Rasûl-i Ekrem Efendimiz, sulhü temin edemeyip savaşmak zorunda kaldığında ise belli kâideler çerçevesinde savaşmayı ve insanlığı hiçbir zaman elden bırakmamayı emrederdi. Herhangi bir askerî birliği sefere göndereceği zaman kumandana, Allah’a karşı takvâlı, yanındaki müslümanlara karşı hayırlı olmasını ve iyi davranmasını tavsiye eder, sonra da şöyle buyururdu:
“Allah’ın ismiyle, Allah’ın yolunda gazâ ediniz! Allah’ı tanımayanlarla çarpışınız! Ganimet mallarına hıyânette bulunmayınız! Zulmetmeyiniz. Müsle yapmayınız (kulak, burun gibi âzâları keserek işkence etmeyiniz). Çocukları öldürmeyiniz!” (Müslim, Cihâd, 3; Ahmed, V, 352, 358)
Diğer rivâyetlerde Rasûlullah r:
“Çocukları, mabetlerine çekilip ibadetle meşgul olan kişileri,[1] kadınları,[2] yaşlıları[3] ve savaş hârici işler için kiralanan kişileri[4] öldürmeyiniz! Kiliseleri yakıp yıkmayınız, ağaçları köklerinden kesmeyiniz![5]” buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz’e, bir savaşta bazı çocukların öldürüldüğü haber verilince gazaplandı ve:
“–Bazılarına ne oluyor ki bugün öldürmekte aşırı gidiyorlar, işi çocukları öldürmeye kadar vardırıyorlar?!” buyurdu. Oradakilerden biri:
“–Yâ Rasûlallah! Onlar, müşriklerin çocukları değil mi?” diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah r:
“–Sizin en hayırlılarınız da müşriklerin çocukları değil midir?” buyurdu. Sonra da şöyle devam etti:
“–Dikkat ediniz! Çocukları öldürmeyiniz! Dikkat ediniz! Çocukları öldürmeyiniz! Her çocuk, İslâm fıtratı üzere doğar, dili dönünceye kadar böyle gider. Sonra anne babası onu yahudi veya hristiyan yapar.” (Ahmed, III, 435)
İslâm askerleri savaş esnâsında istedikleri gibi vurup kıramaz, zulüm ve adâletsizlikte bulunamazlar. Belli bir disiplin ve muayyen kâideler çerçevesinde hareket etmek mecbûriyetindedirler. Bir misal verelim:
Asırlarca pek çok ordulara kafa tutan İstanbul surlarını binbir güçlükle aşan Fâtih şehrin ortasına kadar varmıştı. Birdenbire durdu. Etrafındakilere kısa bir hitabede bulundu:
“Ey kahraman mücâhitler! Allah’a hamd ü senâlar olsun. İşte bundan böyle sizler «Kostantıniyye Fâtihleri»siniz. Hz. Peygamber’in:
«Kostantıniyye elbette fetholunacaktır; onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!»[6] buyurduğu ve lisân-ı Peygamberî’nin şereflendirdiği mübârek askerler siz oldunuz. Gazânız mübârek olsun! Kesinlikle çocukları, din adamlarını, sizinle harp etmeyen ihtiyarları öldürmeyin, kadınlara dokunmayın! Peygamber Efendimiz’in size lâyık gördüğü şerefin ehli olun!” dedi.
Sonra atından indi, kıbleye döndü, yüzünü topraklara sürdü, bu nimeti kendisine lutfeden Allah’a şükür secdesine kapandı. Başını secdeden kaldırıp atına bindi. Ayasofya kilisesine doğru yoluna devam etti. Şehir halkı korkudan kaçacak delik arıyor, semâ başlarına yıkılmış gibi her taraftan feryatlar kopuyordu. Çünkü onlara Türklerin “Yırtıcı vahşî hayvanlar gibi, katı kalplere bile rahmet okutacak tıynette” olduğu telkin edilmişti. Kılıçların önüne çıkan her canlı mahlûk uçurulacak, katliâm yapılacak, bütün insanlarıyla birlikte koca şehir mahvolup gidecek zannediyorlardı.
Nasıl korkmasınlar ki?! Bundan iki buçuk asır evvel haçlı ordularının, İstanbul’u yağmaladığı zaman yaptığı mezâlim, döktüğü kan, yaktığı hânumân senelerce dillerde dolaşmış, hayâli bile tüyler ürpertici olmuştu. Hristiyanlığı korumak için gelenler kendi dindaşlarına böyle yaparsa Türkler ne yapmazdı ki?!
Ayasofya kilisesi kadın erkek, çoluk çocuk dolmuş, kapıları kapatılmıştı. Hazin sesler ve yürekleri dağlayan âh u figânlar dua için yükseliyordu. Fâtih kilisenin önüne gelince râhip kapıların açılmasını emretti. Kapılar açıldı, yürükler daha dehşetli bir korkuyla çarpmaya başladı. O hazin sesler boğazlarına tıkandı, dualar bir anda kalplere hapsedildi. Fâtih derhal emretti:
“Herkes ibadetine devam etsin, hiç kimse korkarak yerinden ayrılmasın!”
Fâtih orada tekrar Yüce Mevlâmıza şükrederek secdeye kapandı. Başını secdeden kaldırınca râhibe şöyle dedi:
“Herkes evine dönsün; malından, canından, ırzından emin olsun! Herkes işinin başına gitsin!”
Biraz evvel korkudan çatlayacak hâle gelen kalpler bu sözleri işitince derin bir huzûra kavuştu. Fâtih şehrin her tarafına haberciler saldı:
“Herkes işinin başına dönsün; malından, canından, ırzından emin olarak yaşasın!” diye nidâ ettirdi.
Halk böyle bir şey beklemiyordu, çok şaşırmışlardı. İnanmayacak oldular, fakat günler geçiyor kimsenin dinine, hürriyetine karışan olmuyordu. Adâlet güneşi sînelere o tatlı harâretini bahşetmiş, herkesi huzur içinde yaşatıyordu. Bir müddet sonra artık hergün yüzlerce insan bu adâleti emreden dini kabul ediyor, herhangi bir baskıya maruz kalmadan müslüman oluyordu.[7]
Müslümanlar fethettikleri şehirleri yakıp yıkmak bir tarafa bilâkis îmâr etmiş, içinde yaşayan gayr-i müslim halkına da maddî mânevî yardımlarda bulunmuşlardır. Bunun sebebi İslâm’ın insanları devamlı olarak infâka, hayra ve iyiliğe teşvik etmesidir. Nitekim bunun bir misâli yine İstanbul fethinde yaşanmıştır:
İstanbul’un fethini müteâkip Sultan Fâtih’in hocası Akşemseddin Hazretleri askerlere şu hitabede bulundu:
“–Ey kahraman İslâm askerleri! Size ne mutlu ki Peygamber Efendimiz’in medhine mazhar oldunuz!.. Allah size pek çok ganimetler de lutfetti. Elde ettiğiniz ganimetleri israf etmeyiniz, hayra ve iyi şeylere sarf ediniz! Bu memleket halkına infak ediniz! Sultan’ın sözlerini dinleyip ona itaat ediniz!”[8]
Bu büyük âlim ve ârif zâtın sözünü dinleyen askerlerden kimi mektep, medrese, kütüphâne, câmi; kimi çeşme, hamam; kimi aşevi yaptırmış; kimi de fakir fukaraya büyük infaklarda bulunmuştur. Daha önce haçlıların yağmasıyla harabeye dönmüş olan İstanbul, müslümanların hayırhâh gayretleriyle tekrar canlanmış ve öncekinden daha güzel hâle gelmiştir.
İslâm hukukçuları ilk devirlerden itibaren savaşla alâkalı fıkhî hükümleri derleme ve tasnif faaliyetlerine başlamışlardır. Bu mevzûları işleyen ve Siyer adı verilen müstakil kitapların telifi hicrî 2. asra kadar gitmektedir. Bu eserler dünya literatüründe türünün ilk örnekleridir. İmam Muhammed, Ebû Hanife’nin konuyla alâkalı görüşlerini esas alarak Kitâbü’s-siyeri’s-sağîr’i yazmıştı. Bir müddet sonra, yapılan bazı tenkitleri de dikkate alarak daha detaylı bir şekilde Kitâbü’s-siyeri’l-kebîr isimli eserini kaleme aldı.[9] Hanefî mezhebinin temel referansları oldukları için bu iki eser üzerine pek çok şerhler yazıldı. Osmanlı döneminde Muhammed Münîb Efendi es-Siyeru’l-kebîr’i tercüme ve şerh ederek 1244’te tab ettirdi. Bu eser müftüler ve tabur imamları tarafından subaylara ve askerlere münâsip vakitlerde tedrîs ettirilip anlatılırdı.[10]
Mohaç Savaşı’nda (1528) Türklere esir düşen ve kurtulduktan sonra Osmanlı ülkesinde gördüklerini Türklerin Gelenek ve Görenekleri isimli kitapta toplayan Macar asıllı Bartholomaus Georgievic şöyle der:
“Savaş zamanında öyle sıkı bir disiplin vardır ki, hiçbir asker adâletsiz bir şey yapmaya cesaret edemez. Adâletsizlik yapan hiç acınmaksızın cezalandırılır. Gözcüler ve düzen sağlayıcılar vardır… Geçip gidilen yolların kıyısındaki bağ ve bahçelerde sahiplerinin izni olmaksızın, bir elma bile koparılamaz.” (O. B. Kula, Alman Kültüründe Türk İmgesi, s. 164)
Görüldüğü gibi İslâm, öncelikle sulhü tercih etmekte, savaşa mecbur kalındığında ise ölçülü, adâletli ve insâniyetli davranmayı, hiçbir zaman aşırıya gitmemeyi emretmektedir. Zirâ Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın! Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara, 190; Mâide, 2)
[1] Ahmed, I, 300; Taberânî, Kebîr, XI, 224/11562.
[2] Buhârî, Cihâd, 148; Müslim, Cihâd, 24, 25.
[3] Taberânî, Evsat, I, 48/135.
[4] İbn-i Mâce, Cihâd, 30; Vâkıdî, III, 912.
[5] Abdürrazzak, Musannef, V, 220.
[6] Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300.
[7] Mustafa Runyun – Osman Keskioğlu, Fâtih Devrinde İlim ve O devirde Yetişen İlim Adamları, s. 21-23.
[8] Mustafa Runyun, a.g.e., s. 18-19.
[9] Ahmet Yaman, İslâm Hukûkunda Uluslararası İlişkiler, Ankara 1998, s. 38.
[10] Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333, II, 35.