Ö. İSTİĞNÂSI (GÖNÜL ZENGİNLİĞİ)

“Tevâzu ve istiğnâ bereketiyle dünyânın en rahat insanıyım. İki gözüm de lezzetler âlemine kapalıdır.”

Es’ad Erbilî, Dîvân, s. 51

İstiğnâ; gözü tok, gönlü zengin olmak, başkasına muhtâç olmamak, sâhip olduğu şeye kanâat edip, insanlardan bir şey beklememek ve ihtiyâcını başkalarına söylememek demektir. Bu şekilde davrananlara “müstağnî” denir. İstiğnâ, insanlara ve dünyalığa karşı gösterildiğinde methedilmiş, Allâh’a karşı olanı ise yasaklanmıştır.

İstiğnâ ehli, dünyanın tamamı kendilerine verilse ve bundan dolayı âhirette herhangi bir sualle karşılaşmayacakları söylense yine de zühd içinde yaşarlar. Çünkü Yüce Rabbimiz onları “el-Muğnî” ism-i şerîfi ile kendinden başka her şeyden müstağnî kılmıştır.

Ebû Hâzim’e; “Servetin nedir?” diye sorduklarında; “İki şeydir; biri Allâh Teâlâ’dan râzı olmak, diğeri de insanlardan müstağnî olmak.” demiştir. “Öyle ise fakirsin.” denilince de; “Yerler, gökler ve bunların arasındaki şeyler Allâh Teâlâ’nın mülkü iken ve ben de O’nun muhlis bir kulu iken nasıl fakir olurum!” cevâbını vermiştir. Bu anlayışa göre istiğnâ, kişinin her husûsta Allâh Teâlâ’ya muhtaç olduğunun şuuruna ulaşması ve O’ndan başka hiç kimseden bir şey beklememesidir.

Allâh Teâlâ’nın güzel isimlerinden biri de “el-Ğaniyy”dir. Bu sıfat Cenâb-ı Hakk’ın nihâyetsiz zenginliğini, bütün mülkün O’na âit olduğunu ve her şeyden müstağnî bulunduğunu ifâde eder. Allâh aynı zamanda, “es-Samed”dir. Samed, hiçbir şeye muhtaç olmayan, bilâkis her şeyin kendisine muhtaç olduğu yegâne varlıktır. Cenâb-ı Hak zâtının bu husûsiyetini şöyle ifâde eder:

“Ey insanlar! Siz Allâh’a muhtaçsınız. Allâh ise kimseye ihtiyâcı bulunmayan ve övülmeye lâyık olandır.” (el-Fâtır 35/15)

Bu âyet-i kerîmeden ilham alarak, özellikle Şâzelîler olmak üzere, pek çok tasavvufî grup, Allâh’a muhtaç olduklarını ifâde etmek için kendilerini “fukarâ” olarak isimlendirmişlerdir. Ayrıca âlimlerimiz, âriflerimiz ve sanatkârlarımız kendilerinden bahsederken veya eserlerini imzalarken “el-Fakîr ilâ rabbihi’l-Kadîr” gibi ifâdeler kullanmışlardır. Böylece eserlerinin Allâh’ın lütfu ile meydana geldiğini ve kendilerinin de O’na muhtaç olduklarını bildirmişlerdir.

İnsanların, ihtiyaçlarını hiç kimseye arzetmeden sâdece Allâh’tan istemeleri, teşvik ve tavsiye edilen bir durumdur. Zîrâ Allâh -celle celâlüh- kullarının ihtiyaçlarını sâdece kendisine arzetmelerini sever. Pir Mehmed Azmî bunu ne güzel ifâde eder:

Ne dervîş ü ne zâhidden ne mîr ü şahtan iste

Yürü, yoktan seni vâr eyleyen Allâh’tan iste.

Kul, insanlara karşı büyük bir istiğnâ içinde olmakla birlikte Allâh Teâlâ’dan gelen nimetler husûsunda hiçbir zaman müstağnî davranmamalıdır. Bunu şu hadîs-i şerif ne güzel anlatır:

“Eyyûb -aleyhisselâm- elbisesini çıkarmış yıkanırken üzerine altundan bir yığın çekirge düşer. Hemen onları avuç avuç elbisesine doldurmaya başlar. Bunun üzerine Allâh Teâlâ şöyle nidâ eder:

– Ey Eyyûb! Ben seni bu gördüğün (dünyalıktan) müstağnî kılmadım mı? Hz. Eyyûb:

– İzzetine yemin olsun ki evet Ey Rabbim! Fakat senden gelen berekete karşı benim müstağnîliğim yoktur, diye mukâbele eder.” (Buhârî, Gusl, 20)

Mûsâ -aleyhisselâm-’ın çaresiz kaldığı bir esnâda yaptığı şu yakarışı da Allâh’tan gelen ihsanlara karşı hangi hâlet-i rûhiye içinde olunması gerektiğini göstermektedir:

“Rabbim! Gerçekten ben, bana indireceğin her hayra muhtâcım!” (el-Kasas 28/24)

Hz. Mûsâ’nın bu duâsına mukâbil Allâh Teâlâ kısa bir müddet sonra ikramlarını yağdırmış ve ona Şuayb -aleyhisselâm-’ın şefkât kanatlarını ve akrabalığını ihsân etmiştir.

Bunun aksine, Allâh’tan müstağnî davranmak da büyük bir bedbahtlıktır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur; “Cimrilik eden, Allâh’a muhtaç değilmiş gibi davranan ve en güzel söz (olan kelime-i tevhîd)i yalanlayan kimsenin çetin bir yola gitmesini sağlarız. Helâk olduğu zaman da malı kendisine fayda vermez.” (el-Leyl 92/8-11)

Hasan Basrî -kuddise sirruh- Allâh Teâlâ’ya şöyle niyâz ederdi:

“Allâhım! Beni zâtına muhtaç kılmak sûretiyle zenginleştir, Sen’den müstağnî bırakarak beni fakirleştirme!” (Bâkıllânî, s. 107)

Allâh’tan istiğnâ düşüncesi gurur ve kibrin eseridir. Bu kötü ahlâk içinde yaşarken azgınlaşan insan, Yüce Rabbine karşı câhilce hareket ve tavırlar içine girmektedir. Cenâb-ı Hak, bu hâlde olan kimseleri şöyle îkâz etmektedir; “Muhakkak insan, kendini müstağnî gördüğü için azar. (Ey insan!) Şüphesiz dönüşün ancak Rabbin’edir.” (el-Alak 96/6-8)

İstiğnâ hâlinin en güzel misâllerini Sevgili Peygamberimiz’in hayâtında görmekteyiz. Fahr-i Âlem Efendimiz’e bir adam geldi ve:

– Yâ Resûlallâh! Bana bir amel söyle ki onu yaptığımda beni Allâh da insanlar da sevsin, dedi. Efendimiz:

“– Dünyaya rağbet etme ki Allâh seni sevsin. İnsanların elinde bulunan şeylere göz dikme ki insanlar seni sevsin!” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zühd, 1)

Allâh Teâlâ; “Cuma namazı bittikten sonra yeryüzüne dağılın ve Allâh’ın lütfundan nasîbinizi arayın!” (el-Cum’a 62/10) âyeti ile kişinin maîşetini temin için çalışmasını istemektedir. Âlemlerin Efendisi de; “Hiçbir kimse, asla kendi kazancından daha hayırlı bir rızık yememiştir. Allâh’ın peygamberi Dâvûd da kendi elinin emeğini yerdi.” (Buhârî, Büyû’ 15) buyurmuş, aynı şekilde Zekeriyyâ -aleyhisselâm-’ın da marangozluk yaparak geçindiğini bildirmiştir. (Müslim, Fedâil, 169)

Âişe vâlidemiz sahâbe-i kirâmın, kendi işlerinde kendilerinin de çalıştığını haber vermektedir. Hatta çalışıp terledikleri için Resûl-i Ekrem Efendimiz’in; “Keşke mescide yıkanıp da gelseler.” diye temennîde bulunduğunu bildirmektedir. (Buhârî, Büyû, 15)

Allâh Resûlü’nün:

“Herhangi birinizin iplerini alıp dağa gitmesi, sırtına bir bağ odun yüklenip getirerek onu satması ve Allâh’ın bu sebeple onun şerefini koruması, verseler de vermeseler de insanlardan bir şey dilenmesinden çok daha hayırlıdır.” (Buhârî, Zekât, 50) buyurması hâdisenin hangi boyutlarda olduğunu göstermeye kâfîdir. Efendimiz’in bu sözünden, dilencilik gibi yüz karası bir yola baş vurmaktansa, en zor şartlarda da olsa çalışarak kimseye muhtaç olmamak gerektiğini, herkesin yapabileceği bir şeyler olduğunu anlıyoruz. Bu şekilde iffetli davranan kimseleri Allâh Teâlâ’nın da seveceğini Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle bildirmiştir:

“Allâh Teâlâ, bakıma muhtaç ehl ü ıyâl sâhibi olup dilencilik ve haram kazançtan kaçınan fakir mü’mini sever.” (İbn-i Mâce, Zühd, 5)

Ahmed bin Hanbel gibi zühdüyle meşhur olmuş bir zâtın, kendisine; “Zenginlik mi yoksa fakirlik mi üstündür?” diye soran kimseye şöyle dediği bilinmektedir:

“Pazara müdâvim ol (ticaret yap), halktan istiğna et. İnsanlardan istiğna kadar büyük bir fazilet bilmiyorum.” Mehmed Âkif de bu hakikati te’yiden şöyle der:

Kim kazanmazsa bu âlemde bir ekmek parası

Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ashâbına, bir taraftan bolca infâk etmeyi ve her husûsta insanlara yardım etmeyi emrederken, diğer taraftan da kimseden bir şey istemememeyi tavsiye etmiştir. Hicretten sonra Ensâr-ı kirâm bütün varlıklarını Muhâcirler’le yarı yarıya paylaşırken, Muhâcirler de bu infâk coşkusuna aynı derecede büyük ve anlamlı bir istiğnâ ile karşılık vermişlerdir. Çok zarûrî ihtiyaçlarını ödünç olarak almışlar ve hâlleri düzeldiğinde onları hemen iâde etmişlerdir. (Buhârî, Hibe, 35; Müslim, Cihâd, 70)

Sevgili Peygamberimiz Ensâr’la Muhacirler’i kardeş yaparken Sa’d bin Rebî ile Abdurrahman bin Avf’ı kardeş ilân etmişti. Sa’d -radıyallâhu anh- kardeşine malının çok olduğunu ve bunun yarısını kendisine vermek istediğini söylemişti. Bu fevkalâde îsâra karşılık, Abdurrahman -radıyallâhu anh- de büyük bir âlicenaplık göstermiş ve “Allâh ehlini ve malını sana mübârek kılsın, ey kardeşim! Bana çarşının yolunu gösteriver, yeter.” (Buhârî, Büyû, 1) diyerek ticâretle meşgul olmuş, ashâbın en zenginleri arasına katılmıştır.

Avf bin Mâlik -radıyallâh anh-’ın anlattığı şu hâdise Resûl-i Ekrem Efendimiz’in istiğnâyı ashâbına ne ölçüde tâlim ettiğini göstermesi açısından oldukça mânidardır:

“Biz yedi sekiz kişilik bir grup Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yanında oturuyorduk. Bize:

«– Allâh’ın Resûlü’ne bey’at etmeyecek misiniz?» buyurdu. Oysa biz, yeni bey’at etmiştik. Bu sebeple:

– Ey Allâh’ın Resûlü! Biz sana bey’at ettik ya, dedik. Sonra tekrar:

«– Allâh’ın Resûlü’ne bey’at etmeyecek misiniz?» buyurdu. Biz yine:

– Ey Allâh’ın Resûlü! Biz sana bey’at ettik ya, dedik. Efendimiz tekrar:

«– Allâh’ın elçisine bey’at etmeyecek misiniz?» buyurdu. Bu defa ellerimizi uzatarak:

– Ey Allâh’ın Resûlü! Biz sana daha önce bey’at etmiştik. Şimdi ne üzere bey’at edeceğiz, dedik. Sevgili Peygamberimiz:

«– Allâh’a kulluk edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak, beş vakit namazı kılmak, itaat etmek ve -sesini alçaltarak- kimseden bir şey istememek üzere bey’at edeceksiniz!» buyurdu. Yemin ederim ki bu gruptan bazılarını görürdüm; (at üzerindeyken) kamçısı yere düşerdi de onu kimseden kendisine vermesini istemezdi.” (Müslim, Zekât, 108) Şair Necâtî şöyle der:

Arz u semâda mesken edinmem sehâb-veş

Tâ yerde gökte zerre kadar minnet olmasun.

“Hiçbir yerde, hiç kimseye karşı minnet altında kalmamak için elimden gelse bulutlar gibi gezer, ne arzda ne de semâda yer tutmam.”

Asr-ı saâdet hep bu güzel ahlâkın nümûneleri ile doludur. Onlardan her biri arkasında ayrı bir güzellik bırakmıştır. Çünkü, Resûlullâh Efendimiz onlara nasıl müstağnî yaşanacağını gösterdiği gibi bu hasleti kazanmak için, Allâh Teâlâ’ya nasıl yalvarılması gerektiğini de tâlim etmiştir. Ali -radıyallâhu anh-’den rivâyet edildiğine göre mükâtep (anlaşmalı) bir köle ona gelerek; “Borcumu ödeyecek gücüm yok, bana yardım et!” dedi. O da:

– Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bana öğrettiği duayı ben de sana öğreteyim mi? Buna devam ettiğin takdirde, üzerinde Sebir dağı kadar borç olsa bile Allâh Teâlâ onu ödemene yardım eder, dedi ve şu duâyı okudu:

اَللّهُمَّ اكْفِنِى بِحَلاَلِكَ عَنْ حَراَمِكَ وَاغْنِنِى بِفَضْلِكَ عَمَّنْ سِواَكَ

“Allâhım! Bana helâl rızık nasip ederek haramlardan koru! Lütfunla beni Sen’den başkasına muhtaç etme!” (Tirmizî, Deavât, 110)

Bir borcu ödeyebilmek için elden gelen gayret gösterilirken, diğer taraftan da Cenâb-ı Hakk’ın yardımı istenmelidir. İnsan ticaret yaparken veya bir borcunu ödemeye çalışırken hep helâl rızık peşinde olmalı, haramlardan şiddetle kaçınmalı ve kendisini haram kazançtan koruması için, Allâh Teâlâ’dan yardım istemelidir. Nereden geldiğine bakmadan hırs ve tamah ile mal biriktirmeye çalışmak, bir Müslümanın kesinlikle iltifat etmeyeceği bir harekettir. İslâm’ın izzet ve şerefini temsil eden Müslüman, Allâh’tan başkasına muhtaç olmamayı düstûr edinecek ve alan el değil, veren el olmaya çalışacaktır.

%d bloggers like this: