E. TEVEKKÜLÜ

Sen Hakk’a tevekkül kıl

Teslîm ol da rahat bul

Her işine râzı ol

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler!

İbrahim Hakkı Erzurûmî

Allâh’a sağlam bir şekilde îmân etme ve güvenmenin tezâhürü olan diğer bir ahlâkî haslet de tevekküldür. Tevekkül mü’minin, yapacağı işlerde zâhirî sebeplere dayanıp gerekli tedbirleri aldıktan ve elinden gelen gayreti gösterdikten sonra, gönlünü bunlara değil de Allâh’a bağlaması ve O’na güvenip teslim olması anlamına gelir.

Tevekkül; hiçbir zaman çalışmayı ve sebeplere sarılmayı terk edip “Allâh’a güveniyorum.” diyerek tembellik göstermek mânâsına gelmez. Nitekim bir adam “Hayvanımı bağlayıp da mı yoksa bağlamadan mı Allâh’a tevekkül edeyim?” diye sorduğunda, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ona; “Önce bağla, sonra tevekkül et!” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 60)

Tevekkül işin bidâyetiyle değil nihâyetiyle alâkalıdır. Duânın iki farklı vechesi vardır: Fiilî ve kavlî duâ. İnsanın, talep ettiği şeylerin tahakkuku için gerekenleri yapması fiilî duâ, sorumluluğunu yerine getirdikten sonra Rabbinden dilemesi kavlî duâdır. Fiilî ve kavlî duâyı birlikte ihtivâ eden tevekkül, kişinin benliğini ve varlık duygusunu bir kenara bırakarak sâdece Allâh’a güvenmesi, hiçliğini ve acziyetini anlaması gibi ulvî duyguların bir muhassalasıdır. Tevekkül güç ve kuvvetin Allâh’a âit olduğuna, her şeyin O’nun emri ile meydana geldiğine yakînen inanmaktan kaynaklanır.

Allâh’ın güzel isimlerinden biri de “İşlerini usûlüne göre kendisine havâle edenlerin işini düzeltip, onların yapabileceğinden daha iyi yapan, kendisine güvenilip dayanılan, her şeyi idâre ve hâkimiyeti altında bulunduran” mânâsındaki “el-Vekîl”dir. Kendisine güvenilecek merciin ölümsüz, ebedî ve Kâdir-i Mutlak olması gerekmektedir. Güçlü olduğu zannedilen fânî ve zayıf varlıklara, mala ve mülke dayanmak, netîcesi pişmanlık olan göz boyayıcı heveslerdir. Bu yola girerek aldananları Allâh Teâlâ güvendikleri ile baş başa bırakır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak Resûlullâh Efendimiz’e:

“Aslâ ölmeyecek olan hakîkî hayat sâhibi Allâh’a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbih et!” (el-Furkân 25/58)

“Bir işe azmettiğinde artık Allâh’a tevekkül et!” (Âl-i İmrân 3/159) diye emretmiştir. O Kâdir-i Mutlak; “Mü’minler sâdece ve sâdece Allâh’a güvenip dayansınlar!” (İbrâhim 14/11) buyurarak kullarının da kendisinden başka hiçbir şeye bel bağlamamalarını istemektedir. Çünkü:

“Allâh’a tevekkül edene, Allâh kâfidir!” (et-Talâk 65/3)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’ın tevekkül eden kimseleri dünyâda ve âhirette koruyacağını, onları hesapsız ve azapsız cennete koyacağını şu hadis-i şerifiyle açıkça bildirmiştir:

“Geçmiş ümmetler bana gösterildi. Peygamber gördüm, yanında üç beş kişilik küçük bir grup vardı. Peygamber gördüm, yanında bir iki kişi bulunuyordu. Ve peygamber gördüm, yanında kimsecikler yoktu. Bu arada önüme büyük bir kalabalık çıktı. Kendi ümmetim sandım. Bana; «Bunlar Mûsâ’nın ümmetidir, sen ufka bak!» dediler. Baktım, çok büyük bir karaltı (sevâd-ı azîm) gördüm. «İşte bunlar senin ümmetindir. İçlerinden hesapsız ve azapsız cennete girecek yetmiş bin kişi vardır.» dediler.”

İbn-i Abbas -radıyallâhu anh- diyor ki; söz buraya gelince Peygamber Efendimiz kalkıp evine gitti. Oradaki sahâbîler bu yetmiş bin kişinin kimler olabileceği hakkında konuşmaya başladı. Kimileri; “Bunlar Peygamberimiz’in sohbetinde bulunanlar olmalı.” derken, kimileri; “Bunlar İslâm geldikten sonra doğup, şirki tanımamış olanlardır.” dediler. Daha başka görüşler de ileri sürüldü. Onlar bu meseleyi tartışırken Resûl-i Ekrem Efendimiz gelerek:

“– Ne hakkında konuşuyorsunuz?” diye sordu.

– Hesapsız ve azapsız cennete gireceklerin kim oldukları hakkında konuşuyoruz, dediler. Bunun üzerine Nebi -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“– Onlar büyü yapmayan, yaptırmayan, uğursuzluğa inanmayan ve Rableri’ne tevekkül edenlerdir.” buyurdu. Ukkâşe bin Mihsan yerinden fırladı ve:

– Beni de onlardan kılması için Allâh’a dua et yâ Resûlallâh, dedi. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- de:

“– Sen onlardansın!” buyurdu. Sonra bir başka sahâbî daha kalktı ve:

– Beni de onlardan kılması için dua buyur yâ Resûlallâh, dedi. Efendimiz bu defa:

“– Fırsatı değerlendirmekte Ukkâşe senden önce davrandı.” buyurdu. (Müslim, Îmân, 374)

Bu hadîs-i şerifle, sıkıntılı anlarında meşru olmayan sebeplere tevessül etmeyip doğrudan Allah’a tevekkül edenler tebşir olunmuştur. Şâir Bâkî, bu değersiz dünya için basit insanlara boyun eğmeyip Allâh’a tevekkül etmek gerektiğini, insanın ancak bu sâyede gönül huzûruna erebileceğini şöyle dile getirir:

Baş eğmeziz edânîye dünya-yı dûn içün

Allâh’adır tevekkülümüz îtimâdımız

Allah’a tevekkül edenin yâveri Hak’tır

Nâşâd gönül bir gün gelip şâd olacaktır.

Hayatında tevekkülü îtiyat hâline getiren Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in fem-i saâdetinden şu dua hiç eksik olmazdı:

“Allâhım! Sana teslim oldum, Sana inandım, Sana tevekkül ettim. Yüzümü, gönlümü Sana çevirdim, Sen’in yardımınla düşmanlara karşı mücâdele ettim. Allâhım! Beni saptırmandan yine Sana, Sen’in büyüklüğüne sığınırım. Sen’den başka ilâh yoktur. Ölmeyecek diri yalnız Sen’sin. Cinler ve insanlar ise hep ölümlüdür!” (Müslim, Zikir, 67)

Resûlullâh Efendimiz’in her adımında tevekkülün eserini görmek mümkündür. O, evine girip çıkarken, yatıp kalkarken, hülasa her türlü işinde bu hâlet-i rûhiye ile hareket ederdi. Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ-’nın bildirdiğine göre, Allâh Resûlü evinden her çıktığında muhakkak yüzünü semâya çevirir ve şöyle dua ederdi:

بِسْمِ اللهِ تَوَكَّلْتُ عَلَى اللهِ اَللّهُمَّ اِنِّى اَعُوذُ بِكَ اَنْ اَضِلَّ اَوْ اُضَلَّ اَوْ اَزِلَّ اَوْ اُزَلَّ

 اَوْ اَظْلِمَ اَوْ اُظْلَمَ اَوْ اَجْهَلَ اَوْ يُجْهَلَ عَلَىَّ

 “Bismillâh, Allâh’a tevekkül ettim. Allâhım! Sapmaktan, saptırılmaktan, kaymaktan, kaydırılmaktan, haksızlık yapmaktan, haksızlığa uğramaktan, câhilce davranmaktan ve câhillerin davranışlarına muhatap olmaktan Sana sığınırım.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 102-103; Tirmizî, Deavât, 35)

Duâda geçen “Allâh’a tevekkül ettim.” ifâdesi, işlerimi Allâh’a ısmarladım, demektir. Ayrılma zamanlarında “Allâh’a ısmarladık” diyerek vedâlaşmak, muhtemelen bu hadis-i şeriften mülhemdir. Bu durumu günlük muâşeret kâidesi olarak uygulamamız, sünnet-i seniyyenin kültürümüzdeki müspet izlerinden birisidir. Bu güzel sünnetin yerine Allâh’ı hatırlatmayan basit ve kifâyetsiz ifâdeleri kullanmak uygun değildir.

Peygamber Efendimiz, ashâbına, Allâh’a tevekkül etmenin ve gafletten uzak kalmanın lüzûmunu yeri geldikçe anlatmıştır. Zâtü’r-rikâ Gazvesi’nden dönerken, öğle vakti ağaçlık bir vadiye geldiklerinde Resûlullâh Efendimiz mola vermiş, mücâhitler de gölgelenmek üzere çevreye dağılmışlardı. Efendimiz semure denilen sık yapraklı bir ağaç altında istirâhate çekilmiş, kılıcını da ağaca asmıştı. Hz. Câbir, hâdisenin devâmını şöyle anlatır:

“Birazcık uyumuştuk ki Resûlullâh’ın bizi çağırdığını işittik ve hemen yanına koştuk. Orada bir bedevinin olduğunu gördük. Allâh Resûlü şöyle buyurdu:

«– Ben uyurken bu bedevi kılıcımı almış. Uyandığımda kılıç kınından sıyrılmış vaziyette elindeydi. Bana:

– Seni şimdi benim elimden kim kurtaracak, dedi. Ben de üç defa:

«– ‘Allâh’ cevabını verdim.»” (Buhârî, Cihâd 84, 87; Müslim, Fedâil, 13)

Allâh Resûlü, mutlak bir ölümle yüz yüze geldiği hâlde, Yüce Rabbi’ne olan tevekkülü sâyesinde korku duymamış ve kendisinden emin bir şekilde “Beni Allâh kurtaracaktır!” cevabını vermiştir. Bu metânet ve heybet karşısında sarsılan bedevînin elinden kılıcı düşmüş ve teslim olmuştur. Daha sonra da Efendimiz ashâbını çağırarak onlara tevekkülün zirvesi sayılacak bu misâli, müşahhas olarak göstermiştir. Canına kasteden bedevîyi ise cezalandırma yoluna gitmemiş, bilakis onu İslâm’a dâvet etmiştir. Bu ulvî davranış karşısında eriyen bedevî, kavminin yanına döndüğünde; “Ben insanların en hayırlısının yanından geliyorum.” demekten kendini alamamıştır.

Ashâb-ı kirâm, tevekkülün en güzel örneklerini Efendimiz’in hayatında görmüş, onu hakîkî mânâsı ile kavramış ve hayatına tatbik etmiştir. Yahyâ bin Mürre anlatıyor:

“Hz. Ali halîfe iken, geceleri nâfile namaz kılmak üzere mescide çıkardı. Bir gece kendisini korumak için arkasından gittik. Namazı bitirince yanımıza geldi ve sordu:

– Burada oturmanızın sebebi nedir?

– Seni koruyoruz.

– Semâ ehlinden mi dünyâ halkından mı?

– Dünyâ halkından.

Bunun üzerine Ali -radıyallâhu anh- şöyle dedi:

– Tahakkuk etmesine gökte hüküm verilmemiş hiçbir şey, yeryüzünde meydana gelmez. Her bir insana iki koruyucu melek verilmiştir. Bunlar o kimseyi, kaderinin tahakkuk ânına kadar himâye ederler. O an gelince de onu kaderiyle baş başa bırakırlar. Benim üzerimde Allâh’ın koruması vardır, ecelim gelince bu koruma nihâyete erecektir. Bir kul kendisi için yazılan şeylerin muhakkak vukû bulacağını, yazılmayanların ise asla meydana gelmeyeceğini bilmedikçe, îmânın tadını alamaz! (İbn-i Asâkir, XLII, 552)

Tevekkül etmeyip Allâh’ı unutan ve her yaptığını kendinden bilen kimseler, netîce îtibâriyle yine kaderleri ile yüzyüze geleceklerdir. Ancak Allâh’ın rızâsını elde edememiş ve imtihanı kaybetmiş olarak! Tevekkül etmek ise insanı Yüce Rabbi’ne daha yakın kılacağı gibi onun dünyâ hayâtını rahat ve sıkıntısız bir şekilde geçirmesine de yardımcı olacaktır.

%d bloggers like this: