edip bunu vesile edinerek Allah’tan af dilemesi tavsiye edilir. Yine sıkıntı, belâ ve mûsibetlerden kurtulmak için; Güneş ve Ay tutulması esnâsında; yakıcı rüzgârlar ve zelzeleler gibi tabiî âfetler vukû bulduğunda, önceden vefat eden kişilerin rûhunu şâd etmek için hep köle âzâdı tavsiye edilir. (Buhârî, Itk, 3; Muvatta’, Itk, 13, 14)

Köle âzat etmenin cehennemden kurtuluş sebebi ve âzâd edeni cennete götürecek bir amel olduğunu ve en faziletli işlerin başında geldiğini öğrenen sahâbîler, köleleri hürriyetlerine kavuşturma yarışına girmişlerdir. Nitekim İslâm’ın ilk yıllarında hâli vakti yerinde olan Hz. Ebû Bekir pek çok köleyi âzâd etmiştir. (İbn-i Hişâm, I, 341; Taberî, Tefsîr, XXX, 279 [Leyl, 5-7]; Suyûtî, Lübâb, s. 257-258)

İbn-i Hacer, Şerhu’l-Minhâc’da Abdurrahman bin Avf’ın toplam otuz bin köleyi âzâd ettiğini, bir günde sekiz bin köle âzâd ettiğini sahih yollardan haber verir.[6]

Hz. Ömer, Peygamber Efendimiz’in tavsiyesi üzerine en kıymetli arâzilerini insanların hayrına vakfetmiş, koyduğu şartlar arasında “köle âzâdı”na mühim bir yer vermiştir. (Buhârî, Şurut, 19; Vasâyâ, 28; Eyman, 33; Müslim, Vasiyet, 15)

Rus yazarı İvan Peresvetov, 1547 yılında yazdığı eserinde Fâtih Sultân Mehmed’in son derece câlib-i dikkat bir uygulamasından bahseder. “Kral Konstantin zamanında en değerli insanlar kralın soylularının elinde özgürlüklerini yitirmiş, köleleştirilmişlerdi” diyerek söze başlayan yazarın ifadesiyle Türk pâdişâhı:

“–Yalnızca Allah bizim üzerimizdedir ve hepimiz O’nun kulu kölesiyiz” diyerek kölelik kayıt defterleri ile belgelerin kendisine teslim edilmesini ve yakılmasını emretmiştir.[7]

Keffârette İlk Tercih Köle Âzâdı

İslâm, köle âzâdını teşvik etmekle kalmayıp bunu pek çok vesileyle mecbûr tutmuştur. Meselâ bir insan hatâ işlese ve kazâ ile bir adam öldürse, bu durumda İslâm ona keffâret olarak ilk önce köle âzâd etmeyi emreder. Bundan anlaşılıyor ki, bir insanın köle olması âdetâ ölmesine denktir, âzâd edilmesi de sanki hayata kavuşturulması gibidir. Yine bir müslüman yemin etse, zıhâr[8] yapsa, oruç bozsa bunlara keffâret olarak ilk önce köle âzâd etmesi istenir.[9]

Bunun yanında İslâm, devlet gelirlerinden ve zekât mallarından bir kısmı­nın köle âzâdına ayrılmasını emretmiştir.[10]

Mükâtebe: Kölenin Efendisiyle Anlaşması

Köle, belli bir miktar üzerinden anlaşma yaparak (mükâtebe) hürriyetine kavuşmak için müracaat ederse, efendinin bu talebi kabul etmesi ve hatta bu bedeli öderken kölesine maddî yardımda bulunması istenmiştir.[11] Bu durumda köleye çalışıp kazanma imkânı verilir, o da gerek kazanarak gerekse müslümanlardan aldığı yardımlarla, anlaştığı bedeli ödeyip hürriyetine kavuşur. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“…Ellerinizin altında bulunanlardan (köleler ve câriyelerden) mükâtebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir hayır (kabiliyet ve güvenilirlik) görüyorsanız, hemen mükâtebe yapın! Allah’ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin!..” (Nûr, 33)

Nitekim Selmân-ı Fârisî ile Ebü’l-Müemmil’in kitabet bedeli Rasûlullah r Efendimiz ve ashabın yardımıyla kar­şılanmış, Berîre’nin her yıl 1 ukıyye (40 dirhem) olmak üzere toplam 9 ukıyye altın tutarındaki kitabet bedeli Hz. Âişe c tarafından öden­miş, Cüveyriye bint-i Hâris’in kitabet bede­lini de Rasûlullah r vermiştir.[12]

İslâm, hür erkekten çocuk doğuran bir câriyenin ve çocuğunun hür olması prensibini getirmiştir.[13] Bütün bunlar o devrin içtimâî ve siyasî şartları dikkate alındığında çok mühim gelişmelerdir.

Hatta İslâm âlimleri zorlamayla, sarhoşken ve şaka yoluyla köle âzâd etmeyi bile geçerli saymışlardır. Diğer bir husus da şudur, beşerde aslolan hürriyet olduğu için, bir kişi hâkime mürâcaat edip hür olduğunu iddia etse hâkim, bu iddiayı yalanlayan kimse bulunmadıkça, diğer muâmelelerde olduğu gibi delil aramaksızın hemen hür olmasına hükmeder.[14]

Köle âzadı üzerinde bu kadar ısrarla durulması ve ona büyük mükâfâtlar verilmesi, insanoğlunun Allah katında ne kadar kıymetli olduğunu ve Allah’a kul olarak yaratılan insanın kula kulluktan kurtarılmasının ehemmiyetini gösterir.

Köleye İyi Davranmayı Emretti

İslâm, köleliğin yolunu kapatmış, önceden beri köle olanları kurtarmak için büyük bir gayret sarfetmiş, bütün bunlara rağmen köle olarak kalan insanların ise hâllerini ıslâh etmiştir. Köleye kötü muamele yapılmasını, ağır işlerde çalıştırılmasını ve aşırı yorulmasını kesinlikle yasaklamıştır. Öldürülenlerin kısas yoluyla haklarının alınmasını, bekâr olanların evlendirilmesini emretmiştir.[15] Köle sahibine dâimâ; “Yediğinden yedir, içtiğinden içir, giydiğinden giydir, oruçluyken fazla yük ve iş yükleme, ihtiyaçlarını karşıla!” telkîninde bulunmuştur. İslâm, köleler için öyle haklar getirmiştir ki, bunlara riâyet edildiğinde neredeyse köle almak bir nevî köle olmak mânâsına gelmiştir.

Cenâb-ı Hak:

“Ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın!” buyurur. (Nisâ, 36)

Rasûlullah r de şöyle buyurmuştur:

“Onlar sizin kardeşlerinizdir; yediğinizden yedirin, içtiğinizden içirin!” (Müslim, Eymân, 36-38)

 “Birinize hizmetkârı yemeğini getirince, onu beraber yemek üzere sofrasına oturtmayacaksa, hiç olmazsa bir iki lokma veya yiyecek bir iki şey versin. Zira yemeğin harâretini ve zahmetini o çekmiştir.” (Buhârî, Et‘ime, 55; Tirmizî, Et‘ime, 44)

“Onlara, evlâtlarınıza ikrâm ettiğiniz gibi iyilikte bulunun!” (İbn-i Mâce, Edeb, 10)

“Kölenin, efendisi üzerinde üç hakkı vardır: Namaz kılarken acele ettirmemesi, yemekten kaldırmaması ve onu iyice doyurması.” (Heysemî, IV, 237)

Rasûlullah r bizzat kendisi, köleler, hizmetçiler ve fakirlerin arasına girer, onlarla konuşur, dâvetlerine icâbet eder, hastalarını ziyâret eder ve cenâzelerine katılırdı. Köleler arpa ekmeğine bile dâvet etseler bunu küçümsemez, icâbet ederdi. (Heysemî, IX, 20)

Peygamber Efendimiz’in kölelere karşı merhameti o hadde varmıştı ki, bir kimsenin onlar hakkında; «kölem, câriyem» demesine dahî gönlü râzı olmaz, «oğlum, kızım» diye hitâb edilmesini emir buyururdu. (Müslim, Elfâz, 13-15; Ebû Dâvud, Edeb, 83/4975, 4976)

Câhiliyede insan yerine konulmayan her hangi bir hizmetçi kadın (câriye), artık Peygamber Efendimiz’in karşısına çıkarak kendisiyle husûsî görüşme talep edip derdini anlatabiliyordu. (Buhârî, Edeb, 61)

Eskiden, âzâd edilmiş kölelere mevâlî denilir ve hürlerle aralarında bir statü farkı gözetilirdi. Rasûlullah r bu farkı ortadan kaldırmak maksadıyla âzâd ettiği kölesi Zeyd’i halasının kızı Zeyneb ile; Zeyd’in oğlu Üsâme’yi de Kureyşli bir âilenin kızı Fâtıma bint-i Kays ile evlendirmiştir.[16]

Yine Rasûlullah r Muhâcirler ile Ensâr arasında kardeşlik akdi yaparken âzâdlı-hür ayrımını ortadan kaldırmıştır. Muâhât denilen bu hâdisede Rasûlullah r köle kökenlilerden Bilâl’i, Abdullah bin Abdurrahman ile;[17] Selmân-ı Fârisî’yi, Ebû’d-Derdâ ile;[18] Sâlim’i, Muâz bin Mâiz ile;[19] Ammâr’ı da Huzeyfe el-Yemânî ile[20] kardeş ilân etmiştir y. O zamanın müşrikleri de zaten buna itiraz ediyorlardı. “Köleler bizimle aynı seviyede mi olacak?” diye kendilerini üstün görüp İslâm’dan uzaklaşıyorlardı.

Allah Rasûlü r mevâliye devlet kademelerinde vazîfe dahî vermiştir. Nitekim Zeyd ile oğlu Üsâme’yi muhtelif zamanlarda ordu kumandanı olarak tâyin etmiştir.[21] Diğer taraftan Hz. Ebû Bekr’in azatlısı Bilâl-i Habeşî, Peygamber Efendimiz’e müezzinlik vazifesi yanında çoğu zaman beytü’l-mal sorumlusu olarak elçileri ağırlamak ve onlara ikramda bulunmak gibi vazifeler ifâ etmiştir.[22] Zira Efendimiz liyâkate ehemmiyet veriyordu. Bu sebeple şöyle buyurmuştu:

“Size, Allah’a karşı takvâ sahibi olmanızı, O’na çok saygı duymanızı, başınıza bir Habeşli köle bile emir olsa, onu dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim.” (Ebû Dâvûd, Sünnet 5/4607; Tirmizi, İlim 16; İbn-i Mâce, Mukaddime 6)

Böylece bu sahâbîlerin hayatları, İslâm’ın bereketiyle Hz. Yûsuf gibi “kölelikten sultanlığa” şeklinde bir seyir takip etmişti.

Müslümanlar, hizmetçi ve kölelerin eğitimiyle de meşgul olmuşlardır. Onların bu güzel tavrı, sahabe döneminden itibaren hizmetçi ve köle kökenli kimselerden nice âlimlerin yetişmesini sağlamıştır. Selmân-ı Fârisî, Bilâl-i Habeşî, İkrime, Nâfî, Mücâhid, Hasan-ı Basrî, İbn-i Sîrin, Sultan Gazneli Mahmûd, Kâfûr-ı İhşidî, Sadrazam Mahmûd Paşa, Yâkût-i Hamevî gibi İslâm medeniyetindeki pek çok meşhur şahsiyet bunlardandır.[23] İbn-i Abbâs v, kölesi İkrime’yi ayağından bağlayarak ilim öğrenmeye zorlamış, neticede onu günümüzde bile ilminden istifade edilen ender âlimler seviyesine yükseltmiştir. (Buhârî, Husûmât, 7; Dârimî, Mukaddime, 46)

İslâm insanlara öyle bir anlayış kazandırmıştır ki, müslümanlar hizmetçileriyle birlikte yolculuk yaparken binitleri bir tane ise ona nöbetleşe binmişlerdir. Meselâ Hz. Ömer Kudüs’e giderken böyle yapmış, İbrahim Hakkı Erzurûmî de aynı ahlâk-ı hamîdeyi tatbîk etmiştir.

Köleye Kötü Davranmayı Şiddetle Yasakladı

Peygamber Efendimiz, hangi seviyede olursa olsun insan gönlünün incinmesini aslâ istemezdi. Şöyle buyururdu:

“Köle ve hizmetçilerine kötü muâmelede bulunan kimse cennete giremez!” (Tirmizî, Birr, 29/1946; Ahmed, I, 7)

Birgün Rasûlullah r, Ebû Zer’in -gafleten- kölesine sert davrandığına şahit oldu. Çok üzüldü ve:

“–Ey Ebâ Zer! Sen hâlâ câhiliye âdeti üzere misin!” buyurdu. Devamla: “Allah’ın yarattığına zarar verme! Meşrebine uymuyorsa onu âzâd et; fazla yük yükleme; yüklediğinde ise ona yardımcı ol!” buyurdu. (Buhârî, Îmân, 22; Müslim, Eymân, 38; Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124)

Tâbiîn fakihlerinden Hayseme bin Abdurrahman diyor ki, birgün ashâb-ı kirâmdan hocam Abdullah bin Amr ile oturuyorduk. Yanına kâhyası geldi ve ona:

“−Kölelerin yiyeceklerini verdin mi” diye sordu. Kâhya:

“−Hayır, vermedim” deyince:

“−Öyleyse hemen git, yiyeceklerini ver. Çünkü Rasûlullah r:

«Kölelerinin nafakasını ihmâl etmek, insana günah olarak yeter” buyurmuştur” dedi. (Müslim, Zekât, 40)

İslâm, başta köle ve hizmetçiler olmak üzere zayıf insanlar hakkında şu düşünceyi hiçbir zaman hatırdan çıkarmamayı tavsiye eder: “Şu anda onlar hizmetçi mevkiindeler. Ancak onlar efendi biz hizmetçi olabilirdik. O hâlde kendimize nasıl davranılmasını istiyorsak onlara da öyle muâmele edelim.”

Allah Rasûlü r, ashâbından, kölelerin kusurlarını dâimâ affetmelerini isterdi. Öyle ki:

“–Hizmetçimizin kusurlarını ne kadar affedelim?” diye soran sahâbîye:

“–Onu her gün yetmiş defa affediniz!” cevabını vermiştir. (Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124/5164; Tirmizî, Birr, 31/1949)

“Kim, işlemediği bir suçtan dolayı kölesini döver veya sebepsiz yere tokatlarsa, bunun keffâreti o köleyi âzâd etmesidir.” buyururdu. (Müslim, Eymân, 30, 32)

Ebû Mes’ûd el-Bedrî t şöyle anlatır:

Kölemi kamçı ile döverken arkamdan:

“−Ey Ebû Mes‘ûd, bilesin ki…” diye bir ses duydum. Ancak kızgınlığımdan sesin sahibini tanıyamadım, sözün devamını da anlayamadım. Yaklaşınca bir de ne göreyim Rasûlullah r değil mi! Bana:

“−Ey Ebû Mes’ûd! Senin bu köleye gücün yetiyor ancak bilesin ki Allah’ın gücü sana bundan daha fazla yeter!” buyuruyordu. Hemen:

“−Bundan böyle bir daha asla köle dövmeyeceğim” dedim. Sonra:

“−Ey Allah’ın Rasûlü! Allah rızâsı için bu köleyi âzat ettim” dedim. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

“−Beri bak! Eğer böyle yapmasaydın seni mutlaka ateş yakardı ya da cehennem ateşi seni sarardı” buyurdu. (Müslim, Eymân, 34, 35)

Rasûlullah r, son ânına kadar zayıfları ve köleleri düşünmüş, son nefeslerini kölelerin hakkını muhafaza için harcamıştır. Ümmü Seleme vâlidemiz şöyle der:

“Rasûlullah r Efendimiz’in son vasiyetlerinden biri:

«Aman namaza dikkat ediniz! Aman namaza dikkat ediniz! Emriniz altındaki kişilerin haklarına riâyet ediniz!» sözleri oldu. Allah Rasûlü r bu sözleri o kadar tekrarladı ki, mübârek lisânı söyleyemeyecek hâle gelince, bunları içten içe tekrar etmeye başladı.” (Ahmed, VI, 290, 315)

Hâsılı İslâm, getirdiği prensiplerle köleyle efendiyi birbirine yaklaştırdı, kölenin hür insanlardan fazla bir farkı kalmadı. Neticede İslâm, bir zulüm müessesesi hâline gelmiş bulunan köleliği, “ancak isimden ibâret” bırakarak, zamanla tabiî bir sûrette ortadan kalkmasını sağladı. İslâm’ın getirdiği merhamet ve şefkatin bir bereketi olarak kölelik zamanla ehemmiyetini yitirdi. Birçok sahâbî, kul hakkı endişesiyle kölelerini kısa zamanda âzâd ettiler. Bilhassa Hz. Ömer, köleliğin ortadan kalkması için büyük bir mücâdele verdi ve bir takım tedbirler aldı. Memurlarının, hastalanan köleleri ziyâret etmediklerini haber aldığında onları vazifeden azlederdi. Her cumartesi Medîne’nin kenar semtlerine gider, herhangi bir köleyi gücü yetmeyeceği bir işte çalışırken görürse, ondan bu işi alırdı. (Muvatta’, İsti’zân, 41)

Yine Hz. Ömer t Mısır ve Irak gibi memleketlerde hiç kimsenin esir ve köle muâmelesi görmesine müsâade etmedi. Bu hususta yapılan ısrarları da dikkate almadı. Bir defasında İslâm askerleri tarafından Mısır’dan getirilen köleleri serbest bırakarak tekrar memleketlerine göndermiştir. Zira Hz. İsmâil’in annesi Hz. Hacer c ile Peygamber Efendimiz’in hanımı Mâriye c Mısırlı idiler ve bütün müslümanların Mısırlılarla iki yönlü akrabalık bağı vardı. Hz. Ömer t nihayet Arabistan’da köleliği tamamen kaldırmaya muvaffak oldu.[24]

Bu durumda şunu söyleyebiliriz ki, İslâm, köleliği kaldırmak için bütün tedbirleri almış, her türlü çareye başvurmuş ve bunu bir insanlık ideali hâline getirmiştir. Köleliğin giriş kapılarını imkân nisbetinde kapatmış, çıkış kapılarını sonuna kadar açmış ve kölelerin hürriyete kavuşturulmasını her fırsatta teşvîk etmiştir. Bunun yanında İslâm köleler için de bir hukûkî yapı getirmiştir. Bu durum, insanlık tarihinde ilk ve yegâne oluşunun yanında, köleyi bir insan olarak görüp hakları bulunduğunu herkese kabul ettirmesi ve pratik hayata yansıtması açısından çok mühimdir. Böyle bir gelişme, köle ve câriyelerin birer mal sayıldığı o günün değil, günümüzün şartlarında bile asla küçümsenemeyecek bir ehemmiyete sahiptir.

İslâm’da köleliğe ait hükümlerin mevcûdiyetinin bir hikmeti de, insanoğlu var oldukça ortadan kalkması imkânsız bulunan harpler ve bunların tabiî bir neticesi olarak mevcut olagelen harp esirleridir. İslâm nizâmının en belirgin vasfı şefkat ve merhamet olduğu için, harp esirlerinin hür insanlar seviyesine yükseltilmesini ister. Savaşta esir düşmüş ve bir şekilde öz yurduna dönememiş olan insanlara sığınacak bir çatı sağlar. Diğer bir hedef de bu insanları eğitmek ve onlara kültürlerini artırmaları için en iyi şartları sağlamaktır. Yoksa İslâm’ın gâyesi, bizden farklı olmayan zavallı insanları sömürmek değildir.[25]

Şu da acı bir gerçektir ki, bugün dünyanın birçok yerinde açlar, açıklar, işsizler, evsizler, güçsüzler var ve bunların bir kısmı, eski köle ve câriyeler gibi kullanılıyor. O hâlde insanlık köleliği kaldırmakla yapması gerekenin ancak küçük bir kısmını yapmış oldu. İslâm’ın hedefi bütün dünyada insana yaraşır bir özgürlük ve adâletin tahakkuk etmesidir. Bu sebeple zekâtı, infâkı, cömertliği, yardımseverliği ısrarla teşvik etmektedir. Zira o yoksul insanları kurtarmadıkça bütün müslümanlar büyük bir vebal altındadır. Dine inanmayanların da hiç değilse haksız yere akan kandan, gözyaşından ve çekilen ızdıraplardan dolayı vicdanları sızlamalıdır.



[1] Ahmet Özel, “Esir” mad., DİA, XI, 382.

[2] Beled, 10-13; Buhârî, Keffârât 6; Itk 2; Müslim, Itk, 22-23; Îmân 136.

[3] Diğer âyetler için bkz. Nisâ, 92; Mâide, 89; Tevbe, 60; Mücâdele, 3; Beled, 11-13.

[4] Bu engin merhametin İslâm târihindeki nâdide misâllerinden biri de şudur: II. Mahmûd’un âilesi Bezmiâlem Vâlide Sultan, Şam’da bir vakıf tesis etmiştir ki, vakfiyesinin bir maddesi de; çalışan hizmetkârların yanlışlıkla kırdıkları eşyâları veya bilmeyerek verdikleri zâyiâtı tazmin etmektir. Gâye, onların hakârete mâruz kalıp da kalplerinin kırılmaması, haysiyetlerinin rencide edilmemesidir.

[5] Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101/5077; Nesâî, Cihâd, 26; Ahmed, II, 3; II, 360.

[6] Bkz. İbn-i Allân, Delîlü’l-fâlihîn, IV, 159.

[7] Altan Aykut, “İvan Peresvetov ve Sultan Mehmet Menkıbesi”, Belleten, Ankara 1983, XLVI, sy. 184, s. 866.

[8] Zıhâr: Kocanın karısını, nikâhı kendisine ebediyyen haram olan kadınlardan birisinin bakılması câiz olmayan sırtı, karnı, uyluğu gibi bir yerine benzetmesidir. Bu benzetmeye zıhâr denilmesi bunun çoğu kez “Sen bana annemin sırtı gibi haram ol!” diye “zahr”a, yani sırta nisbetle yapılması sebebiyledir. Câhiliye döneminde zıhar bir nevî talâk (boşama) sayılmaktaydı. İslâm bu tür talâkı yasaklamış, zıhâr yapanların keffâret vererek hanımlarına dönmelerini istemiştir. (Mücâdele, 3)

[9] Nisâ, 92; Mâide, 89; Ebû Dâvûd, Talâk, 16-17/2213.

[10] Tevbe, 60.

[11] Mükâtebe sözleşmesi yapan köle/câriye, efendisinin mülkiyetinden çıkmamakla birlikte sözleşmenin yapıldığı andan itibaren kendi adına çalışma, hukukî tasarruflarda bulunma, mallarının sahibi olma, çalışıp kazanç elde edebilmesi için yolculuğa çıkma hak ve salâhiyetlerini elde eder. Efendisinin onun üzerindeki tasarruf yetkisi sona erer, artık onu rehin veremez, ücretini almak üzere işçi yapamaz, kendisine hizmet etmeye, işçi olarak çalışmaya zorlayamaz, câriye ise istifraş edemez, malına ve canına verdiği zararı tazmin eder. Mükâtebin kitabet esnasında satın aldığı câriyesinden doğan çocuğu da kendisine tâbi olarak hür olur. Mükâteb alım satım, kiralama, rehin alıp verme vb. hukukî tasarruflarda bulunabilirse de bağış, vasiyet, vakıf gibi teberru mahiyetinde olan tasarruflar ve evlenme konusunda kısıtlılığı, taahhüt ettiği bedeli tamamen ödeyinceye kadar devam eder. (Prof. Dr. Fahrettin Atar, “Mükâtebe” mad., DİA, XXXI, 533)

[12] Buhârî, Mükâteb, 3, 4; Müslim, Itk, 6; Ebû Dâvûd, Itâk, 2; Ahmed, V, 443, 444; Aynî, Umde, XIII, 116.

[13] Nikâh akdi, ikisi de hür olan erkekle kadının şartlarına uyarak yaptığı, âile kurma ve cinsî yönden birbirinden faydalanma konulu bir sözleşmedir. Câriyeye sahip olmayı sağlayan akit ve tasarruf da (satın alma, miras, ganimet veya bağış yoluyla elde etme…) bir hukûkî işlemdir ve bu hukûkî işlem, sahibi ile câriye arasında karı-koca gibi yaşama hakkını da vermekte, nikâh akdinden daha güçlü ve kapsamlı olarak onun yerine de geçmektedir. Şu hâlde “Câriyelerle nikâhsız cinsel temas yapılırdı” gibi bir söz saptırma niyeti veya cahillikten kaynaklanmaktadır. (http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat2/0269.htm)

[14] Bkz. İ. Hakkı İzmirli, Anglikan Kilisesine Cevap, sad. Fahri Unan, Ankara 2004, s. 109-110.

[15] Bakara, 178; Nûr, 32. Bir kişi, kölesi ile câriyesini evlendirmişti. Daha sonra onları boşanmaya zorladı. Köle, durumu Allah Rasûlü’ne arz etti. Bunun üzerine Rasûlullah J duruma müdâhale ederek bu haksızlığa mânî oldu. (İbn-i Mâce, Talâk, 31; Taberânî, Kebîr, XI, 300)

[16] Müslim, Talâk, 36; Tirmizî, Nikâh, 38; İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 564.

[17] İbn-i Sa‘d, III, 233, 234.

[18] Buhârî, Edeb, 67.

[19] İbn-i Abdi’l-Berr, II, 567.

[20] Hâkim, III, 435.

[21] Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 17; İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 564.

[22] İbn-i Sa‘d, I, 246, 294, 298, 323; İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 165.

[23] Bkz. İ. Hakkı İzmirli, Anglikan Kilisesine Cevap, s. 109.

[24] Ramazanoğlu Mahmûd Sâmi, Hazreti Ömeru’l-Fâruk -radıyallahu anh-, İstanbul ts., s. 158-160.

[25] Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah, İslâm’a Giriş, s. 115.

%d bloggers like this: