ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ÂDÂB-I MUÂŞERETTE ÜSVE-İ HASENE

Dînin mükemmel bir şekilde yaşanabilmesinin şartı, ancak âdâb-ı muâşerete riâyetle mümkündür. Âdâb, “edeb” kelimesinin çoğulu olup iyi ahlâk, güzel terbiye, utanma, zerâfet, usluluk, insanlara kavlen ve fiilen güzel davranışta bulunmak demektir. Muâşeret ise insanların arasına karışmak, onlarla beraber olmak ve hoşça geçinmektir. Kısaca âdâb-ı muâşeret, insanlar tarafından hüsn-ü kabûl gören ve uyulması gereken nezâket kâideleridir.

Bu kâideler öncelikle ferdin kendi benliğine işlenir, ondan da topluma akseder. Bu sâyede muntazam ve müreffeh bir hayatın ortaya çıkması sağlanır. İslâm’ın ve onun yüce Peygamberi’nin insanlığa göstermek istediği en önemli esas, edeptir. Edebi sâyesinde kişi Allâh’a karşı vazifelerinin sınırını, insanlara karşı görevlerinin hudûdunu belirler. Zîra farzları tam olarak îfâ etmek için vâciplere, vâcipleri noksansız yapabilmek için sünnetlere; sünnetleri tam olarak takip edebilmek için müstehaplara, müstahaplarda ideale ulaşabilmek için âdâba riâyet etmek şarttır. Yani âdâb olmadan farzların kemâlinden bahsedilemez. İslâm Peygamberi’nin, ümmetine ibâdetlerden yeme içmeye varıncaya kadar her türlü davranış için belli edep kâideleri getirmesinin hedefi de bu olsa gerektir.

Şekilden ibâretmiş gibi anlaşılan muâşeret kurallarının gâyesi, Müslümanın hayatına şuurlu bir nizam vermektir. Ümmeti için üsve-i hasene olan Peygamber Efendimiz, bir hadis-i şerifinde:

“Şu bir gerçek ki ben sizin babanız mesâbesindeyim, sizi terbiye ve tezkiye eder, ihtiyaç duyduğunuz bilgileri öğretirim…” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 4) buyurmak sûretiyle bahis mevzûu kâideleri teferruatlı bir şekilde tatbikle yükümlü olduğunu bildirmiştir.

Bir müşrik, Selmân-ı Fârisî’ye, biraz da alaylı bir edâ ile:

– Görüyorum ki dostunuz Muhammed, size her şeyi ama her şeyi hatta tuvalete nasıl oturacağınızı bile öğretiyor, demişti. Selmân -radıyallâhu anh-, gâyet ciddî bir edâ ile:

– Evet, gerçekten de öyle, diye onu tasdik ettikten sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz’in tuvalet âdâbıyla alâkalı tavsiyelerini zikretmiştir. (Müslim, Tahâret, 57-58)

Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-; “Hüsn-i hâl, düşünerek hareket etmek ve ölçülü davranmak, peygamberliğin yirmi dörtte biridir.” (Tirmizî, Birr, 66) buyurarak edebin önemini göstermektedir. Hak dostları da, “Ey âşık kullar, nefsinizi edeple süsleyin. Zîra aşkullâh yollarının hepsi de edepten ibarettir.” demişlerdir. Dolayısıyla, ilâhî aşka varan yollar edepten ibarettir. İlâhî aşkı tadabilmek için nefsi edeple tezyin etmek gerekir.

Edebin bir zâhirî bir de bâtınî yönü vardır. İnsanların çoğu edebi, sadece zâhirî kâidelerin yerine getirilmesinden ibâret zannederler. Gönül ehli nezdinde ise edep, zâhirin yanında bâtını da korumak ve Cenâb-ı Hakk’a karşı kalben derûnî bir ta’zîm hissiyâtı içinde olmaktır. Zîrâ edep, bedendeki rûh mesâbesinde olup evliyâullâhın gözünün ve gönlünün nûrudur. Edebin ehemmiyetini belirten şu mısralar ne güzeldir:

Edeb bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan

Giy o tâcı emîn ol her belâdan.

“Edep, Yüce Mevlâmız’ın sonsuz nûrundan dünyâya akseden muhteşem bir taçtır. Bu tâcı giyerek bütün belâlardan emîn ol, kurtul!”

Mevlânâ -kuddise sirruh-, insanın sûreten ve sîreten kemâle erip güzelleşebilmesi için Cenâb-ı Hak’tan dâimâ edeb niyâzında bulunması gerektiğini ve en büyük düşmanı olan şeytana gâlip gelmesinin yegâne silâhının ancak edep olduğunu şöyle dile getirir:

“Cenâb-ı Hudâ’dan bizi edepli olmağa muvaffak kılmasını isteyelim. Çünkü edebi olmayan kimse Allâh’ın lütfundan mahrum kalmıştır. Edepsizin zararı yalnız kendisiyle sınırlı kalmaz. Aksine bütün âfâkı ateşe verir… Dost yolunda lâubâlilik eden, başkalarının da yolunu kesmiş olur. Böyle bir kimse nâmerttir. Her kim bu yolda küstah olursa onun âkıbeti, üzüntü ve pişmanlık vâdisinde boğulmaktır. Felek, edebi  sâyesinde nûra bürünmüş, melek de edebi yüzünden mâsum ve temiz olmuştur. Güneşin tutulması ise ayın küstahlığı neticesindedir. İblîs’in ilâhî kapıdan kovulması, Hakk’ın karşısında edepsizce konuşmasındaki cür’etindendir.” (Mesnevî, c. I, beyt: 79-96) “Eğer şeytanın başını ezmek dilersen, gözünü aç ve gör ki şeytanın kâtili edeptir.”

Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sirruh-’un edeple alâkalı kıymetli beyitlerinden bir kaçının tercümesi ise şöyledir:

“Benim gözüm, her ne kadar cihanda edebin bir çok ihsânlarını görmüş ise de, edep sofrasındaki nimetlerden asla doymaz. Hızır’dan âb-ı hayat isteyen insanın, edep menbaından bir kaç yudum içmesi lâzımdır. Fahr (övünmek), kibir ve cehâlet gibi hastalıkların tedâvîsi için edepten daha tesirli bir ilaç görmedim.

Edebe sımsıkı sarılan akıllı insan, kadir kıymet tahtını ve îtibâr makâmını elde etmiş demektir. Seyr u sülûk mumunun ışığı cânı cânâna ulaştırır, edebin parlak ayı ise gözü aydınlatır. Eğer edep çeşnisinden dudaklarına bir zerre bulaşmamış ise dostların sözünde ve dudağında güzellik neş’esi bulunmaz. Ey Es’ad, seferden yâni seyr u sülûk yolundan vatanına dönünce edep ummânından dostlarına hediye olarak bir kaç inci getir.” (Dîvân, s. 24-25)

Netice itibariyle, hayatta muvaffak olabilmek ve mânen yükselebilmek için Allâh Teâlâ’nın terbiyesinde yetişen Resûl-i Ekrem Efendimiz’in getirdiği adâb-ı muâşerete tâbi olmak gerekmektedir.

%d bloggers like this: