L. VEFÂKÂRLIĞI

Sâhib-i hüsn ü bahâ idi Resûl

Hâsıl-ı ayn-ı vefâ idi Resûl[1]

Hâkânî

Vefâ, görülen iyilikleri unutmamak, iyilikte bulunanlara misliyle veya daha güzeliyle karşılık vermeye devam etmektir. Vefâ, dostluğun kaynağı, muhabbetin ilk durağı ve güvenin en mühim mesnedidir. Tam ve kâmil bir îmânın ve Allâh’a teslîmiyetin nişânesidir. Bu ahlâka sâhip olanlara vefâkâr denir. Vefakârlığın zıddı, nankörlük olup iyiliğin kadrini bilmemek veya ona kötülükle karşılık vermektir.

Kalbî kıvâmın zirvesini gösteren vefâkarlığın temelinde samîmiyet, sadâkat ve tevâzû gibi ahlâkî hasletler bulunmaktadır. Şâirin:

“Dâvâ kapısını bırak da vefâ dergâhına gel!”

çağrısından da anlaşılacağı gibi vefâ engin bir deryâ, bulunmaz bir dergâhtır. O dergâha giren herkes huzûr bulur ve oradan memnûn ayrılır.

En büyük vefâkarlık, insanın Yaratanı’nı tanıması, kulluk vazîfesini yerine getirmesi ve O’nun verdiği nimetlerin kıymetini bilmesidir. En büyük nankörlük de kulun, Rabbi’ni inkâr etmesi, O’nun yüceliğini tanımamasıdır.

Vefânın zirvesini teşkil edecek en güzel misalleri Sevgili Peygamberimiz’in hayâtında müşâhede etmekteyiz. Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-; “Ben babam İbrahim’in duası, kardeşim İsa’nın müjdesi ve annem Âmine’nin rüyâsıyım.” [2] (Hâkim, II, 453) buyurmak sûretiyle hem Hz. İbrahim’i hem Hz. İsa’yı hem de annesini minnetle anmış, onlara karşı gereken vefâkârlığı göstermiştir. Bununla da kalmayıp kıyamete kadar gelecek olan ümmetine, Hz. İbrahim’in duasına mukâbelede bulunmalarını sünnet kılmıştır. Namazlarda okunan “Salli-Bârik” duasında, Âl-i Muhammed’in ardından Âl-i İbrahim’in zikredilmesi, işte bu çok zarif ve hassas olan vefâ duygusunun bir eseridir.

Sevgili Peygamberimiz’in vefâkâr bir evlat olduğunu gösteren diğer bir hâdise de Hudeybiye Umresi için Mekke’ye giderken vukû bulmuştur. Yolculuk esnâsında Ebvâ’ya uğramışlardı. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Cenâb-ı Allâh’tan izin isteyerek annesinin kabrini ziyaret etti. Ziyâret esnâsında kabrini eliyle düzeltti ve teessüründen ağladı. O’nun ağladığını gören Müslümanlar da ağladılar. Daha sonra niçin böyle yaptığını soranlara Sevgili Peygamberimiz; “Annemin bana olan şefkât ve merhametini hatırladım da onun için ağladım.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, I, 116-117. Ayrıca bkz. Müslim, Cenâiz, 105-108)

Peygamber Efendimiz kendisini şefkât ve merhametle büyüten annesini küçük yaşta kaybedip öksüz ve yetim kaldığında onu önce dedesi, daha sonra da amcası Ebû Tâlib yanına almıştı. Bu sıralarda amcasının hanımı Fâtıma hatun, Sevgili Peygamberimiz’e çok iyi bakmış, onu kendi çocuklarından hiç ayırmamış hatta daha da üstün tutmuştu. Müslüman olarak Medine’ye hicret eden bu hanım vefât ettiğinde Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-; “Annem öldü!” demiş, onu gömleği ile kefenlemiş, daha sonra da kabre alışması için oraya bir müddet uzanmıştı. “Yâ Resûlallâh! Herhâlde Fâtımâ’nın ölümüne çok üzüldünüz!?” denildiğinde ise:

“O benim annemdi. Kendi çocukları aç dururken önce benim karnımı doyurur, kendi çocuklarının üstü başı toz toprak içinde dağınık dururken, o önce benim başımı tarar ve gülyağı sürerdi. O benim annemdi.” buyurmuştur. (Ya’kubî, II, 14)

Peygamber Efendimiz, amcası Ebû Tâlib’in Müslüman olmasını çok istemişti. Bunun için defâlarca uğraştı. Hele vefâtı esnâsında başı ucunda gösterdiği gayret dillere destandır. İslâm’a bunca faydası dokunan bir kimsenin, îmân şerefine nâil olamaması onu çok üzüyordu. Ebû Tâlib vefât ettiğinde Hazret-i Ali, Efendimiz’e gelerek; “Dalâlet içindeki ihtiyar amcan müşrik olarak öldü!” dedi. Bu haber üzerine çok üzülen Resûl-i Ekrem Efendimiz ağlamaya başladı. Daha sonra da; “Git onu yıka ve göm!” buyurdu. (Nesâî, Cenâiz, 84; Diyarbekrî, I, 301) O’nun bu üzüntüsü İslâm’ı yayma gayreti ile birlikte amcasına karşı olan vefâ duygusundan kaynaklanmaktaydı.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, üzerinde emeği olan hiç kimseyi unutmamış, hayâtı boyunca onlara hep vefâ göstermiştir. Özellikle Hatîce vâlidemizin arkasından gösterdiği vefâkârlık eşine rastlanmayacak boyutlardaydı. Kendisine bir hafta süt emziren dadısı Ümmü Eymen, sütannesi Halime Hâtun, süt kardeşi Şeymâ da onun vefâkârlığından nasîbdâr olan şanslı kimselerdendir. Peygamberimiz onlara son derece hürmet göstermiş ve ihtiyaçlarının karşılanması için elinden geleni yapmıştır. (İbn-i Sa’d, I, 113-114)

Hevâzin Gazvesi’nde esirler arasında gördüğü sütkardeşi Şeymâ’yı hemen tanımış, ona ve diğer yakınlarına kıymetli hediyeler vererek memleketlerine göndermiştir. Sevgili Peygamberimiz, sırf bölgelerinde dört yıl kaldığı için, bu savaş sonunda Hevâzinli süt teyzeleri, süt halaları hatırına ganimetleri geri vermeyi bile düşünmüştü. Ancak Hevâzinliler müracaatta gecikince, ordudaki bedevilerin de ısrarıyla Ci’râne’de toplanmış olan ganimetleri, taksim etmek zorunda kalmıştı. Daha sonra Hevâzinlilerin vâkî olan talepleri üzerine kendisine ve Abdulmuttalib oğullarının hisselerine düşen esirleri serbest bırakınca, ashâb-ı kirâm da hisselerine düşen esirleri serbest bırakmış ve fidye ödemeksizin salıvermişlerdi. (İbn-i Hişâm, IV, 135) Efendimiz’in süt akrabalarına gösterdiği vefâ sâyesinde, binlerce kişi hürriyetine kavuşmuş ve bu âlicenaplığın gönüllerine verdiği rikkatle hakîkate gözlerini açmışlardır.

Risâlet geldiğinden itibaren Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- bütün çile ve ızdıraplara katlanarak İslâm’ı anlatmaya ve yaymaya devâm ediyordu. Tâif dönüşünde düşmanları onu Mekke’ye almak istememişlerdi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz sıra ile birçok ileri gelen Mekkelinin himayesini istemiş fakat hepsi reddetmişti. Bu teklifi sâdece Mut’im bin Adiyy kabul etti ve oğullarını silâhlandırıp Peygamber Efendimiz’i himâye ederek şehre girmesine yardımcı oldu. Aradan yıllar geçti. Mut’im, Bedir savaşında Kureyşli müşriklerle birlikte Müslümanlara karşı savaştı ve öldürüldü. Peygamberimiz’in şâirlerinden Hassan bin Sâbit, bu zatın ölümünün ardından bir mersiye söyleyerek, vaktiyle Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i himâye ettiğinden bahsetmiş ve onu hayırla yâdetmişti. Nebiyy-i Muhterem Efendimiz kendi adına gösterilen bu vefâkarlıktan, ziyâdesiyle memnûn oldular. Daha sonra düşman esirlerine ne yapılacağı tartışılırken:

“Şayet Mut’im bin Adiyy hayatta olup da benden esirlerin bağışlanmasını isteseydi, fidye almadan hepsini serbest bırakırdım.” buyurarak ona olan vefâsını göstermiştir. (Buhârî, Humus, 16; İbn-i Hişâm, I, 404-406) İslâm’ı tebliğ ederken kendisine kolaylık gösteren bir müşrike bile uzanan bu vefâ duygusu, ne yüce bir ahlâk nümûnesidir.

Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- hac mevsimlerinde ve panayırlarda İslâm’ı yaymaya çalışır, pek çok sıkıntı, zorluk ve işkencelerle karşılaşırdı. Birçok kabileyi olduğu gibi Âmir bin Sa’saa oğullarını da İslâm’a dâvet etmişti. Yanlarından kalkıp devesine bindiğinde, içlerinden Beyhara isimli müşrik, devenin göğsüne ansızın dürttü. Deve sıçrayıp kalkarken Sevgili Peygamberimiz’i yere düşürdü. Dubâa bint-i Âmir isminde Müslüman bir kadın Efendimiz’e yapılan bu hakâreti görür görmez; “Ey Âmir hânedânı! Gözünüzün önünde Allâh’ın Resûlü’ne yapılan şu eziyeti görüp de içinizden onu hatırım için koruyacak kimse yok mudur?” dedi. Amca oğullarından üç kişi hemen kalkıp Beyhara alçağının üzerine yürüdüler. Bu olaydan sonra Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- vefâkârlığının bir gereği olarak bunlar hakkında:

“Ey Allâhım! Şunlara bereketini ihsân et!” diye duâ etti. Bu duâ bereketi ile Allâh Teâlâ onlara îmân nasîb etti ve nihâyetinde şehidlik mertebesine nâil oldular. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 353)

Onun vefâsı herkese şâmildi. Ancak, her şeyden aziz tuttuğu İslâm dâvasında en küçük bir vazîfe alan kimselere karşı, daha husûsî bir teveccüh gösterir ve muhabbet beslerdi. Mescid-i Nebevî’yi temizleyen zenci bir kimse vardı. Efendimiz onu bir ara göremedi. Merak ederek nerede olduğunu sordu. Öldüğünü söylediler. Bunun üzerine Vefâ Âbidesi Efendimiz; “Bana haber vermeniz gerekmez miydi?” buyurdu. Daha sonra; “Bana kabrini gösterin!” diyerek kabrine gidip cenâze namazı kıldı ve ona dua etti. (Buhari, Cenâiz, 67)

Fahr-i Âlem Efendimiz aynı şekilde Allâh yolunda cihad edip şehit düşenleri de asla unutmaz, onların geride kalan yetimlerinin yetiştirilmesi, hayata hazırlanması ve dul kalan hanımlarının ihtiyaçlarının karşılanması husûsunda, şahsen büyük çaba gösterir ve ashâbını da buna teşvik ederdi. Buna dair yaşanmış birçok olay arasından iki tanesi şöyledir:

Peygamber Efendimiz Hudeybiye Umresi’nden dönerken, Uhud savaşında şehid düşen Hz. Hamza’nın küçük kızı Ümâme arkasından; “Amcacığım, beni kime bırakıp gidiyorsun?” diye seslenmişti. Bunun üzerine Efendimiz, onu yanına alarak Medine’ye getirdi. Ümâme’ye kimin bakacağını sorduğunda aynı anda üç kişi buna tâlip oldu. Bunlardan birincisi Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh- olup Rasûl-i Ekrem onu hicretten sonra Hamza -radıyallâhu anh- ile kardeş yapmıştı. İkincisi Hz. Ali olup Ümame’nin amcası sayılırdı. Üçüncü şahıs da Ca’fer bin Ebî Talib olup Ümame’ye yakınlığı Ali -radıyallâhu anh- gibi idi. Ancak bir farkla ki Hz. Ca’fer’in zevcesi, Ümame’nin teyzesi idi. Nebiyy-i Muhterem bir şehit yavrusuna gösterilen bu alâkadan son derece duygulandı. Demek ki ashâb-ı kirâm Resûlullâh’ın vefâ mektebinde yeterli dersi alabilmiş ve bu konudaki nebevî ahlâkı kazanmıştı. Allâh Resûlü:

“– Ey Zeyd! Sen Allâh ve Resûlü’nün dostusun. Ey Ali! Sen de benim kardeşim ve dostumsun. Ey Ca’fer! Sen de bana yaratılışça ve huyca en çok benzeyensin!” diyerek üçüne de ayrı ayrı iltifat etti ve teyzesiyle evli bulunması sebebiyle Ümame’yi gözetip yetiştirmeye Hz. Ca’fer’i daha uygun buldu. Daha sonra Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- her safhada Ümame ile ilgilendi ve zamanı gelince onu Hz. Ümmü Seleme’nin oğlu Seleme ile evlendirdi. (Buhârî, Megâzî, 43; İbn-i Sa’d, VIII, 159)

Mûte muharebesinde diğerleriyle birlikte en başta üç kumandan; Zeyd bin Hârise, Ca’fer bin Ebî Talib ve Abdullah bin Revâha peşpeşe şehid düşmüşlerdi. Savaş sonunda İslâm ordusu Medine’ye döndüğünde şehitlerin ardından Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve Müslümanlar göz yaşı döktüler. Bu esnâda Peygamber Efendimiz’in Müslümanları dövünerek ve feryat ederek ağlamaktan men ettiği görüldü. Bunun yerine şehit evlerine yemek götürmelerini istedi. Bilhassa geri kalan yetimlerin himayesi ile yakînen ilgilenilmesini tenbih etti. Bu konuda bizzat ashâbına örnek oldu, Hz. Ca’fer’in ailesine başsağlığı dileyerek tesellîde bulundu ve üç gün süreyle evlerine yemek gönderdi. O günden itibaren çocuklarını da himayesine aldı. (İbn-i Hişam, III, 436)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- sâdece kendisine yapılan iyiliklere karşı vefâkâr değildi; aynı zamanda getirdiği hak dîne ve ashâbına yardımı dokunan herkese, ömrünün sonuna kadar minnettâr kalmış, fırsat düştükçe vefâkârlığını göstermiştir.

Habeşistan hicretinin üzerinden yıllar geçmişti. Bir defasında Habeşistan hükümdarının elçileri, Rasûl-i Ekrem’in huzûruna geldiler. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- bunlarla yakînen ilgilendi, hatta onlara bizzat hizmet etti. Ashâbın bu hizmeti kendilerinin yapabileceğini söylemeleri üzerine, Peygamber Efendimiz’in verdiği cevap çok anlamlıdır; “Bunlar Habeşistan’a göç etmiş olan ashâbıma yer göstermiş, ikrâm etmişlerdir. Buna karşılık şimdi ben de onlara hizmet etmek isterim.” (Beyhakî, Şuabu’l-îmân, VI, 518; VII, 436)

Habeşistanlılara karşı vefâkârlığına devâm eden Peygamberimiz, arada deniz bulunduğu ve karadan da günlerce gidilecek mesâfe olduğu hâlde Necâşî’nin vefâtını hemen o gün ashâbına haber verdi ve:

“– Uzak bir beldede ölen kardeşinizin cenâze namazını kılınız!” buyurdu. Sahâbîler; “Yâ Resûlallâh! Kimdir o?” diye sorduklarında, Efendimiz:

“– Necâşî Ashama’dır! Bugün Allâh’ın sâlih kulu Ashama öldü! Kardeşiniz için Allâh’tan mağfiret dileyiniz!” buyurdu ve cenâze namazını kıldırdı. (Müslim, Cenâiz, 62-68; İbn-i Hanbel, IV, 7)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, son hastalığında rahatsızlığı iyice artınca, ashâbıyla görüşmek için mescide gelmişti. Mescid Müslümanlarla dolup taşıyordu. Allâh’ın Sevgili Resûlü, İslâm’ı tebliğ etmiş ve insanların bir çoğuna hidâyeti ulaştırmıştı. Bunun semeresi olan bu kalabalık cemaat, o Aziz İnsan’ı çok sevindirmişti. Artık gözü arkada kalmayacaktı. Ancak dâvâsı bu hâle gelinceye kadar malı ve canı ile cihâd eden, şehid olan ve orada olmayan ashâbı da vardı. Efendimiz onları hiçbir zaman unutmamış ve gönlünden çıkarmamıştı. Zaman zaman Cennetü’l-Bakî’ye, zaman zaman da diğer şehidliklere giderek onlara duâ ediyordu. İşte bu son konuşmasında da kalabalık bir cemaatin “âmin” sadâları arasında bir vefâ olarak onları hayırla yâd edecekti. Hâdiseyi anlatan sahâbî şöyle diyor:

“Peygamber Efendimiz, kelime-i şehâdet getirdikten sonra:

«Ey insanlar! Size olan nimetinden dolayı O Allâh’a hamd ederim ki kendisinden başka hiçbir ilah yoktur!» diye hamd ü senâda bulundu. Her zaman yaptığı gibi Uhud günü şehit düşen Müslümanlar için de Allâh’tan mağfiret diledi. (İbn-i Sa’d, II, 228, 251)

Bu ne vefâ yâ Rabbî! Yılların eskitemediği, acıların, sıkıntıların ve gâilelerin unutturamadığı, bollukla zayıflamayan, rahatlık ve saltanatla yok olmayan ne muazzam bir vefâ!

Daha sonra Ensâr’a olan vefâsını göstererek şöyle buyurdular:

“Ey insanlar! İnsanlar çoğalıyor ancak Ensâr azalıyor. Hatta yemekteki tuz kadar azalacaklar. İçinizden her kim, bir kimseye zarar ya da fayda vermeye muktedir olabileceği bir işin başına gelirse, Ensâr’ın iyilerine iyilikle muâmele etsin, kötülük yapanlarını da affetsin.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 11)

“Sizlere Ensâr’a iyi muâmele etmenizi tavsiye ederim. Onlar benim cemaatim, sırdaşlarım ve eminlerimdir. Üzerlerine düşen görevleri hakkıyla yapmışlardır. Hizmetlerinin karşılığı ise henüz tam olarak ödenmemiştir. (Âhirette fazlasıyla ödenecektir.) Bu sebeple onların iyilerini(n yaptığını) kabul edin, kötülerinin yaptıklarından ise vazgeçiverin.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 11)

Efendimiz bundan sonra minbere bir daha çıkmadı. Kendisine İslâm dâvâsında en çok yardım eden Ensârı’nı, ümmetine emânet ettikten sonra vazîfesini yapmış olmanın rahat ve huzûru içinde Yüce Rabbi’ne kavuştu.

İslâm’a gönüllerini ve kapılarını açan bu kahraman insanlara karşı Efendimiz’in vefâkarâne davranışları sayılamayacak kadar çoktur. Mekke fethedildiğinde Ensâr; “Artık bizi terk eder, Mekke’de kalır.” diye üzülürlerken O, Ensâr’ı tercih etmiş ve onlarla birlikte Medîne’ye geri dönmüştü.

Peygamber Efendimiz Muhâcirlerin yaptıkları fedâkârlıkları da zaman zaman yâdetmiş ve onları methetmiştir. Ancak onların içerisinde Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın ayrı bir yeri vardır. Ona olan minnettarlığını ise şöyle ifâde eder; “Bize iyiliği dokunan herkese bunun karşılığını ayniyle veya daha fazlasıyla ödemişizdir. Ancak Ebûbekir müstesnâ!. Onun o kadar çok iyiliği olmuştur ki karşılığını kıyâmet günü Allâh verecektir. Bana Ebûbekir’in malı kadar kimsenin malı faydalı olmamıştır. Eğer kendime bir dost edinseydim, mutlaka Ebûbekir’i edinirdim. (Kendini kasdederek) Haberiniz olsun, arkadaşınız Allâh Teâlâ’nın dostudur.” (Tirmizî, Menâkıb, 15)

Vefâyı Efendimiz’den öğrenen ashâb-ı kirâm da gönülleri coşturacak, gözleri yaşartacak vefâ örnekleri sergilemişlerdir. Ebûbekir -radıyallâhu anh- halîfe olunca, Peygamberimiz’in kime bir va’di varsa gelip alması için nidâ ettirmiş ve Bahreyn’den gelen mallardan onları ödemiştir.

Hz. Ali de Efendimiz’in vefâtından sonra; “Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in kime bir va’di veya borcu varsa bana gelsin!” diyerek nidâ ettirdi. Sağ olduğu müddetce her yıl adam gönderip kurban kesim günü Mina’da böylece nidâ ettirmeye devâm etti. Böyle bir taleple gelenlere istediklerini verdi. Hz. Ali’den sonra vefâtına kadar Hz. Hasan, ondan sonra da şehâdetine kadar Hz. Hüseyin böyle yaptı. (İbn-i Sa’d, II, 318; Buhârî, Kefâle, 3)

Cenâb-ı Hak böyle vefâkâr kullarının gönüllerini hoş eder ve özlerini saflaştırır. Onlara verdiği şeyler yok olup gittiğinde tekrar yenisini verir. Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle der:

“Vefâlı kimseler bu vefâyı bütün âleme yaymış ve vefâ örnekleri göstermişlerdir. Denizler de onların buyruklarına uymuştur. Dağlar da, dört unsur[3] da onlara kul, köle kesilmiştir.” (Mesnevî, c. V, beyt: 1192-1193)



[1] Resûl-i zî-şân Efendimiz ahlâken ve hilkaten son derece güzel ve Hak katında kıymetli idi. O, o kadar vefâkardı ki âdetâ “vefâ”nın tâ kendisi olmuştu.

[2] İbrahim -aleyhisselâm- Peygamberimiz için; “Rabbimiz! İçlerinden onlara senin âyetlerini okuyan, Kitâb’ı ve hikmeti öğreten, onları her türlü kötülükten temizleyen bir peygamber gönder!” (el-Bakara 2/129) âyetinde belirtilen mübarek ve samîmî duasını yapmıştı. Îsâ -aleyhisselâm- kendisinden sonra Ahmed isminde bir resûlün geleceğini müjdelemişti. (es-Saf 61/6) Âmine vâlidemiz ise rüyâsında kendisinden bir nûr çıktığını ve bütün dünyayı aydınlattığını görmüştü. (İbn-i Sa’d, I, 102)

[3] Bunlar, yaratılışın temel dört maddesini oluşturan hava, su, toprak ve ateştir.

%d bloggers like this: