2. Kur’ân Üslûbu Bir “Azamet Üslûbu”dur

Kur’ân’ın belâğat, fesâhat ve nazmının üstünlüğünü gösteren genel üslup husûsiyetlerinin ötesinde bir de azamet üslûbu vardır ki, onu okuyan insan, âyetlerde konuşan zâtın büyüklüğünü derinden hisseder. Şeyh Abdülaziz ed-Debbâğ Hazretleri şöyle buyurur:

“Kur’ân’ı dinleyip onun yüksek mânâlarını kalbi üzerine akıtan herkes kesin olarak idrak eder ki, o sadece Rab -sübhânehû ve Teâlâ- Hazretleri’nin kelâmıdır. Çünkü Kur’ân’daki azamet ve satvet, ancak Rubûbiyet azameti ve ulûhiyet satvetidir.

Aklını kullanan zekî bir insan, önce devrin hükümdarının sözlerini, sonra da halkın sözlerini dinlese, sultanın sözlerinde, onu diğerlerinden ayıran bir nefesin olduğunu hemen farkeder. Hatta âmâ bir insanın bir topluluğa geldiğini farzedelim, sultan da onların arasında gizlenmiş bulunsun. Bu insanlar sırayla konuşurken sıra sultana geldiğinde, âmâ kişi onun sözünü diğerlerinden hiçbir şüpheye mahal kalmayacak şekilde ayırır.

İkisi de sonradan yaratılmış olan insanların sözleri arasındaki fark böyle olursa, beşer sözü ile Cenâb-ı Hakk’ın kadîm kelâmı arasındaki fark nasıl olur acaba! Nitekim sahâbe-i kirâm Kur’ân’dan hareketle Rab’lerini tanıdılar, O’nun sıfatlarını idrak ettiler, rubûbiyetine lâyık olan şeyleri bütün hatlarıyla bilip tasdik ettiler. Böylece Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemek onları, kesinlik ifade eden bir bilgiyle Allah’ı bilmeye götürdü. Bu onlar için gözleriyle görmek, kalpleriyle müşâhade edip sıhhatli bir şekilde anlamak yerine geçti. O kadar ki Cenâb-ı Hak onlara göre, yanlarında, meclislerinde her şeyden daha yakın hâle geldi. Hiçbir kimseye yanında, meclisinde bulunan arkadaşı meçhul ve gizli değildir…”[1].

 Aşağıda bahsedeceğimiz bazı husûslar sebebiyle insan, Kur’ân’ı gönderen zâtın, her şeye hâkim, istediğini yapan ve sonsuz bir kudrete sahip olduğunu anlamakta gecikmez. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm kendisini şöyle tanıtır:

“Eğer okunan bir Kitapla dağlar yürütülseydi veya onunla yer parçalansaydı yahut onunla ölüler konuşturulsaydı (o Kitap yine bu Kur’an olacaktı). Fakat bütün işler Allah’a âittir…”[2].

Âyetin ifadesiyle Kur’ân, öyle büyük bir mûcizedir ki eğer bir kitâbın indirilmesi ya da okunması ile dağlar yürütülmüş, yer parçalanmış, ölüler konuşturulmuş olsa idi, hiç şüphesiz bunlar Kur’ân ile olurdu. Çünkü Kur’ân, şimdiye kadar indirilmiş ilâhî kitapların en mükemmeli ve en üstünüdür. Onda ilâhî kudretin öyle hayranlık verici eserleri, gizli ve açık öyle azamet tecellîleri vardır ki, meselâ Kur’ân bir dağın tepesine indirilmiş olsa idi o dağın, Allah korkusundan başını eğdiği, çatlayıp hurdahaş olduğu görülürdü[3]. İşte Kur’ân, aslında böylesine büyük bir ilâhî kitaptır. Fakat onun indirilişinin asıl hikmeti bunlardan ziyâde, okunup anlaşılması ve üzerinde derinden derine düşünülüp îmân edilmesi, mûcibince amel edilmesidir[4]. Dolayısıyla Allah’ın büyüklüğü ve peygamberinin hak oluşu hususundaki delilleri; dağların yürütülmesi, ölülerin diriltilip konuşturulması gibi hârikulâde zâhirî hâdiselerden ziyâde Kur’ân’ın ifâdelerindeki fesâhat ve belâğatta, mânâsındaki derinlik ve azamette aramak daha doğrudur.

Şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm; tabiatıyla, son derece tesirli olan dâvet ve ifâde yöntemiyle, ele aldığı mevzuları ve bunları takdim tarzıyla, kendisini hisseden ve ona göre şekillenen ruhlarda, dağların yerinden sökülmesinden, yerin yarılmasından ve ölülerin konuşturulmasından daha büyük, daha köklü değişiklikler meydana getirmiştir. Tesiri altına aldığı bu yüce ruhlar sâyesinde, hayatın boyutlarını, hatta tüm yeryüzünün görünümünü aşan harikulade hâdiseler gerçekleştirmiş, târihin akışını değiştirmiştir. Taştan ve çelikten daha sert, daha katı olan düşünce ve geleneklerin donukluğunu parçalamıştır. Ölülerden daha hissiz, daha sessiz olan insanları canlandırmış, harekete geçirmiştir[5]. Bunu da üslup ve mânâsındaki kuvvet ve azametle yapmıştır. Dolayısıyla Kur’ân’ın mûcizeliğini bu sahalarda aramalıdır. Artık insanlık seviye kazanmış dağ, taş gibi kaba şeylere gönül bağlamaktan ziyâde rûh, ahlâk, medeniyet gibi daha bediî zevklere sâhip olmuştur. Kur’ân’ın azameti de, bu yüksek rûhları, kalbleri ve zihinleri tatmin etmesinde, onlara yön vermesindedir.

Kur’ân üslûbunun, insana kuvvetli bir şekilde azamet hissi veren bazı husûsiyetleri vardır:

Her Satırında Allah’a İşaret Vardır

1. Kur’ân üslûbundaki ilâhî azamet tecellilerinden biri, bütün âyetlerde Allah’ın isimlerine, sıfatlarına ve fiillerine ya açıktan veya bir zamirle yahut gizli bir işaretle mutlaka yer verilmesidir. Kur’ân’da Allah’ın kemâl sıfatları, azamet ve celâli açık bir üslupla ve hiçbir beşerin kitabında olmayacak kadar çok zikredilir. Kur’ân-ı Kerîm, baştan sona Allah’ın esmâ-i hüsnâsı, kemâl sıfatları, ulûhiyeti, rubûbiyeti, hâlıkiyeti, rahmâniyeti ve kudsiyeti gibi mevzuların en yüksek anlatımı ile doludur. Onda “Allah” lafzı dünyadaki hiçbir kitapta olamayacak şekilde çoktur. Hangi sahifesine bakılsa veya sahifeden daha küçük kısımlarına bakılsa orada muhakkak Allah’ın bir takım isim veya sıfatları bulunur.

Kur’ân-ı Kerîm, sâdece bazı duaları ve Allah’ın sıfatlarını ihtiva eden bir kitap değildir. Onda dinî ve dünyevî muâmelâtla alâkalı hükümler, şahsî, âilevî ve ictimaî hayata dâir esaslar da mevcuttur. Kur’ân, bu mevzûlardan hangisini işlerse işlesin, muhakkak bir vesîleyle Allah’ın isim veya sıfatlarından pek çoğunu orada zikreder. Bu sebeple, Kur’ân’da “Allah” ismi, 2697 defa geçmektedir[6]. Esmâ-i hüsnâsı, sıfatları ve O’na râci olan zamirler ise, sayılamayacak kadar çoktur.

Meselâ Talâk Sûresi’ni ele alalım. İsminden bile ahkâmla alakalı olduğu anlaşılan bu kısa sûrede, “Allah” ismi 25 defa, “Rabb” 2 defa, Allah’a râcî olan zamirler ise pek çok defa geçmektedir[7].

Mücâdele Sûresi’nde ise, her âyette mutlakâ “Allah” ism-i şerîfi zikredilmektedir. Hem de bir kısmında 3, bir kısmında 4, bir kısmında 5 defâ…

Yine, fâiz ahkâmıyla ilgili şu âyetlere bu açıdan dikkatlice bakıldığında, ifade etmeye çalıştığımız fikir, daha belirgin bir şekilde ortaya çıkacaktır:

“Fâiz yiyenler kıyâmette tıpkı şeytanın çarptığı kimsenin kalkışı gibi kalkarlar. Bu, onların, «Alışveriş de fâiz gibidir» demelerindendir. Hâlbuki Allah alışverişi mübah, fâizi ise haram kılmıştır. Her kime Rabbinden bir talimat gelir, o da fâizden vazgeçerse, daha önce yaptığı muamele kendisi için geçerlidir, hakkındaki hüküm de Allah’a aittir. Her kim tekrar fâizciliğe başlarsa, işte onlar cehennemliktir, hem de orada ebedî kalacaklardır. Allah fâizi mahveder, zekât ve sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.

İman edip sâlih ameller işleyen, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler.

Ey iman edenler! Allah’tan korkun! Eğer gerçekten mü’min iseniz mevcut faiz alacaklarınızı terkedin! Eğer böyle yapmazsanız Allah ve Rasûlü tarafından size harp ilan edildiğini bilin! Eğer tevbe ederseniz, sermayeniz sizindir. Böylece ne haksızlık eder, ne de haksızlığa uğrarsınız”[8].

Görüldüğü gibi, Cenâb-ı Hakk’ın isimleri, sıfatları, fiilleri veya bunlara râci zamirler, hemen her satırda bir veya iki kez geçmektedir. Fâizle ilgili ahkâmın her bir yönü, Yüce Rabbimizin isim ve sıfatlarına sağlam bağlarla bağlanmış bir vaziyette izah edilmektedir. Ahkâm âyetleriyle inanç arasında yakın bir alâka kurulmaktadır[9]. Her bir mesaj ve her bir karar, Allah adına verilmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’in, baştan sona insanı Allah’ın rızâsını kazanma, iyi niyet ve ihlâs gayesine yönelttiğini söyleyen Muhammed Abdullah Draz da, bu konuya temas eder. Kur’ân’ın bu üslûbunun, ruhları dünyevî havadan kurtarıp bakışları semâya doğru çekmek için ortaya konmuş muazzam bir nizâm olduğunu bildirir. Bu üslup, Kur’ânî hitâba hâkim ilâhî irâdenin devamlı kullandığı bir tarzdır. Buna iyice inanmak için Kur’ân-ı Kerîm’i rastgele açmak kâfîdir. İster Allah’ın ismi veya zamiriyle, ister sıfatlarından herhangi biriyle O’nun adının zikredilmediği yalnızca bir sayfa değil, aynı zamanda ortalama olarak tek bir satır bile yoktur[10].

İlâhî isimlerin bu kadar sık tekrar edilmesi ve hatırlatılması sebebiyle Kur’ân okuyucusu için derin bir gaflet ve unutma sözkonusu olamaz. Dikkatimizi uyanık tutabilmek, niyetimizi temiz ve nezih kılmak için, bundan daha tesirli bir terbiye metodu bulunamaz. Draz, şu açıklamayı yapar:

“Gerçekte, genel olarak bu Kitâb-ı Kerîm’i meydana getiren aşağı yukarı 500 sayfa içinde ilâhî isimlere âit yaptığımız liste, 10.620’yi tutmaktadır. Bu ortalama olarak 15 satırlık her sayfaya 20 isimden fazla düşmektedir. Yalnız 32 sayfadan her biri, bu çağrıyı 10 defadan daha az yapmaktadır”[11].

Draz’ın 500 sayfa olarak tanzim edilen bir Mushaf’ı esas aldığı anlaşılmaktadır. Biz daha yaygın olarak kullanılan 600 sayfalık Mushaf’a göre hesap yaptığımızda, sayfa başına 17.7 adet isim düşmektedir. Her sayfada 15 satır olduğuna göre, ortalama olarak her satırda birden fazla ilâhî isim geçmektedir. Cenâb-ı Hakk’a işaret eden zamirleri de hesaba kattığımızda bu sayı daha da artar.

Bu konuya temas eden Jeffrey Lang şöyle der:

“Kur’ân’daki Allah’ı tavsif eden ifadeler, Hak Teâlâ’nın kıyas kabul edilemez bir vasfa sahip olduğunu bildirir. Kur’ân’ın hemen her sayfasında Allah Teâlâ’nın pek çok farklı sıfatından bahsedildiği görülür”[12].

İşte bu üslup, Kur’ân’a mahsus, onun azamet sâhibi Allah’tan geldiğini gösteren bir üsluptur. Yâni her şey Allah’a âittir, O’nun emriyle olur, O’nun irâdesi dışında hiçbir şey olamaz. Bu sebeple âyetler devamlı O’nun azamet ve kudretini ifâde eden isim ve sıfatlarından bahsetmektedir. Böylece Kur’ân’ın akışında, Allah’ın hâkimiyet ve kudreti devamlı hissedilir. Herhangi bir beşerin, kendisinden bu kadar sık bahsetmesi ve her şeyi kendine bağlayarak bütün varlıklara hâkim olduğunu iddia etmesi, gerçeklerle örtüşmez. Ancak bu durum Cenâb-ı Hak için hakikatin tâ kendisidir. O, en üstün hamd ve övgülere lâyıktır.

Her Şeyin Merkezinde Allah Vardır

2. Her şeyi ilâhî meşiet ve irâdeye bağlayan Kur’ân-ı Kerîm, anlatımlarının merkezine Allah’ı yerleştirir. Bütün hâdiseler, yüce Yaratıcı ve mutlak kudret sahibi olan Allah Teâlâ’nın izniyle gerçekleşir[13].

Kur’ân-ı Kerîm; tabiat, sebepler ve kendi kendine oluşum gibi tevhide aykırı hususlara kapılarını kesinlikle kapatır. Onun sisteminde doğrudan doğruya merkezî Allah fikriyle temas etmeyen ve bu fikirle yönetilmeyen hiçbir semantik alan yoktur. İslâm’dan önceki devirde Allah, sadece bir tek husûsî semantik alanın üyesi iken, Kur’ân’ın inmesiyle bütün alanların merkezinde Allah yer almıştır. Bu sebeple “Kur’ân’ın dünyası theocentric’tir/Allah her şeyin merkezindedir” denilebilir. Dolayısıyla Kur’ân sisteminde bütün semantik alanlar ve anahtar terimler, bu merkezin, bu yüksek odak-kelimenin (Allah) nüfuzu altındadır. Hiçbir şey bunun etkisinden kurtulamaz. Yalnız din ve îmânla ilgili kavramlar değil, bütün ahlâkî kavramlar, hatta evlenme, boşanma, miras, ticareti ilgilendiren senetler, borçlar, fâiz, ölçü ve tartılar gibi tamamıyla dünya hayatıyla ilgili şeyler de bu düşünce ile yakından alakadardır[14].

Buna göre her oluşun hakîkî fâili olan Allah, tarihin içindedir ve onu bizzat yönlendirmektedir. Hatta insanların yaptığı zannedilen bazı hâdiseleri de Kur’ân bizzat Allah’a atfeder. Meselâ Bedir Gazvesi’nde müşriklerin müslümanlar tarafından değil de, bizzat Allah tarafından öldürüldüğü ifade edilir[15].

 Her şeyi elinde tutan Allah Teâlâ’nın azameti, Kur’ân’ın başından sonuna kadar her yerinde kuvvetli bir şekilde dâimâ hissedilir. Bu da, boş bir kuruntu, gurur ve kibirden kaynaklanan bir bencillik değil, hakîkaten öyle olduğu için gerçeklerin açıklanmasından kaynaklanan ve kendinden emîn, kat’î ifâdelerin verdiği bir havadır.

Diğer taraftan varlık dünyasının merkezinde Allah bulunduğundan, insan olsun, diğer varlıklar olsun hepsinin O’nun mahlûkâtı olduğu ve bütün mevcûdâtın varlık hiyerarşisinde O’nun aşağısında bulunduğu dâimâ vurgulanır. O’na karşı olabilecek hiçbir şey yoktur[16].

Bu üslup karşısında insan dâimâ kendi konumunu hatırlayarak, güç, kuvvet ve bilgisinin sınırlarını görmekte ve netîcede acziyetini, kul olduğunu ve vazifelerini yapması gerektiğini düşünmektedir.

De ki!

3. Kur’ân’daki azamet üslûbunun bir göstergesi de, âyetlerde hitab eden zâtın dâimâ Allah Teâlâ olmasıdır. Yüce Rabbimiz dâimâ buyuran, emreden, yasaklayan, peygamberine ne diyeceğini öğreten, seven, sevmeyen, râzı olan veya olmayan zât olarak sözü elinde tutmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık kullanılan «قُلْ: De ki» ve «قُولُوا: Deyiniz» tarzındaki ifadeler de bu gerçeğin en açık tezahürleridir[17]. Kur’ân-ı Kerîm’de 332 yerde «kul», 12 yerde «kûlû», 3 yerde de «kûlâ» emirleri yer almaktadır[18].

Bunun hâricinde Cenâb-ı Hakk’ın kullarından yapmalarını istediği hususları bildiren yüzlerce emir bulunmaktadır[19]. Hatta dikkat edilecek olursa, Kur’ân’ın ilk âyeti hiç de tesadüfî olmayan bir şekilde emir sîgasıyla başlamakta, bu sîga ile Yüce Allah muhâtabına daha işin başında mahlûku olarak hitab etmekte ve her şeyin yaratıcısının kendisi olduğunu, dolayısıyla kulluk edilmeye layık yegâne Rabbın yine kendisi olacağını hissettirmektedir[20].

Kur’ân’daki emirler bazen daha hâkimâne olur ve “kesin bir şekilde emretti” formatına bürünür[21]. Kur’ân’ın bu, bütün insanlara ve her türlü mahlûkâta emredici üslûbu, ona farklı bir azamet ve heybet kazandırmaktadır.

Diğer taraftan Kur’ân’ın emredici üslûbu, şunu bir kere daha ispat eder ki; vahiy, Hz. Peygamber’in kendi benliğinden doğan, kendi içinde oluşan bir hâdise değil, onun kalbine hâriçten indirilen bir vâkıadır. Vahyin, firâset ve sezgiyi kullanarak meçhulün perdesini aralamaya çalışan “şuurdışı” yollarla alâkası yoktur[22]. Aynı şekilde mantıkî deliller ve zamanla olgunlaşan düşünceler­le meçhûlün bilinmeyen yönlerini ortaya çıkaran zahirî duygu ölçülerine de uymaz. Vahiyde bir konuşan, emreden ve veren zât vardır, bir de muhatap olan, emirleri yerine getiren ve alan zât vardır. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.v) vahyin kalbine inişini şu şekilde tarif eder:

“Vahiy bazan bana çıngırak sesine benzer bir sesle gelir. Bana en şiddetli olanı budur. Söylediğini kavradıktan sonra, o benden ayrılır. Bazen de melek bana bir adam sûretinde temessül eder ve benimle konuşur. Ben de ne söylediğini iyi­ce idrak ederim”[23].

Her iki durumda da, Rasûlullah (s.a.v) kendisine gelen vahyi iyice anlamak için son derece dikkatli olduğunu ifâde etmektedir. Yine gelen vahiy kendisi için ister ağır, ister hafif olsun, o esnâda şuurunun tam yerinde olduğunu, tebliğ edilen vahyi tamamen uyanık bir şekilde aldığını ve tam olarak anladığını ifade etmektedir. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, bu kuvvetli şuur hâli sayesinde, Kur’ân’ın nüzûl târihi boyunca, emir alan kendi beşerî şahsiyeti ile vahyi gönderen yüce ve emredici şahsiyeti hiçbir zaman birbirine karıştırmamıştır. Hz. Peygamber, Allah’ın huzurunda daima zayıf bir insan olduğunun şuuru içinde bulunmuş, mütevâzı bir kul olarak yaşamayı tercih etmiş[24], Allah’ın kendisi ile kalbi arasına girmesinden[25] korkmuştur. Dualarında sık sık:

“Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Allah’ım! Benim kalbimi dininde sâbit kıl!”[26] diye niyâz etmiştir.

Peygamber Efendimiz’i Allah’ın huzurunda, O’ndan yardım isteyen, hidayete ka­vuşturmasını ve affedilmesini talebeden, emrolunduğu şeye dört elle sarılan ve bazen şiddetle itab edilen bir kul olarak tasvir eden Kur’ân âyetlerini okuyan kişi, Yaratan ile yaratılanın sıfat, zat ve üslupları arasındaki nihayetsiz farkı derhal görecektir. Zîrâ Peygamber Efendimiz’in Kur’ân’da anlatılan tavrı; Rabbinin emirlerine muhalefet söz konusu olduğu zaman O’nun azabından korkan ve bunun için de emirlerine bağlanan, rahmetini dileyen ve Allah’ın Kitab’ından tek bir harfi bile değiştirmesinin mümkün olmadığını îlân eden itaatkâr bir kulun tavrıdır[27]. Hz. Pey­gamber’in diğer insanlar gibi bir insan olduğu, sadece tebliğ et­mekle mükellef bulunduğu, Allah’ın hazinelerine sahip olmayıp gaybı bil­mediği açıkça tasrih edilmektedir. O, hiç bir zaman, beşeriyetin ve yaratılmışlığın sınırlarını aşan bir hâkimiyet sıfatına sahip olduğunu iddia et­memiştir[28].

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e yönelik “De ki” hitapları, vahyi hâriçten gönderen zâtın, ona ne söyleyeceğini bir bir öğrettiğini göstermektedir. Peygamber Efendimiz’in kendiliğinden konuşmadığını, aksine kendisine vahyedilene tabi olduğunu gösterir. “De ki” ifadesinin Kur’ân-ı Kerîm’de devamlı tekrarlanması, okuyucuya Allah Rasûlü’nün vahiy konusunda hiçbir dahlinin bulunmadığını daima hatırlatır. O’nun, ne cümle, ne de kelime üze­rinde bir tasarrufu yoktur. O, muhatap olduğundan sadece Allah’ın gönderdiği vahyi alır ve tebliğ eder, kendiliğinden konuşmadığı gibi düşündüğünü söyleyen biri de değildir.

Rasûlullah (s.a.v) kendisine inen vahiy ile Allah’tan aldığı ilham so­nucu olan sözlerini tam bir şuurla açıkça ayırt ediyordu. Şahsî kanaat ve düşünceleri tamamen beşerî vasfının bir eseriydi. Bun­ların, Rabbinden gelen sözlerle karışması asla mümkün değildi. Onun için Rasûlullah (s.a.v), vahyin inmeye başladığı ilk günlerde, Kur’ân’dan başka bir sözün ya­zılmasını veya Kur’an ile hadislerin aynı yere yazılmasını yasakladı[29]. Böylece Allah’ın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm’in, diğer sözlerle karışmasını önledi. Allah Rasûlü (s.a.v), her bir veya birkaç âyet indiğinde, hemen vahiy kâtiplerinden birini çağırır ve inen vahyi yazdırırdı[30].

Allah Rasûlü (s.a.v), ilk günlerde, unutma korkusuyla inen vahyi, daha bitmeden aceleyle tekrar etmeye çalışırdı. Cenâb-ı Hak, böyle yapmaması hususunda onu îkâz etti ve Kur’ân’ı kendisine ezberleteceği teminatını verdi[31].

Bunlara benzer daha pek çok delil, vahyin, Hz. Pey­gamber’in rûhî ve psikolojik hâllerinden tamamen bağımsız olduğunu açıkça ortaya koymaktadır[32].

Hâkim Bir Edâ

4. Kur’ân-ı Kerîm’de, başka hiçbir kitapta görülmeyen bir duruş ve hâkim bir edâ mevcuttur. Kur’ân’ın üslûbunda, çeşitli maksatlarla etkilenmekten yüce, tesir eden fakat müteessir olmayan, gerçekleri iyisiyle kötüsüyle ortaya koyan, kendisine hiçbir iyiliğin fayda, hiçbir kötülüğün de zarar veremeyeceği ve hiçbir şeyden korkmayan bir varlığın kudret ve kuvveti fark edilir. Kur’ân’ın sözkonusu azamet ve yüceliği, münâkaşada, medihte, zemde hep ölçülü olan üslûbunda açıkça müşâhede edilmektedir. Meselâ:

“Onlara, «Allah’ın indirdiği (kitaplara) îman edin!» denilince, «Biz sadece bize indirilen (Tevrat’a) inanırız!» deyip, ondan sonra gelen (İncil ve Kur’an’ı) inkâr ederler. Hâlbuki (Kur’an), ellerinde bulunan (Tevrat’ı) tasdik eden hak bir kitaptır. De ki: «Eğer (size indirilene) inanıyor idiyseniz, daha önce Allah’ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz?»”[33] âyetinde Kur’ân, kendini, iftirâcı ve nankör yahudilere karşı müdâfaa ederken وَهُوَ الْحَقُّ “O haktır” sözüne hiçbir şey ilave etmemiştir. Hâlbuki insanlar, kendi inandıkları ve etrafındakileri de inandırmayı arzu ettikleri herhangi bir gerçeği anlatmak istediklerinde veya kendilerine iftirâ atıp doğru sözlerini yalanlayan, iyiliklerine nankörlük ve ihânetle karşılık veren kimselere cevap vermek istediklerinde, bu kadarcık bir sözle yetinmezler.

Kur’ân-ı Kerîm, İsrailoğulları’nın en çirkin bir işi yaptıklarını, ahmaklığın sembolü olan ineği ve buzağıyı en yüce mabud mevkiine koyduklarını ve Allah Teâlâ nice muazzam mûcizelerle hakka hidayet ettiği hâlde, yoldan çıkarak ilahi emirlere karşı büyüklendiklerini ve kalplerinin taştan daha katı hale geldiğini tescil ettikten sonra, birincisinin akabinde sadece “Bu zulümdür”[34], ikincisinin ardından da “Ne kötü bir iş!”[35] demekle iktifa etmiştir. Hâlbuki bir insanın, bu derecedeki bir şenâet karşısında Kur’ân’ın hâkimâne bir edâ ile söylediği bu cümlelerle yetinmesi oldukça zordur. Kur’ân’ın ifâdelerinde, hafife alınmış üstün mevki sahibi insanların hiddetini ve intikam heyecanını görmek mümkün değildir. İşte bu azamet ve ululuğu, Kur’ân’ın ölçülü üslûbunda; yani münakaşasında, övmesinde ve yermesinde hep ölçülü olan bu muhteşem üslûbunda devamlı sûrette ve açıkça görmek mümkündür[36].

Hâkimâne uslûbun diğer bir tezâhürü de, Kur’ân’ın bilgiyi takdim edişinde görülür. Onun bilgiyi takdimi çok farklıdır. Kur’ân, bilgiyi sunarken muhâtaplarına, “Sen bunu önceden bilmiyordun” der[37]. Hakikaten, böyle bir iddia, bugün elimizde olan hiçbir kutsal kitapta yer almaz. İnsanların sahip olduğu diğer tüm eski yazmalar ve kutsal kitaplar, birçok bilgi ihtiva etmektedir. Ancak onlar, daima bilginin nereden geldiğini, kime ait olduğunu beyan ederler. Meselâ Kitab-ı Mukaddes, tarihi ele alırken:

“Şu kral burada yaşadı, şu savaşçı şu savaşta vuruştu, şunun birçok çocuğu vardı..” gibi bilgiler verir[38]. Bununla beraber, “Şayet sen bu konuda daha çok bilgi istersen, şu şu kitapları okumalısın” der[39]. Çünkü bu bilgilerin kaynağı o kitaplardır. Kur’ân-ı Kerîm’de ise bunun tam aksi bir durum sözkonusudur. Kur’ân, insanlara bilgiyi takdim eder ve bu bilginin “yeni bir bilgi” olduğunu ifade eder.

Bununla birlikte Kur’ân-ı Kerîm daima verdiği bilginin araştırılmasını ve güvenilirliğinin doğrulanmasını tavsiye eder. Buna rağmen, on dört asır önce Kur’ân’ın verdiği bu bilgilere, inkarcılar tarafından asla itiraz edilememiştir. Gerçekten, müslümanlardan nefret eden Mekkeliler, ard arda yeni bilgiler getirdiğini iddia eden bu tür vahiyleri işittiklerinde, seslerini yükselterek, “Bu bilgiler yeni değil ki… Biz Muhammed’in bu bilgiyi nereden aldığını biliyoruz. Biz onu zaten falan yerden öğrenmiştik” diyememişlerdir[40].

Öte yandan Kur’ân-ı Kerîm, öylesine hâkimâne bir üslûba sahiptir ki, bütün insanlara hidayet için gelmiş olmasına rağmen, onları iman etmeleri için zorlamaz. İnatçı münkirlere:

“İşte Rabbiniz tarafından hakîkat geldi. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin!”[41] der.

Kur’ân-ı Kerîm, doğruyu ve yanlışı tam olarak ortaya koyduktan sonra hâkim bir edâ ile şöyle hitâb eder:

“Bu, bir öğüt ve uyarıdır. Artık isteyen, Rabbine varan yolu tutar”[42], “Hayır! Gerçekten bu bir öğüttür; dileyen onu okur, düşünür ve ders alır”[43].

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, ileri gelen müşriklerin iman etmesi için kendini harab edercesine gayret edip, o esnâda yanına gelen âmâ bir müslümanla ilgilenmediğinde, ilâhî itâba mâruz kalmıştır. Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e hitâben:

“Âmâ belki senden istifade edecekti, ancak sen irşada ihtiyaç duymayana dönüp itibar ediyorsun. Kendisi arınmak istemiyorsa onun arınmamasından sana ne! Hayır! Öyle yapma. Çünkü o âyetler öğüttür/uyarıdır; artık isteyen ders alır”[44] buyurmuştur.

Zira Allah Teâlâ, hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi, insanların iman etmesine de ihtiyacı yoktur. O, insanları kendi faydaları için imana davet eder ve inandıkları takdirde onlardan râzı olur. Bu durum bir âyet-i kerîmede şöyle beyan edilir:

“Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz Allah, size muhtaç değildir. Bununla beraber O, kullarının küfrüne râzı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin hesâbınıza bundan râzı olur”[45].

Kur’ân’ın hâkimâne üslûbunun bir tezâhürü de, onun azılı düşmanlarına karşı gâyet açık konuşması, yanlış yolda olduklarını ve uğrayacakları azâbı yüzlerine çekinmeden söylemesidir. Cenâb-ı Hak, kâfirlere şöyle hitâb eder:

“Hem siz, hem de Allah’tan başka taptığınız tanrılar, hepiniz cehennem odunusunuz, siz hep beraber cehenneme gireceksiniz!”[46].

Kur’ân’daki bu hâkim edâ, ona farklı bir azamet kazandırır ve insanlara, Allah’ın kudreti ile kendi acziyetlerini devamlı hatırlatıp durur.

Kalbi Her Tarafından Kuşatır

5. Kur’ân’ın sâhip olduğu azamet üslûbunun bir tezahürü de, onu dikkatle okuyan kimsenin kalbini bütün yönlerden kuşatarak tesiri altına almasıdır. Bu, ilâhî vahyin karakteristik bir özelliğidir. Âyet-i kerîmede:

“…Cebrâil Allah’ın izniyle Kur’ân’ı Sen’in kalbinin üzerine indirmektedir…” buyrulur[47].

Âyette “Kalbin üzerine” buyrulması iki bakımdan ehemmiyetlidir: Birincisi: “عَلَى” edatı “İstiʻlâ” ifade ettiğinden, vahiy yoluyla indirilen ilâhî bilgilerin, kalpte kendiliğinden doğan ilham ve sünûhatın, birtakım basit duyguların meydana gelmesinde olduğu gibi, kalbe yalnızca bir noktadan ilişivermekle kalmadığını, bütün kalbi üzerinden çepeçevre kaplayıp istîlâ etmek sûretiyle diğer duygu ve idraklerin cümlesini geçersiz kılarak gelip yerleşen ve her türlü kesinliğin üstünde, karşı konulamaz zorunlu bir ilmî gerçeklik ifâde eden ilahî hüküm ve ilâhî mecburiyet demek olduğunu iyice anlatmaktadır. Nitekim Cebrâîl (a.s), vahiy getirdiği zaman, Rasûlullah’ı öyle sarıp sıkıştırıyordu ki, canına tak ediyordu. Bunun için Rasûlullah (s.a.v); “Beni tâkatsiz bırakıncaya kadar sıktı”[48] buyurmuştu.

İkincisi: Bu sözü söylemeye Rasûlullah (s.a.v) memur olduğu için sözün gelişi ve dış görünüşü icabı, Peygambermiz’in diliyle ve mütekellim (birinci şahıs) sîğasıyla “alâ kalbî” denilmesi gerekirdi, yani sözü söyleyen Rasûlullah (s.a.v) olduğuna göre, onun “benim kalbim üzerine” demesi lazım gelirdi. Böyle iken Cenâb-ı Hak, muhatap sigası ile “alâ kalbike: Senin kalbinin üzerine” buyurmuştur ki, bu da bu sözü Efendimiz’in kendiliğinden değil, Allah tarafından aynen söylemeye memur olduğunu nass hâlinde ortaya koymak içindir. Özet olarak “Ey Muhammed! Sen değil, ben söylüyorum, sen bunu îlân et!” mânâsı taşımaktadır[49].

Bu husûsiyetiyle vahiy, kalbleri istîlâ ederek onlara büyük bir ürperti vermekte, aynı seviyeden veya alttan söylenen bir söz değil, yücelerden kalbin üzerine inen ve ona müthiş bir azamet duygusu veren ilâhî bir kelâm olduğunu hemen fark ettirmektedir.

Konuları İnsan Fıtratına Uygun Anlatır

6. Kur’ân’ın konuları işleyiş tarzı ve sıralaması da, onun tesirini artıran azametli bir yöndür. Kur’ân-ı Kerîm, Mushaf tertibine uygun olarak insan gerçeğiyle alakalı mevzuları ele almasındaki eşsiz üslûbuyla, hemen okuyucusunun problemlerini çözmeye başlar ve kısa bir süre sonra hakikatle buluşmasına vesile olur. Jeffrey Lang’ın tesbitiyle batılı bir okuyucu Kur’ân’ı açar açmaz, kendini bâriz bir şekilde modern zamanlarda Allah’ın varlığına dâir çok büyük şüphelere yol açan en mühim sorulardan biriyle karşı karşıya bulur. Melekler Kur’ân’da sormaktadır:

“Bizler hamdinle seni tesbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın?”[50].

Sonra Kur’ân açıklamaya başlar, fakat sâdece okuyucunun dikkatini cezbetmeye ve yönlendirmeye yetecek derecede bir cevap verir. Şayet okuyucu, daha fazla ipucu elde etmeyi istiyorsa, okumaya devam etmek zorunda kalacaktır[51].

Bu şekilde Kur’ân okumaya başlayıp müslüman olan pek çok batılı insan vardır. Bunlardan biri de Fransız mühtedi Mûsâ Belfort’tur. Kendisiyle tanışma imkânı bulduğumuz bu zat, 12 sene boyunca misyoner okullarında eğitim görmüş ve daha sonra da uzun yıllar misyonerlik yapmıştır. Nasıl müslüman olduğunu anlatırken şu açıklamayı yapmaktadır:

“Araştırmalarıma devam ederken bir taraftan da Kur’ân okumaya başladım. Beni ilk düşünceye sevkeden âyet, Allah’ın Hz. Âdem’i affettiğini söylediği âyet oldu. Allah ilk günahı affetmişti. İncil’de ise bu söylenmiyor, Hz. Âdem’in günahının, insanlığı günaha sürüklediği söyleniyordu. Âyetlerin mealinin yanında açıklamalar da vardı. Oradaki açıklamada Hz. Âdem’in affedildiği ve peygamberlikle vazifelendirildiği anlatılıyordu. Orada okumayı bıraktım ve düşünmeye başladım. İlk günahı affeden Allah, çok merhamet sâhibi ve affedici olmalıydı. Hâlbuki Yeni Ahit’te bir kişinin günahı herkese mâl ediliyordu. Merhametli bir Allah nasıl olur da bir kişinin günahını herkese mâl edebilirdi? Sevgi ve merhamet sâhibi bir yaratıcının affetmesi gerektiğini düşündüm. Bu beni derinden sarstı ve burada Kur’ân’a hak verdim… İncillerde ise Hz. Âdem’in günahı tüm insanlığa mâl ediliyordu. Hadi, İsa (a.s) bu ilk günahı temizledi, diyelim, Hz. İsa’ya gelinceye kadar aradan geçen 5 bin sene içerisindeki insanların durumu ne olacaktı? Bu soru hayatımı alt üst etti. İçimde bir merak ve daha çok bilme isteği uyandı…”.

Bu sürecin sonunda Mûsâ Belfort İslâm’la şereflenmiştir[52].

Aynı şekilde İngiltere’de öğretmen olarak vazife yapan John da, Kur’ân’la ilgili ders anlatmak için çalışırken, Kur’ân’ın insanın kafasındaki problemleri belli bir usul dâiresinde çözmesindeki üstünlüğe hayran kalmış ve neticede müslüman olmuştur[53].

Bu da şunu göstermektedir ki, müsteşriklerin Kur’ân’ın konuları düzensiz ve karışık işlediğini iddia etmeleri, onların kendilerine göre belli bir sisteme alışmalarından ileri gelmektedir. Hâlbuki bir konunun mutlaka insanların alıştıkları bölümleme sistemine göre anlatılması zaruri değildir. İşte burada görüldüğü gibi, Kur’ân’ın tatbik ettiği sistem, insan fıtratına daha uygundur. İnsanları daha çok meşgul eden problemlerden başlayarak, belli bir metod dâhilinde onları doğruya ulaştırmaktadır.

a. İlâhî Azamet Bütün Âyetlere Sirâyet Etmiştir

Kur’ân-ı Kerîm’de, Cenâb-ı Hakk’ın kudreti ve azameti; bütün mevzuların, bölümlerin ve âyetlerin içine sirayet etmiş vaziyettedir. Kur’ân’ın her yerinde ve her yönünde ilâhî azametin heybeti müşahade edilmektedir. Kur’ân, hangi mevzûyu ele alırsa alsın, onunla alakalı murâd-ı ilâhîyi naklederken zaman zaman ilgili ilâhî sıfatları zikrederek Allah’tan korkmaya ve O’na karşı ümit beslemeye yönlendirir. Cehennem ateşiyle okuyucunun kalbini titretirken cennetin güzellikleriyle ona huzur kapılarını aralar. Bunlarla birlikte okuyucu kendisini ilâhî kudretin huzurunda hisseder ve O’nun azametiyle sarsılır. Bu mevzuda John Davenport şöyle der:

“Kurân’ın Zât-ı Kibriyâ’yı ifade eden âyetlerinin âhengindeki ulviyet, onun azametinin bir göstergesidir. Kur’ân-ı Kerîm, Cenâb-ı Hakk’ı bütün yüce sıfatlarla tavsif ederken, beşerî zaaflardan herhangi birisini Zât-ı Kibriyâ’ya kesinlikle isnad etmez. Ulûhiyetten bahsederken Allah Teâlâ hakkında en tebcîlkâr, en azametli ifâdeler kullanır”[54].

Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının doğrudan zikredildiği yerlerde, bunun apaçık tezahürlerini, çok az Arapça bilgisine sahip sıradan okuyucular bile rahatlıkla hissedebilir. Açık bir örnek olması bakımından Neml Sûresi’nin şu kısmına bakalım:

(Rasûlüm!) De ki: Bütün hamdler Allâh’a mahsustur. Allâh’ın seçkin kıldığı kullarına selâm olsun! Allâh mı daha hayırlı, yoksa O’na ortak koştukları şeyler mi?

(Onlar mı daha hayırlı) yoksa yeryüzünü yaşamaya elverişli kılan, yeraltından ve üstünden nehirler akıtan, yerin (sarsılmaması) için oturaklı dağlar yaratan ve iki deniz arasına bir engel koyan Allâh mı? Hiç Allâh ile beraber başka bir ilâh olur mu? Hayır! Doğrusu onların çoğu (hakikatleri) bilmiyorlar.

(Onlar mı hayırlı) yoksa kendine yalvardığı zaman darda kalana icâbet edip sıkıntısını gideren ve sizi yeryüzünün hâkimleri kılan Allâh mı? Hiç Allâh ile beraber başka bir ilâh olur mu? Ne de az düşünüyorsunuz!

(Onlar mı hayırlı) yoksa karanın ve denizin karanlıklarında sizi doğru yola çıkaran ve rahmetinin (yağmurun) önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen Allâh mı? Hiç Allâh ile beraber başka bir ilâh olur mu? Allah, onların ortak koştukları şeylerden çok yücedir!

(Onlar mı hayırlı) yoksa (insanı) ilk olarak yaratan, ölümden sonra tekrar diriltecek olan ve sizi hem gökten hem de yerden rızıklandıran Allâh mı? Hiç Allâh ile beraber başka bir ilâh olur mu? De ki: «Eğer (iddianızda) doğru iseniz delilinizi getirin!»”[55].

Bulutların yaratılması, yağmurun damla damla ihtiyaç miktarı gönderilmesi… Aynı toprak ve su ile beslenen ve esas yapıları aynı maddelerden oluşan tohum ve çekirdeklerden birbirinden çok farklı binlerce çeşit bitkinin çıkarılması… Onların çiçekleri, renkleri, desenleri, meyveleri, kokuları ile sergiledikleri ilim, hikmet, kudret azamet ve sanat… Yaratılışın, başlangıcından beri makrokozmoz ve mikrokozmoz evrendeki sistemlerde devam eden ve hiç aksamayan müthiş nizam… Bütün bunlar, azıcık aklı olanlara dahi bu nizamın sâhibi olan tek Allah’ı tanıtmaktadır.

Âyetler, insanı bu kabil tefekküre yöneltmekle birlikte, söze Yüce Allah’a hamd ile başlamakta, aralarda O’nun şirk koşulmaktan yüce olduğu bildirilmekte ve devamlı onun üstün kudret ve sanatına vurgu yapılmaktadır.

İnsanı benzerini söylemekten âciz bırakan bu tür ifâdeleri, Kur’ân’ın başından sonuna kadar her sayfasında müşâhade ediyoruz. Sözün, sahibinin tabiat ve karakterini yansıttığı bir hakikattir. Bu sebeple azamet sahibi olan Allah’ın sözü de dâimâ azametli olmaktadır.

Kur’ân, kendisini “Azîm: Büyük, azametli” olarak tanıtmaktadır[56]. Azametli bir haber olduğunu bildirmektedir[57]. Allah Teâlâ, Kur’ân’da kendisini tanıtmak için kullandığı Mecîd, Kerîm, Azîz, Aliyyün Hakîm ve Azîm sıfatlarını Kur’ân-ı Kerîm için de kullanmaktadır[58]. O hâlde onu öncelikle kendini tanıttığı gibi tanımamız gerekmektedir. Metodik ilmin ve ilim zihniyetinin îcâbı budur.

b. Vahyedilişi ve Tertîbi Kur’ân’ın Azametli Yönlerinden Biridir

Kur’ân-ı Kerîm, daha Bakara Sûresi’nin ilk âyetinden îtibâren birçok yerde kendisinden hep kitap olarak bahseder. Bu da Kur’ân’ın daha vahyin başlangıcında bir kitap olmak üzere indirildiğini gösterir. Elbette bir kitabın da belirli bir düzen takip etmesi gerekir[59].

Kur’ân-ı Kerîm’in nazmındaki cezâlet, lafzındaki fesâhat, mânâsındaki belâğat, üslûbundaki bedâet ve beyânındaki berâet hakkında önceki bölümlerde tafsîlatlı bilgiler verilmişti. Bu şekilde yüce bir kitabın vahyedilmesine ve nüzûl sürecine bakıldığında, bunun büyük bir mûcize olduğu görülür. Zira Kur’ân necmler, vahiy grupları hâlinde ihtiyaca göre ve belli bir tedrîcîliği tâkip ederek nâzil olmuştur. Vahiy geldiğinde Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, vahiy kâtiplerini çağırır ve:

“Şu âyetleri şu şu meselelerin zikredildiği sûreye koyun” buyururdu. Bir âyet geldiği zaman da:

“Bu âyeti, içinde şu şu şeylerin zikredildiği sûreye koyun!” buyurur[60], âyetlerin nereye yerleştirileceğini gösterirdi.

Rasûlullah (s.a.v), Kur’ân-ı Kerîm’in sûrelerini namazlarda, hutbelerde sohbetlerde, günlük evradında ve Ramazan aylarında Cebrâil (a.s) ile yaptıkları mukâbelelerde şu andaki tertîb üzere okurdu. Ashâbına Kur’ân’da sûrelerin, sûrede de âyetlerin yerini o gösterirdi. Bu sebeple İslâm âlimleri, âyetler gibi sûrelerin de tevkîfî olduğunu, yani sıralarının Cenâb-ı Hak tarafından tayin edildiğini kabul etmişlerdir[61].

Bu minvâl üzere devâm ederek yirmi küsur sene sonra muhteşem bir eser vücûda gelmiştir.

Hiçbir beşer, yirmi sene sonra ortaya çıkacak kitabının bir kısmını, ortalarda veya sonlarda bir yere koyup yerini hiç değiştirmeden sonunda düzenli ve tertipli bir eser telif edemez. Yıllar sonra meydana gelecek hâdiseyi ve bu münâsebetle söyleyeceği sözü de bilemez. Ve bu sözü öncesi ve sonrası ile büyük bir tenâsüp içinde bir araya getiremez. Buna ömrünün yetip yetmeyeceğini de kestiremez. Dolayısıyla Kur’ân’ın, kendinden emîn ve neyi nereye koyacağını çok iyi bilen bir edâ ile nâzil olması ve nüzûl sırasından farklı olarak ayrı bir Mushaf tertibinde ortaya çıkması, tam bir mûcizedir. O ancak Evvel ve Âhir olan, her şeyi bilen ve her şeye kudreti yeten Allah’ın kelâmıdır.

Kur’ân vahyi 23 sene gibi uzun bir zamanda tamamlanmıştır. Yüzlerce değişik hâdise ve bir o kadar durum vesilesiyle âyetler gelmiştir. Allah Rasûlü (s.a.v), Cebrail (a.s.)’ın talimatıyla âyetlerin yerini öğreniyor ve vahiy kâtiplerine onların nereye konulacağını bildiriyordu. Vahyin ne zaman ve nasıl tamamlanacağını bilmiyordu. Bunu vahiyle değil de kendiliğinden yapmış olsaydı, ortaya çıkan kitap, çok dağınık, karma karışık olurdu. Hâlbuki Kur’ân sûreleri öyle bir bütünlük arzeder ki, sanki bir kerede telif edilmiş gibi son derece mütenâsiptir.

Muhammed A. Draz bunu, bir misâlle şöyle açıklar:

“Bir adam düşünelim: Üzerinde ne bir binanın, ne de bir enkazın olmadığı geniş bir vâdiye girmiş olsun. Birdenbire bir zelzele yahut semavî bir âfete maruz kalsın. Dağın tepesi açılıp o adamın yanı başına birkaç kaya parçası düşmüş olsun. Aradan az çok bir zaman geçtikten sonra ikinci veya üçüncü bir sarsıntı, kendisinin yanına demir madeni, altın ve gümüş parçaları fırlatsın. Bu adamın veya başka herhangi bir insanın, gelen bu dağınık parçalar veya gelmesi muhtemel olan diğer cüzlerle, her türlü levazımı ile büyük bir şehir kurmayı kararlaştırıp, hemen o anda plânlayarak inşa işine başlayacağını hiç düşünebilir misiniz? Adam ne bilsin, belki bu hâdiseler başka sefer hiç tekrarlanmayacaktır? Bir daha meydana gelse bile kaç defa olacağını nereden bilebilir ki? Muhtemel bir hareketten sonra düşecek maddenin çeşidini de bilmesi mümkün değildir (…) Hele bu bina işine eline, ilk tuğlalar geçer geçmez başlaması hiç düşünülemez. Başlayamaz ama, yine de bu durumda bir şehir kurma macerasına giren bir adamın bulunduğunu farz edelim.

Diyelim ki kader de yardım etti, arzuladığı bütün bina malzemesini hazırladı. Hiç düşünülebilir mi ki bu adam, Allah’ın tabiata koyduğu kanuna karşı bir maceraya girişip de, eline geçen her tuğlayı hemen ona en münasip düşecek ideal yerine koyabilsin? Tabiî, bu tuğlaların inşa işindeki normal sırası ile onun eline geçmediğini de göz önünde bulundurmak gerekir. Bilakis parçalar rastgele gelmekte; irili ufaklı, değişik renkte, değişik husûsiyetler taşımaktadır. Bazen temele konulacak unsurlar ve sütunlar gelmeden, meselâ balkona konulması gereken parçalar yahut süsleme unsurları çıkmaktadır. Birbirinden uzak binaların muhtelif yerlerine konulması lâzım gelen parçalar bir arada gelmektedir.

Şayet bu şahıs, parçalar kendisinin eline geçer geçmez hemen onları muayyen yerlerine koysa, bilahare binanın cüzlerinin yerlerini değiştirmekten, yaklaştırıp uzaklaştırmaktan, alt üst etmekten başka çaresi kalmayacaktır (…) Fakat o ne? Adam son tuğlayı koyup elini kaldırır kaldırmaz, muntazam bir şehir arz-ı endam ediyor! Öyle bir intizam ki, hiçbir saray, hiçbir oda, hattâ hiçbir tuğla yok ki, mimarların takdir edeceği tarzda tam yerine yerleşmiş olmasın”[62].

İşte Kur’ân’ın vahyediliş süreci aynen buna benzemektedir. Mesela Bakara Sûresi, normalde Medîne’de en son nâzil olan sûrelerdendir. Ancak sıralamada Kur’ân’ın en başına konulmuştur. Kur’ân’ın nüzul süreci tamamlanıp her sûre Allah’ın tayin ettiği yerine konulduğunda, mükemmel bir yapı ortaya çıkmıştır. İnsanın bu tür bir metodla mükemmel bir eser ortaya koyması, mümkün değildir. Dolayısıyla, Kur’ân’ın nüzûlü ve tertîbi, Kur’ân’ın azametli yönlerinden biridir[63].

Kur’ân’ın neden kronolojik sıraya göre tertîb edilmediği yönündeki bir soruya şöyle cevap verilebilir: Şu andaki tertîbinin pek çok hikmetlerinden biri şudur:

İlk safhada Kur’ân-ı Kerîm, İslâm’dan tamamen habersiz olan kimselere hitap ediyordu ve tabiî olarak her şeyden önce onlara imanın temel esaslarını öğretmek zorundaydı. Fakat nüzûlü tamamlandıktan sonra Kur’ân-ı Kerîm, çoğunlukla İslâm’ı kabul eden ve kendilerine Rasûlullah (s.a.v) tarafından tevdî edilen emaneti taşımak üzere bir toplum oluşturan kimselerle ilgilenmeye başladı. İslâm’ın yayılmasından sonraki müslüman toplumların ihtiyaçlarına uygun olması için, Kur’ân’ın tertibinin kronolojik düzenden farklı olması gerekmektedir.

Diğer taraftan Kur’ân, her şeyden önce müslümanları, hayatlarını düzene koyma ile ilgili vazîfeleri konusunda da yetiştirmek zorundaydı. Ayrıca onları, İslâm’dan habersiz olan kişilere Kur’ân’ın mesajını iletmek üzere de hazırlamalıydı. Devamlı uyanık olmaları için onlara, geçmiş peygamberlerin ümmetleri arasında ortaya çıkan sapıklık ve kötülükleri de hatırlatmalıydı. Bu nedenle Alâk ve benzeri Mekkî sûreler değil de, Bakara ve benzeri Medenî sûreler Kur’ân’ın baş kısımlarına yerleştirilmeliydi.

Şunu da söylemeli ki; birbirine benzer konuları ele alan sûrelerin bir araya toplanması da Kur’ân’ın gayesine aykırıdır. Herhangi bir yerinde tek yönlülükten kaçınmak ve İslâm’ın tamamını okuyucunun gözleri önüne sermek maksadıyla Mekkî sûreler Medenî sûrelerin arasına serpiştirilmeli, Mekkî sûreleri, Medenî sûreler tâkip etmeli ve dâvetin ilk safhalarında nâzil olan sûreler, sonra nazil olanların arasına serpiştirilmiş olmalıdır[64].

Bütün bunlar düşünüldüğünde, Kur’ân’ın, vahyedilişi ve tertîbi yönüyle de bir azamet taşıdığı görülür.



[1] Ahmed bin Mübârek, el-İbrîz, s. 61.

[2] er-Ra’d, 31.

[3] el-Haşr, 21.

[4] Yazır, M. Hamdi, IV, 2989, (er-Ra’d, 31).

[5] Kutub, Fî Zılâl, IV, 2061, (er-Ra’d, 31).

[6] Abdülbâki, Mu’cemü’l-müfehres, “Allah” md.

[7] Bu hususta bkz. Abdürrazzâk İskender, “İ’câzü’l-Kur’âni’l-Kerîm”, Buhûsü’l-mü’temeri’l-evvel li-i’câzi’l-Kur’ânî, Bağdat, 21-26 Ramazan 1410, s. 311-312.

[8] el-Bakara, 275-279. Krş. Güngör, Kur’ân Tefsirinde Fıkhî Tefsir Hareketi, s. 26-27.

[9] Güngör, a.g.e, s. 25.

[10] Draz, M. A., Kur’ân Ahlâkı, s. 258.

[11] Draz, M. A., a.g.e, s. 258.

[12] Lang, Melekler de Sorar, s. 73.

[13] Paçacı, Mehmet, Kur’ân’a Giriş, s. 97.

[14] Bkz. Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, s. 53.

[15] el-Enfâl, 17. Paçacı, a.g.e, s. 97.

[16] Izutsu, a.g.e, s. 93.

[17] Bkz. Sâlih, Mebâhis, s. 30. Kur’ân’daki bu tür emirlerle ilgili bir çalışma için bkz. Akyüz, Ali, Yaşayan Kur’ân Hazreti Peygamber, İstanbul 2005.

[18] Bkz. Abdülbâki, M. Fuad, el-Mu’cemü’l-müfehres, “قول” md., s. 725-731.

[19] Kur’ân-ı Kerîm’deki emirlerin, sadece Peygamber Efendimiz’e yönelik olanlarını ele alan bir çalışma için bkz. Büyükkörükçü, Abdurrahman, Kur’ân-ı Kerîm’de Rasûlullah’a Yöneltilen Emir ve Nehiyler, (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi SBE, 1999).

[20] Bkz. Görgün, Tahsin, İlâhî Sözün Gücü, s. 55.

[21] el-İsrâ, 23; el-Ahzâb, 36.

[22] Vahyin kollektif alt-şuurdan kaynaklandığını söyleyenlerin tenkîdi ve görüşlerinin reddi için bkz. Demirci, Muhsin, Vahiy Gerçeği, s. 69-71.

[23] Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1/6.

[24] Ahmed, II, 231; Heysemî, IX, 18, 20, 21.

[25] Bkz. el-Enfâl, 24.

[26] Tirmizî, Kader 7/2140, Deavât 90, 124; Ahmed, IV, 182, VI, 91, 251, 315.

[27] Yûnus, 15-16.

[28] el-Kehf, 110; el-A’râf, 118; el-En’âm, 50.

[29] Müslim, Zühd, 72.

[30] Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 120-121/786; Tirmizi, Tefsir, 9/3086; Ahmed, IV, 218; el-Müttakî, Kenz, II, 16/2960.

[31] Bkz. el-Kıyâme, 16-19; Tâhâ, 114.

[32] Vahyin Peygamber Efendimiz’e hâriçten geldiği konusunun tafsîlatlı bir îzahı için bkz. Sâlih, Mebâhis, s. 27-33.

[33] el-Bakara, 91.

[34] Bkz. el-Bakara, 51, 54, 57, 92.

[35] el-Bakara, 90.

[36] Bkz. Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 125-127. Benzer konuların işlendiği yer için bkz. Hatip, İddialara Cevaplar, s. 389-394.

[37] Meselâ bkz. Âl-i İmrân, 44; Yûsuf, 102; el-Kasas, 44, 46, 86; el-Ankebût, 48.

[38] Meselâ bkz. Eski Ahit, 1. Kırallar, 6, 7, 8, 11.

[39] Meselâ bkz. Eski Ahit, 1. Kırallar, 11:41; 1. Tarihler, 29:29; 2. Tarihler, 36:8.

[40] Miller, Gary (Abdülahad Ömer), The Amazing Qur’an, s. 14-15.

[41] el-Kehf, 29.

[42] el-Müzzemmil, 19; el-İnsân, 29. Ayrıca bkz. en-Nebe’, 39; et-Tekvîr, 27-28; Yûnus, 99.

[43] el-Müddessir, 54-55.

[44] Bkz. Abese, 1-12.

[45] ez-Zümer, 7.

[46] el-Enbiyâ, 98.

[47] el-Bakara, 97.

[48] Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1.

[49] Yazır, M. Hamdi, I, 433- 434, (el-Bakara, 97).

[50] el-Bakara, 30.

[51] Lang, s. 191.

[52] Belfort, Mûsâ, “Misyonerdim KUR’ÂN Büyüyü Bozdu…”, Altınoluk, 2004 Mart, Sayı: 217, s. 13-14.

[53] Köse, Ali, Neden İslâm’ı Seçiyorlar, s. 165-167.

[54] Davenport, Mohammed and Koran, s. 80; Edib, Eşref, Kur’ân’ın Azamet ve İhtişâmı, s. 9.

[55] en-Neml, 61-64.

[56] el-Hicr, 87.

[57] Sâd, 67.

[58] Bkz. Kâf, 1; el-Bürûc, 21; el-Vâkıa, 77; Fussilet, 41; ez-Zuhruf, 4; el-Hicr, 87; Sâd, 67.

[59] Mevdûdî, I, 28, (Giriş).

[60] Bkz. Ebu Davud, Salat, 120-121/786; Tirmizi, Tefsir, 9/3086; Ahmed, IV, 218; el-Müttakî, Kenz, II, 16/2960.

[61] Muhammed Abdullah Draz, “en-Nakdü’l-fennî li-meşrûi tertîbi’l-Kur’âni’l-Kerîm hasebe nüzûlihî”, Mecelletü’l-Ezher, c. XXII, Ramazan 1370, s. 784-786.

[62] Draz, en-Nebeü’l-azîm, s. 147-148; En Mühim Mesaj: Kur’ân, s. 177-179.

[63] Tafsilat için bkz. Draz, “«Kur’ân-ı Kerim’in Nüzul Sırasına Göre Tertib Edilmesi Teklifi»ne Edebî Eleştiri”, AÜİFD, 1997, cilt: XXXVII, s. 245-261.

[64] Mevdûdî, I, 26, (Giriş).

%d bloggers like this: