2. Tâziye

 “Herhangi bir musîbete uğrayan Müslümanlar, benim vefâtımla başlarına gelen musîbeti düşünerek tesellî bulsunlar ve sabretsinler.”

Muvatta’, Cenâiz, 41

Musibetle karşılaşan kişiyi teselli etme ve sabra teşvik etme mânâlarını ihtivâ eden tâziye, umumiyetle cenâze sâhibine başsağlığı ve geçmiş olsun dileklerini bildirmek için yapılan ziyârete denir. Bir felâkete uğrayan kimseye, sabır tavsiyesinde bulunmak, meydana gelen musîbetle kaderin tecellî ettiğini ve bunu geri çevirmenin artık mümkün olmadığını ve kadere teslim olmanın kişiyi ruhî rahatlığa erdireceğini telkin etmek gerekir. Ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın başa gelen belâlara ecir verdiğini hatırlatmak, “Allâh ecrini artırsın”, “Sabr-ı cemil versin”, “Şükretmeyi nasîb etsin” gibi dualar etmek de tâziyenin en mühim hususiyetlerindendir. Bu özelliğinden dolayı tâziye, acıları azaltıcı bir tesire sâhiptir.

Tâziye, bizzat giderek yapılabileceği gibi, bu mümkün olmadığı takdirde telefon, mektup gibi diğer haberleşme vâsıtaları ile de gerçekleştirilebilir.

Hz. Zeynep -radıyallâhu anhâ-, Resûl-i Ekrem Efendimiz’e:

– Oğlum öldü, lütfen bize kadar geliniz, diye haber gönderdiğinde Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

 “– Alan da veren de Allâh’tır. O’nun katında her şeyin belli bir vakti vardır. Sabretsin ve ecrini Allâh’tan beklesin!” buyurarak kızına selâm göndermiş, meşguliyeti bittikten sonra da bizzat gitmiştir. (Buhârî, Cenâiz, 33)

Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- tâziyenin mühim bir insânî vazîfe olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur; “Bir musibeti sebebiyle din kardeşine tâziyede bulunan mü’mine, Allâh Teâla kıyâmet günü kerem elbiselerinden giydirir (şeref bahşeder). (İbn-i Mâce, Cenâiz, 56)

Peygamber Efendimiz’in Medîne dışında bulunan Muâz bin Cebel’e, oğlunun vefâtından dolayı yazdığı şu mektup, ne muazzam bir incelik ve ne güzel bir tâziye örneğidir:

“ Bismillahirrahmanirrahim.

Allâh’ın Resûlü Muhammed’den Muâz bin Cebel’e…

Allâh’ın selâmı üzerine olsun!

Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allâh’a hamdettiğimi sana iletmek isterim. İmdi; Allâh ecrini artırsın, buna karşılık sana büyük mükâfâtlar ihsân etsin ve sabretme gücü versin. Bizi ve seni şükre muvaffak kılsın. Zîrâ canlarımız, mallarımız, evlâd ü iyâlimiz, Azîz ve Celîl olan Allâh’ın bize tatlı hibeleri, geçici bir süre için yanımıza bıraktığı emânetleri cümlesindendir.

Allâh sana o çocuğu vermekle seni sevindirdi. Şimdi de onu büyük bir ecir karşılığında senden aldı. Onun karşılığında Allâh’tan rahmet, mağfiret ve hidâyet bekliyorsan, sabret!.. Üzüntü ve kederin, ecrini yok etmesin! Sonra pişman olursun! Bil ki ağlayıp sızlamak hiçbir şeyi geri getirmez, hüzün ve kederi de defedemez. Başa gelecek olan zaten gelmiştir, ve’s-selâm.” (Hâkim, III, 307)

Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretleri Efendimiz’in bu mektubunun muhtevâsını şöyle şiire dökmüştür:

Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen

Ne verdinse odur, dahî nemiz var!

Başına bir sıkıntı gelmiş veya yakınlarından birisini kaybetmiş olan kimseye, sözle tâziyede bulunarak mânen destek olmak gerektiği gibi îcâbında fiilen de yardımcı olmak gerekmektedir. Nitekim Ca’fer-i Tayyâr -radıyallâhu anh-’ın şehâdet haberi geldiği zaman Fahr-i Kâinât Efendimiz; “Ca’fer’in ailesi için yemek yapın! Çünkü onların başına, kendilerini meşgul eden büyük bir iş gelmiştir!” buyurmuşlardı. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 25-26/3132; İbn-i Hişâm, III, 436)

Bu sünnet-i nebeviyyenin bir tatbîki olarak Anadolu’da, cenâze evine birkaç gün süreyle komşuları tarafından yemek hazırlanıp götürülmesi güzel bir âdet hâlinde devâm etmektedir.

Bir mü’mine tâziyede bulunmak İslâm ahlâkındandır. Ancak cenâze sâhiplerinin acısını yenilememek için üç günden sonra tâziyede bulunmak mekruh sayılmıştır. Bununla birlikte cenâzenin defninde bulunamayan uzaktaki kimseler, üç günden sonra da tâziyede bulunabilirler.

%d bloggers like this: