3. Kur’ân-ı Kerîm’in Meydan Okuması (Tehaddî)

Kur’ân’ın nâzil olduğu dönemde Araplar arasında çok ateş­li bir edebî rekabet yaşanmakta, önde gelen şâirler, bazen yıllarını vererek hazırladıkları kasideleriyle, hatipler de nutuklarıyla panayırlarda yarışmaktaydı. Bütün insanların izleyebileceği açık meydanlarda zamanın edebiyat üstadlarına takdim edilen edebî ürünlerin, nasıl titiz eleştirilere tâbi tutulduğu kaynaklarda îzâh edilmektedir. Meselâ Hansâ, Ukaz panayırında en meşhur şâirlerden Hassân bin Sâbit’in bir beytinde tam sekiz hata bulmuştu[1]. İşte böyle bir edebî ortamda Allah Teâlâ, in­kârcılara meydan okuyarak, Kur’ân-ı Kerîm’in bü­tün insanları benzerini getirmekten âciz bırakan bir mükemmelliğe sa­hip olduğunu ilân etti.

Mekke ve Medîne döneminde birçok defâ tekrar edilen bu meydan okuma, Kur’ân’da dört safhada[2] gerçekleşmiştir. Kur’ân, çoktan aza doğru teklifler sunarak, muârızlara acziyetlerini sonuna kadar hissettirmiştir.

Kurtubî, tedrîcî bir usûlün uygulanmasıyla meydan okumanın edebî açıdan daha güçlü ve daha tesirli hâle geldiğini kaydeder. Kur’ân bu hususta icâzın en üstün şeklini tatbik etmiştir[3]. Yüce Allah, müşrikleri fikrî mücadeleye çekmek ve acziyetlerini perçinlemek için böyle yapmıştır.

ü  Birinci aşamada, müşriklerden Kur’ân’ın tamamına benzer bir kitap getirmeleri talep edilmiştir:

“De ki: Bu iddianızda tutarlı iseniz, (bana ve Musa’ya inen) bu iki kitaptan daha doğru, daha mûteber olup, Allah tarafından gelmiş olan başka bir kitap gösterin, ona tâbi olayım!”[4].

“De ki: Yemin ederim! Eğer insanlar ve cinler, bu Kur’ân’ın benzerini yapmak için bir araya toplansalar, hatta birbirlerine destek olup güçlerini birleştirseler bile, yine de onun gibi bir Kitap meydana getiremezler”[5].

“…İddialarında tutarlı iseler Kur’ân gibi bir söz getirsinler bakalım!”[6].

Bu âyetler Mekke döneminde nâzil olmuştur. Kasas Sûresi’nin nüzûl sırası 45, İsrâ Sûresi’nin 46, Tûr Sûresi’nin de 76’dır[7]. Müşrikler, hâliyle Kur’ân’ın benzeri bir kitap getirmekten aciz kaldılar.

ü  İkinci safhada saha biraz daha daraltılıp işleri kolaylaştırılarak Kur’ân sûrelerine benzer on sûre getirmeleri talep edildi. Mekke’de nâzil olan Hûd Sûresi’nde şöyle buyrulur:

“Yoksa “Kur’ân’ı kendisi uydurmuş” mu diyorlar. De ki: “İddianızda tutarlı iseniz, haydi onunkine benzer on sûre getirin, isterse kendi uydurmanız olsun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardımınıza çağırın!”[8].

 Fakat onlar, bu dâvete de herhangi bir mukabelede bulunamadılar.

ü  Üçüncü safhada inkârcılardan Kur’ân’ın bir sûresine benzer bir söz getirme­leri istendi:

“Bu Kur’ân’ın Allah tarafından gelmeyip başkası tarafından uydurulmuş olması asla mümkün değildir. Lâkin o, daha önce indirilen kitapları tasdik eder ve farzedilen hüküm ve hakikatleri açıklar. Onda şüphe edilecek hiçbir taraf yoktur. Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiştir. Yoksa «Onu kendisi uydurmuş» mu diyorlar? De ki: «Öyleyse, iddianızda tutarlı iseniz haydi onunkine benzer bir sûre ortaya koyun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz kim varsa hepsini de yardımınıza çağırın»”[9].

ü  İnkârcılar buna da cevap veremeyince, dördüncü safhada Kur’ân onları, tam misli olmasa da kısmen kendisine benzeyen bir söz söylemeye dâvet etti:

 “Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ânın Allah’ın sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa, haydi ona benzer bir sûre (söz) meydana getirin ve Allah’tan başka tüm şâhitlerinizi (güvendiklerinizi, yardımcılarınızı) çağırın; eğer iddianızda sâdıksanız!”[10].

Mekke dönemine âit safhalarda mislehû diye benzeri teklif ediliyordu. Burada ise teb‘îz ifade eden min mislihî buyrulmuş, böylece tahdîdî bir nazîre değil, takrîbî bir nazîre de olabileceği bildirilmiştir. Yani “Sizden tam bir nazîre istemiyorum, bilâkis herhangi bir cihetle kayıtlı olmaksızın, herhangi bir şekilde bir kısmına benzer bir söz getirmeniz bile yeter” denilmiştir[11].

Kur’ân’ın meydan okuması, insanların aynı lafızlarla, aynı üslupla, belâğat açısından benzerini getirmeleri yönünde değildi. Zira insanların sözlerine de böyle bir nazîre yapmak imkânsızdır. Yani ifadelerini bir başkasının ifâdelerine benzetebilen insan pek enderdir. Kur’ân’ın insanlara meydan okuduğu esas nokta, üslûbu ve ifâde tarzı nasıl olursa olsun, belâğat ve beyân itibariyle hakikati tesirli bir tarzda ifâde etme açısından Kur’ân’ın seviyesinde bir kelâm getirmeleridir. Nitekim edipler ve şâirler arasındaki mukâyese de bu mânâda yapılmaktadır[12].

Kur’ân-ı Kerîm, en son meydan okumasını yaptıktan sonra, inkârcıları ikaz ederek böyle bir muârazayı hiçbir zaman yapamayacaklarını, dolayısıyla isyandan vazgeçerek ilahî azaptan kurtulmalarının kendileri için daha faydalı olduğunu bildirdi. Bu âyetteki “وَلَنْ تَفْعَلُوا: ki asla yapamayacaksınız!” ibaresi öyle bir eminlik ve kat’îlik ifade etmektedir ki, böylesi bir hüküm ancak ilmi ve kudreti sınırsız, tam ve kusursuz olan bir zât, yani Allah tarafından verilebilir. Yaratıklardan hiç kimse, beşer açısından gayb, yani belirsiz ve kapalı olan istikbale ait böylesine kesin bir hüküm veremez[13].

İnkârcılar, acziyetlerini iddia ve ilân eden bu sözü duydular, hatta bu söz onların gönüllerine işledi ve oraya iyice yerleşti. Daha sonra da dilden dile dolaştı ve böylece Kur’ân’a muâraza edemeyeceklerini iyice anladılar. Bu âyet onların âcizliklerini ufuktan ufuğa taşıdı, yetersizliklerini tescil etti ve onların, dillerini âdeta mühürledi[14]. Şayet bu âyetlere muhâtap olan kimselerin, cevap vermeye güçleri yetseydi, Allah Rasûlü’nün nübüvvet davasını geçersiz kılıp mesnedlerini ve delillerini boşa çıkarma hususundaki ihtirasları sebebiyle, ellerinden gelen hiçbir şeyi geri koymaz, ne pahasına olursa olsun, bunu gerçekleştirme yollarını ararlardı. Eğer böyle bir şeyi de gerçekleştirmiş olsalardı, o da herkes tarafından duyulur ve mesela Müseylimetu’l-Kezzâb’ın kendisini rezil eden ve komik duruma düşüren hezeyanları misali, bize kadar nakledilirdi[15].

Kaynaklarımızda, son derece beliğ bir şahsiyet olduğu ifâde edilen İbnu’l-Mukaffâ (v. 145) da, rivayete göre, uzun bir süre, bazı meslektaşlarıyla birlikte Kur’ân’a muaraza etmek için uğraşmış. Üzerinde çalıştığı hezeyannâmesine es-Suver (Sureler) ismini vermiş. Ancak bu edebiyat üstâdı:

وَق۪يلَ يَاۤ اَرْضُ ابْلَع۪ي مَاۤءَكِ وَيَا سَمَاۤءُ اَقْلِع۪ي وَغ۪يضَ الْمَاۤءُ وَقُضِيَ الْاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَق۪يلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ

(Nihayet) «Ey yer suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut!» denildi. Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (dağının) üzerine yerleşti. Ve: «Kahrolsun O zalimler!» denildi”[16] âyet-i kerîmesini okuduğunda, kısacık âyette müşahede ettiği çarpıcı belağat karşısında:

“–Beşeriyet, onun bir benzerini getiremez!” demek zorunda kalmış. Derhal muârazadan vazgeçmiş. Ortaya çıkarmaktan hayâ ettiği için de o âna kadar uydurduğu sayfaları yırtıp atmış[17].

Yukarıda dört safhada işlediğimiz tehaddînin merhalelerini bir kısım âlimler, biraz daha detaylandırmıştır[18]. Meselâ bazı âlimler tehaddî safhalarını şu şekilde zikretmişlerdir:

1. Yüksek nazmı, gaybî haberleri, ihtiva ettiği ilimleri ve yüksek hakikatleri ile birlikte tam bir Kur’ân’ın mislini, ümmî bir şahıstan getirin!

2. Eğer bu şekilde mislini getirmek gücünüzün üzerinde ise, belîğ bir nazımla uydurma şeylerden olsun bir şeyler getirin!

3. Eğer buna da kudretiniz yetmezse, on sûre kadar bir mislini yapın!

4. Bu da mümkün olmadıysa, uzun bir sûrenin mislini yapın!

5. Eğer bu da size kolay değilse, kısa bir sûrenin misli olsun!

6. Eğer ümmî bir şahıs yapamadıysa, bunu âlim ve kâtib bir kişi yapsın!

7. Bu da olmadığı takdirde, birbirinize yardım etmek sûretiyle yapınız.

8. Buna da imkân bulamadığınız takdirde, bütün insanlar ve cinlerden yardım isteyin ve bütün fikirlerin neticelerinden istifade edin! Neticeleri tamamen yanınızda bulunan Arapça kitaplar mevcuttur. Bunlarla Kur’ân arasında bir mukayese yapılırsa, Kur’ân’ın mukayese bile edilmeyecek derecede farklı olduğu hemen görülür. O hâlde Kur’ân ya hepsinden aşağıdır veya hepsinden üstündür. Birinci ihtimal bâtıl ve muhaldir. (Böyle olsaydı herkes benzerini yapabilirdi). Öyle ise Kur’ân-ı Kerîm, bütün kitaplardan üstün, hepsinin fevkinde bir kitaptır. On dört asırdan beri misli vücuda gelmemiştir, bundan sonra da gelemeyecektir.

9. “Bizim şâhitlerimiz yoktur. Muârazaya girişecek olsak, bizi destekleyecek kimselere müsâade edilmez” diye gösterdikleri bahaneyi defetmek için, “Şahitlerinize de müsaade edilmiştir. Onları da çağırın, size yardım etsinler” buyrulmuştur[19].

Müşrikler bu tehaddîye cevap veremedikleri için onun yerine; yalanlama, kışkırtma, iftira gibi saldırgan bir tavır takındılar; “Bu ancak nakledilegelen bir sihirdir”[20], “Süregelen bir sihirdir”[21], “Bizzat kendisinin uydurduğu bir yalandır”[22], “Öncekilerin masallarıdır”[23] gibi hakikate tekabül etmeyen, ayrıca kendi kararsızlık ve tutarsızlıklarını gösteren bir takım haksız iftirâlarla meşgul oldular. “Bu Kur’ân’ı dinlemeyin! Okunurken gürültü yapın, belki gâlip gelirsiniz”[24] diyerek acziyetlerini iyice ortaya koydular.



[1] er-Râfiî, Mustafa Sâdık, İ’câzü’l-Kur’ân, s. 185.

[2] Bu safhaların sıralanışı hakkında ileri sürülen farklı görüşler için bkz. Zerkeşî (v. 794/1391), el-Burhân, II, 91; Suyûtî, el-İtkân, IV, 4; Hâlidî, el-Beyân, s. 67-70.

[3] Kurtubî, I, 77.

[4] el-Kasas, 49.

[5] el-İsrâ, 88.

[6] et-Tûr, 34.

[7] Derveze, et-Tefsiru’l-hadis, II, 283 (el-Kasas, Giriş); II, 325 (el-İsrâ, Giriş); IV, 215 (et-Tûr, Giriş).

[8] Hûd, 13.

[9] Yûnus, 37-38.

[10] el-Bakara, 23.

[11] Draz, en-Nebe’, s. 84.

[12] Yıldırım, Suat, K. İlimlerine Giriş, s. 173-174.

[13] Bu husus, çalışmamızın esas mevzûu olan Kur’ân’daki Allah’a âit azametli ifadelerin bir vechesini teşkil etmektedir.

[14] er-Râfi’î, İ’câz, s. 142.

[15] Sâbûnî, Maturîdiyye Akaidi, s. 47.

[16] Hûd, 44.

[17] Bkz. Bâkıllânî, İ‘câzü’l-Kur’ân, s. 48-49; er-Râfi’î, s. 178, (2 no’lu not); Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, s. 31-33.

[18] Zerkeşî, el-Burhân, II, 91, 110.

[19] Bkz. Râzî, XVII, 102; Nursî, İşârât, s. 149-150.

[20] el-Müddessir, 24.

[21] el-Kamer, 2.

[22] el-Furkân, 4.

[23] el-En’âm, 25; el-Enfâl, 31, vb.

[24] Fussılet, 26.

%d bloggers like this: