H. ŞECÂATİ

“…O peygamberler sâdece Allâh’tan korkarlar ve Allâh’tan başka hiç kimseden korkmazlar.”

el-Ahzâb 33/39

Şecâat; yiğitlik, bahadırlık, cesâret ve kahramanlık demektir. İnsandaki öfke kuvvetinin, tehevvür ile korkaklık arasında oluşan bir îtidâl hâlidir. Kişinin savaş, şiddet ve tehlike sırasında cesaret ve yüreklilik göstermesi, bunlardan yılmaması ve ölümü küçümsemesidir.

Şecâatın ifrat hâli tehevvürdür ki bu, insanın birden bire öfkeye kapılarak lüzumsuz yere tehlikelere atılması ve güç yetiremeyeceği düşmanla savaşa tutuşup kendini ölüme atmasıdır. Hakîkî bir mü’minden istenen, câhiliye şâirlerinin o denli övgü ile bahsettikleri hayvânî cesâret değil, Allâh’a ve kıyâmet gününe kuvvetle îmândan kaynaklanan bir kahramanlıktır.

 Şecâatin azlığı ise korkaklıktır ki bu da, sabır ve sebât gösterememek, savaşmak gereken yerde korkuya kapılarak bozulmak ve kaçmaktır.

Şecâate yakın mânâda bir de “necdet” kelimesi kullanılmaktadır. Necdet, korku ve dehşet dolu, olağan üstü hâller karşısında sabır ve sebat göstermek, korkuya düşüp uygunsuz bir iş yapmamaktır.

Şecâatin temeli, Allâhü Teâlâ’nın takdîrine rıza ve teslimiyettir. Bu sebeple kadere inanan ve Allâh’a tevekkül eden bir Müslümana, korkaklık ve zillet aslâ yakışmaz. Akif ne güzel söyler:

Şehâmet dîni, gayret dîni ancak Müslümanlıktır;

Hakîkî Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır.

Cebânet, meskenet, dünyâda sığmaz rûh-i İslâm’a…

Kitâbullah’ı işhâd eyledim -gördün ya- dâvâma.

Şecâat, haram olan şeylerde ve gösteriş niyetiyle değil, dinin emrettiği ve izin verdiği yerlerde gösterilmelidir. Meselâ, başkalarını ezmek, kaba kuvvet gösterisinde bulunmak, hak edilmeyen bir şeyi güç kullanarak almak gibi zâhiren şecâat eseri gözüken fiiller, aslında haramdır.

Şecâat ve necdet hasletlerinin her ikisi de Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’de en üst derecede mevcut idi. Abdullâh bin Ömer; “Resûlullâh Efendimiz’den daha sehâvetli, daha necdetli, daha şecâatli bir kimse görmedim!” demiştir. (İbn-i Sa’d, I, 373) Nitekim İslâm’ı tebliğe başladığı zaman kendisine gösterilen sert tepkiler karşısında yılmadan, bıkmadan aynı canlılık ve heyecan ile hakîkatleri söylemeye devâm etmesi, hiç kimsenin göze alamayacağı derecede şecaat gerektiren bir tavırdı. Allâh Resûlü bu yolda ölümü dahi göze almış, her şeyini o uğurda fedâ ederek yoluna devâm etmişti.

Cenâb-ı Hak Medîne’ye hicret etmesini emrettiğinde bunu duyan Kureyş müşrikleri Efendimiz’in evini kuşatmış, içeriden çıkar çıkmaz canına kıymak için kılıçlarını sıyırmışlardı. Fahr-i Kâinât Efendimiz ise hiç korku duymadan kapısını açmış, müşriklerin başlarına toprak saçmış ve Yâsîn sûresinin ilk âyetlerini okuyarak aralarından çıkıp gitmişti. (İbn-i Sa’d, I, 227-228)

Medîne’ye hicretten bir müddet sonra müşriklerle savaşmaya izin verildiğinde, onun şecâatini dost düşman herkes daha yakından görmüş ve takdir etmiştir. Bu meyanda Hz. Ali -radıyallâhu anh- der ki; “Biz Bedir’de Allâh Resûlü’ne sığınıyorduk. O gün kendileri, düşmana en yakın duranımız, insanların en cesur ve metânetli olanı idi.” (İbn-i Hanbel, I, 86)

Onun şecaat misallerinden bir diğeri de Uhud’da yaşandı. Müşriklerden bir adam deve üzerinde meydana çıktı ve çarpışmak için er istedi. Müşrik, herkesin kendisinden çekindiğini ve geri durduğunu görünce, dileğini üç kere tekrarladı. Bunun üzerine Zübeyr bin Avvâm -radıyallâhu anh- ona doğru yürüdü. Devenin üzerine sıçrayıp adamın boğazına sarıldı ve boğuşmaya başladılar. Peygamberimiz:

“– Aşağı doğru, yere düşür onu!” buyurdu. Müşrik yere düştü. Zübeyr de üzerine çöküp onu halletti. Bunun akabinde Resûl-i Ekrem Efendimiz:

“– Eğer Zübeyr çıkmasaydı, herkes geri durduğu için onun karşısına ben çıkacaktım!” buyurdu. (Halebî, II, 235)

Yine Uhud’da Kureyş müşriklerinden Übey bin Halef, “Muhammed nerededir? diye soruyor, “Ey Muhammed! Sen kurtulursan ben kurtulmayayım!” şeklinde bağırarak Peygamberimiz’e doğru geliyordu. Ashâb-ı kirâm onu karşılayıp durdurmak istediler; ancak Efendimiz; “Bırakınız gelsin!” buyurdu. Ashâb dayanamayarak önünü kesmek istedikçe Efendimiz; “Geri durunuz!” buyuruyordu. Efendimiz’in o andaki celâdeti karşısında Übey bin Halef dönüp kaçmaya başladı. Resûl-i Ekrem; “Ey yalancı! Nereye kaçıyorsun?!” diyerek seslendi ve onu boynundan yaralayıp atından yere yuvarladı. (İbn-i Sa’d, II, 46)

Resûl-i Ekrem Efendimiz, savaşın en şiddetli olduğu ve insanların kaçıştığı zamanlarda askerlerine cesâret verirdi. Muhammed bin Mesleme şöyle der; Kulaklarımla duydum, gözlerimle gördüm ki Müslümanlar Uhud’da bozuldukları zaman dağa doğru kaçıyorlardı. Resûlullâh da arkalarından:

“– Ey filan! Bana doğru gel. Ey filan, bana doğru gel. Ben Resûlullâhım!” diye sesleniyordu. (Vâkıdî, I, 237)

Bu hakîkatî beyân etmek üzere Cenâb-ı Hak Kitâb-ı Kerîmi’nde şöyle buyurmaktadır:

“O zaman siz, harb sâhasından hızla kaçıyor ve kimseye dönüp bakmıyordunuz. Resûl-i zî-şânım ise (büyük bir cesâret ve şecâatle olduğu yerde durarak) arkanızdan sizi çağırıyordu…” (Âl-i İmrân 3/153)

Savaş neticelenmiş iki taraf da yaklaşık aynı zâyiâta uğrayarak yerlerine çekilmişlerdi. Ebû Süfyan’la yanında bulunanlar Uhud’dan ayrılacakları sırada Hz. Ömer -radıyallâhu anh-’e; “Gelecek yıl Bedir’de sizinle buluşup çarpışmaya söz veriyoruz!” dediler. Hz. Ömer durup Peygamber Efendimiz’in buna ne söyleyeceğini bekledi. Kahramanlar Kahramânı Efendimiz Hz. Ömer’e:

“– Olur! Orası inşallâh bizimle sizin buluşma ve vuruşma yerimiz olsun, de!” buyurdu. Tâyin edilen vakit geldiğinde Kureyş ajanları ve münâfıklar, Müslümanların karşısına çıkmaktan korktukları için onları bu savaştan caydırmak üzere ellerinden gelen gayreti gösterdiler. Bu çalışmaların tesiri Müslümanların üzerinde hissedilmeye başlayınca Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, şecâat ve korkusuzluğunu ortaya koyan şu kararlı cümleyi söyledi:

“– Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki yanımda hiç kimse olmasa bile, ben tek başıma Bedir’e gideceğim!” Bundan sonra, Yüce Allâh Müslümanlara yardım etti ve kalplerine sebat verdi. (İbn-i Sa’d, II, 59)

Sevgili Peygamberimiz’in kahramanlığını gösterdiği zamanlardan biri de Huneyn günüdür. O gün herkes düşmandan kaçarken Efendimiz sürekli olarak atını düşman saflarına doğru sürmüş ve kendisini engellemek isteyen ashâbını da dikkate almayarak ilerlemiştir. (Müslim, Cihâd,76)

Yukarıda gördüğümüz misâllerden de anlaşıldığı gibi, Allâh Resûlü hayâtı boyunca korku nedir bilmemiş ve devamlı olarak ashabına cesaret aşılamıştır. Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- bu hususta der ki:

“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- halkın en güzeli, en cömerdi ve en cesâretlisi idi. Medîne’de bir feryat, korkulu bir hâl vukû bulduğunda, Peygamberimiz hemen Ebû Talha’nın Mendub isimli atını emâneten alıp üzerine atlar, feryâdın geldiği yere yetişirdi. Hiçbir feryâd ve imdâd sesi duyulmazdı ki Mendub’un oraya bir su gibi revân olduğunu görmeyelim. Yine bir gece Medîneliler bir feryât işitip korkmuşlar ve sesin geldiği tarafa doğru gitmişlerdi. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ise onlardan önce sesin geldiği yere yetişmiş ve durumu inceleyip dönerken halkla karşılaşmıştı. Kendisi Ebû Talha’nın atının üzerinde, kılıcı da boynunda asılı olduğu halde ashabına:

«– Korkmayınız! Korkmayınız!» buyuruyor, Mendub için de: «Onu azgın sel gibi serî bulduk!» diyordu.” (İbn-i Sa’d, I, 373; Buhârî, Edeb, 39)

İmam Bûsırî, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in kahramanlığını, ümmetine olan yardımını ve düşmanlarına saldığı korkuyu şöyle terennüm eder:

وَلَنْ تَرَ مِنْ وَلِىِّ غَيْرِ مُنْتَصِرِ بِهِ وَلاَ مِنْ عَدُوِّ غَيْرِ مُنْقَصِمِ

Göremezsin nusrete ermemiş tek dostunu

Kezâ hezîmetten kurtulan tek düşmanını!..

Müslüman olmanın insana kazandırdığı şecâat duygusuna ashâb-ı kiramdan bir misâl de şöyledir; Peygamber Efendimiz’in halası Hz. Safiye Hendek savaşı sırasında kadın ve çocuklarla birlikte, Hassan bin Sâbit’in Fârî isimli köşkünde bulunuyordu. Benî Kureyza yahûdilerinden on kişilik bir birlik gelip köşkü oka tuttular ve içeri girmeye çalıştılar. Onlardan birisi köşkün çevresinde dolaşıyor, bir açık arıyordu. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbı ise bu esnâda Hendek’te düşmanlarıyla harp hâlindeydi.

Hz. Safiye -radıyallâhu anhâ- çâresiz kalıp bu musîbeti kendisinden başka def edecek kimsenin olmadığını görünce, başını tülbentle sıkıca bağladı ve eline bir sırık alarak köşkten aşağıya indi. Kapıyı açıp orada dolaşan yahudinin arkasından yavaşca yaklaştı. Elindeki sırıkla başına vurup onu öldürdü. Bunu gören yahudiler:

“Bize buradaki kadınların korumasız bırakıldıkları haberi verilmişti!” diyerek dağılıp gittiler. (Heysemî, VI, 133-134; Vâkıdî, II, 462)

Can, mal ve namus güvenliğinin temini için hiç bir teşebbüsten kaçınmayan Peygamberimiz ve ashabının şecaatini aksettiren bir diğer örnek ise şöyledir; Ensâr kadınlarından biri alışveriş için bir yahudi kuyumcuya uğramıştı. Dükkan sâhibi yahûdinin, kadının iffet ve nâmusunu lekeleyecek sataşmalarda bulunduğunu gören Amr isimli sahâbi, büyük bir şecaatle duruma müdâhale etmiş ve yahudiyi öldürmüştü. Bunun üzerine Benî Kaynuka toplanarak onu şehit ettiler. Aralarında gerçekleştirilen anlaşmanın bu şekilde ihlâl edilmesi üzerine Peygamber Efendimiz askerî bir seriyye hazırlayarak Beni Kaynuka kabilesine savaş açtı. (Vâkıdî, I, 176-177)

Allah Resûlü ve sahabîlerinden ilham alan büyük sûfi Necmeddin Kübra hazretleri, memleketi Harezm Moğol işgaline maruz kalınca talebeleriyle birlikte kahramanca direnmiş ve şehit düşmüştür. Tasavvuf kültüründe şehâdet özlemini vird hâline getiren, serhatlerin güvenliğini sağlamak için uç boylarında iskân eden ve kahramanlık örneği sergileyen alperenler de şecâat ve cesaretin en önemli temsilcileri olmuşlardır.

%d bloggers like this: