F. ÎSÂRI (DİĞERGAMLIĞI)

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe aslâ “birr”e (hayrın kemâline) eremezsiniz! Her ne infâk ederseniz, Allâh onu hakkıyla bilir.”

Âl-i İmrân 3/92

Îsâr, kendi ihtiyâcı olsa bile, zarar ve sıkıntılara katlanarak başkasını kendine tercih etmek, başkasının ihtiyâcını kendi ihtiyâcından önce düşünmektir.

Kerem ve ihsân sâhiplerinin âdeti, îsârda bulunmaktır. Îsârın en güzel örneklerini Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, daha sonra da onun mübârek sohbetinde yetişen Ensâr ve Muhâcirler göstermiştir. Âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde onların bu güzel vasıfları dile getirilmektedir. Cenâb-ı Hakk bu hususta şöyle buyurur:

 

 

 

 

“Muhâcirlerden önce (Medîne’yi) yurt edinen ve îmâna sarılan Ensâr, kendilerine hicret edenleri severler. Onlara verilen şeylerden ötürü gönüllerinde bir sıkıntı ve rahatsızlık duymazlar. İhtiyaç içinde kıvransalar dahî, mümin kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, gerçekten felâha erenler işte onlardır.” (el-Haşr 59/9)

 Bu âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzûlü, Efendimiz ve ashâbının yapmış oldukları hârikulâde cömertlik ve îsârlardır. Bunlardan birisi şöyle cereyan etmiştir:

“Bir adam Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek:

– Ben açım, dedi. Allâh’ın Resûlü hanımlarından birine haber göndererek yiyecek bir şeyler istedi. O da:

– Seni peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki evde sudan başka bir şey yok, dedi. Efendimiz bu sefer diğer bir hanımından yiyecek bir şey istedi. O da aynı cevabı verdi. Daha sonra Resûl-i Ekrem, öteki hanımlarından da aynı cevâbı alınca ashâbına dönerek:

“– Bu gece bu şahsı kim misâfir etmek ister?” diye sordu. Ensâr’dan Ebû Talha -radıyallâhu anh-:

– Ben misafir ederim yâ Resûlallâh, diyerek o yoksulu alıp evine götürdü. Eve varınca hanımına:

– Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in misafirini ağırlayalım, dedi. Sonra:

– Evde yiyecek bir şey var mı, diye sordu. Hanımı:

– Hayır, sâdece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var, dedi. Sahâbî:

– Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misâfirimiz içeri girince de lâmbayı bir bahaneyle söndür. Sofrada biz de yiyormuş gibi yapalım, dedi.

Sofraya oturdular. Misâfir karnını doyurdu; onlar da aç olarak yattılar. Sabahleyin Ebû Talha Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Onu gören Allâh Resûlü:

«– Bu gece misafirinize yaptıklarınızdan Allâh Teâlâ râzı oldu.» buyurdu.” (Buhârî, Tefsîr, 59/6; Müslim, Eşribe, 172-173)

Peygamber Efendimiz’in yoksul bir kimseyi önce kendisinin ağırlamak istemesi ve bu maksatla bütün hanımlarına ayrı ayrı haber göndermesi, onun ne kadar cömert ve fedakâr bir insan olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan, Allâh Resûlü’nün bütün hanımlarının evlerinde karın doyuracak kadar birkaç lokmanın dahî bulunmaması ne kadar ibretlidir. Kapıya gelen ihtiyaç sâhibini boş çevirmeyen, bir tanecik hurmayla bile olsa yoksulun gönlünü alan muhterem vâlidelerimiz, belki de o günkü rızıklarını bir başka fakire vermişlerdi.

Âyet-i kerîmenin diğer sebeb-i nüzûlü ise şöyledir:

“Resûlullâh Efendimiz’in sahabîlerinden birine bir koyun başı hediye edilmişti. O da; «Kardeşim falan ve ailesi buna bizden daha fazla muhtaçtır.» dedi ve hediyeyi o kardeşine gönderdi. O da bir başkasına… Derken hediye bu suretle tam yedi ev dolaştı ve nihâyet yine ilk sahâbîye dönüp geldi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. (Hâkim, II, 526)

Âyet-i kerîmenin üçüncü bir iniş sebebi de şu hâdisedir:

“Allâh Resûlü, Beni Nadîr’den alınan ganimetleri Muhâcirler’e taksim etmiş, Ensâr’dan da ihtiyâcı olan üç kişiden başkasına vermemişti. Daha sonra Ensâr’a hitap ederek:

«– Dilerseniz daha önce Muhâcirler’e verdikleriniz onlarda kalır, siz de bu ganimetten pay alırsınız. Dilerseniz verdiklerinizi geri talep eder, bu ganimetin tamamını onlara bırakırsınız.» buyurdu. Bunun üzerine Ensâr -radıyallâhu anhüm ecmaîn- şu muhteşem cevâbı verdiler:

– Hem mallarımızdan ve evlerimizden onlara hisse veririz, hem de ganimeti onlara bırakır, kendilerine ortak olmayız. (Râzî, XXIX, 250; Kurtubî, XVIII, 25)

Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Ensâr’ın bu meziyetini şöyle medhetmiştir:

اِنَّكُمْ ماَ عَلِمْتُ تَكْثُرُونَ عِنْدَ الْفَزَعِ وَتَقِلُّونَ عِنْدَ الطَّمَعِ

“– Gördüğüm kadarıyla siz gazâya ve muhtaçlara yardıma çağrıldığınız zaman çoğalıyor, akın akın geliyorsunuz; dünyalık bir şey verilmek üzere çağrıldığınızda ise azalıyor, müstağnî davranıyorsunuz.” (Ali el-Müttakî, XIV, 66)

Ashâb-ı kirâmın hayatında böyle nice îsâr örnekleri vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak onları; “Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esîre yedirirler. «Biz sizi Allâh rızası için doyuruyoruz, sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimiz’den korkarız.» (derler). İşte bu yüzden Allâh onları o günün fenâlığından korur; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sürûr verir.” (el-İnsân 76/8-11) şeklinde medhetmiş ve müjdelemiştir.

Onlar, bu dereceye varan îsârlarını hiç şüphesiz Âlemlerin Efendisi’nden öğrenmişlerdi. Onun îsâr ve diğergamlığına erişmek mümkün değildir. Şeref dolu hayâtında bunun pek çok misâli mevcuttur. Sehl bin Sa’d -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Bir kadın dokuduğu bürdeyi (hırkayı) Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e getirip verdi ve:

– Bunu giyesin diye kendi ellerimle dokudum, dedi. Böyle bir elbiseye ihtiyâcı olan Allâh Resûlü, onu aldı ve giyinip yanımıza geldi. Bunu gören bir kimse Efendimiz’e:

– Ne kadar da güzelmiş! Bunu ver de ben giyeyim, dedi. Resûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-:

«– Peki!» dedi. Orada biraz oturduktan sonra evine döndü. Kumaşı katlayıp adama gönderdi. Ashâb-ı kirâm o sahâbîye:

– Hiç de iyi yapmadın. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- ihtiyâcı olduğu için onu giymişti. Üstelik sen Efendimiz’in, kendisinden bir şey isteyeni geri çevirmediğini bile bile istedin, dediler. O şahıs:

– Vallâhi ben onu giymek için değil, kendime kefen yapmak için istedim, dedi. Daha sonra o kumaş bu zâtın kefeni oldu.” (Buhârî, Libâs, 18; Edeb, 39)

Burada da olduğu gibi Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- muhtaç birini gördüğünde onu kendisine tercih ederdi. Zarûrî ihtiyaçların hâricindeki şeylerin daha muhtaç olanlara verilmesini isterdi. Yani o, sâhip olduğu her şeyi paylaşmayı, hatta başkasını kendisine tercih etmeyi esas kabul etmiş ve; “İki kişinin yiyeceği üç kişiye, üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.” (Buhârî, Et’ime, 11) buyurarak vermenin kazandırdığı berekete dikkat çekmiştir. Onun nazarında bir mala hakîkî mânâda sâhip olmak, onu infâk ederek ebedî hayâta göndermekle mümkündü. Zîrâ Resûl-i Müctebâ Efendimiz Cenâb-ı Hakk’ın, kendisi için sarfedilen malı muhâfaza edip büyüteceğini ve âhirette fazlasıyla sâhibine geri vereceğini bildirmiştir. (Müslim, Zekât, 63) Nitekim birgün koyun kesmiş ve etinin fakir fukarâya dağıtılmasını istemişti. Bir ara âilesine:

“– Ondan geriye ne kaldı?” diye sordu. Âişe vâlidemiz:

– Sâdece bir kürek kemiği kaldı, dedi. Buna mukâbil Rasûl-i Ekrem Efendimiz Allâh için îsârda bulunmanın zirvesini gösteren şu ibretli cevâbı verdi:

“– Desene bir kürek kemiği hâriç, hepsi bizim oldu!” (Tirmizî, Kıyâmet, 33)

Fahr-i Kâinât Efendimiz, paylaşanları ve mü’min kardeşini kendisine tercih edenleri takdir eder ve onları severdi. Bunu ifâde eden bir hadis-i şerifleri şöyledir; “Eş’arî kabîlesinden olanlar, gazâda azıkları tükenmeye yüz tuttuğu veya Medine’de âilelerinin yiyeceği azaldığı zaman, yanlarında ne varsa getirip bir yaygıya dökerler. Sonra bunu bir kapla aralarında eşit olarak paylaşırlar. İşte bu sebeple Eş’arîler bendendir, ben de onlardanım.” (Buhârî, Şirket, 1; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 167)

Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın şu müşâhedesi Resûl-i Ekrem Efendimiz’in diğergam insanlara bakışını ve onların Cenâb-ı Hak tarafından nâil olacakları ikrâm ve ihsânları ortaya koymaktadır:

“Sırtına iki çocuğunu almış yoksul bir kadın çıkageldi. Ona üç hurma verdim. O da çocuklarına birer hurma verdi. Öteki hurmayı yemek için ağzına götürmüştü ki çocukları onu da istediler. Kadıncağız yemek istediği bu hurmayı çocuklarına bölüştürdü. Onun bu tavrına hayran kaldım ve yaptığını Resûlullâh’a anlattım. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

«Bu hareketi sebebiyle Allâh Teâlâ o kadına mutlaka cenneti vermiş veya bu sebeple onu cehennemden âzâd etmiştir.»” (Müslim, Birr, 148)

İslâm’ın emrettiği diğergamlık ve îsâr, asr-ı saâdetteki insanlara cennet hayatı yaşatmıştır. Ancak ashâb-ı kiram, yaşadıkları bu ulvî infak hayatını dahi az görmüşler ve daha fazlasını yapamadıkları için hayıflanmışlardır. İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- asr-ı saâdette yaşanan diğergamlığı ve mevcut rûhî kıvâmı şu sözleri ile ne güzel ortaya koymaktadır:

“Biz öyle zamanlar gördük ki içimizden hiç kimse kendisinin altın ve gümüşe, Müslüman kardeşinden daha çok hak sâhibi olduğunu düşünmezdi. Şimdi öyle bir devirdeyiz ki altın ve gümüşü Müslüman kardeşimizden daha çok seviyoruz.” (Heysemî, X, 285)

İbn-i Ömer’in şikâyet ettiği zamanda yaşanmış diğergamlık örneklerini dinlediğimizde hayran kalmakta ve gıpta etmekteyiz. Yermük savaşında yaralı vaziyette yerde kıvranan ve susuzluktan kavrulan Hâris bin Hişâm, İkrime bin Ebî Cehl, Iyâş bin Ebî Rebîa -radıyallâhu anhüm-’ün kendilerine verilen suyu, tam içmek üzere iken birbirlerine gönderişleri, nihâyetinde üçünün de bir damla su içemeden Yüce Rablerine kavuşmaları, ne müthiş bir diğergâmlık örneğidir. (Hâkim, III, 270) Böyle bir îsârı târih bugüne kadar hiç görmemiş, belki de ebediyyen göremeyecektir. Bu ibretli tabloyu Mehmed Akif Safahât’ında ne güzel anlatır:

Huzeyfetü’l-Adevî der ki:

“Harb-i Yermûk’ün,

Yaman kızıştığı bir gündü, pek sıcak bir gün.

İkindi üstü biraz gevşeyince sanki kıtâl,

Silâhı attım elimden, su yüklenip derhâl,

Mücâhidîn arasından açıldım imdâda,

Ağır yarayla uzaklarda kalmış efrâda.

Ne ma’rekeydi ki çepçevre göğsü kandı yerin!

Hudâ’ya kalbini açmış yatan bu gövdelerin,

Şehîdi çoksa da gâzîsi hiç mi yok?.. Derken,

Derin bir inleme duydum… Fakat bu ses nerden?

Sırayla okşadığım sîneler bütün bî-rûh…

Meğerse amcamın oğluymuş inleyen mecrûh.

Dedim; «Biraz su getirdim, içer misin versem?»

Gözüyle «Ver!» demek isterken arkadan bir elem,

Enîne başladı. Baktım nigâh-ı merhameti,

«Götür!» deyip bana îmâda ses gelen ciheti.

Ne yapsam içmiyecek, boştu anladım ibrâm;

O yükselen sese koştum ki Âs’ın oğlu Hişâm.

Görünce gölgemi birden kesildi nevhaları;

Su istiyordu garîbin dönüp duran nazarı.

İçirmek üzre eğildim, üçüncü bir kısa «âh!»,

Hırıltılarla boşanmaz mı karşıdan nâgâh!

Hişâm’ı gör ki o hâlinde kaşlarıyla bana,

«Ben istemem hadi git ver, diyordu, haykırana.»

Epey zaman aradım âh eden o muhtazarı….

Yetiştim oh, kavuşmuştu Hakk’a son nazarı!

Hişâm’ı bâri bulaydım, dedim hemen döndüm,

Meğer şikârına benden çabuk yetişmiş ölüm!

Demek bir amcamın oğlunda vardı, varsa ümîd.

Koşup hizâsına geldim o kahraman da şehîd.”

Bu fedâkâr yiğitler Allâh Resûlü’nün terbiyesinde yetişmiş ve îmânın hakîkatini de ondan öğrenmişlerdi. Bu sebeple, en tahammül-fersâ bir zamanda dahî kendilerine gelen suyu, kardeşlerine ikrâm ederek ebedî hayatta kana kana içmek üzere Kevser’e katmışlardı.

Meşhur sûfî aleyhtarı Gulam Halil, tüm sûfîlere karşı hasmâne bir tutum sergilemekteydi. Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî (v. 295)’nin de aralarında bulunduğu bir grup sûfiyi tutuklatıp hilâfet merkezine sevketti. Dönemin Abbâsî halîfesi tarafından çıkarılan bir fermanla idamlarına karar verildi. Cellat, dervişlerden birinin boynunu vuracağı anda Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî, neşeli ve gönüllü olarak öne atıldı. Halk bu harekete taaccüp etti. Cellat:

– Ey civânmert! Sen öne atılıyorsun ama bu kılıç o kadar rağbet edilecek bir şey değildir. Henüz sana sıra gelmedi, neden acele ediyorsun, dedi. en-Nûrî:

– Benim yolum îsâr üzerine kurulmuştur. En aziz ve değerli şey hayattır. Şu birkaç nefes alacak vakti, kardeşlerimin biraz daha fazla yaşamaları için fedâ etmek istiyorum. Zira dünyadaki bir nefes alacak kadar vakit, benim için âhiretteki bin yıldan daha sevimli ve daha değerlidir. Çünkü burası hizmet yeridir, orası ise kurbet ve Allâh’a yakın olma mahallidir. Kurbet de hizmetle elde edilir. Buna rağmen şu birkaç nefesimi de dostlarıma fedâ ediyorum, dedi. (Hucvurî, s. 302)

Osman Gazi’nin vefâtı üzerine, âhilerin ve beyliğin ileri gelenlerinin desteğini alan ve an’aneye göre tahta geçmesi gereken büyük oğul Alaaddin Bey, kardeşi Orhan beyi kendisine tercih etmiş ve onun bey olmasını istemişti. Onu takdim ederken de şöyle dedi:

– Kardeşim! Atamızın duâsı ve himmeti seninledir. O hayatta iken ordunun komutasını sana vermişti. Dolayısıyla beylik sana âittir.

Bu büyük îsârı gösteren Alaaddin Bey, Orhan Gazi’nin en büyük destekçisi olmuş, Rumeli diyarının fethedilmesine öncülük yapmış ve şehâdetle hayatını noktalamıştır. (Ziya Nur Aksun, I, 36)

Yukarıdaki misaller ile günümüz insanı arasındaki fark gerçekten dikkat çekicidir. “İnsan insanın kurdudur.” anlayışının hüküm sürdüğü, paylaşmanın unutulup bencilliğin kol gezdiği, verirken bile gösteriş ve beklentinin ön plâna çıktığı günümüzde, çözülmenin nereden kaynaklandığı âşikârdır. Peygamberî ahlâkın en mühim unsurlarından biri olan diğergamlık ve îsâr unutulmuş ve insanlar birbirlerini Allâh için değil menfaatleri icabı sever olmuşlardır.

Bu geçici dünyâda başkalarını tercih etmemiz demek, hakîkî hayatta kendimize güzel bir yer hazırlamamız anlamına gelmektedir. Server-i Asfiyâ Efendimiz böyle yaşadı, ashâb-ı güzîni de ona tâbî oldular. Bize düşen de onlara yaklaşabilme gayreti içinde olmaktır.

%d bloggers like this: