a. Cihâdın Mânâsı ve Çeşitleri

Cihâd, sıkıntı, zahmet, güç; çaba ve gayret sarfetmek, bir işi başarmak için elden gelen bütün imkânları kullanmak mânâlarındaki “cehd” kökünden gelir. Bir kişi ya da toplumun, yüksek bir gâyeye ulaşabilmek için maddî ve manevî bütün gücünü iyi niyetle Allah yolunda kullanması demektir.

Kişinin nefsini tezkiye ve terbiye ile uğraşması, Allah’ın emirlerini ihlâsla yerine getirmesi ve haramlarından kaçınması, müslüman kardeşine nasihatte bulunması, müslüman olmayan birine İslâm’ı delilleriyle anlatıp iknâ etmesi hep cihaddır.[1] Müslümanın dinini, namusunu, canını, vatanını, malını mülkünü korumak, İslâm’ı tebliğ etmek ve buna mâni olan engelleri ortadan kaldırmak için mücadele ve muharebe etmesi de cihaddır.[2]

Bu durumda cihâd; kalp, dil, el, mal, can, kültür, ekonomi, silâh gibi her türlü vâsıta ile yapılabilir. Dolayısıyla cihâdı savaştan ibaret görmek, hakikati ifade etmediği gibi cihâdın Kur’ân ve Sünnet’te verilen mânâ ve muhtevâsı bakımından da eksik ve yanlıştır.

İlginçtir ki İslâm’da, hristiyan geleneğinde olduğu gibi “kutsal savaş” diye bir kullanım yoktur. İslâm’a göre savaş hiçbir zaman kutsal olmamıştır; ya meşrûdur ya da değildir. Zira savaş istenen bir şey değildir. Rasûlullah r:

“Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz; Allah’tan âfiyet dileyiniz! Fakat düşmanla karşılaşınca da sabrediniz (cepheden kaçmayınız)!” buyurur. (Buhârî, Cihâd, 112; Müslim, Cihâd, 20)

İslâm, en büyük cihâdı; kişinin kendisini mânen geliştirmek, nefsinin lüzumsuz ve zararlı arzularını dizginleyerek rûhânî hayatını ulvîleştirmek için sarfettiği gayret olarak görmüştür. Nitekim Allah Rasûlü r, zorlu bir seferden dönen gâzîlere:

“–En hayırlı bir şekilde geldiniz. Şim­di kü­çük ci­hâd­dan en bü­yük ci­hâ­da döndünüz!” bu­yurmuştu. Onlar:

“–En büyük cihâd nedir?” diye sordular. Rasûlullah r:

“–Kulun, he­vâ­sı ile mü­câ­he­desidir” cevabını verdi. (Beyhakî, ez-Zühdü’l-kebîr, s. 198/374; Sü­yû­tî, Câ­mi, II, 73/6107)

Cihâdın mânâlarından biri de düşmanla savaşmaktır. Tarih boyunca hiç savaşmadan veya hiç sulh yapmadan varlığını sürdürebilmiş bir devlet yoktur. Farklı maksat ve hedeflerle yapılmış olsa da neticede savaş ve barış bir insanlık gerçeğidir. İslâm, eşyanın tabiatında mevcut olan çatışma ve savaşı hiç yokmuş gibi saymaktansa onunla alâkalı kanunlar koyarak tahribatını asgarîye indirir.

Bununla birlikte, bizzat kendi isminde “selâm” ve “silm,” yani “barış” ve “huzûr” mânâsı bulunan İslâm’ın tek hedefinin umumî ve topyekûn barış olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira insanlık, ancak barış içinde huzur ve saâdete nâil olabilir. Yine barış içinde birbiriyle tanışarak kardeşlik duygusunu tadabilir.

İslâm’da tek başına küfür, savaş ve ölüm sebebi olarak görülmemiştir. Zira ölüm gelinceye kadar her insana iman ve tevbe kapısı açıktır. Bir insan sırf kâfir olduğu için öldürüldüğünde onun müslüman olma imkânı elinden alınmış olur. İslâm âlimlerinde hâkim olan kanaate göre savaşın sebebi, inanmayanların müslümanlara karşı saldırısı, zulüm ve taşkınlık etmeleri, İslâm’ın tebliğine mânî olmaları ve güce başvurmalarıdır. Bunun için de savaşa iştirak etmeyen kesimlere dokunulmamış, sırf İslâm’ı benimsemediği için bir insanın öldürülmesi câiz görülmemiştir.[3]

Diğer taraftan İslâm, insanların baskı yoluyla dine girmesini kabul etmez. Hatta zor ve baskı ile gerçekleşen imanı ve küfrü geçersiz sayar. Böyle olunca İslâm’ın kılıçla yayıldığı söylenemez. Bunun tarihî misallerinden biri Moğollardır. Onlar, hicrî 656 senesinde Abbâsîleri yıkmış, müslüman dünyayı harap ederek tarihin en büyük vahşetini işlemişlerdi. Fakat bir müddet sonra büyük bir kitle hâlinde kendiliklerinden müslüman oldular. Bunu, kılıç zoruyla İslâm’a girmek şeklinde anlamanın imkânı yoktur.[4]

Yine, asırlar boyunca İslâm hâkimiyetinde kalan bölgelerde diğer din mensuplarının bugüne kadar dinlerini ve varlıklarını korumuş olmaları da çarpıcı bir hakîkattir. Buna karşılık başta İspanya (Endülüs) ve Bosna örneği olmak üzere gayr-i müslimler kendi bölgelerinde müslüman nüfusun varlığına tahammül edememişlerdir.

Bu itibarla İslâm’da cihadı, müslümanların mal ve can emniyetini sağlayan, İslâm’a ve İslâm ülkesine yönelik saldırıları önleyen, müslümanların hukûkunu koruyan ve neticede İslâm’ın akıl ve gönüllere nüfûzuna dolaylı olarak yardımcı olan bir vâsıta olarak tavsif etmek daha doğru olur.

İslâm hiçbir zaman zorla yayılmamıştır. Rahmet ve şefkat kahramanı olan Rasûlullah r, Mekke’yi fethettiğinde eline imkân geçmişken hepsini kılıçtan geçirebileceği insanlara, “İnanırsanız sizi affederim” demek gibi bir baskı ve fırsatçılığı hiç düşünmemiştir. Hatta birçok ileri gelen müşriğe uzun mühletler vermiş, onlara “müellefe-i kulûb” statüsünde zekâttan büyük paylar ayırmıştır.



[1] Tirmizî, Cihad, 2; Nesâî, Hac, 4; Ahmed, III, 456.

[2] Bkz. Nisâ, 95; Enfâl, 72; Tevbe, 20, 41, 44, 81, 88; Buhârî, Mezâlim, 33; Müslim, Îmân, 226; Ebû Dâvûd, Sünnet, 29.

[3] Prof. Dr. M. S. R. el-Bûtî, el-Cihâd fi’l-İslâm, Beyrut 1997, s. 94 vd.; Muhammed Ebû Zehra, İslâm’da Savaş Kavramı, trc. Cemal Karaağaçlı, İstanbul 1985, s. 40-41.

[4] M. Hüseyin Fadlallah, İslâm ve Kuvvetin Mantığı, trc. Vahdettin İnce, İstanbul 1997, s. 216.

%d bloggers like this: