M. VAKÂR VE SÜKÛNETİ

Bir güzergâhta âdem gâhî

Ansızın görse Resûlullâh’ı

Heybet alırdı güzârından ânın

Kesret-i hilm ü vakârından ânın[1]

Hâkânî

Vakâr; ağırbaşlılık, temkinli olma, izzeti, haysiyeti ve şerefi koruma mânâlarına gelir. Yumuşak huyluluk ve azamet mânâlarını da ifâde eden vakâr, hafifliğin zıddıdır. Kibir ne kadar kötü ise vakâr da o kadar değerlidir. Ancak vakarlı olmak, abûs çehreli, çatık kaşlı, geçimsiz ve uyumsuz insan demek değildir. Vakar, zillet ile kibir arasındaki denge noktasıdır.

Sükûnet ise emniyet, temkin, ağırbaşlılık, sebât ve heybet gibi mânâlara gelir. Nefisteki telaşın ve heyecanın sona ermesiyle meydana gelen huzur hâlidir. Bu, kalp huzûru ve gönül rahatlığı olarak da ifâde edilir.

Âyet-i kerîmede; “Size ne oluyor ki Allâh’a vakârı (büyüklüğü) yakıştıramıyorsunuz?” (Nûh 71/13) buyrularak vakârın en kâmil mânâda Cenâb-ı Hakk’a âit bir vasıf olduğu ifâde edilmektedir. Cenâb-ı Hak, insanları Zât-ı Ulûhiyeti’nden korkmaya, hilmiyle beraber azametinin de bulunduğuna inanmaya ve kendisine saygısızlıktan sakınmaya çağırmaktadır. Böyle yaptıkları takdirde Yüce Allâh onlara bir vakâr ve onur lütfedip değer verecek, neticede büyük mertebelere erdirecektir.

Vakârın bir diğer anlamı, Allâh ve Resûlü’ne lâyık oldukları ta’zîm ve saygıyı göstermektir. Peygamberimiz’in bir vazifesi de insanların, Allâh ve Resûlü’ne karşı nasıl bir vakâr içerisinde olmaları gerektiğini öğretmektir. Âyet-i kerîme bunu şöyle dile getirir:

(Ey Resûlüm!) Şüphesiz biz seni bir şâhit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik ki (ey insanlar) Allâh’a ve Resûlü’ne inanasınız, (dînine) yardımcı olasınız, O’na saygı gösteresiniz ve sabah akşam Allâh’ı tesbih edesiniz!” (el-Feth 48/8-9)

Burada Allâh ve Resûlü’ne îmân ve yardımdan sonra, onlara karşı büyük bir vakâr hissiyâtı içinde bulunmak, yani saygı ve hürmet üzere davranmak emredilmektedir. İnsanlar arasında vakûr olabilmek de ancak bu sâyede mümkündür. Bunun dışında kalan bütün hareket ve davranışlar hafif kalmaya mahkumdur.

Vakâr, herkes tarafından sevilen ve sâhibine hürmet duyguları kazandıran bir fazîlettir. Vakârlı kimselerin söz, davranış ve hâllerinde kibre düşmemeleri, bilakis son derece mütevâzî olmaları gerekmektedir. Bu iki huy birlikte bulunduğu zaman tam bir erdem meydâna gelir. Âyet-i kerîme, Müslümanda olması gereken bu vakârı şöyle ifâde etmektedir:

“Rahmân’ın has kulları, yeryüzünde vakâr ve tevâzû ile yürürler. Câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflar atıp sataştıkları zaman, «selâmetle» deyip (geçerler).” (el-Furkan 25/63)

Peygamber Efendimiz’in vakârı, karşısındakilerin hürmet hislerini uyandırmakta, tevâzuu ise insanların sevgisini celbetmekteydi. Zîra Efendimiz insanların en güzel ahlâklısı idi. Her zaman sükûnet ve vakârla hareket eder, aslâ yüksek sesle konuşmaz ve kötülüğe kötülükle mukâbelede bulunmazdı. Bilâkis, affeder ve bağışlardı. (Dârimî, Mukaddime, 2) En mühim bir ibâdet olan namaza giderken dahi, sükûnet ve vakârın muhâfaza edilmesini emrederek şöyle buyururdu:

 “Kâmet getirildiği zaman namaza koşarak değil, ağırbaşlı bir şekilde yürüyerek geliniz. Yetişebildiğiniz kadarını imamla birlikte kılınız; yetişemediğiniz rekâtları da kendiniz tamamlayınız.” (Buhârî, Ezan, 20-21)

İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyet edildiğine göre, Arefe günü Arafat’tan Müzdelife’ye dönerken Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- arka tarafta bazı kimselerin bağırıp çağırdığını, develerine vurduğunu duyunca, kamçısıyla işâret ederek onları sükûnete davet etmiş ve:

“Ey insanlar! Sükûnetle hareket edin! Acelece etmekle sevap kazanılamaz…” buyurmuştur. (Buhârî, Hac, 94)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- insanları en çok kızdıran ve tehevvüre sevkeden anlarda dahî sükûnet ve vakârını bozmazdı. İnsanların nezâketsizlik ve kabalıklarına tahammül gösterir ve kendilerine mülâyemetle muâmele ederdi. Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

“Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile beraber yürüyordum. Üzerinde Necran kumaşından yapılmış, kenarları sert ve kalın bir hırka vardı. Bir bedevî Resûl-i Ekrem’e yetişerek hırkasını sertçe çekti. Hırka, Efendimiz’in boynunda iz bıraktı. Daha sonra bedevî:

– Ey Muhammed! Senin yanında bulunan Allâh’ın mallarından bana da verilmesini emret, dedi. Allâh Resûlü bedevîye dönüp tebessüm etti. Sonra da ona bir şeyler verilmesini emretti. (Buhârî, Humus, 19)

Peygamber Efendimiz, ne bir kadın ne de bir hizmetçi, hiç kimseye vurmamıştır. Ancak Allâh yolunda savaştığı zamanlar müstesnâ. Kendisine fenâlık yapan kimseden intikam almaya da kalkmazdı. Yalnız Allâh’ın yasak ettiği şeyler çiğnenince, o yasağı çiğneyen kimseye Allâh için cezasını verirdi. (Müslim, Fedâil, 79)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bulunduğu meclislerde son derece derli toplu oturur, vakâra yakışmayacak herhangi bir durumu görülmezdi. Çoğu zaman sükût hâlinde bulunur, gereksiz hiçbir söz sarfetmezdi. Ebû Mâlik el-Eşcaî babasının şöyle dediğini rivâyet eder; “Bizler delikanlı iken sık sık Resûlullâh’ın huzurunda otururduk. Allâh Resûlü’nden daha uzun süre sükût hâlinde duran birini görmedim. Sahâbeleri konuşup lâfa daldıklarında kendisi tebessüm ederdi.” (Heysemî, X, 298)



[1] Eğer bir kimse, yolda ansızın Resûlullâh’ı görüverecek olsa, onun yürüyüşünden heybete kapılır, asâlet ve vakârındaki yücelik ile ürperirdi.

%d bloggers like this: